28 Ekim 2018 Pazar

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (XI) –İSTANBUL (VI)-



-“İstanbul’un başka bir yüzünü göreceğiz bugün. Turumuza Edirnekapı‘dan başlayacağız. Balat’ı boydan boya  yaya olarak geçeceğiz, birgün boyunca yürüyeceğiz Balat sokaklarında. Tarihe tanıklık edeceğiz. Rehberimiz Edirnekapı‘da bizi bekliyor“ olacak dedi ve düdüğünü çaldı Emin. Sezgin bey de bastı gaza. Hedef Edirnekapı. Rehberimiz Nurcan hanım güzel ve nazik bir bayan. Tanışma faslından sonra gün boyunca gezeceğimiz güzergahlarla ilgi bilgi verdi, „burası Balat…“:

Balat

„Bu tur, tarihe tanıklık yapma turudur. 3 büyük dine mensup insanların bir arada yaşadığı yerdir Balat. Turumuz akşama kadar sürecektir. – Mihrimah Sultan camii, Karye müzesi, Kadir Has Üniversitesi/ Tarihi Küçük Mustafa Paşa Hamamı/ Gül Cami/ Ayakapı Hamamı / Özel Maraşlı Rum İlkokulu/ Rum Ortodoks Patrikhanesi/ Renkli Kapılar/ Dimitrie Cantemir Evi/ Özel Yuvakimyon Rum Kız Lisesi/ Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise)/ İstanbul Fatih Özel Fener Rum Lisesi Ve Ortaokulu/ Kiremit Caddesi Evleri/ Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı/ Balat Kültür Evi/ Metroloji Kilisesi/ Sveti Stefan Bulgar Kilisesi/ Tahta Minare Cami/ Merdivenli Yokuşu/ Balat Ahrida Sinagoğu/ Balat Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi/ Balat Yanbol Sinagoğu/ Hz. Cabir Cami-

Bu mekanlar gezi güzergahımızdaki bazı tarihi  mekanlardır. Balat eski bir Yahudi semtidir. Balat isminin, Rumca saray anlamına gelen “palation” sözcüğünden türediği varsayılır. 15. yüzyılda, 2. Beyazıt’ın davetiyle, engizisyondan kaçıp İspanya’dan İstanbul’a göç eden Sefarad Yahudileri, İstanbul’a geldiklerinde ilk bu bölgeye yerleştirilmişler ve burada kendi cemaatlerine ait sinagogları inşa etmişlerdir. Zamanla sadece İspanya Yahudileri değil, Gürcistan Yahudileri de Balat‘a gelmişlerdir. Yahudilerin büyük bir kısmı 1950’lerdeki toplu İsrail göçlerinin ardından Balat’ı terk etmişler. Geride kalanlar da şehrin Taksim, Nişantaşı ve Şişli gibi diğer bölgelerine yerleşmişlerdir. Daha sonra Balat Romanların yerleşim mekanı olmuştur. Son zamanlar da onlar da Balat’ı terketmektedirler. Balat yeniden keşfediliyor dersek yanlış olmaz. Çukur dizisi burada çekiliyor.“ Özet bir Balat bilgisinden sonra başladı rehberimiz Mihr-î-Mâh Sultan Camii’nden başlayarak Balat’ı anlatmaya.

