6 Ağustos 2017 Pazar

SİYERİ FARKLI OKUMAK (IV/4) TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN 8. EĞİTİM KAMPI / PROF. DR. MEHMET AZİMLİ İLE





- Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey zorlamaktır-

Rüştü Kam
Ha-ber.com

İsra ve Miraç

Mekke’de gerçekleştiği söylenen Miraç mucizesi hakkında, ciltlerle kitap yazılmıştır. İlk kaynaklarda İsra ve Miraç farklı anlatılır. Daha sonraki kaynaklarda birleştirilmiştir. Kuran’da İsra bir ayette geçer. Çok büyük mucize olarak anlatılır. İsra gece yürüyüşü demektir. Mescid-i Haram zaten bellidir Mekke’deki Kâbe ve civarı. İlk kaynaklara baktığımız zaman Mescid-i Aksa diye bir tabir geçmiyor. Yani Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan bahseden bir Mescid-i Aksa yoktur ilk kaynaklarda. Kudüs hep Beytü’l Makdis diye geçer. Arapların algısında orası Beytü’l Makdis’tir. Kudüs için Mescid-i Aksa tabiri Peygamberimiz ’den 80 yıl sonra kullanılmıştır. Emevi halifesi Abdulmelik bin Mervan ile Abullah bin Zübeyr’in savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Abdülmelik bir daha Mekke’ye hacca gidilmeyecek diye bir karar alır. Ve Mekke yerine Müslümanları Hac için Kudüs’e yönlendirir. Hemen bir de hadis uydurulur. ‘Hac için şu 3 mescide ziyaret yapılabilir, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.’ Ve böylece Mescid-i Aksa kutsal bir mekân olur.

Peygamberimizin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürütülmesine “İsra”, oradan da semaya yükseltilmesine “Miraç” denir. “O Allah’ın şanı ne yücedir ki; Kulu Muhammed’i gecenin bir kısmında, ayetlerimizin bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü… [İsra, 17/1]
İsra ayetle sabittir, inkârı küfürdür. Miraç ise pek çoğu Kur’ân’a ve tarihi hadiselere aykırı, zayıf ve uydurma hadislere dayanır. İnkârı herhangi bir şey gerektirmez. Böyle zayıf rivayetlerden itikat oluşturulamaz. İtikat subuti zannî deliller üzerine kurulamaz. Kur’ân’da olmayan bir şey itikada konu da olamaz. Zira Kur’ân, tamamlanmış bir dinin kitabıdır.

Miraç olayı hadislere göre özetle şöyle gerçekleşmiştir;

”(Bir rivayete göre, henüz kendisine vahiy gelmezden önce, yani peygamber bile olmadan) Peygamber, Kâbe’de yatarken (ya da evinde yatarken evin tavanı yarılmış) ya da; uyurken Cebrail gelip karnını göğsüne kadar yarıp, kalbini çıkardı, zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup, kapattı. Burak adlı bir bineğe bindirilen Peygamber, Cebrail ile Kudüs’teki, Mescid-i Aksaya gittiler. Cebrail parmağıyla sahre’yi (hacer-i muallak’ı) delip, Burak’ı bağlamış. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz. Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırdı. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başladılar. Her bir katta bir peygamber ile görüşür. Mesela; yedinci kat semada Hz. İbrahim’i gördü. Hz. İbrahim sırtını Beyt-i Mamur’a dayamış duruyordu. Her gün buraya 70 bin melek, bir daha dönmeyesiye girip, çıkıyordu. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam eder.

Sidretü’l Münteha ağacının fil kulağı gibi olan yapraklarını, desti gibi olan meyvelerini görür. Orada dört nehirle karşılaşır. O dört nehirden ikisinin cennet ırmağı, diğer ikisinin Fırat ve Dicle olduğu söylenir. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalır.
Peygamber Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürür. O kadar yükselir ki, insanların kaderlerini yazan kâlemlerin cızırtılarını işitecek kadar. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösterilir.
Allah’ın huzuruna varır. Yüce Rabbe o kadar yaklaşır ki, Kâb-ı kavseyn kadar, arada bir yayın iki ucu kadar, hatta daha az bir mesafe kalır. Hatta bazı rivayetlere göre Allah’ın didarını /yüzünü görür! Orada kendisine ümmetinden -Allah’a şirk koşanların dışında- cennete gireceği müjdesi verilir. Bakara Suresinin son iki ayeti doğrudan peygambere hediye edilir. Elli vakit namaz farz kılınır.

Dönüş yolunda Musa ile karşılaşır. Musa; “Ne ile emrolundun?” diye sorar. Hz. Muhammed; “Elli vakit namaz” diye cevap verir.
Bunun üzerine Musa; “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabbi’ne söyle bunu azaltsın” der.
Hz. Muhammed’de yeniden Allah’a dönerek azaltmasını rica eder, Allah’ta beş vakit indirir. Namaz 45 vakitte farz olduğu halde Peygamber dönüşte Musa’ya tekrar uğrar.
Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha indirim rica et” der. Hz. Musa’nın bu uyarıları ile namaz beş vakte inene kadar Peygamber Allah’ın huzuruna gelir, gider. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz. Musa’ya uğrar.
Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha indirim yapması için ricada bulunmasını söyler. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söyler.
Bu arada Allah şöyle nida eder; “Ey Muhammed! Katımda söz değişmez. Ne dedimse odur. O, gündüz ve gecede beş vakit namazdır. Her bir namazın karşılığı on namaz sevabıdır. İşte bu, böylece elli vakit namaz yapar.
Allah Resulü uyandığında kendini Mescid-i Haram’da bulur. Miraç dönüşü Kureyş onu yalanlayınca, Allah da Beyt-i Makdis’i onun gözü önüne getirir. Ona bakarak onların sorularına cevap verir. Hz. Ebubekir, Peygamberimizi tasdik ettiği için ona “Sıddîk” lakabı verilir.”

Miraç hadisesinin Recep ayının 27. gecesi olduğu kabul edilmekle birlikte, hangi tarihte olduğu ve kaç kere olduğu konusunda da pek çok farklı rivayet vardır. Rivayetler; peygamberliğin beşinci yılıyla, on ikinci yılı arasında olduğunu söyler. Hatta peygamberlikten önce olduğunu söyleyen çok garip bir rivayet bile vardır. Yine miracın kaç kere olduğu hususunda da ittifak yoktur. Ayrıca ruhen mi, bedenen mi, rüyada mı, uyanıkken mi olduğu da tartışmalıdır. Yine, İsra ile Miracın ayrı ayrı vakitlerde olduğuna dair rivayetler de vardır. [ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.147]
Yine bazı hadisçiler ve İbn-i Sa’d gibi tarihçiler İsra ve miracı birbirinden farklı iki olay olarak ele almaktadırlar.[ Sun’atullah Bikbulat, İnşikak-ı Kamer Meselesi, İslamiyat Der, C.7, Sayı;3, s.186-7]

Necm Suresi ile İsra olayının hiçbir alakası yoktur

Miraç hadisleri ile Kur’ân ayetleri arasında ciddi problemler vardır. Şöyle ki; Miraç olayında geçen “sidre-i münteha, kab-ı kavseyn” gibi kavramlar Necm suresinden alınmadır. Oysa Necm suresi bisetin 3. veya 4. senesi inmiştir. Yani İsra ve Miraç olayından en az sekiz sene önce! Bu nedenle Necm suresinin kendisinden sekiz sene sonra olacak bir olayı anlatması düşünülemez. Necm suresinde anlatılan, Peygamberin Cebrail’i görmesidir. Kur’ân’ın hiçbir ayetinde Peygamberin Allah’ı gördüğüne, göğe çıktığına, O’nunla konuştuğuna dair tek bir kelam yoktur. Hatta ima bile yoktur.

Necm suresinin anlamı şöyledir; Ortaya çıktığı zaman /battığı zaman yıldıza andolsun! Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de azdı. Ne de o kendi hevasından konuşmaktadır. Bu (Kur’ân) kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir. Onu son derece kuvvetli olan bir (melek /Cebrail) öğretti. Üstün akıl sahibi /tam donanımlı birisi. Derken kendini gösterdi. En yüksek/uzak ufukta belirmişti. Sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu. Öyle ki iki yay aralığı kadar, hatta daha da az. İşte bu esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti/bildirdi. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onunla gördüğü şey konusunda tartışacak mısınız? Doğrusu onu /Cebrail’i bir başka iniş sırasında daha görmüştü. Son Sidre /kiraz ağacının yanında. Ki onun yanında oturulacak bir bahçe (mesire yeri) vardır. Sidre’yi /kiraz ağacını kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaştı /kamaştı ne de haddi aştı. Muhakkak ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüklerinden bir kısmını görmüştü.” [Necm / 1-18]

Bu ayetler; ilk vahy anında olanların bir sanı, bir rüya olmadığını, Peygamberin olay anında sağduyusunu kaybetmediğini vurgulamakta ve bu sahnenin iki defa yaşandığını anlatmaktadır.
Necm suresinin anlatımı tıpkı Tekvir suresindeki anlatımın bir benzeridir;”Kuşkusuz bu, değerli bir elçinin (Cebrail’in) sözüdür. Arş’ın Sahibi Allah’ın katında ona hem güç, hem de çok itibar bahşedilmiştir. Orada ona itaat edilir, üstelik güvene layıktır. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o meleği berrak bir ufukta görmüştür. O gayb /vahy hakkında cimri de değildir (onu saklamaz). Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” [Tekvir/19-23]

Necm suresi de, Peygamber’in Cebrail’den vahiy alışını tasvir etmektedir. Bu ayetler çok açık olarak vahyin kaynağı hakkındadır. Peygamber vahyi cinlerden almıyor, kendi hevasından uydurmuyor. Ona vahyi getiren Cebrail’dir. Onu iki defa görmüştü. Bir defasında en yüksek ufuktan yaklaşıp gelmişti. Bir defasında da Me’va Bahçesi’nde, son Sidre ağacının yanında!

“Cennet’ül Me’vâ”

Peygamberimizin Cebraili görmesinden bahseden bu pasajlarda geçen “Kab-ı kavseyn” veya “Sidre-i Münteha”, “Cennet’ül Me’vâ” gibi deyimlere, sonrakiler bambaşka anlamlar yüklemişlerdir. Kab-ı kavseyn; Allah ile âşık olduğu kulu Muhammed’in vuslatı olarak anlatılır. Sidre-i Münteha da; varlık dünyasının sınırı olarak anlatılmaktadır. Hatta bu son sidre ağacından, cennet nehirleri çıkar, Fırat ve Dicle doğar. [Buhari, Enbiya, 22/2]
Cennet’ül Me’vâ ise; ahiret yurdundaki cennetin bir bölümü olarak tasvir edilir.

Bi’setin 3. veya 4. senesinde Necm Suresi nazil olduğunda Mekkeliler, bu “Me’va Cennetini ve Sidret’ül-Münteha’yı biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamıştır. Aksi halde ona itiraz ederler ve ‘Sen demek göğe çıkıp Allah ile sohbet ettin, Cennete gittin öyle mi?’ diye alaya alırlardı. Oysa bu ayetlerde; âdeta açık adres gösterilerek vahiy mahalli açıklanmaktadır. Peygamberin Cebrail ile görüşmesi, herkesin bildiği, yanında oturmaya değer bir bahçe olan “son sidre ağacının” yanında olmuştur.
Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayanlar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi /işaret noktası olarak kabul edilirdi. Bizdeki “Aynalıkavak, Gebeçınar” gibi, bu “Sidret’ül-Münteha” da Mekkelilerin bildiği bir semtin adı olmalıdır.
Cennet kelimesi Kur’ân’da onlarca yerde dünyadaki bahçeler için de kullanılmıştır. Âdem’in dünyada yaratıldığı cennet /bahçe gibi! Peygamberin vahiy almak için ya da Cebrail’i görmek için Ahiret yurdundaki Me’vâ cennetine gitmesinin hiçbir gerekçesi yoktur. Allah nasıl bir zamanlar Musa peygamber ile bir ağacın arkasından konuştu ise,[İsfehânî, el-Müfredat. s.557] Cebrail ile ona vahyini iletti ise, şimdi de Son Peygamberiyle Sidre ağacının arkasından konuşmaktadır. Cebrail ile muradı ilahisini bildirmektedir.
Kab-ı Kavseyn; de o zamanlar için kullanılan bir uzunluk birimidir. “Bir kulaç, iki arşın” vs. gibi! Cebrail “Bir yay boyu” mesafe kadar Peygambere yaklaştı, hatta daha da yakın!

İsra zamanında Kudüs;

Elmalı, “Mescid-i Aksa” ile kastedilenin “Beyt-i Makdis” ve mübarek kılınan yerin de Kudüs ve civarı olduğunu söylese de, Mescid-i Aksa ile Beyt-i Makdis arasında anlam ve yapı bakımından hiçbir benzerlik yoktur. Zaten Kur’ân’ın indiği dönemde ve daha sonraki yıllarda Kudüs’teki bu yapı, Beyt-ül Makdis olarak anılır, yazılır ve bilinir.
Bu şehrin onlarca ismi vardır. Şehrin ismi çoğunlukla bu şehirdeki mabedin ismiyle özdeşleştirilmiştir. Eski İbrani paralarında şehrin ismi “Yerushalayim” olarak geçer ki, bugün de “Yeruşalim” olarak okunmaktadır. İbranice “Şalim” Arapça ”Sâlem” ile aynı kökten müştak olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir. Grekler zamanında da şehre verilen ismin kökündeki barış anlamı değişmedi. Onlar şehre ”Hierosolyma” ismini verdiler. “Solyma” önceki isimlerindeki gibi barış anlamına geliyordu. “Hiero” ise “kutsal” demekti. Önceleri “Şalim” kelimesi “yeru” gibi, “ülke, şehir, yurt” anlamlarına gelen kelimelerle tamlanarak söylenirken, daha sonraları kelime “kutsal” anlamına gelen kelimelerle tamlanarak söylenmeye başlandı.

Romalılar şehri işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak anılmaya başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu. Şehrin sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya “İlya” veya “Medinetü Beyti’l Mukaddes ya da; kısaca Beytül Makdis” şeklinde isimlendiriyorlardı. İlk dönem kaynaklarında bu isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları “el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’s-Selam, Medinetü’s-Selam ve Mescid-i Aksa” isimleri de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir artık daha çok ”Al-Kuds veya el-Kudsu’ş-Şerif” isimleriyle anılmaya başlanmıştır.[Muammer Gül, Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11 sayı:2]

“Mescid-i Aksa”

O günlere ait az sayıdaki orijinal belgede Mescid-i Aksa ismi hiç geçmemektedir. Fetihten sonra Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair en eski bilgi ise yaklaşık 50 yıl sonrasına aittir. Bu da bir Hıristiyan gezgine aittir. Bu bilgi de şudur; Kudüs’te bir kilisenin bir bölümünde namaz kılınmaktadır. Buranın yeri de tam belli değildir.