Mihr-î-Mâh Sultan Camii
Mihr-î-Mâh Sultan Camii, İstanbul'un Karagümrük semtinin Edirnekapı bölümünde surların hemen yanında bulunan camidir. Mimar Sinan tarafından aşık olduğu kız olan, Mihr-i Mâh Sultan adına yapılmıştır. Mimar Sinan derin bir tutku ile aşık olduğu Mihr-i Mâh Sultan’a, aşıktır, ama aşkına izhar edemediği için sevdiğine kavuşamamıştır, ona olan aşkını, sanatına yansıtmıştır. (1562-1565)
Dikdörtgen planlı caminin etrafında medrese, mektep, türbe, hamamlar vardır. 37 m yükseklikteki kubbe üçer kemere yaslanır, yanlarda ikişer sütun, sağ ve solda üç kubbe ve mahfelleri bulunur. Mihrap ve minber taş işçiliğiyle yapılmıştır.
Caminin büyük avlu kapısından dik merdivenlerle cami içine çıkıldığında sağ tarafta medreseler ve karşısında 7 kubbeli 8 mermer granit sütunlu son cemaat yeri bulunur. Caminin tek minaresi ve şadırvan bahçede, sağdaır.
Osmanlı’nın büyük cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın ve büyük aşkı Hürrem Sultan’ın bir kız çocuğu gelir dünyaya.
Efsane bir aşkın meyvesidir bu çocuk, ismi Mihr-i Mâhtır. Mihr-i Mâh Farsça’da güneş ve ay demektir. Zaman hızla geçmiş, Mihr- i Mâh Sultan büyümüş 17 yaşına gelmiştir. İki talibi vardır, birisi Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa, diğeri ise sarayın baş mimarı Mimar Sinan’dır…
Padişah, biricik kızını Mimar Sinan ile değil, Rüstem Paşa ile evlendirir. Sinan kahreder bu duruma ve 50 yaşına kadar hiç evlenmez. Mihr-i Mâh Sultan’ı unutamaz, ona dedliler gibi aşıktır.

Üsküdar Mihr-i Mâh Sultan Camii
Ve Mimar Sinan’dan, İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Üsküdar’a Mihr-i Mâh Sultan adına bir cami yapması istenir. Emir yüksekten gelmiştir, hayır demesi mümkün değildir Sinan’ın. 1540 yılında inşa etmeye başladığı camiyi 1548 yılında tamamlar.
Sinan camiyi inşa ederken duvarlara sanki aşkını nakşeder. O kadar ki; camiye “Eteklerini giymiş bir kadın ” silueti verir. Cami iki minarelidir, padişah fermanı ile yapılmış bir eserdir.
Sinan’ın söyleyecekleri bununla bitmemiş olacak ki, bu eserden 14 yıl sonra, İstanbul’un en yüksek tepesine, o güne kadar ilk defa padişah fermanı olmaksızın bir cami yapar. Edirnekapı’da surların hemen yanına yapar camiyi. Burası o zaman ıssız bir yerdir. Sanki Sinan bu yaptığı cami ile aşkını ve yalnızlığını, aşkının büyüklüğünü haykırmak istermiştir. Edirnekapı Camii.
Derler ki, cami Mihr-i Mâh Sultan’ın arı duru, gösterişsiz ve bir o kadar da asil güzelliğine istinaden küçücük yapılmıştıor. Minaresi sadece 38 M.dir. Caminin tek minareli olarak yapılması Sinan’ın yalnızlığının simgesidir.
Kubbesi inceciktir ve üzerinde 161 Pencere vardır. Bu kubbenin dünyada başka benzeri yoktur. Caminin içi oldukça aydınlıktır ışıklar içeride dans eder. Bu kadınsı bir danstır.
Cami içindeki pandatiflerde ve minare kenarlarındaki upuzun işlemelerde, Mihr-i Mâh Sultan’ın ayak tapuklarını döven uzun şaçları tasvir edilmiştir. Sinan, aşkını öyle sihirli bir tılsımla mühürlemiştir ki camiye, bu sırra şaşırmamak, o sevdaların naifliğine imrenmemek elde değildir. İki caminin de yeri özenle seçilmiştir. Camiler, güneşin doğuş ve batış yerleri tespit edilerek yapılmıştır. Edirnekapı’daki Mihr-i Mâh Sultan Camii ile Üsküdardaki Mihr-i Mâh Sultan Camii’ni aynı anda görebilirsiniz. Mihr-i Mâh Sultan’ın doğum günü olan 21 Mart gecesi göreceğiniz muhteşem manzarayla büyülenirsiniz. Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik ve  bu nasıl bir aşktır…

Cibali
Cibali, Osmanlı surları içinde, Eminönü ve Tahtakale’nin bittiği, Fener ve Balat gibi gayrimüslim mahallelerinin başladığı noktada kalan bir Müslüman mahallesidir. Özellikle Osmanlı’dan kalma cami ve hamamlarıyla meşhurdur burası. Cibali isminin nereden geldiğine dair birkaç söylenti vardır. Bunlardan ilki aslen Mısırlı olan Cebe Ali, Osmanlı’da Subaşı, yani askerbaşı görevine getirilir. Cibali, savaş zamanında giyilen ve adına cebe denilen bir tür zırha benzeyen cepkenle gezermiş. Rivayete göre, İstanbul’un Fethi sırasında Cebe Ali ve adamları, Haliç’i karadan yürütülen gemilerle değil postlarının ve cepkenlerinin üzerine binip geçmişler. Bunu gören Bizans askerleri de korkudan kaçmışlardır. Bu nedenle de şehir surlarının bu kısmına düşen semte Cebeali denmiştir. Cebeali zamanla Cibali‘ye dönüşmüştür.

Kadir Has Üniversitesi
Bugün Kadir Has Üniversitesi olan bina 2. Abdülhamit Dönemi’nde 1884’te Düyunu Umumiye’ye bağlı ve tütün tekelini elinde bulunduran Reji Şirketi binası olarak inşa edilmiş. 1924’te tüm imtiyazlar kaldırıldığında ise Cumhuriyet Hükümeti’ne devrolmuş. Endüstri tarihimizin ilk ve en önemli yapılarından olan binanın tasarımı, dönemin ünlü mimarı, Levanten asıllı Alexandre Vallaury’in mimarisi ise Housef Aznavur’un elinden çıkmadır. Demir, döküm, cam, tuğla gibi Batı tarzı malzemelerle yapılan modern fabrikanın ülkemizdeki ilk örneklerinden biri olduğu için önemlidir.
Fabrikanın en işlek zamanlarında 1500 kadın 662 erkek çalışanı varmış. İmalethanenin yanında, adeta bir yaşam merkezi gibi onu çevreleyen hastane, kreş, bakkal, okul, itfaye ve spor salonu gibi ek binaları varmış. Anlayacağınız bugün bile böylesine kapsamlı bir üretim kompleksine rastlamak zor ama o dönemde fabrikada çalışan işçi kadınların gündüz çocuklarını bırakabilecekleri kreşler bile düşünülmüş. 1946’da ilk yerli puro, 1956’da ilk yerli sigara olan Samsun burada yapılmış. 1995’te kapanmış. 1997’de 29 yıllığına Kadir Has Üniversitesi’ne devredilerek 2002’de eğitime başlanmıştır.

Kariye Müzesi
Kahro/Kariye, eski Yunanca’da vahyi okuyanlar, vahiy okuyucuları anlamına geldiği gibi kent dışı, kırsal alan anlamına da geliyor. Kariye Müzesi'ndeki mozaik ve fresklerin, Bizans resim sanatının son dönemine, XIV. yüzyıla tarihlenen en güzel örnekler olduğu biliniyor. Giriş duvarının dış tarafı İsa'nın hayatını, iç tarafı ise Meryem'in hayatını anlatan mozaiklerle bezenmiş. Mozaiklerde derinlik fikri ve figürlerdeki hareketli üslup, üstün bir sanatsal değer taşıyor.