Peygamber’den rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa olarak değil, Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa geçse bile bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı açıktır. Miraca ilişkin çok sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül Makdis olarak isimlendirilmektedir.[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.145]
Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, o günkü Emevi iktidarına yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla, saray âlimlerinden Şihab-ez Zühri, hadisin orjinalindeki “Süleyman’ın mescidi” ifadesini ,”Mescid-i Aksa” şekline çevirerek tahrif etmiştir. Abdülmelik bin Mervan, Mekke’de kendisine karşı halifeliğini ilân eden Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Halife Ömer tarafından camiye çevrilen bu basit yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa” koymuştur. Zührî gibi hadisçilere de Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu kitaplara yazmak kalmıştır ki, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişlerdir. “Mescid-i Aksa” dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur.

M.Ö, 586 yılında Babil kralı Nabukadnezzar/ Buhtünnasr Beyt-i Makdis’i tamamen yıkmış, Yahudileri de esir olarak yanında götürmüştür. Daha sonra mabed birkaç defa daha inşa edilmişse de pek çok işgale uğrayan Kudüs her bir defasında yakılmış, yıkılmıştır. En son Hz. İsa zamanında son kez inşa edildi. M.S, 70 yılında Titus katliamında buradaki mabed -batı duvarındaki bir bölüm ve üç kule hariç- yerle bir edilmişti. Bu yer de Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de hala bu haldeydi. Titus, ayrıca tekrar mabedi inşa etmemeleri için Yahudilerin Kudüs’e girmelerini yasaklamıştır.

Hristiyanlar Hz. İsa’nın [Matta, 24/2] deki sözlerine hürmeten Süleyman Mabedinin tekrar yapılmasını reddetmişlerdir. Hatta Hristiyanlar Yahudilere hakaret olsun diye burasını çöplük olarak kullanmışlardır. Müslümanların 638 yılında Kudüs’ü fethetmesine kadar burası bu şekilde kalmıştır. Yani peygamberin Miraca çıktığı söylenen tarihlerde burada bırakın Mescid-i Aksa’yı, Beyt-i Makdis bile ortalarda yoktu.
Yahudilere göre bir tane de gökte semavi Kudüs vardır. Bu Semavi Kudüs dünyanın sonuna doğru yeryüzüne inecek, dünyadakinin yerini alacaktır. Onlara göre Mabed, dünya yaratılmadan önce de vardı, ama gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamıştır. [Tur, 52/4] geçen “Beyt’ül-Mamur”un Kâbe’nin üzerinde, onun tam hizasında gökte bulunduğu, yedinci kat semada her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği şeklindeki rivayetler İsrailoğullarının Kudüs hakkındaki rivayetlerinden alıntı gibidir. Hasan Basri’ye göre, bu Beyt-i Mamur Kâbe’dir.

Kudüs’ün fethi

Kudüs Hz. Ömer zamanında Ebu Ubeyde b. Cerrah tarafından fethedildi. Hz. Ömer’in Kab’ul-Ahbar’ın yol göstermesiyle çöplük haline getirilmiş bu sahranın /kayanın yerini bulduğu ve temizlettiği, kendisinin de eteğine taş, toprak doldurup taşıdığı bilinmektedir. Hz. Ömer’in molozlar altında kalan bu yeri temizletip, Sahre’nin güneyinde cemaate namaz kıldırdığı Taberî tarafından nakledilir. Ömer’in yaptırdığı bu cami, Beyt-i Makdis’in kalıntıları arasında bulunan sütunların üzeri kalaslarla kapatılarak oluşturulan basit bir yapıdır. Ancak Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere dokunmamış ve buralara el koymamıştır. Hatta Ömer’in kendisinden sonra âdet olur da mescide çevrilir endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette namaz kılmaktan imtina ettiği rivayeti vardır.

Kudüs İslam’ın ilk kıblesi ise, Müslümanların oldukça uzun bir süre burası hakkında aldırmaz bir tutum içinde olmalarının sebebi ne olabilir? Hz. Ömer fetihten sonra ne Peygamber’in üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen “Hacer-i Muallak” taşını aratmış, ne de Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit edip burayı tamir ya da inşa etme işine girmiştir. [ Mehmet Azimli, Siyer-i Farklı Okumak, s.165 ] Öyle ya; Kur’ân’da İsra Suresi’nde bahsedilen mescit bu ise, Peygamber burada tüm peygamberlere namaz kıldırdıysa (!) bu alakasızlık neyle izah edilebilir?

Bu sorunun tek bir cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının Mescid-i Aksa olduğuna, Peygamber’in Kur’ân’da bahsedilen İsra, yani geceleyin Kudüs’e doğru mucizevî bir şekilde yürütülmesi hadisesi hakkında ve “Hacer-i Muallak”ın üzerinden miraca çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Eğer olsaydı böylesine önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal Hacer-i Muallak’ın yerinin tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’ân’da geçen mescit olduğunun ilan edilmesi olurdu. Ama hiçte öyle olmamıştır.
Emevi kralları insanlardan biat almak için özellikle Kudüs’ü tercih etmişlerdir. Emeviler Kudüs ve civarını siyasi nedenlerden dolayı öne çıkarmaya gayret sarf etmişlerdir.
Özetle; Mescid-i Aksa, Emevi halifesi (kralı) Abdülmelik ve oğlu Velid tarafından, İsra olayından çok sonraları inşa edilmiştir.

Kubbet’üs-Sahra /Ömer Camii;

Kudüs’ün fethinden sonra Müslümanlar uzun bir süre buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır. Fetihten yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra buradaki yapı Mescid-i Aksa olarak algılanmaya başladı. Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet edilen taşın üzerine Kubbetü’s Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi.
Kubbetü’s-Sahra; Abdülmelik b. Mervan tarafından, Hz. Ömer’in yaptırdığı mescidin yerine inşa edildiği için buraya “Ömer Camii” de denir. Bu kubbeye “sahre” denmesinin nedeni de üzerinde bulunduğu kutsal kaya /sahre nedeniyledir. Yahudi kaynaklarına göre bu kaya ‘dünyanın temelindeki köşe taşıdır’ [Eyüp, 38/4-6]
Yahudi geleneğine göre; bu sahre; Süleyman mabedinin temelini oluşturur, dünyanın ortasında bulunur, Nuh’un gemisi tufandan sonra bu kayanın üzerine konmuştur, vs.

İslami kültüre /rivayetlere göre ise; İsrafil insanlara hesap için toplanın emrini bu kayanın üzerinden verecektir. Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayete göre; bütün tatlı su kaynakları, nehirler ve rüzgârlar bu kayanın altından çıkmaktadır. Bu kayanın havada durduğu, üzerinde peygamberin ayak izi olduğu, Cebrail’in parmak izi olduğu, Peygamberin havada duran bu taşın üzerine basarak miraca çıktığı rivayetleri de vardır.[ Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı delip, Burak denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı delip, Burak denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Tirmizi, 3132]  
Çok doğal olarak bu rivayetlerin tamamı uydurmadır. Bu sahrenin içinde 4.5×4.5 çapında elle yontulmuş, 1,5 m yüksekliğinde, yarım daire şeklinde bir oyuk bulunur. Güya haftada iki defa tüm ruhlar burada toplanırlarmış.
Abdülmelik bin Mervan zamanında hem Kubbetüs Sahra’nın yapılması, hem de bu ilk basit mescidin görkemli bir şekilde yeniden inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir.

Hac için Mekke’ye gitmeye gerek yoktur

Tarihçi Yakubî ve diğer bazı kaynaklar, Kubbetüs-Sahra’nın Halife Abdülmelik’in Müslümanların Hac için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde tutmuştur. Mekke ve Medine Abdullah’ın hilafeti altında yönetildiği bu yıllarda Emevi kralları hacca giden Müslümanların Abdullah’a biat edip, siyasi rakibi tarafına geçmelerinden korkuyorlardı. Hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak düşündüler. “Hacer’ül-Esved” yerine, “Hacer-i Muallâk” ön plana çıkarıldı. (Güya bu “Asılı Taş” Peygamberimiz göğe çıkarken, peşinden gelmeye kalkışmış! Bu yüzden havada asılı kalmış. Tabii ki herkesin de bildiği gibi böyle bir taş yok!) Bu taş üzerine Kubbet’üs-Sahra Camisi inşa edilmişti. Bu cami, bilinen hiç bir cami tarzına benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir. Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde veya dışında yapacak şekilde tasarlanmıştı. Abdülmelik bu amacını gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. İnsanlar Hac için Mekke’ye gitmekte ısrar edince; ”(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyade sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın eklendiği kuvvetle muhtemeldir.
Böylece insanlara Mescid-i Haram yerine, Beyt-ül-Makdis’i, Kâbe yerine de peygamberin miraca çıktığı bu kayayı ziyaret edebileceklerini söylenmiş ve üzerine ipek örtüler asılmıştır. Bu sahrenin etrafında tavaf edilip, arefe günü de Mescid-i Aksa’da vakfeye durulduğu rivayetleri vardır.[ İbn Kesîr, Tefsir: 3/6 ]

İbni Kesir’in tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır

“Bu sene Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine bina yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya başladı. Bu onarım işi hicretin yetmiş üçüncü senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi: Abdullah b. Zübeyr, Mekke’yi istila ettiği zaman Mina ve arefe günlerinde insanların Mekke’de ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor, hutbesinde Abdülmelik’in aleyhinde konuşuyor ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp şöyle diyordu; Peygamber, Hakem’e (Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti. Peygamber onu kovdu ve lanetledi.

Abdullah b. Zübeyr, insanları kendisine bey’ata davet ediyor, çok fasih konuşuyordu. Şamlıların büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik, bunu duyunca insanları hacdan menetti. Hacca gitmelerine müsaade etmeyince insanlar ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu sayede insanları hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Bayram gününde orada kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı.

İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir

Abdülmelik, Beyt-i Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda para ve işçi gönderdi. Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları toplayıp Beyt-i Makdis’e gönderdi. Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Adamlarına bu iş için tereddütsüz olarak bol masraf yapmalarını emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar. Kubbeyi inşa ettiler, çok güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli mermerlerle döşediler. Oraya hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller, altın ve gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular.

Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahiretteki manzaraları andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz şudur ki Beyt-i Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok şeyleri taktılar.”[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.167-8]

İbn-i Teymiye; peygamberin üzerine basıp, göğe çıktığı söylenen bu taşın, bu kutsal kayanın üzerinin sahabe ve tabiun devrinde hep açık kaldığını, Abdülmelik’in insanları Mekke ve Medine’ye gitmelerini önlemek amacıyla, bu taşa ve üzerindeki mabede ziyareti teşvik ettiğini söyler. “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir” sözünü tasdik eder biçimde, insanların o günden bugüne bu taşa ve üzerindeki Kubbetü’s-Sahra mabedine saygı göstermeye devam ettiklerini, bu arada halkın ilgisini daha da arttırmak için bu mevzudaki Yahudi masallarını yayan kimselerin türediğinden dert yanar.[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.170]
Abdülmelik siyasi amaçları uğuruna Kudüs’ü kutsallaştırmış ve burada inşa edilen mescide Kur’ân’da geçen bir mescit ismi verdirerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Tüm bunlar Emevî saltanatının meşruiyetini ve devamını sağlamak için kullanılmıştır.

Esrâ; götürmek mi? Yürütmek mi?

 

Bazıları rivayetleri kurtarmak için ayetleri zorlama tevillerle anlamlarını yerinden etmişlerdir. Örneğin; [İsra/1] de geçen “Esra” kelimesinin anlamını açıkça tahrif etmişlerdir. Ayetin anlamı; “gece yürüyüşü, hızlıca geceleyin yürümek” iken, meallerin çoğunda “götürmek” anlamı verilmiştir. Zira; “Allah kulunu yürüttü” anlamı verirlerse, bir gecede Peygamberi Kudüs’e götürüp, getiremeyeceklerini bilirler. Bereket versin bu kelime Kur’ân’da birkaç yerde geçer. Hepsinde de “geceleyin yürütmek” anlamındadır. “Fe esri bi ehlike…Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt” [Hicr/65], ayrıca bak, [Taha/72, Duhan/23]


Miraç hadisleri Kur’ân ve Tarihi hadiselere aykırıdır

Miraçla ilgili hadisler uydurmadır. Çünkü bu hadisler Kur’ân ayetleriyle çeliştiği gibi Peygamber’in davet metoduyla da uyuşmamaktadır. Müşrikler Peygamber’den şu tarzda taleplerde bulunuyorlardı; “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından çağıl çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine inanmayız.” [İsra/90-3]

Müşriklerin “Allah ve meleklerle yüz yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun tarafından ayette belirtildiği üzere reddedilmiştir. Aynı surede surenin başında bir mucize (!) açıklanıyor ve surenin ilerleyen ayetlerinde müşrikler bu mucizeyi sanki daha önce hiç olmamış gibi tekrar talep ediyorlar. Peygamber de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi (göğe çıkmayı) gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu olacak şey değildir!
İsra ve miraç için kaynak gösterilen İsrâ suresinin ilk ayetini, surenin devamı yalanlamaktadır. Buna göre, Peygamber’in göklere gidip gelmesi isteği, Mekke kâfirlerinin bir isteğidir. Şöyle ki: Mekke kâfirleri Peygambere gelerek bir dizi istekte bulunurlar; eğer bu isteklerini yerine getirirse ona inanacaklardır! İsteklerinden biri de, Peygamber’in göğe yükselmesidir. Fakat o kadar uyanık(!) adamlardır ki, Peygamber’in, göğe gittim-geldim diye kendilerini kandırmaması için, bir de oradan yazılı bir belge getirmesini şart koşmaktadırlar. Peki, bu kâfirce isteklere karşı Allah’ın, Peygamberine verdirdiği cevap nedir? Cevap, “miraca çıktım, çıkacağım” gibi bir açıklama olmayıp şudur; “De ki onlara; “Bütün, bunlara muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan Rabbimdir; De ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?” [İsra/ 93]

Bu cevap, bütün miraç senaryolarını alt-üst etmektedir. Çünkü Peygamber’in bir beşer olduğu hatırlatılmakta, bir beşer olarak böyle bir işe asla girişemeyeceği, böyle bir yükselmenin (urûç) asla mümkün olmadığı, beşeriyet yasasında bunun imkânsızlığı anlatılmaktadır. Fakat o günkü müşriklerin buna benzer olağanüstü beklentileri nasıl hiç bitmemişse, bugünkü şirkle karışık kafalar da Peygamber’i bir türlü ‘normal’ bir insan olarak kavramaya istekli görünmemektedir. Olağanüstülük göstermeyen, “içimizden biri, arkadaşınız, (mislüküm) tıpkı sizin gibi biri” olan insan peygamber, müşrikler için yeterli bulunmamaktadır!