Bu kilise 330 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinten tarafından (527-565 yıllarında) yaptırılmış. Blakhernai Sarayı’na yakın olduğu için bir dönem, önemli dinî merasimlerde saray kilisesi olarak da kullanılmış. Kilise 1204–1261 yılları arasındaki Latin işgalinde tahrip edilmiş. İmparator II. Andronikos (1282- 1328) zamanında tekrar tamir edilen kilise, bu dönemde mozaiklerle ve fresklerle yeniden süslenmiş. Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethinden sonra kilise olarak kullanılmaya devam edilmiş. Kilise, Sultan II. Bayezit döneminde, Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş ve yanına bir de medrese ilave edilmiş. Osmanlı’dan sonra kurulan Cumhuriyet devrinde cami bakanlar kurulu kararı ile 1945 yılında müzeye dönüştürüldü ve Amerikan Bizans Enstitüsü’nün yaptığı çalışma sonunda, sıvayla kapatılan mozaikler ve freskolar ortaya çıkarıldı.

Karye’nin kaderini belirleyen olay 289 yılında gerçekleşir. Aziz Babylas, 84 müridiyle beraber İzmit’te hunharca katledilir. Hristiyanlar ne azizleri Babylas’ın ne de müritlerinin cesetlerini, her türlü tehlikeyi göze alarak, surların dışındaki bir bölgeye gömerler. 50 yıl sonra(339) da Aziz Babylas ve müritlerine ait kutsal emanetler Karye Kilisesi’ne getirirlir. Dolayısıyla Khora kutsal bir Kilise olmuştur artık. Kilise Bizans imparatoru İustinianos (527-565) tartafından, İsa’nın, Meryem’in ve azizlerin ikonalarıyla süslenmiştir. 726 yılında ikonların çoğu Hristiyanların resim düşmanlığı nedeniyle söküldü, tahrip edildi, neredeyse tamamıyle yıkıldı. 843 yılında ise İkona düşmanlığı/ kırıcılığı bitti. Artık muhalefetinin meyvelerini toplamanın zamanı gelmişti Khora Manastırı için. Ve topladı da. Bu arada itibarı epeyce arttı Khora’ nın ve simgeleşti. O kadar ki, İznik metropoliti ölünce buraya defnedildi.

Khora için sahneye en son Bizans’ın maliye bakanı, din bilgini, filozof ve tarihçi Metokhides çıktı. Metokhides 1313 yılında Khora Manastırı’nı yüzlerce ikonayla ve birbirinden değerli mozaiklerle donattı. Öyle ki manastırın duvarlarına komple incili resmetti. İçerideki ikonaları görünce hayran kalırsınız. Yukarıdaki kubbelere bakmaktan boynunuz ağrır.

İç nartekste ise en önemli mozaik Deisis mozaiğidir. Mozaikte, ortada İsa, solunda Meryem, Meryem’in altında İsaakios, Kommenos ve İsa’nin sağında bir rahibe görülür. Bu kadın Moğol Prensi ile evlendirilmiş ve kocasının ölümünün ardından İstanbul’a dönerek rahibe olmuştur. Fener Rum Lisesi yanında bulunan Kanlı Kilise bu rahibenin kilisesidir.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi
Kilise 1595 te Patrikhaneye dönüşmüş. Ortodoks alemi için İstanbul Fener’deki Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi Ortodoksların dini merkezidir. Patrikhane 1836’da bugünkü planıyla inşa edilmiş. Patrikhane’ye ahşap 3 anakapıdan giriliyor. Bunlardan ortada olanı 1821’den beri kilitli. Çünkü orta kapı, 10 Nisan 1821’de Paskalya Yortu gününde, o dönem çıkan Yunan ayaklanmasını desteklediği gerekçesiyle Patrik Grigoryos’un asılarak infaz edildiği kapı. Patriğin cesedi 3 gün ipte kalmış ve üzerine de devlete ihanet ettiği için cezalandırıldığına dair bir yafta takılmış. Daha sonra da ayağına bir ip bağlanıp Haliç sahiline kadar sürüklenip denize atılmış. İstanbul, Rumlar tarafından yeniden fethedilinceye kadar bu  kapı açılmayacakmış. O kapının fotoğrafını çekmek yasak. Çekmeye kalkarsanız polis engelliyor. Kilisenin girişinde, Patrik tacı bulunuyor. Kapıdan içeri girdiğinizde ise mum yakılan dilek bölümü, 5. yüzyıl tarihli, fil dişi ve sedeften bitkisel motiflerle süslü, ceviz ağacından yapılma Patrik Tahtı, altın kaplama panel, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce bağlanarak kamçılandığı, Kudüs’ten getirtilen ve diğer parçası da Vatikan’da olan siyah granit sütun, kutsal Aya Yorgi tasviri, Meryem Ana ve çocuk ikonaları. Ayrıca 3 azizenin lahitleri var.

Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise, Panagia Muhliotissa)
Tura, Dimitri Kantemir’in evi önündeki merdivenlerden çıkarak devam ediyorsunuz. Merdivenlerden çıkıp ilerlediğinizde karşınıza Moğolların Meryemi (Kanlı Kilise) çıkıyor. „Bu kilisenin en önemli özelliği, Bizans’tan beri kesintisiz olarak ibadete açık kalan tek kilise olması. Kilisenin adının Moğolların Meryemi olmasının hikayesi şöyle: Bizans İmparatoru Mikail Palaiologos, 1264’te kızı Maria Despina’yı Moğollar ile iyi geçinmek için İlhanlı Hükümdarı Hülagü Han ile evlendirmek istemiş. Maria çeyizi ile beraber İstanbul’dan yola çıkmış ama yolculuk haliyle aylar sürdüğünden bu arada damat adayı Hülagü Han ölmüş. Maira da onun yerine Hülagü Han’ın oğlu Abakan Han ile evlendirilmiş. Maria orada 15 yıl yaşamış ve öncesinde Şaman olan Abaka Han’ı da Hristiyan yapmış. Bunun üzerine Abaka Han’ın Müslüman olan kardeşi durumu öğrenip Abaka Han’ı öldürüp Maria’yı da İstanbul’a geri yollamış. Maria İstanbul’a döndüğünde şu anki kilisenin yakınında bir kadınlar manastırı kurmuş ve rahibe hayatı yaşamış.
Zaman gelmiş, İstanbul’u Fetheden Fatih Sultan Mehmet, kendi adına yaptırdığı Fatih Cami’nin mimarı Rum Hristodulos’u (Atik Sinan Paşa) mükâfatlandırmak için ona emeğinin karşılığı olarak ne istediğini sormuş. Hristodulos, annesiyle birlikte ibadet ettiği Panayia Muhliotissa Kilisesi’nin kilise olarak kalmasını istemiş. Fatih Sultan Mehmet onun isteğini kabul etmiş ve bu kiliseye asla dokunulmaması konusunda bir ferman çıkartmış. Bu kilisenin bir diğer özelliği de dört yapraklı yonca planlı Bizans kiliselerinin günümüze kadar gelen tek örneği olmasıymış. Kilisenin bir diğer adının da Kanlı Kilise olmasının sebebi ise İstanbul’un Fethi sırasında Bizans savunmasında görevli askerlerin kanlarının kilisenin bulunduğu tepeden oluk oluk akmasıymış.

Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
Halk arasında Kırmızı Mektep olarak anılan okulun bugünkü görünümünün yapımına 1881’de başlanmış. 600 kişi kapasiteli, 3 katlı, kırmızı tuğla ile örülü okulun bugünkü hali 1883’te tamamlanmış. Aslında Rumların İstanbul’da açtıkları en eski eğitim kurumu olan okul, Bizans döneminde de Patrikhane Akademisi işlevi görmüş. İstanbul’un Fethi’nin ardından, 2. Mehmet ile görüşen Patrik 2. Gennadios, okulun 1454 yılında Fener Rum Mektebi Kebir adı altında eğitim verebilmesi için gerekli izni alır. 19. yüzyıla kadar eğitim teolojik ağırlıklı gider ama 1861’de klasik lise eğitimine geçer. Dini eğitim Heybeli’de verilir. Bugün halen daha eğitime devam ediliyor ama 2013 kayıtlaranına göre sadece 59 öğrencisi varmış.