İnsan Peygamber

“Eğer yeryüzünde yerleşik yaşayan kimseler melekler olsaydı, elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek gönderirdik!” [İsra/ 95] Yeryüzünde yaşayanlar insan olduğuna göre, onların bütün meseleleri, gökte değil, yeryüzündedir. Peygamber’in göğe çıkması onların hiçbir işini çözmeyecek, hiçbir şekilde onlara örneklik teşkil etmeyecektir.

Miraç’tan Peygamberimizin getirdiği söylenen üç hediye, “Beş vakit namaz, Bakara’nın son iki ayeti ve Allah’a şirk koşmayan günahkârların affedileceği” [ Müslim, İman, 279, Ayrıca Tirmizi ve Nesaî] meselesini ele alalım. Kur’ân’ın hiçbir yerinde beş vakit tabiri yoktur. Ancak namazın kılınacağı beş vakti en iyi ifade eden ayetlerden biri olan [Tâhâ/130] ayeti Miraç’tan en az beş- altı sene önce nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ömer Taha suresini dinledikten sonra Müslüman olduğu ve bu hadisenin ne zaman olduğu bilinmektedir. Yani, beş vakit namaz için delil getirilen ayetin nüzulü peygamberliğin altıcı senesinden önce nazil olmuş olmalıdır. Dolayısıyla miraçtan gelen beş vakit namaz emri Miraçtan yıllar önce zaten emredilmiştir.” …Bir de güneşin doğumu ve batımından önce Rabbini hamdederek tesbih et. Yine gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün belli zamanlarında (namaz kılarak) O’nun yüce zatını an…”  Haliyle bu hadisin sahih olması mümkün değildir.
Yine Bakara suresinin son iki ayeti (Amenerrasulü…) nün İsra ve Miraç gecesi hediye olarak verildiği rivayeti de, Kur’ân’a apaçık aykırıdır. Bakara suresinin inmesine daha en az beş sene vardır. Çünkü Bakara Suresinin tamamı ittifakla kabul edildiği üzere medenîdir. Hicrî ikinci ve beşinci yıl arasında nazil olmuştur. Bakara suresinin bu son iki ayetinin Mekkî olduğuna dair tek bir rivayet yoktur. Ayrıca; tefsirlerde bu iki ayetin iniş sebebi hakkında farklı bilgiler vardır. Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah her şeye kâdirdir. [Bakara, 2/284] ayeti inince sahabeye çok ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu olacaklarını sandılar, Allah’ın Elçisi’ne gelip; Ya Resûlallah, namaz, oruç, cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları yapabiliriz ama sana inen bu ayetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen düşüncelere engel olamayız), dediler. Bu ayet gerçekten onlara çok ağır gelmişti. İşte bu olay üzerine Allah Bakara Suresinin son iki ayetini indirdi. “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü teklif etmez” ayeti onları rahatlattı.


Kalp temizliği su ile mi yapılır?

Peygamberimizin bu Miraç yolculuğu öncesinde göğsünün yarılarak, kalbinin yıkandığı rivayetleri de bir başka problemdir. Bu hadisleri uyduranlar kalp temizliğinin su ile yapılacağını zannedecek kadar aklı kıt, saftirik kimselerdir. Kalp temizliği su ile mi yapılır? Ayrıca en az on yıldan beri peygamberlik vazifesini deruhte eden Peygamberimizin kalbinin hala pis, kirli olması düşünülebilinir mi? Kalbinin, huyunun/ahlakının kötü olduğunu söylemek, o en masum beşere /Nebiye açık bir iftira değil midir? Ki bu cahiller, aynı operasyonu Peygamberimizin çocukluğunda bir kere daha yaparlar. Beş yaşında bir sabinin / masum çocuğun kalbi nasıl kötü oluyorsa! Aslında bunlar resmen peygambere vaftiz yapmaktadırlar. Üstelik cerrahi ağır bir operasyon geçiren birisi, nasıl olur da böyle bir uzun miraç yolculuğuna çıkabilir? Yedi kat semanın ötesine yolculuk yapabilir?

Peygamber’in göğsü yarılıp ve özel bir operasyondan geçirildikten sonra kalp temizliğine sahip olduysa, onun biz ümmeti için ‘üsve-i hasene/en güzel örnek’ olma özelliği yok demektir! Zira bizim kalbimiz yarılıp, altın leğende getirilen zemzemle yıkanmadığına göre, biz hiçbir zaman onun gibi temiz kalpli olamayız!
Cennet ve Cehenneme gitmiş, oraları müşahede etmiş hikâyesine gelince, daha Cennet ve Cehennem yaratılmadı ki, oraları görmüş olsun. Onlar; kozmik kıyametin koptuktan ve İsrafil’in sura ikinci defa üflemesinden sonra yaratılacak.
İsra ve Miraca ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Güya Peygamberimiz Miraç sonrası bu olayı anlatınca Mekkeli müşrikler ona Beyt-i makdis /Mescid-i Aksa hakkında sorular sormuşlar, bunun üzerine Cenab-ı Hak da mescidi peygamberin gözü önüne getirmiş, o da mescide bakıp bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi vermiş. [Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41] Gel gör ki, Peygamberin bakıp, bakıp söyleyeceği bir mescit henüz inşa edilmemiştir ki, baksın da söylesin!

Acaba neden, hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli yolculuk yapan müşriklerden hiç birisi “Orası virane bir yer, çöplük, orada mescit yok, mescit olmayan bir yerde, hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl edememiştir! Eğer Peygamber Mekkelilere gecenin bir vaktinde Kudüs’e gittim, orada Mescid-i Aksa camiinde namaz kıldım deseydi, muhakkak Mekkeli müşrikler onun açığını yakalamak isteyeceklerdi.

Yine; bir başka rivayette, Peygamberimiz miracı anlattığında, müşrikler Ebubekir’e gidip, ‘Senin arkadaşın böyle, böyle şeyler söylüyor, ne dersin? diye sormuşlar. O da, Muhammed söylüyorsa doğrudur demiş, bunun üzerine ona “Sıddîk” lakabı verilmiştir. Bunların hepsi uydurmadır. İbn-i İshak, İbn-i Sad, Vakıdî bunların hiç birinin senedini göstermemişlerdir. Diğer bazı siret yazarlarının ravi olarak gösterdiği kimseler ise yalancı ve masalcı olmakla itham edilmiş kimselerdir. Hatta peygamber bu olayı miraç dönüşü anlattığında bazı Müslümanlar buna inanmamışlar, güya dinden dönüp, irtidat etmişler. Bu irtidat hikâyesinin aslı astarı yoktur. Zaten Mekke’de bir avuç Müslüman vardı ve onlar da Peygamber etrafında sımsıkı kenetlenmişlerdi. [ Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, C.2, s.434] Bunlar uydurma miraç olayına inanmayanlara gözdağı vermek için kurgulanmış mizansenlerdir.

Peygamberler ölmedi mi?

Miraç hadislerinde geçen şu, her semada bir Peygamber’in ikamet etmekte oluşunu nasıl açıklamalı? Zikri geçen peygamberler ölmediler mi? Yoksa ölen her Peygamber semanın bir katına mı yerleşmektedir? Yani; Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak gösterilmesi akla, bilime ve İslam’a aykırıdır.
[Buhârî, Tevhîd, 37, Menâkıb, 42] de nakledilen hadis de, gerek metin, gerekse anlam bakımından pek çok sakatlıklar vardır. Buhârî’nin rivayetinde olay, Peygamber’in, henüz peygamber olmadan önce gördüğü bir rüyadan ibarettir ve ayette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur. (İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4-21; Hâzin: 4/135)
İbn Kesîr gibi bir zât, bu bağlamda çok tuhaf ve garip şeyler olduğunu söyler.
Bütün rivayetlerin özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı bu rivayet oluşturmaktadır. Olay, bir rüya biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen pek çok şeyle doludur.
[Necm /1-15] ayetlerinde Cebrail’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası, hatta daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Miraç olayı ile karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade edilmiştir. Oysa yaklaşan Cebrail’dir. Peygamber’in Cebrail’i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır.

50 vakit namaz ve Hz.Musa

Namaz vakitlerinin, bir rivayette yarımşar, yarımşar, diğer rivayette beşer beşer, başka rivayette ise onar, onar vaktinin indirildiği söylenir. [ et-Tefsîru’l-hadîs: 3/217] Bunlar birbiriyle çelişmektedir.
Miraç hadislerinin en tuhaf yönlerinden biri de, elli vakit namazın beş vakte indirilmesine ilişkin mizansendir. Buna göre Allah Teâlâ ilk önce Peygamberine elli vakit namaz emretmiş, Peygamber de bu emre karşı hiç ses çıkartmamıştır. Fakat dönüş yolunda Musa’nın uyarısı ve akıl vermesi sonucunda aklı başına gelmiş, Allah’ın huzuruna ha bire çıkıp-inerek, namazların vaktini şu an ki şekline, beş vakte indirebilmiştir(!)

Hz. Musa’nın ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık olduğu izlenimi vermektedir. Neymiş Efendim, Allah 50 vakit namazı farz kılmış. Musa’nın uyarısıyla Peygamber gide-gele, pazarlık yaparak güç bela 5 vakte indirebilmiş. Musa daha da indir demiş. O da gitmiş, lakin Allah “Tamam, yeter artık, bundan fazla indiremem demiş.” İşte böylece günde 5 vakit namazı çok bulan beynamazlara, ‘Halinize şükredin, sesinizi çıkartmayın, Ya Peygamberimiz yolda Musa ile karşılaşmasaydı da 50 vakit olsaydı, haliniz nice olurdu?’ denir. Çok sevap toplama derdindeki diğer bir zümreye de ‘Beş vakit kılıyorsunuz amma 50 vakit namaz sevabına nail oldunuz’ denir. Sanki, yapılan her bir hasenata en az on kat sevap vereceğini Allah Kitabında vad etmemiş gibi! Hâşâ Allah o aralar biraz meşgulmüş, 50 vakit namazı düşünmeden emredivermiş, her 25 dakikada bir namaz kılınacağını hesaplayamamış!

Ne dediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülemez! Peygamberin Allah’ın huzurunda onunla pazarlığa girişmesi olacak şey değildir. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapmaz.

Çömez Peygamber ve Ustası

Yine Peygamberimiz bu hadislerde acemi /çömez biri olarak tasvir edilmiştir. Musa da ona dinin inceliklerini öğreten bir usta gibi takdim edilmiştir. Hz. Musa, Allah’ın ve Hz. Muhammed’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!) Sonra neden başka bir peygamber değil de Musa? Çünkü olay İsrailiyattır. Ve bu olayla Hz. Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir.
Sonra Musa, Allah’ın emrine karşı nasıl bu kadar cesur olabiliyor? Hem Musa Peygamber ölmemiş miydi; nasıl olup da altıncı semada bulunup, son Peygamber’e yol göstermektedir? Neden Musa’nın düşündüğünü -hem de kendi ümmeti olduğu halde- Muhammed (sav) düşünememektedir?
Üstelik bu Buhari hadisine göre, henüz peygamber bile olmayan Hz. Muhammed’e ve ümmetine namaz farz kılınmıştır. Bu olacak şey değildir. Daha peygamberlik verilmemiş bir kimseye her hangi bir emir verilemez. Henüz Peygamber olmayan birinin ümmetine namazın farz kılınması oldukça tuhaftır.
Beş vakit namazın Miraç da farz kılındığı rivayeti, kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, bu tarih Müslümanların hayatında bir dönüm noktası olurdu. Oysa Miracın ne zaman olduğu hususunda bile onlarca farklı rivayet vardır. Yani daha tarihi konusunda bir ittifak yoktur. Miraç gibi büyük bir olayın ne zaman olduğunun bilinememesi olacak şey değildir. Neden sahabeler bu olayı hatırlamazlar? Peygamber bu olaydan sonra bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu sayısal olarak belirtilmemiştir. Namazın beş vakit olması hususu, Peygamber’in fiili sünnetinden ve ümmetin icmasından çıkar.
Miraç rivayetlerinde “cennetin, cehennemin vasıfları, cennetliklerin, cehennemliklerin nimet ve azabı; Allah’ı, melekleri ve peygamberleri görme; göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kâlem’in, Sidret’ül-müntehâ’nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi” hakkında çok acayip şeyler vardır. Buharî’de bulunmayan bu ayrıntılar, sonrakilerin uydurmalarıdır.

Bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır

Rivayetlerde geçen tüm bu ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur’ân’ın dediği biçimde Peygamber’in, Necm Suresinin inişine kadar Cebrail’i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına ve yine; Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar uyanık olarak yürüdüğüne /yürütüldüğüne ve burada Allah’ın birçok ayetini gördüğüne inanırız. Bu rü’yet/rüya, peygamberin manevî dünyasında gerçekleşmiş olup, ona güven ve itminan vermiş harikulade bir olaydır.
Kısacası bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır. Bunları başta Allah’tan, sonra da Peygamberlerden teberri etmek gerekir. Allah’ı, Kur’ân’ı, İslam’ı ve Peygamberleri bu yüz kızartıcı ve akideyi bozucu iftiralardan tenzih etmek gerekir.

İsra olayında Kudüs’te Mescid-i Aksa mevcut değilse, Mescid-i Aksa nerededir?

Hz. Peygamber döneminde Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ Suresinin bu ilk ayetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ nerededir? “Etrafını (havlehû) bereketli/mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa”; ayetinde geçen “ havl” ne demektir? Sözlüklerde; bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. [ İsfehani, Müfredat, s.320, Çıra Yay.]
Yani bir şeyin dış yüzü, dış kenarı o şeyin havlidir. “Havl” sözcüğü Kur’ân’da on beş yerde “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. (Bak. Meryem/68, Mümin/7) “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu /avlu” olarak da geçmiştir. Avlu; bir yapının yanı başında duvarla çevrili yere denir.
Bu açıklamalar doğrultusunda, ayette geçen “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesinden; Mescid-i Aksa’nın, coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında veya bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır.
Mübarek yerin neresi olduğu Kur’ân’da bildirilmiştir. “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev, Bekke’de (Mekke’de) olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” [Âl-i İmrân, 3/96] Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Harem bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu bu bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin “havl”i / kenarları tespit edilebilsin.
Belgelere göre; Mescid-i Haramdan dışarıya doğru haremin sınırları; Medine yolu istikametine dört mil, Yemen yolu istikametine altı mil, Taif yolu istikametine on bir mil, Irak yolu istikametine yedi mil, Cidde yolu istikametine on mil, Ci’rane vadisi istikametine dokuz mildir.
Bu durumda, Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik bin Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 60-70 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir.
“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbar-ül Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır.

Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan Vakidî, “Kitabu’l-Megazî”de şu bilgileri vermektedir: “Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son beş gününde, perşembe günü gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i Edna (Yakın Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır; Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.”

Ezraki mescit listelerini “Ahbar-u Mekke”de verirken şunları söyler:

“Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed İbn Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki: ‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi ki: Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Edna (yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.”
İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa denilirdi. Sahabelerin namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km. uzaktaki bu yerde ihrama girdi.       [Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.170-1]
Vakıdî’nin Kitabu’l-Megazî’sinin en eski nüshalarında bu bilgiler yer almasına rağmen, bu bilgiler daha sonraki istinsahlarda –tashih (!) amacıyla- çıkarılmıştır. Aynı akıbet Ezrakî’nin “Tarih-u Mekke”sinin de başına gelmiştir. Buna rağmen çok şükür ki, Yusuf Ağa kütüphanesindeki ve Karaviyyûn Kütüphanesindeki H.350 yıllarında yazılmış nüshalarında bu bilgiler mevcuttur. Anlaşılan Peygamberi Kudüs’e götürmek ve oradan da göğe uçurmak isteyenler bu bilgileri imha etme cihetine gitmişlerdir.

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke döneminde, yasaklı yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına, vadilere ibadet etmeye gittikleri, orada bir müddet kaldıkları, değişik yerlerde namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescitleri olmuştur. Yine o tarihlerde, etrafı taş duvarla çevrili veya üstü çardak şeklinde kapatılmış basit yapılara bile mescid denildiği anlaşılmaktadır. Hatta bazı sahabe evlerine de mescid denildiği biliyoruz. İşte bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir.

Bu bilgiler ışığında, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki Harem’in kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Haremin kenarındaki bu mescittir.
Bu durumda Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir ma’bed (Beyt-i Mamur)dur. Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci’râne Vâdîsinde bir namazgâhtır.

Mescid-i Aksa, Ci’râne ’dedir

Eğer Mescid-i Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Mescid-i Haram’dan, Ci’râne vadisindeki Mescid-i Aksa’ya bedenen, uyanık olarak gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah, kulunu yürüttü” şeklinde ifade edilmiş olmalıdır. “Götürme” tabiri Kur’ân’da zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’ân’ın benimsediği bir üsluptur. Nitekim, “kulunu yürüttü” ifadesi, Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır; “Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) Rabbin seni, evinden çıkardı…”[Enfâl /5] ifadesindeki gibidir.

Peygamber oraya vardıktan sonra tıpkı [Necm /13-18] “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü’l-Müntehâ’da, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Gö’z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü” ayetlerinde anlatıldığı üzere Sidretu’l-Muntehâ’da “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” ise, İsra gecesi geldiği Ci’râne’deki bu Mescid-i Aksa’da da “O’nun bazı ayetlerini görmüştür.”

Bazıları derler ki, “Rabbinin en büyük ayetlerini veya bir kısmını gördü” şeklindeki ifadelerden şunu çıkarırlar; Burada inzal-i ayet (ayet indirme) yok, irâe-i ayet (ayet/mucize göstermek) vardır. Haliyle peygamber göğe çıkmıştır, cenneti görmüştür, Beyt-i Mamur’u ziyaret etmiştir, vs derler. Buradaki en büyük ayet; Peygamberimizin baş gözüyle gördüğü Cebrail olması kuvvetle muhtemeldir.

İsra gecesi

“Ve İbrahim’e Böylece göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, yakinen bilip inananlardan olsun” [Enam/75] Ayetinde olduğu gibi “İrâe/göstermek” fiili “mucize göstermenin dışında da” kullanılmıştır.
İsra olayı uyanıkken olmuş ve Peygamber yürümüş/yürütülmüştür. İsra gecesinde “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… sırf insanları sınamak için vesile yaptık”. [İsra/60] ayetinde belirtilen rüya ise; Mescid’i Aksa’da kendisine gösterilen Allah’ın ayetlerini görmek, ru’yet etmek, o mahiyetini bilmediğimiz bir vizyondur. Peygamberin ru’yeti, rüyası normal bir rüya da değildir. Zaten [İsra /1] de geçen “linüriyehü” deki “R-E-Y” fiili gözle görmek değil, Türkçedeki rey /görüş, akıl ile görmek, anlamak, bilmektir.

Bu durumda Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Cirane vadisindeki, Mescid-i Ak­sâ’ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksa’da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur. Kur’ân’ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetlerde efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır.
Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki Mescid-i Aksa adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle süslenerek abartılı anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan Miraç olayı ile birleştirildi.

Miraç öyküsü, başka milletlerde de vardır.

Grek paganlarında bile insanı, yeryüzüne düşmüş biri olarak nitelerler ve yine kişi birtakım riyazetlerle geldiği yere yükselebilir. Nuzûl ve urûç kültürü pek çok millette vardır. Semaya yükselme tasavvuru eski Hind ve İran dinlerinde de mevcuttur. Yine Peygamberin Kudüs yolunda bindiği söylenen Burak ile yunan mitolojisindeki “Uçan At /Pegasus” arasında paralellikler vardır. Yahudi geleneğinde İdris, İbrahim, Musa, İşaya gibi peygamberlerle bazı tarihi şahsiyetlerin yeryüzünden ilahi âlemlere çıktığına inanılır. Danyal peygamber ateşten bir binek ile semaya çıkmıştır. Hristiyanlık teolojisine göre; İsa çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp, göğe, Baba’nın yanına yükselmiştir. Yine Hristiyanlığın kurucusu sayılan Pavlus’un da böyle bir miracı vardır. Zerdüşt ve agnostik unsurları birleştiren Mani’nin kurduğu Maniheizm’de, miraç vardır. Mani ilk göksel ziyarete, daha on iki yaşındayken tanık olmuştur.

İslam öncesi Haniflerinden Ümeyye b. Salt’ın da bir miracı vardır

Onun miracında da evin damı yarılarak melekler gelmiş, onun da kalbi yarılıp yıkanmıştır! Bu kadar benzerlik olur! Ayrıca bizim Hallac’ın ve Beyazıd-ı Bistamî gibi sûfîlerin de miraçları vardır. Özellikle Hz. İsa’yı göğe çıkaran rivayetler Müslümanları komplekse sokmuş, peygamberimizin ondan aşağı kalmasına gönülleri razı olmamıştır. İsa göğe çıkar da bizim peygamberimiz çıkamaz mı? Velilerin miracı olur da, Peygamberin olmaz mı?
İslam ordularının yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler. Ehl-i Kitab’la Müslümanlar arasında yapılan en büyük tartışma peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın en üstün peygamber olduğunu savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Peygamberimizin tüm peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski mitolojik anlatıları kendi peygamberleri için uyarlayıp bunları hadis diye rivayet etmiş olmalılardır.

“Arta Viraf Namak”

Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler. Miraç hadisesine çok benzemektedir. Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı’nın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Tanrı ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a karşı Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün olduğu ispat etmişlerdir! Özetle; Miraç; toplumsal bilincin çeşitli kültürlerin etkisinde kalarak ürettiği bir senaryoyu andırmaktadır.

İsra ve Miraç Mucize midir?

İsra ve Miraç mucize’de olamaz. Eğer İsra ve Miraç mucize olsaydı, müşriklerle peygamber arasında karşılıklı bir meydan okumadan sonra vuku bulması ve bu mucizeyi herkesin görmesi gerekirdi. Oysa bu olayı Peygamberimizden başka gören yoktur. Sadece Peygamber’in görüp, Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? Bu nedenle İsra ve Miraç bilinen klasik mucize tanımlarına uymaz.
Mesela İsra gecesi nazil olan, “Bizim sana mucizeler göndermemize engel olan şey ancak, önceki (milletlerin) onları yalanlamış olmalarıdır” [İsra, 17/59]  ayetini ele alalım. Ayet apaçık, peygamberimize önceki peygamberlere verilen hissi mucizelerin Peygamberimize verilmediğini, hatta niçin verilmediğini de söylemektedir.

Peygamberimiz hakkında rivayet edilen Kur’ân dışındaki diğer hissi mucizelere gelince, bunlar bize ahad tarik ile gelmiştir. Ahad rivayetler/tek bir kimsenin naklettiği hadisler itikatta –sübutu zannî olduğundan- hüccet olmaz. Ayrıca bu rivayetler daha çok siyer, şemail, delail’ün-nübüvve ve hasâis’ün-nebî türünden ikinci, üçüncü derece, sıhhati şüpheli kitaplarda yer alır. Kaldı ki bu zayıf rivayetlerin yanında, “Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.” [Buhari, Fedail’l-Kur’ân, Müslim, İman, 239] gibi, onun Kur’ân’dan başka hiçbir mucizesinin olmadığını ifade eden sahih hadisler de vardır.
Peygamberin göğe çıkmasını, urûç etmesini, miraç mucizesi getirmesini isteyenler Mekkeli müşriklerdir. “Senin altından bir evin olmalı ya da gözlerimizin önünde göğe yükselmelisin, fakat göğe çıkma durumunda (dahi) bize oradan okuyacağımız bir kitap indirmedikçe sana inanacak değiliz”. [İsra, 17/93]
Anlaşılan, müşriklerin iman etmek için şart koştukları “Miraç Mucizesini” hadisçiler bulup, getirmişler. Üstelik Peygamberimiz müşriklerin mucize taleplerini sürekli geri çevirmiştir. Peygamberimizin Kur’ân’dan başka mucizesi yoktur. Bu nedenle Peygamber’e dönük tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır.

Bir insan çok küçük bir zaman diliminde Kâinatın öbür ucuna gidip-gelebilir mi?

 

Hiçbir cisim ışık hızından hızlı gidemez. Işık hızına erişen bir cisim sonsuz sıcaklığa erişir ve atom altı parçacıklarına ayrışır. Hadi diyelim ki, Peygamber ışık hızına erişti, Kâinatın öbür ucuna gitti ve geldi. Bu bile on milyarlarca yıl eder. Peygamber diyelim ki ışık hızını da aştı, atomlarını dünyada bıraktı, ruhen uçtu. Bu aklen ve tıbben imkânsız hale neden başvuruyoruz ki? Birkaç rivayeti kurtarmak için mi? Peygamberden mucize isteyip duran, onu bu konuda sıkıştırıp duran müşriklere mucize takdim etmek için mi? Böyle harikulade bir şey olsaydı, Allah bunu kitabında neden sarahaten zikretmesin!
Peygamberimiz fizik kanunlarına tabi değil mi? Uhud’ta düşmanın attığı mızrak onun yanağını yarmadı mı? Allah’ın koyduğu sünnetullah asla değişmez. Ve bu kurallara uymak peygamberler dâhil, herkesin görevi değil mi?
Allah ile Elçisinin, birbirine dirsek teması olacak şekilde bir araya gelmesi apaçık tecessüme /Allah’ı cisimleştirmeye varacağından, İslâm âlimleri, ilgili hadislerin zaptı doğru olsa bile zahirî manalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtirler. Zira, Allah’a mekân/ yer izafe edilemez. Oysa Miraç da Peygamber’in yolculuk güzergâhı en sonunda bir mekânda sonlanmaktadır. Bu olgu Kur’ân’a ters düşmektedir. Kur’ân’da Allah insana şah damarından daha yakındır. Kâinatın öbür tarafında ikamet eden bir Allah inancı kadar İslam’a aykırı bir inanç olamaz!

“O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” [Hadid/ 4]
Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf/ 16)
“Kullarım Ben’i senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. [Bakara/186]
Sonra niye peygamber kâinatın öbür ucuna gidiyor ki? Allah her yerde hazır ve nazır değil mi? Bu düşünce Allah’a mekân ve yer izafe etmek demektir. Bu ise onu cisimleştirir. Haliyle bu İslam’a baştan sona aykırıdır.
Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’ân tarafından da ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir. Allah’ın göklerde olmasının bir tür yükseklik anlamına gelmesi de o günün kozmoloji anlayışına, Batlamyus kozmoğrafyasına uygun bir anlayıştır.

Bize İsra Mucizesi mi Lazım? Yoksa İsra gecesi verilen on iki emir mi?

 

Müslümanlar Peygamberlerini Burak ile Refref ile uzayda seyahat ettirirken İsra gecesi Peygamberimize verilen 12 emirle pek alakadar olmazlar. Hatta Müslümanların birçoğu bu 12 emirden haberi bile yoktur. Hâlbuki hangi Yahudi veledine sorulsa Musa’ya verilen 10 emri bilir. Bu 12 emrin 11. si “Bilmediğin şeyin ardından gitme, Kesin bilgi sahibi olmadığın şey hakkında konuşmadır”. Maalesef amaç ile araç yer değiştirmiş, Peygamberin getirdiği evrensel prensipler göz ardı edilmiş, bizi hiç ilgilendirmeyen, onun mucizeleri ile nefes tüketiyoruz. Ah ki, ne ah!

Bu on iki emir [İsra/22-37] şunlardır;

1-Allah’a ortak koşmayınız, yalnızca O’na ibadet ediniz.
2-Ana-babaya iyilik ediniz.
3-Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver, herkese iyilik yap!
4-İsraf etme! Büsbütün de saçıp-savurma!(Ne cimri, ne de müsrif ol, İkisinin arasında orta bir yol tut, iktisatlı ol)!
5-Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin, Sizin de, onların da rızkını biz veriyoruz.
6-Zinaya yaklaşmayın! O apaçık bir hayâsızlıktır. O ne çirkin bir yoldur.
7-Haksız yere kimseyi öldürmeyin.
8-Yetim malını -arttırmak gayesi dışında- yemek için asla yaklaşmayın.
9- Verdiğiniz sözü yerine getiriniz.
10-Ölçü ve tartıyı tam yapın.
11-Bilmediğiniz şeyin ardınca gitmeyin, Taklitçi olmayın, aklını kiraya vermeyin!
12-Yeryüzünde mağrur ve kibirli dolaşmayın. Mütevâzi olun!