Balat Kültür Evi
Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu (TSKF) tarafından kurulmuş, sosyal sorumluluk çerçevesinde işleyen bir kültür evi. Temel amacı, Balat’ın toplumsal yaşamını, özellikle de bölge kadınlarının ekonomik hayata katılımını arttırıcı sürdürülebilir projeler geliştirmek. Bunu yaparken de yine bölge insanının bir araya gelip çalışabileceği, kaynaşabileceği ve sorunların görüşülüp çözüme kavuşturulabileceği ideal toplanma alanını yaratmak. İçinde sergi salonu, cafe, İngilizce, müzik, el işi ve kişisel gelişim gibi eğitimlerin gerçekleştiği eğitim alanı ve kadınların meslek sahibi olmalarına bir destek olarak aşçılık eğitimi alabildikleri profesyonel mutfak gibi bölümler var. Bu mutfaktan çıkan el emeği ürünleri de yine Balat’ta bulunan, Vodina Cafe’de satışa sunuluyor. Kültür Evi’nin geliştirdiği tüm projelerin ve cafenin geliri yine özellikle kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bölge halkının eğitim ve istihdamı için tasarlanan projelere aktarılıyor.

Metroloji Kilisesi
Aya Yorgi Metakhion Jerusalem aslında bir Ortodoks Kilisesi ama kilise diğerleri gibi Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı değil. Çünkü bu kiliseyi Kudüs Patrikliği zamanında kendi şubesi olarak yaptırmış. Kilisenin özelliği, kilise duvarına monte edilmiş mermerden patriklik simgesi, çift başlı kartal figürü ve bahçesindeki 5.000 yıllık anıt çınar ağaçları. Ayrıca ünlü matematikçi ve fizikçi Arşimed’in 10. yüzyıldan kalma çalışmalarının yer aldığı orjinal parşömenlerinin bulunmuş olması da kiliseyi ilginç kılan bir diğer özelliği. Buradan çıkan parşömenlerde, Arşimed’in küre, silindir ve spiraller üzerine çalışmaları, düzlemlerin dengesi ve çemberlerin ölçümü gibi hesaplamalar varmış. 1906’da Kopenhag Üniversitesi’nden gelen bir profesör tarafından ortaya çıkarılmış ama sonrasında Türkiye’den bir şekilde kaçırılmış. 1998’de New York’ta bir açık arttırmada 2 milyon dolara satılınca yeniden ortaya çıkmış. Bugün ABD’deki Baltimore şehrindeki Walters Sanat Müzesi’nde görülebiliyor.

Hobbit House
Burası gönüllülerin başlattığı “Paylaş kurtul” projesiyle kullanmadığınız eşyaları binlerce ihtiyaç sahibine ulaşmasını sağlayan bir merkez, ama aynı zamanda bir kahvaltı noktası ve cafe. Adeta ütopyanın küçük bir cafeye sığmış hali. Bir gün pazar kahvaltısına buraya gelirseniz hem tatlı insanlarla tanışmış, hem mükellef bir kahvaltı yapmış, hem de atmaya kıyamadığınız eşyaları, oyuncakları, kitapları yeni sahiplerine ulaştırmış olursunuz.

Merdivenli Yokuş Tarihi Balat Evleri
Merdivenli Yokuş Balat ziyaretinin vazgeçilmezlerindendir. Eline fotoğraf makinesini, telefonunu alan burada birkaç kare çekmeden gezisini bitirmez.
Balat’ın en renkli, belki de en çok aranan sokağıdır burası. Sıra sıra, renkli cumbaların gökyüzüne doğru merdiven misali çıktığı yokuş. Yokuşun solundaki evler Unesco projesi kapsamında aslına uygun olarak yenilenmiş, özenle seçilmiş pastel renklerle boyanmıştır. Balat sokaklarında gezerken renkli ve tarihi kapılar da güzel kareler oluşturur.