Miraç’ta Peygamberimiz Allah’ı gördü mü?

Dünyada iken hiçbir insan baş gözüyle Allah’ı göremez. Bu hususta ihtilaf yoktur. Peygamber’in Sidretül Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz, kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir şekilde gördüğü iddia edilmektedir. Bu rivayetler külliyen yalandır. Hz. Aişe Annemiz ”Kim Muhammed Allah’ı gördü derse yalan söylemiş olur. Ben bunu Resulullaha sordum demiştir.”[Buhari, Tevhid, 4] Oysa mevlithanlarımız;”Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti, ahirette öyle görür ümmeti diyebilmektedirler.
Yine; Bakara son iki ayetini Peygamberin doğrudan Allah’tan aldığı iddiası Kur’ân’a tamamıyla aykırıdır. Zira; [Şura/51] ayeti; bir beşerin hiçbir şekilde doğrudan Allah ile konuşamayacağı konusunda oldukça nettir;”Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur”. Bu ayet peygamberlerin bile Allah’la yüz yüze, doğrudan konuşmasının mümkün olmadığını ilan eder.

Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey zorlamaktır.
Mirac hadislerinin İslam itikadı açısından en tehlikeli kısmı, Peygamber’le Allah’ı buluşturması, bir beşeri, Allah’ın makamına girdirmesi, Allah’a zaman ve mekân isnad etmesidir. Peygamberimizin Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini kemiyetsiz, keyfiyetsiz, hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini ileri sürenler, Kur’ân’daki Allah tasavvurunu anlamaktan uzak, mistik hezeyanlar içinde olan kimselerdir.

Peygamberin, “kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere” çıktığını ifade eden rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh, bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’ân İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur.

Oysa Cenabı Hak, asansör gibi bir vasıta ile yanına çıkılabilecek, son bir perdeden sonra makamına girilip bizzat, baş başa görüşülebilecek birisi değildir. Bu, ancak paganların tanrısı olabilir ama Kur’ân’ın Allah’ı kesinlikle olamaz. Allah’ın eşi, benzeri, dengi yoktur. Hiçbir şey, hiç kimse O’nun misli, benzeri değildir. [Şura/ 11] O, gözleri idrak eder ama gözler O’nu idrak edemez! [En’am/ 103]

Devam edecek

15 Temmuz 2017 Cumartesi

SİYERİ FARKLI OKUMAK (II-2) TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN 8. EĞİTİM KAMPI / PROF. DR. MEHMET AZİMLİ İLE




Önüne gelen siyer yazmıştır

Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en önemli insanı olduğunu düşündüğümüz Hz. Peygamber’in hayatı herkesin ilgi alanındadır, binlerce siyer kitabı yazılmıştır. Almanca siyer çalışan bir öğrencim 2 bin küsur Almanca siyer yazıldığını tespit etti. Türkiye’deki yazılanlar, Arap ülkelerinde yazılanlar var. Dünyanın ilgi alanında olan, hayatı sürekli genişleyen bir peygamberden bahsediyoruz. Son peygamberden bahsediyoruz, dünyada gündem belirleyen bir peygamberden bahsediyoruz. Ne yazık ki böyle bir şahsiyetin hayatı net değil, hakkında birçok hikâye uydurulmuş, hayatına birçok şey ilave edilmiş… Maalesef bugün karşımızda robot bir peygamber var.

Mucizeler

Daha kendisi doğmadan başlıyor mucizeler. Mesela Fil Olayı, daha doğmamış çocuğa zarar gelmesin diye Allah’ın Kâbe’yi Fil ordusundan koruduğu anlatılıyor. Hâlbuki o günkü Kâbe putlarla dolu bir yerdir, gelen ordu ise, o gün Allah’ın gönderdiği son dine mensup bir ordudur, yani Müslüman bir ordudur.
Peygamber gelmeden önceki son din Hristiyanlıktır ve o da hak dindir. Kuran, peygamber gönderilen toplumlar için Mümin sıfatını kullanır. Sonuçta Allah’ın o günkü anlamda Müslüman bir orduyu yok etmesi ve böylece Müşrikleri desteklemesi, yani putperestleri desteklemesi söz konusu olamaz. Muhammed bu olaydan 40 sene sonra peygamberlikle müjdelenecektir.
Ama öyle bir anlatım tarzına girilir ki, bu biraz da övgü edebiyatı içinde yapılır, Allah Kureyşlilerin, Müşriklerin yanındadır da, Hristiyanlardan Evini korumaktadır. Hâlbuki tarih boyunca Kâbe’yi Allah hiçbir zaman birilerinden korumamıştır. İslam’dan önce de korumamıştır İslam’dan sonra da.
Kâbe birkaç kez saldırıya uğramış ve yıkılmıştır; Haccac yıkmıştır, Emeviler yıkmıştır. Allah’ın Kâbe’yi korumak gibi bir derdi, yasası, sünneti yoktur. Ebrehe’den niçin korusun.

Doğduğu gün ile ilgili hikâyeler

Anlatılanlara göre, Peygamber doğduğu gün bir yıldız doğmuştur. Bu hikâye bütün büyük insanların doğumuyla ilgili olarak da anlatılır. Sadece Peygamber’e özel değildir. Abdülmuttalip rüyasında karnından bir ağaç çıktığını görür ve bu ağaç bütün dünyayı kaplar. Aynı rüyayı Osman Gazi de görmüştür, Sasanilerin kurucusu I. Ardeşir de görmüştür. Bu rüyalar copy-paste yapılır. Oysa Peygamber doğduğu gün hiç olağanüstü bir şey olmamıştır. Olsaydı, Mekkeliler onu söylerlerdi. Eğer böyle bir şey varsa, olsaydı o gün bütün Mekkelilerin bunu görmesi lazımdı.
Mecazen bakarsak hikâye doğrudur; Hz. Muhammedin Peygamber olarak doğuşu bütün dünyayı aydınlatmıştır, bu soyut olarak doğru bir şeydir, ama somut olarak doğru bir şey değildir. Peygamber’in doğumuyla Sasanilerin mermer sütunları yıkılmıştır, bu doğrudur, sarayları yıkılmıştır bu da doğrudur, ama doğduğu gün olmamıştır bunlar. Daha sonra onun getirdiği dinin mensupları tarafından bunlar yapılmıştır. O’nun getirdiği dinin mensupları Şam’ı da aydınlatmıştır, bu da doğrudur ama onun doğduğu gün değil.
O’nun getirdiği dinin mensupları putperestliği ortadan kaldırmıştır,  Kâbe’deki putlar Mekke’nin fethinden secdeye kapanmıştır, bunlar doğrudur ama onun doğduğu gün değil. Soyut ifadeleri somutlaştırarak insanların gözünde Peygamber’i yüceltmeye gerek yoktur. Peygamber bu tür anlatımlarla yücelecek biri değildir. O’nu Allah peygamberlik makamı vererek zaten yüceltmiştir. Bu olağan üstü anlatımlardan vazgeçtiğimiz zaman da peygamber alçalacak değildir. O dünya tarihinde kendini ispatlamış insanların en yücesi bir insandır.

Peygamber normal bir insandır

Peygamberimiz yetim olarak Mekke’de doğan, normal insanlar statüsünde yaşayan, sütanneye verilen, 6 yaşında annesi ölen, amcası Ebu Talip’in yanında büyüyen, onun yanında ticareti öğrenen, ticaretle uğraşan, en büyük dedesi Haşim’in yolundan giden birisidir. Dedesi Haşim; Mekke’yi uluslararası ticarete açan, yazın daha serin olduğu için Şam’a, kışın da sıcak olduğu için Yemen’e seferler düzenleyen, o günün büyük devletleriyle anlaşmalar yaparak Kureyş ’in kervanlarına dokunulmamasını sağlayan, ticaret kervanlarına güvenlik getirdiği için de Kureyşlilerin zenginleşmesini sağlayan, Mekke’ye sınıf atlatan biridir.
Büyük dedesi Kusay da, Kureyş’i Mekke’ye yerleştiren şahıstır. İki dedesi de Mekke’yi Mekke yapan büyük insanlardır. Dedesi Haşim sayesinde Mekke’ye para yağmıştır. Para güvenli yere gider. Peygamber dedelerinin yolunu takip etmiştir. Peygamber ticaret için Şam’a, Yemen tarafına, hatta Muhammed Hamidullah’a göre Bahreyn tarafına da gitmiştir. Bahreyn’den gelenlerle Bahreyn şivesiyle konuştuğu söylenir.
Üç tane ana ticaret yolu vardır o gün. Biri Şam’a, biri Yemen’e, biri de Hire’ye (Irak’a yakın bir bölge) yani Sasaniler tarafına gider. Bu 3 ticaret yolunun ulaştığı merkezlerde Mekke’nin önemi büyüktür. Ficar Savaşları bu yolların güvenliğini korumak maksadıyla yapılan savaşlardır. Peygamberimiz de bu savaşlara katılmış ve savaşmıştır. Anlatıldığı gibi sadece ok toplayıp savaşçılara vermemiştir. O  büyük bir savaşçıdır. Ayrıca o, Haşimoğullarının Mekke’de zayıfladığı dönemde kurulan Hılfu’l- Fudul hareketine de katılmıştır. Hılfu’l- Fudul, Mazlumların hakkını koruyan bir cemiyettir.

Güvenli bölge

Bugün hiçbir tüccar gidip Suriye’de fabrika kurmaz, Irak’ta fabrika kurmaz, bırakın Suriye’yi Irak’ın, Türkiye’nin doğusunda bile kurmaz. Ortaçağ’da, yağma ekonomisinin hâkim olduğu bir ortamda korsanlar, sadece Kureyş kervanlarına dokunmuyordu, yağmalamıyordu. Böyle olunca da her tüccar devesini Mekkelilerin ticaret kervanına katmak istiyordu. Böylece Mekke müthiş bir şekilde zenginleşmiştir.
Mekkeliler, asıl atılımlarını Fil Olayı’ndan sonra yaptılar. Fil Olayı Mekke’nin otoritesini pekiştirdi. Fil olayında yenilen Ebrehe değildir, koca Sasani İmparatorluğu’dur. Kureyşlilerin Peygamber’e karşı çıkmalarının altında yatan asıl gerçek ekonomiktir. Dediler ki, “Senin derdin ne, tam biz işi kurduk, rayına oturttuk, sen bu halde diyorsun ki bırakın putları. Görmüyor musun, bizler putlar üzerinden müthiş paralar kazanıyoruz, senin derdin ne Ey Muhammed? Biz kavmimizin içinde kavmine senin kadar zarar veren birini daha görmedik. Para mı istiyorsun, makam mı istiyorsun, kadın mı istiyorsun, ne istiyorsan verelim ama sistemimize karışma, putlarımıza laf atma. Eğer senin dediklerini yaparsak biz aç kalır, sürünürüz. Buralardan da atılırız, sürülürüz!”

Peygamber’e direniyorlar

Müşrikler peygambere, sen tek Allah inancıyla bizim kaynaklarımızı kurutacaksın, otoritemizi zayıflatacaksın diyorlar, itirazları  putları önemsediklerinden dolayı değildir; “Vaz geç bu işten, yapma bu işi” diye yalvarıyorlar O’na. Hatta kaç kez amcası Ebu Talib’i devreye sokarak tekliflerini yinelemişlerdir. Peygamber de amcasına der ki “Ben onlardan hiçbir şey istemiyorum, istediğim sadece bir tek kelime söylemeleridir; La ilaheillallah (Allah biridir) demeleridir.” Baktılar olmuyor, son kararlarını verdiler; “Yürüyün, putlarınıza sahip çıkın. Çünkü bizim putlar üzerine kurduğumuz sistemi yıkacak bu adam.”

Peygamber’in getirdiği din barış dinidir

İslâm demek barış demektir.  Hudeybiye’de dillere destan bir barış gayreti vardır Peygamber’in. O’nun tek derdi barıştır, kalıcı bir barıştır, barış-anlaşma, barış- anlaşma...Hayatı hep böyle geçmiştir. Çünkü o peygamberlik öncesinde dedelerinden böyle görmüştür. Barışın nelere kâdir olduğunu o çok iyi bilir, amcalarından da aynı şeyleri öğrendi; “barışla elde edeceğini savaşla elde edemezsin.”
Birileri saldırmadıkça O saldırmaz. Medine döneminde de bu böyledir. Kafama esti, şurayı bir işgal edeyim, şunları biraz sömüreyim, biraz köle- cariye toplayayım, derdi hiç olmamıştır O’nun... Sürekli etrafındaki kabilelerle anlaşmalar yapmıştır. Hîmâ geleneğini yaşatmak için gayret sarf etmiştir. Hîmâ; anlaşma yapılan kişiyi ve topraklarını korumak- kollamak, oralara girmekten düşmanı men etmek, yasaklamak demektir. Bir kabileyle anlaştığınızda onun topraklarından kimse geçip size gelemezdi, oralardan kimse size saldıramazdı. Çünkü bütün Araplar Hîmâ’larını korumak zorundadırlar. Eğer birisi izinsiz başkasının Hîmâ’sına, yani topraklarına girerse; o bölgenin halkına vurmak, onlara saldırmak, öldürmek, onları köle etmek, cariye etmek hakkı vardır. Ortaçağ Araplarında sistem böyledir. Bunun için kimse cesaret edip de Hîmâ’ya giremez, girerse başına geleceklere razıdır. Bundan dolayı peygamber etrafına adeta doğal bir kale oluşturmaya çalışmıştır, başarılı da olmuştur.

Peygamber bütün başarılarını kendi yaptığı çalışmalara borçludur. Allah yukarıdan sihirli bir değnek göndermiş ve Peygamber de böylece başarıya ulaşmıştır gibi bir anlatımlarla ne Peygamber’i örnek alabiliriz ne de onu anlayabiliriz. O sahabelerini (arkadaşlarını) de bu anlayışla eğitmiştir.

Tüccar Peygamber

Peygamberimiz saygın bir tüccardır. Eşiyle ortaktır, eşinin 40 yaşında olduğu söylenir ama bence bu rivayetler doğru değildir. Hz. Hatice 28 yaşında olmalıdır. İbn-i Saad’da böyle bir rivayet vardır. Çünkü, İbni Saad’a göre 40 yaşından sonra kadının 6 çocuk doğurması pek mümkün değildir. Peygamberimiz ise 25 yaşındadır. Hatice’nin adına 2 defa ticaret için sefer yapmıştır. Hatice’yle evlendikten sonra ortaklığı çok iyi yönetmiştir, evlilikten sonra, sefere gitmemiş sadece koordine etmiştir. Bir emanet sandığının da sahibidir. Mekke birçok panayırın yapıldığı bir yerdir. Panayıra katılmak için insanlar Mekke’ye gelmektedirler ve buralarda mallarını satmaktadırlar. Satamadıkları mallarını geri götürmek külfettir. Bir sonraki panayıra kadar bu mallarını emanetçiye bırakıp gitmeleri daha kârlıdır. Öyle de yapmışlardır. Bu sandık Hz. Muhammed’in kurduğu ve işlettiği sandıktır. Hicret sırasında Hz. Peygamber  Ali’ye, evdeki malları sahiplerine dağıt demiştir. Evde mallar vardır, dağıtılacak olan mallar bu emanet sandığındaki mallardır. Hz. Muhammed bu malları koruyarak, kontrol ederek, kazanç elde etmiştir. Peygamberlik geldiği zaman muhtemelen Mekke’nin en zenginlerinden biri peygamber Hz. Muhammed’dir.

Ticaret Kervanına ortaklık

Benedikt Köhler’in İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu adlı bir kitabı vardır, burada anlatılır; “Mekke’den Şam’a bir kervan gidecekse, herkes elindeki sermaye ile o kervana ortak olur. Mesela 1.000 develik bir kervan var, birisi 3 deveyle katılıyor, birisi 50 deveyle, herkes katıldığı kadar pay alıyor. Civardaki kabileler de Mekke’nin kervanlarına katılmak istiyor, çünkü Mekke’nin kervanlarına kimse saldıramıyor.”

Hz. Ali Peygamber’in yanında çalışıyordu

Peygamber’in evlendikten sonra bol kazançlı ve sessiz bir hayat yaşadığını söyleyebiliriz. Hz. Ali’yi de yanına aldı, Zeyd’e hamilik yaptı. Bu sürede 6 tane çocuğu oldu, onların eğitimiyle meşgul oldu. 2 oğlu daha küçükken vefat etti. Kızları yaşadı ama Fatma hariç çocuklarının hepsi kendisinden önce vefat etti. Fatıma da 6 ay sonra vefat etti.
Peygamberimiz 35 yaşına geldiğinde Kâbe’nin inşasında görev aldı. Kâbe eskiden dikdörtgen şeklindeymiş, şimdi kare şeklindedir. O gün bugündür Kâbe Müşriklerin yaptığı şekliyle kaldı. Peygamberimiz, peygamber olduktan sonra bir rivayete göre; “Eğer kavmim cahiliyete yakın olmasaydı, Kâbe’yi yıkardım ve İbrahim’in temelleri üzerine yeniden kurardım. Bunu şimdi yaparsam Araplar Muhammet Kâbe’yi yıkıyor derler.” der.

Hanif dini diye bir şey yok

Bazı siyer kitaplarında anlatılır ki, Peygamber, peygamber olmadan da Müslümanca bir hayat yaşadı. Bu doğru değildir, daha vahiy gelmemiştir. Nitekim Kuran’da “Sen dalaletteydin sana hidayeti biz verdik. “ diye ayet vardır. Yani Kuran onun dalalette olduğunu, yani hidayetin zıttı olan, Müslümanlığın zıttı olan dalalette olduğunu belirtiyor. 40 yaşından önceki hayatının tam bir Müslümanca hayat olduğuna dair anlatımlar abartılıdır. Peygamberimiz hayatında içki içmeyen, yalan söylemeyen, kötülük yapmayan, insani erdemleri bünyesinde toplamış bir insandır. O’nun yaşantısını peygamberlik gelmiş gibi anlatmak doğru değildir. Bunu Hanif kelimesi içerisinde anlatmaya çalışıyorlar. Hanif dini diye bir din yok. Haniflik bizim siyercilerin uydurduğu bir şeydir. Hanif diye bahsettikleri 4 tane insan vardır. Bunlardan 3’ü Hristiyan olmuştur, bir tanesi de Allah’ım ben nasıl ibadet yapacağımı bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum diyerek ölmüş olan Zeyd bin Amr’dır. Haniflik diye bir din varsa, bu dinin kitabı olması lazım, bu dinin peygamberi olması lazım, bu dinin ritüelleri olması lazımdır. Bunu, Peygamberimizin peygamber olmadan önceki hayatının nasıl Müslümanca olduğunu anlatmak için yapıyorlar.

İslâm’da kutsal aile yoktur

Peygamber’in annesini, babasını, dedesini kurtarmak için onları kutsallaştırıyorlar. O’nun dedesi, dedesinin dedesi, onun da dedesi ta Adem’e kadar hepsi Müslümandı diyorlar. İslam’da kutsal aile yoktur, İslam’da ırkçılık yoktur. İslam’da Allah katında bütün insanlar eşittir. Kur’an bize şunu öğretir. İbrahim’in babası bir putperesttir. Peygamber oğlu olmak, peygamber babası olmak onları kutsallaştırmaz. Firavun’un hanımından bahsediyor Kur’an, “mü’min” bir kadın olarak bahsediyor. Nuh ve Lut’un hanımlarıyla ilgili ise “İnat ettiler kocalarına karşı geldiler.” diyor. Peygamber hanımı olmak da kurtarmıyor insanı ve Mü’min olunca Firavun’un eşi olmak da insana en büyük payeyi verebiliyor. Herkes kendi ameliyle yargılanacaktır. Onun için peygamber ailesini kâfirlikten kurtarmaya çalışmak boş şeylerdir, Müslümana yakışmaz. Evet, Peygamberin babası da, dedesi de kâfirdir.

Mekke dönemi


Peygamberimiz Mekke’de ilk vahyi aldı. İlk vahyin Hira Mağarası’nda geldiğini söyleyenler
olduğu gibi Cirane Mescidi’nde geldiğini söyleyenlerde vardır.
İlk vahiy hakkında ihtilaflı rivayetler var. Bazılarına göre Alak Suresi’nin ilk ayetleridir,
bazılarına göre de Fatiha Suresidir. Ben Fatiha Suresi’nin ilk vahiy olduğu konusundaki
rivayetlere itibar ediyorum. Peygamberimiz ilk vahyi alınca, meseleyi tam anlayamadı, hatta
bocaladığını söyleyebiliriz. Aşkın bir varlıkla irtibata geçmek nasıl bir şeydir bilemiyoruz, ama
çok sıkıntılılar çektiğini biliyoruz. Hz. Aişe “Vahiy alırken en soğuk günde bile onun alnı
terlerdi” diyor. Bir ara vahyin kesildiği dönem var. Biraz zaman geçtikten sonra, aldığı emirle
açıktan tebliğe başladı ve en yakınındaki insanlara durumu açıkladı. Mekke dönemi 13 yıl
sürmüştür ve oldukça sıkıntılı geçmiştir.

İlk Müslüman kimdir?

Bu konuda da bir tartışma var. İlk Müslüman Ali midir yoksa Ebubekir midir? Sünniler
‘Ebubekir’dir’ diyor, Aleviler ‘Ali’. Bunlarla ilgili kitaplar yazıyorlar, ciltler dolusu rivayetler
uyduruyorlar. Önce Ali olsa ne olur, Ebubekir olsa ne olur? Ali evin içinde olduğu için önce
Müslüman olmuş olabilir, bundan doğal ne olabilir ki? Ama Ebubekir de Müslümanlığını ilk ilan
edendir. Ali belki babasından korktuğu için Müslüman olduğunu ilan edememiştir. Bunlar
mesele edilecek şeyler değildir. İşi Fenerbahçe-Galatasaray taraftarlığına dönüştürmeye gerek
yoktur. Aslında ilk Müslüman olan Zeyd’dir, azatlı bir köle. Onu insan yerine koymadıkları için
Müslümanlığını söylemiyorlar. Hatice de var. Hatta bu zamanda Peygamberimiz’e çok destek
olduğunu da biliyoruz. Peygamber’i amcası Varaka’yla görüştürmesi vs.
Bu arada saçma sapan yığınla hikâye uydurulmuştur. Güya Peygamberimiz kendisine gelenin
melek mi şeytan mı olduğundan şüphelenmiştir, eşi Hatice’ye açılmıştır, o da demiş ki:
“Şeytan mıdır melek midir bilmediğin o varlık geldiğinde bana söyle”. Bir gün Cebrail gelince,
Peygamberimiz hemen Hatice’ye; “Şimdi geldi” demiş. Hatice de alel acele başından örtüsünü
çıkarıvermiş ve Peygamberimiz’e; “O varlık şimdi gitmezse, durursa şeytandır, değilse
melektir” demiş, test etmiş.
Böyle saçma bir şey olur mu? Eğer bir kadın saçını açtığında melek gelmiyorsa o zaman her
türlü haltı işleyebiliriz, çünkü o zaman sağımızdaki solumuzdaki melekler gelmiyor demektir.
Türkiye’de başörtüsü yasağı olduğu zamanlarda da, başörtüsünü savunmak için bu örneği
kullanmışlardı Müslümanlar.

Siyer’e siyaset bulaşmıştır

Mesela başörtüsü mücadelesi sırasında yine çokça anlatılan bir hikâye daha vardır. Benu
Kaynukalılar başörtülü bir kadına saldırmışlar, başından başörtüsünü çekip almışlardır. Bu olay
savaş sebebi sayılmış ve Peygamberimiz “Namus elden gidiyor!” diye Benu Kaynuka’ya savaş
açmıştır ve onları Medine’den sürmüştür. O zamanlar İhsan Süreyya Sırma yazmıştı bunları.
“İslâm’da ilk savaş ilanı başörtüsü yüzündendir” diye anlatmıştı. Çok sloganik laflar bunlar.
Kaynukalı Yahudilerle hiç alakası olmayan şeyler, uydurma rivayetler bunlar. Yahudiler böyle
bir şey yapmamıştır, 40 sene önce Mekke’de Ukaz Panayırı’nda meydana gelen bir olayı
siyerciler almışlar olayın faillerini değiştirerek 40 sene sonraya kopyala-yapıştır yapmışlardır.
İşin aslı şöyledir: 
Medine’den ilk sürgün edilen kavim Beni Kaynuka’dır. Onlar Yahudilerin en zenginleri ve en azgınlarıydılar. Peygamberimiz onlara hiç güvenmiyordu. Müslümanların Medine’den atılması gerektiğiyle ilgili konuşmaları peygamberimizin kulağına geliyordu. Bedir savaşında Müslümanların mağlup olacaklarına olan inançları tamdı. Aksi olunca huzurları kaçtı ve kendileri planlar kurmaya başladılar. Peygamberimiz onların planlarından haberdardı. İç savaş tehlikesi kapıya gelmiş dayanmıştı. Uhud’dan bir yıl önce, (Mayıs 624) Hz. Peygamber onların çarşısına gitti ve onlara nasihat etti. Onları yaptıkları kötülüklerden vazgeçirmeye, sözleşmeye uymaya davet etti. “Kureyş’in başına gelenler sizin de başınıza gelmesin” diye uyardı. Onlar diklendiler, “Kureyş savaşmayı bilmez, tecrübesizdir, bizi Kureyş sanma, bizimle savaşırsan bunu anlarsın” diyerek meydan okudular.
Peygamberimiz de Allah’ın buyruğunu esas alarak onlarla olan antlaşmayı bozdu. “Eğer bir
topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı
bozarak aynı şekilde davran.” (Enfal 56) ve 700 kişilik bir askeri güçle onları kuşattı.
Hazreç’den Abdullah b. Ubey onların eskiden müttefikiydi, onlar için sürekli iyi muamele istedi.
Ubade b Samit de onlarla dosttu ama o “Ben onlardan beriyim” dedi ve onları sahiplenmedi.
Maide Suresi 51. Ayetin bu gelişmeler üzerine inzal edildiği söylendi: “… sizden kim onlarla
dost olursa o da onlardandır…”
Kuşatma on beş gün kadar sürdü. Sonunda Hz. Peygamber'in vereceği karara ve sonuçlarına
razı oldular. Abdullah b. Übeyy Hz. Peygamber'den onların yurtdışı edilmelerini istedi. Neticede onlar Suriye bölgesindeki Izreât'a sürüldüler. 300'ü zırhlı olan bu insanların tamamı 700 kişiydiler. Bu olay, Hicrî ikinci yılın Şevval ayında olmuştu. Eğer Benu Kaynukalılarla ilgili tedbir önceden alınmasaydı; Uhud Savaşı’nda Müslümanları arkadan kuşatırlar ve savaşın seyrini değiştirirlerdi.


Benu Kureyzalılar

Bir de Benu Kureyzalılar var. Kendileriyle Hendek Savaşı öncesinde bir anlaşma yapılmıştır ve
onlar bu anlaşmayı bozmuşlardır. Anlaşma yapılanlarla ne yapılması gerektiğini anlatan ayet
çok açıktır, Peygamber bu ayetin hükmünü yerine getirmiştir. Aynı hüküm Tevrat’ta da vardır
ve Peygamberimiz “Ben bu kararımı Tevrat’ın buyruğuna dayanarak da yapıyorum.” demiştir.
“Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın et. Eğer bir topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Doğrusu Allah hainleri sevmez.”(Enfal 56-58)
Hendek savaşı için Peygamber Mekkelilerin geleceği tarafa 5 kilometrelik bir hendek kazdırdı.
Bütün askeri yığınağını da oraya yaptı. Arka tarafa ise kadınlar ve çocukları koydu. Kureyzalılar
bizim dostumuz, onlar bize ihanet etmez, anlaşmamız var onlarla diye düşünüyordu.
Mekkeliler ummadıkları şekilde Hendeklerle karşılaşınca şoke oldular. Benu Kureyzalılarla
Peygamber’in öldürülmesi konusunda anlaştılar, onlar Mekkelilere yol verecekler, Mekkeliler de
Peygamber’i öldürecek, böylece onlar da kurtulacaklar, Kureyzalılar da. Anlaşma böyle.
Mekkeliler Kureyzalıların bulundukları yerden içeriye girmek için yöneldiler. 10.000 kişilik
donanımlı bir ordu ve karşısında 300 silahlı kişiyle direnen bir Peygamber var. Mekkeliler
oradan girebilselerdi sonuç oldukça vahim olurdu. Bugün Müslümanlıktan bahsedilemezdi.
Kur’an durumun vahametini dehşetli bir şekilde anlatır. Beni çok etkileyen ayetlerdir bunlar:
“Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler korkudan
yerinden fırlamış, yürekler gırtlağınıza gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında
(birtakım) zanlarda bulunuyordunuz.” (Ahzab Suresi, 10)
Hendek Savaşı böyle bir savaştır, o savaşa katılan sahabelerin korkusunu anlatıyor bu ayet.
Müslümanların o durumdaki halini düşünün. Peygamber’in yanında 300 kişi kalmış. Karşısında
10 bin kişilik donanımlı bir ordu var. O sırada Benu Kureyza Yahudileri Mekkelilere Gelin
buradan girin.” diyor. Bu fiili durumun vahametini görmezden gelerek olayı düşmanlıkla izah
etmeye kalkmak Hendek Savaşı’nı anlamamak olur.
Ve savaş bittikten sonra Peygamberimiz’in emriyle Benu Kureyza kuşatıldı. Peygamber’e
başka yol bırakmadılar. Kureyzalılara uygulanan bu hükmün adil olup olmadığı konusu devamlı
tartışılmış ve bu konu Hz. Peygamber’e karşı kullanılan olaylardan birisi haline gelmiştir. Bunun
bir katliam olduğu değişik boyutlarda ifade edilmiştir. Kimi araştırmacılar Kureyza ile yapılan
anlaşmanın kesin olup olmadığını bile yazmışlardır. Bunlar Müslüman yazarlardır. Bunların
aksine meseleyi olduğu gibi gören, Peygamber'in bu işe mecbur kaldığını ve dolayısıyla
Peygamber’in haklılığını savunan müsteşrikler de vardır. Montgomery Watt bu müsteşriklerden
biridir. Watt der ki: “Bazı batılı yazarlar bu cezayı gaddarca buluyorlar ve Muhammed’e
saldırıyorlar, hâlbuki o günkü örfe göre Araplar da birbirlerine böyle davranıyorlardı, bunda
ayıplanacak bir durum yoktur. Esasen Muhammed’in Yahudilere yönelik özel bir tavrı yoktur,
düşmanlığı yoktur, bu olaydan sonra da birçok Yahudi, İslâm toplumlarında rahatça
yaşayabilmiştir.”
Üstelik Peygamber cezayı mesnetsiz, hukuksuz, şahitsiz yapmadı, Tevrat’a göre ceza verdi.
Tevrat’a göre ihanetin cezası “erkeklerin öldürülmesidir.” Mekkelilerle anlaşma yapılırken karşı
çıkanlar, ‘Muhammed’e ihanet etmeyelim.’ diyenler öldürülmedi. Bizzat bu ihanetin içinde
bulunan ve ihaneti teşvik edenler, hatta Mekkelilerle birlikte olup Müslümanlarla savaşanlar
öldürüldü. Bundan doğal başka ne olabilir. Bizim siyercilerin, tarihçilerin ‘Yok şöyle olmamıştır
da böyle olmuştur…’ şeklinde özür dilemeci bir yaklaşımları var. Çok yanlış bir yaklaşım. Adalet
müessesini dinamitleyen bir yaklaşımdır bu. Onlar başarılı olsalardı binlerce Müslümanın başı
kesilecekti. Böylesine devasa bir boyutu olan konuyu düşmanlığa indirgemek ahmakça veya
düşmanca bir yaklaşımdır. Burada bir ihanet vardır, hainlere hak ettikleri ceza da verilmiştir.
Hem de Tevrat’a göre. (Tesniye 20/10-15)
Bu cezaya o günün Kureyzalıları bile itiraz etmezken bizim Siyercilere ne oluyor? diye sormak
gerekir. Hz. Peygamber o dönemde bile hiçbir kabile şefi tarafından kınanmamıştır. Reinhart
Pieter Anne Dozy’nin deyimiyle; “Hz. Peygamber'e burada bir suç izafe etmek mümkün
değildir.”(Dozy 78)
Müslümanlarda antisemitizm hiçbir tarihte olmamıştır, olmaz da. Hristiyanlardan darbe gören
Yahudiler hep Müslümanlara sığınmış, onların koruması altında yaşamışlardır. Kureyza
Yahudilerinin ihanetini antisemitizm olarak anlatmak doğru değildir. Bu yanlış bir şeydir.
Kur’an insanların Allah nezdinde eşit olduğunu söyler.

Abartılı rivayetler

Hendek Savaşı sırasında anlatılan bazı abartılı rivayetler de mevcuttur: “Peygamber
Kureyzalıları cezalandırmak üzere giderken Hz. Peygamber'in evine Cebrail atıyla birlikte inmiş ve bindiği atın üzerinde dikkati çekecek güzellikte bir kadife varmış, gözleri
kamaştırıyormuş…(İbn Hişam, VI, 222.)
Hz. Aişe Cebrail’i kapı aralığından görmüş, o ne ihtişammış öyle…( Belazuri, I, 415.)
Ve Cebrail Dihye b. Halife’nin suretinde Müslüman ordusunu düzene sokmuş (Vakıdi, 499)
Sahabeler Cebrail’i, Kureyzalılara doğru giderken atının ayaklarından çıkan kıvılcımlardan fark
etmişler, ortalık öylesine toz dumana katılmış ki, önceleri böyle bir olaya şahit olmamışlar,”
(İbn Sa’d, et-Tabakatu’l- Kübra, Beyrut, 1985, II, 76) gibi, olayı mecrasından çıkartan
abartılarla süslü anlatımlar bulunmaktadır. Bu rivayetlerin arasında çelişkiler de vardır.
Rivayetlerin kimisinde Cebrail Dihye suretinde, kimisinde kendi suretinde veya başka bir insan
suretinde gözüküyor. Benu Kureyza kuşatması da böylelikle Cebrail tarafından yapılmış
oluyor… Hz. Peygamber'in insan olarak, devlet başkanı olarak, ordu komutanı olarak, lider
olarak yaptığı planlar, çalışmalar her defasında nedense göz ardı ediliyor.

Habeşistan hicreti

Hz.Ebubekir’in Müslüman olur olmaz yoğun bir şekilde davet çalışmalarına başladığını
görüyoruz, hatta Peygamber’den daha çok çalışıyor desek abartılı olmaz. Çünkü halk
tarafından tanınan birisidir. İlk Müslümanlar olarak saydığımız yığınla insanın
Müslümanlaşmasına sebep olan kişidir. Vahyin ilk yıllarında, ilk 4 yıl diyebiliriz; Müşrikler
Müslümanlara dokunmuyorlardı, Müslümanları o kadar önemsemiyorlardı. Bu bir hevestir gelir
geçer diye düşünüyorlardı. Gizli davet diye anlatılan hikâyeler işe biraz gizem katmak için
uydurulmuştur. 10 bin nüfuslu Mekke’de bir şeyin gizli kalması mümkün değildir.
Aldırmıyorlardı ama bu yeni dinin mensupları her gün biraz daha çoğalıyordu ve her önlerine
gelene açıktan açığa dinlerini anlatmakta sakınca görmedikleri için, cesaretlerinde ve
sayılarında hatırı sayılır miktarda çoğalmamalar başlamıştı.

İşkence dönemi

Bu durum Müşriklerin gözünden kaçmadı. Müslümanlar daha fazla taraftar toplamadan
nefeslerini kesmek lazım diye düşünmelerine vesile oldu. İşkence dönemini başladı. Ağır
işkenceler yapılıyordu. Peygamber de fazla bir şey yapamıyordu, kölelik sistemi vardı, sahibi
isterse kölesini öldürebilirdi, kimse ona bir şey yapamazdı. ”Benim malımdır ona
karışamazsın.” der ve işin içinden çıkardı. O dönemin insanı, köleyi hayvan gibi düşünüyor,
“Hayvanımı istersem döverim, istersem keserim sana ne?” diyordu. Ortaçağ’dan bahsediyoruz.
Engizisyon mahkemelerinin çağından. İnsanların derilerinin yüzüldüğü çağdan...
Bir müddet sonra işkenceler dayanılmaz hale gelince Peygamberimiz Müslümanlara
Habeşistan’a göç etmeleri gerektiğini söyledi. Birinci grup gidiyor, ama bir müddet sonra
geriye dönüyorlar; çünkü Ömer’in ve Hamza’nın Müslüman olduğuna dair bilgiler geliyor
kendilerine. İşkencelerin dozu artırılınca, dayanılmaz hale gelip ölümler başlayınca 14 yıl
sürecek ikinci Habeşistan Hicreti gerçekleşiyor. Peygamberliğin 7. yılıdır (Milâdî 616)
Peygamber’in amcası Ebû Talib'in oğlu Cafer'in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan
ikinci kafile de,10 u  kadın 92 kişi vardır. (İbni Hişâm, Sîre, 1/345-346)
Müslümanlar orada Habeş Kral’ı Necaşi’nin himayesi altında Hayber’in fethine kadar kaldılar.
Hayber fethedilince, artık Medine’de kalış kesinleştiği için Habeşistan’dan Medine’ye onlar da
hicret ettiler.

Boykot dönemi

İşkencelerle Müslümanlaşmanın önünü alamayan Müşrikler, yedinci yıldan itibaren boykota
başladılar. İslâm’ın gelişinin yedinci yılında başlayan ve onuncu yılında sona eren “Boykot”
uygulaması (ambargo), Hz. Peygamber ve onu savunan akrabaları Haşimoğullarına yapılan
ilginç bir baskı yöntemidir. Habeşistan’da Müslümanlara saygı duyulup ikramlar yapılmasını
kabullenemeyen Mekkeliler, işi kökten halletmek üzere toplandılar ve Haşimoğulları’ndan, Hz.
Peygamber’in öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmesini istediler. Fakat onların bu
isteklerine Haşimîler çok sert tepki gösterince, farklı bir baskı metodu denemeye karar
verdiler. Bu metot, Hz. Peygamber’i kendilerine teslim etmeyen Haşim oğullarına toplumsal
baskı oluşturmak için uygulanacak olan boykot (toplumsal ambargo) kararı idi. Boykot bütün
Müslümanlara uygulanmadı, sadece Haşimoğlularına uygulandı. Açlıktan ölen insanlar oldu
boykot süresince. “Haşim oğullarının barış teklifini kabul etmemek, onlara acımamak,
kız alıp-vermemek, mal alıp-satmamak, konuşmamak, görüşmemek, evlerine
girmemek” üzere anlaştılar ve bu sözleşmeyi bir sahifeye yazarak mühürlediler. Sözlerinden
caymamak için de bu sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Mekke çevresindeki Araplardan oluşan
geleneksel müttefikleri olan Ehabişleri de bu anlaşmaya katarak işi büyüttüler.
Üç sene sonra, beş insaf sahibi müşrik tarafından boykot kırılınca Müslümanlar artık Mekke’de
kalamayacaklarını iyice anladılar. Ve peygamberimiz kendisine yurt aramaya başladı. Önce
Taif’e gitti, oradan eli boş dönünce, Mekke’ye hac ve ticaret için gelen kabilelerin çadırlarına
girip onlarla konuşmaya başladı. Artık davet üslubu da değişmişti: “Kendisini ve davetini”
sahiplenecek bir merkez arıyordu. Boykot Müslümanların Mekke’yi terk edişin önemli
sebeplerinden biridir.
Peygamber vefalı bir insandı. Kendisine yapılan iyilikleri hiçbir zaman unutmadı. Taif dönüşü
kendisine kefil olarak Mekke’ye girmesine yardımcı olan ve de boykot sırasında zaman zaman
boykotu delerek oradaki insanlara yiyecek ve su gönderen Müşrik Mutim b. Adiy’i, Zema b.
Esved’i, boykot sırasında oraya giden yardımları engellemeye çalışan Ebu Cehil’i, Kâbe’de
döven Ebul Buhteri’yi hiçbir zaman unutmamış, her zaman onların önünde saygı ile eğilmiştir.
Bedir Savaşı’nda, Uhud Savaşı’nda sahabelerine “Bu isimlerle karşılaşırsanız sakın onları
öldürmeyin!” diye tembih etmiştir.

Şakku’l-Kamer

Boykot sırasında gerçekleştiği söylenen bir rivayet vardır. Güya Peygamberimiz Müşrikleri bir
araya toplamış ve onlara Allah’ın bir olduğunu anlatmak istemiş, peygamber olduğunu
ispatlamak için de elini uzatmış, ay ikiye bölünüvermiş, büyük bir mucize diye siyer
kitaplarında anlatılır bu olay. Ayet delili de kullanırlar mucizeyi ispatlamak için. Eğer
Peygamber mucize getirmiş olsaydı, gücü mucize göstermeye yetseydi en büyüğü bu olurdu
gerçekten. Çok ilginçtir, boykot döneminde insanlar açlıktan ölürken nedense onların açlığına,
susuzluğuna çare olacak olan bir mucize gerçekleşmiyor, gökten bir sofra inmiyor,
Peygamber’in parmaklarının arasından sular şarıl şarıl akmıyor da “mucize olarak ay ikiye
ayrılıyor...,”

İlk kaynakların hiçbirinde bu olaydan bahsedilmiyor zaten. Üçüncü asırdan sonraki kaynaklarda
görülüyor bu konudaki rivayetler…


Miraç

Mekke’de gerçekleştiği söylenen Miraç mucizesi hakkında, ciltlerle kitap yazılmıştır. İlk kaynaklarda İsra ve Miraç farklı anlatılır. Daha sonraki kaynaklarda birleştirilmiştir. Kuran’da İsra bir ayette geçer. Çok büyük mucize olarak anlatılır. İsra gece yürüyüşü demektir. Mescid-i Haram zaten bellidir Mekke’deki Kâbe ve civarı. İlk kaynaklara baktığımız zaman Mescid-i Aksa diye bir tabir geçmiyor. Yani Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan bahseden bir Mescid-i Aksa yoktur ilk kaynaklarda. Kudüs hep Beytü’l Makdis diye geçer. Arapların algısında orası Beytü’l Makdis’tir. Kudüs için Mescid-i Aksa tabiri Peygamberimiz ’den 80 yıl sonra kullanılmıştır. Emevi kralı Abdulmelik bin Mervan ile Abullah bin Zübeyr’in savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Abdülmelik bir daha Mekke’ye hacca gidilmeyecek diye bir karar alır. Ve Mekke yerine Müslümanları Hac için Kudüs’e yönlendirir. Hemen bir de hadis uydurulur. ‘Hac için şu 3 mescide ziyaret yapılabilir, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.’ Ve böylece Mescid-i Aksa kutsal bir mekân olur.

Mescid-i Aksa

İslâm coğrafyasında en fazla gelir getiren ülke Mısır’dır. Çünkü baharat yolu üzerindedir. Buranın bütün geliri 9 yıl boyunca Emeviler tarafından Küdüs’e aktarılır ve Mescid-i Aksa inşa edilir. Hacılar 9 yıl hac için buraya gelirler. Bu siyasi bir gerekçeyle yapılmıştır. Ondan sonra da Mescid-i Aksa olarak burası anılmaya başlanır ve  Peygamberin buraya gelip buradan göklere çıktığı yer olarak anlatılır. Peygamberimiz miraç mucizesinde Mekke müşriklerine Beytu’l-Makdis’e gittiğini söyler, fakat müşrikler inanmazlar. Cebrail o anda Beytu’l-Makdis’i gözünün önüne getirerek o da mescide bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi verir. (Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41)
Fakat o zamanlarda Beytu’l-Makdis yıkılmıştı, harabeleri bile yoktu, tamamıyla çöplük alanıydı. Daha sonra bu alanı Hz. Ömer temizlemiştir. Yani ortada ne kapı ne pencere ne de Mescid vardı, mescidin o zamanlarda olmadığı hem İslami hem de tarihi yazıtlarda kesindir. Peki, peygamber hangi kapı ve pencereyi ve mescidi tarif etti. Ya bu rivayetler uydurma ya da Peygamber yalancı konuma düşüyor. Başka bir izahı yok, çünkü ortada hiçbir Mescid yok ki pencere ve kapı olsun açıklayabilir misiniz?

Peki bahsedilen Mescid-i Aksa burası değilse neresidir?

İlk kaynaklarda Mescid-i Aksa diye bir yerden bahsedilir. Ezrakî'ye göre Mescid-i Aksâ Kudüs'teki Süleyman Mabedi değil, Arafat bölgesinde Cirane'de bulunan bir mescittir.
Peki, ama Süleyman Mabedi'ne niçin bu isim verilmiştir? Hz. Ömer, eski Süleyman Mabedinin yerine bir mescit yaptırmıştır. Mescid-i Aksâ adı, eski Süleyman Mabedinin bulunduğu yerin güney kesiminde yapılmış olan bu camiye verilmiştir. Bazılarına göre bu cami, başlangıçta Justinian tarafından yaptırılmış bir kiliseydi. Sonraki dönem Arap yazarlarına göre de bu cami, Halife Abdülmelik tarafından yaptırılmıştır. Aslında bu ifade, Justinian kilisesinin, esaslı bir onarımıyla camiye dönüştürüldüğü anlamına gelir. (Bkz. İslâm Ansiklopedisi, Mescid-i Aksâ maddesi.)
Mekke’den hicret edildikten sonra Cirâne Mescidi kullanılmamıştır ihtiyaç da olmamıştır. Mescid-i Aksa denilen mekân benim kanaatime göre işte burasıdır. İsra olayı vardır ama Mekke’de gerçekleşmiştir. Miraç olayına gelince, Kudüs’ten göklere çıkmış, birinci kat, ikinci kat vs. Biz çocukken babam Peygamberler Tarihi okurdu bize. Uzun kış gecelerinde, televizyon yoktu o zamanlar, ben hatırlıyorum, babam sadece bir hafta boyunca birinci katı okumuştu. Kalınca bir kitaptı. Birinci katta şunlar oldu, şunlarla görüştü vs. Bunlar hurafedir, uydurmadır da eski şeylerden alınmadır da, ama şöyle söyleyebiliriz, rüyada olmuş olabilir, rüyasında bu tip şeyler görmüş olabilir. Rüyasında cennet cehennemi görmüş olabilir, bu şekilde rüyada bir yolculuk yapmış olabilir. Ancak namaz hediyesiyle geriye döndüğü ve onu da Musa’nın telkiniyle ancak 5 vakte indirtebildiği bir Miraç olayı yoktur. Tamamen uydurmadır.

Mekke dönemi bitiyor

Hatice ve Ebu Talip ölünce, Peygamberimiz yalnızlaşıyor. Taif’e sığınabilir miyim diye oraya gidiyor. Ancak oradan da dayak yiyerek geriye dönüyor. Tekrar Mekke’ye geliyor ve Mekke’ye gelen kabilelere sığınma teklifi yapıyor, bu arada tebliğ de yapıyor. 15 ayrı kabileye teklifte bulunduğu rivayet edilir, teklifi kabul edilmez. Sadece sığınma teklifini reddetmekle kalmıyorlar hakaretler de ediyorlar “seni neye kabul edelim, adam olsaydın Mekke’den kaçmazdın…” 
Bitkin, endişeli ve korku içinde 16. Kabileye gidiyor, orada Medine’den gelen 6 kişilişk bir grup vardır. Evs ve Hazreç kabilelerinden. Aynı zamanda bunlar anne tarafından peygamberin akrabalarıdır. Onlara da teklifini ve tebliğini sunuyor: “Ben, Muhammed, peygamberim, Mekke’de hayati tehlike içinde yaşıyorum, bana yardım ederseniz ben de size yardım ederim, birlikte güçleniriz…”  Teklife sıcak bakıyorlar, “evet sana yardım ederiz” diyorlar.  Medineliler ile bu ilk görüşme 6 kişiyle yapılıyor. “Biz Evs ve Hazreç kabileleri olarak sürekli savaşıyoruz, bir de Yahudiler var, biz bu bu savaşlardan ve Yahudilerden bıktık, bir lidere ihtiyacımız var, gel bizim başımızda dur bize liderlik yap, bu savaşlar bitsin diyorlar.”
Peygamber Muhammed, Peygamberliğin 11. Yılında her taraftan kuşatılmışken Medine yoluna açılan bu kapı Peygamber’i oldukça mutlu ediyor. Sanki sırtından tonlarca yük birden iniveriyor, rahatlıyor. Bir sonraki yıl o, 6 kişi 12 kişi olarak geliyor. Onlarla, Mekke’nin 2 km. dışında Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice buluşuyorlar ve  bîatlaşıyorlar. Kuran’da Mücadele Suresi’nde, Müntehine Suresi’nde anlatılan “Kadınlar Biatı” denilen anlaşmayı yapıyorlar:
a) Allah birdir ve  hiçbir şey, hiçbir şekilde  O’na eş ve ortak koşulmayacak,
b) Hırsızlık yapılmayacak,
c) Zina yapılmayacak,
d) Çocuklar öldürülmeyecek,
e) Kimseye iftirâ edilmeyecek,
f) İnsanlığın yararına olan hiçbir hayırlı işe karşı çıkılmayacak.

Bu bîatlaşmadan sonra Peygamber, kendilerine hitaben şöyle diyor: "Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah  tekeffül etmiştir ve  onlara Cenneti hazırlamıştır.  Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur. Kim de yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikâp eder de işlediği o şeyi gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır."
Bu Medineli 12 Müslüman da Peygamber’e şu sözü verirler: "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itaat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz."
İlk Akabe biadlarında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardır. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için gelen İslâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacaktı.

Anlaşmalar yapıldı ve onlar döndüler Medine’ye. Öbür sene bu 12 kişi  90 kişi olarak geldiler. Ve o 90 kişiyle ikinci Akâbe Biat’ı yapıldı, hemen sonra hicret başladı. Hicret 4 aylık süreye yayıldı. Peygamber geminin kaptanı gibi Mekke’yi en son terk etti.
Müslümanlar, gündüz öğle uykusu vakti ya da gece kimsenin olmadığı saatlerde hicret ediyorlardı, evler boşalıyordu, Müslümanlar Mekke baronlarının zulmünden kaçıyorlardı. Mekke’de gizli Müslümanlar dışında Müslümanlığıyla bilinen sadece 3 kişi kaldı. Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali.

O nu öldürelim

Hicret devam ederken Mekkeliler toplandı ve Peygamber’i öldürmeye karar verdiler. Bu haber güya Cebrail tarafından Peygamber’e bildirilmiştir, bu bilgi doğru değildir. İşin aslı şöyledir, İbn-i Saad’da geçiyor: Akrabalarından birinin kızı, toplantıya katılan eşinden durumu öğrenmiş ve Peygamber’e haber vermiştir, “Bu gece sana saldıracaklar kaç.” Bu haberi alır almaz peygamber doğru Ebu Bekir’e koşar. Bizim de hicret etme zamanımız gelmiştir, davran hemen çıkalım, gece vaktini beklemeyelim. Hz. Aişe böyle anlatıyor olayı. “Gündüz vakti geldi ve babama çıkalım ey Ebubekir” dedi. Ebubekir de hazırlık yapmıştı, hatta Müşrik, ama liyakat sahibi olan Abdullah b. Uraykıtla önceden anlaşmıştı bile. Uraykıt yolları çok iyi bilen birisiydi, ağzı da çok sıkıydı, adam satmazdı. Uraykıt 3 gün sonra Sevr’e gelecek ve orada buluşacaklardı. Anlaşma tamamlandı ve yola çıkıldı.

Mekkeliler evi kuşattıklarında Peygamberimiz evde yoktu. Eve girdiklerinde karşılarında Ali’yi buldular, deliye döndüler ve o hışımla etrafı darmadağın ettiler. Peygamberi bulana 100 deve vazedilmiştir. Haber çok hızlı yayılmıştır Mekke’ye, herkes sokağa dökülmüştür, herkes her yerdedir. Kaçaklar aranmaktadır. Siyer kitaplarının anlattığına göre, Mekkeliler izleri takip ederek Sevr mağarasına kadar geldiler. Orada güvercin yuvası ve örümcek ağıyla karşılaştılar ve geriye döndüler.
Bunlar doğru değildir. İz takip ederek mağaraya ulaşılacak ve örümcek yuva yapmış diye mağaradan geriye dönülecek, bu mantıklı bir açıklama gibi gelmiyor bana. Benim kanaatim mağaraya hiç gelmediler, gelselerdi yakalarlardı zaten. Onlar kaçakları Medine yolunda arıyorlardı. Mağara Yemen tarafında Medine ise kuzeydedir. Dâhice bir plan hazırlanmış, hedef şaşırtılmıştır, bir plan dâhilinde yapılan şeylerdir bunlar. Müşrikler onu Medine yolunda ararken onlar mağarada ortalığın sakinleşmesini beklemişlerdir. Örümcek hikâyeleri, güvercin hikâyeleri, yılan hikâyeleri bunların hiçbiri doğru değildir, peygamberi robotlaştıran, küçük düşüren hikâyelerdir bunlar.
Peygamber burada 3 gün kaldı. Üç gün sonra mağaradan çıktılar ve tali yollardan Medine’ye doğru yol aldılar. Hatta yolda bir kervana rastladılar, Kervandakiler Ebubekir’i tanıdılar ve ona “bu yanındaki kimdir” diye sordular, o da “bu benim hizmetlimdir” demiştir. Bu şekilde saklanarak, gizlenerek, binbir sıkıntıyla  Medine’ye ulaşmışlardır.

Kuba

Kuba’ya vardıklarında, güvenlik endişesiyle hemen dayılarını haberdar etmişlerdir. Onların rehberliğinde bir gece yarısı Medine’ye gizlice girilmiştir. Önceden yeri belirlenmiş bir mekâna yerleştirilmişlerdir. Aradan birkaç gün geçince de nelerin yapılacağının planı yapılarak Medine macerası başlamıştır.
Kalabalıklar tarafından şarkılarla filan karşılanmamıştır peygamber. Mekke’den ‘gizlice kaçan ve 90 kişi tarafından Medine’ye gizlice davet edilen birisi öyle şarkılarla, türkülerle karşılanmaz, bu aklen de mümkün olmayan bir şeydir. Küçücük bir şehirde 500 tane Müslüman vardır. Kim koruyacaktır onları.
Allah deveyi memur etti, deve kalacağı yeri tayin etti ve kalacağı evi belirledi vs. bunlar sonradan uydurulmuş, üretilmiş şeylerdir.

Medine’de ilk icraat

Peygamberin Medine’de yaptığı ilk icraat mescit inşa etmektir. Bir buluşma yeri, eğitim yeridir orası.
Orası aynı zamanda namaz kılma yeridir vaaz yeridir, eğlence yeridir, mesela Habeşli erkekler ve kadınlar orada oynamışlardır, Peygamber de Hz. Aişe’yle birlikte onları zevkle izlemiştir.
Orası hapishanedir, ilk zamanlarda suçlular oraya konulmuştur.
Orası ordugâhtır, ordu oradan hareket ettirilmiştir,
Orası misafirhanedir, misafirler orada ağıurlanmıştır,
Orası protokol yeridir, toplantılar orada yapılmıştır, dışardan gelen elçiler orada ağırlanmıştır,
Orası kabul salonudur, devlet yetkilileriyle görüşmeler orada yapılmıştır,
Orası yemekhanedir, orada sofralar kurulmuş yemekler yenmiştir,
Orası noterdir, Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik anlaşmalarının yapıldığı yerdir. Medine Sözleşmesi orada imzalanmıştır. Bu sözleşme Müslümanlar arasında yapılan bir sözleşmedir. Müslümanların birbirlerine karşı olan hukuklarını anlatmaktadır. İyi işlediği için sonradan Yahudiler de sözleşmeye dâhil olmak istemişlerdir. İlk 16 maddesinden sonraki hükümler Yahudilerle ilgili hükümlerdir. O zaman Medine’de 3 tane Yahudi kabilesi vardı. Beni Kaynukalı, Beni Kureyza ve Beni Nadir. Bunlar Bedir Savaşı’ndan sonra çok problem çıkardıkları için, peygamberin eşlerine hakaretler ettikleri için, kuşatılmıştır ve Medine’den kovulmuşlardır.

Siyer kitaplarında yazıldığı gibi, peygambere devamlı ilahi müdahale yapılmamıştır. Bu şekildeki anlatımlar yanlıştır. Peygamber entelektüel bir insandır, ne yapacağını çok iyi bilen birisidir, tecrübe sahibidir. Onun hayatının her anının önceden düzenlendiği ve ayarlandığı şeklindeki rivayetlerin Müslümanları,  Cebriyyeci anlayışa da sürükleme ihtimali mevcuttur. Hâlbuki Hz. Peygamber yapacağı işlere kendi karar verdiği gibi, gerektiği zamanda ashabından birinin görüşüne uymada -Sad’ın hükmüne uyduğu gibi- hiç mahzur görmemiştir. Bunlar onun tavırlarının insanî platformda olduğunun göstergeleridir.

Devam edecek