Balat Surp Hreşdagabet Ermeni Kilisesi
Ermenice Baş Melek demek olan Hreşdagabet, Mucizeler Kilisesi olarak da geçiyor. Çünkü burada her sene  Eylül ayının 2. Cumartesisi yapılan ayinde hastaların şifa bulduğuna inanılıyor. Kilise Baş Meleklerden olan Mikail ve Cebrail’e adanmış. Aslında eski bir Ortodoks Rum kilisesiyken bölgede Ermeni cemaatinin artmasıyla Ermeni cemaatine tahsis edilmiş. Bu nedenle de kilisenin altında normalde Ermeni kiliselerinde rastlanmayan küçük bir kutsal su alanı daha varmış.

Hz. Cabir Camisi
Kiliseden Camiye çevrilmiş 9. Yüzyıldan kalma bir cami. Aya Tekla Kilisesi. Atik veya Koca Mustafa Paşa olarak bilinen sadrazam, 2. Beyazıt döneminde 1490’da kiliseyi camiye çevirmiş. Önündeki çeşmesi de 1692’den kalma Şatır Ahmet Ağa Çeşmesi. Caminin ön tarafında bir vaftiz havuzu varmış, ama şimdi Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyormuş. Bu yapının da Kuzey duvarında güneş saati var„. Cuma namazımız bu camide kıldık.

Demir Kilise
Fener’in Haliç kıyısında bulunan bu süslü Bulgar kilisesinin en önemli özelliği, tamamının demir döküm olması. Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks Bulgar cemaati zamanında Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıymış ama kendi kiliseleri olmadığından ibadetlerini Rum kiliselerinde yaparlarmış. 19. yüzyıldaki Milliyetçilik haraketlerinden etkilenerek Bulgarlar da kendilerine ait bir kilise talebiyle gelmişler. Cemaat liderlerinden Stefanaki Bey, 1848’de devlete başvurarak içinde ibadet edebilecekleri bir ev yapılmasını bunun için de Fener’deki şahsına ait arsasını bağışlayacağını bildirmiş. Padişah evin yapımına izin vermiş. Bu ibadethane evden sonra, bugünkü kilisenin yerine ahşap bir kilise yapılmış. Daha sonra İstanbullu Mimar Housep Aznavur’un projesiyle ta Avusturya’da bugünkü demir döküm kilisenin tüm parçaları yapılarak, 1896’da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle getirilip burada monte edilmiş. Böylece Bulgar kilisesi, Rum Patrikhanesi’nden tamamen bağımsız bir kurum olmuş.

Ortodoks Bulgar Cemaati tarafından inşa edilmiş olan Demir Kilise ‘Hoşgörü bizim geleneğimizde var‘ sloganıyla uzun bir restorasyon sürecinden sonra yeniden açıldı. Rivayete göre, İstanbul’da yaşayan Bulgarlar 19. yüzyılda Rum Patrikhanesinden ayrılarak kendileri için bağımsız bir kilise yaptırmak isterler. Zamanın Osmanlı padişahına isteklerini arz ederler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. Bulgarların isteklerini doğrudan reddetmemek için de, imkansızı teklif eder, “Kilise inşaatını üç ay içinde bitirmek koşuluyla izin veririm” der.
Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi, Viyana’da demirden döktürüp, sonra da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden taşıyarak Haliç’in kıyısına üç ay içinde kurarlar. Kilisenin söz verildiği sürede bittiğini gören Sultan Abdülaziz de verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Başka bir rivayet daha var:
O dönemde İstanbul’daki Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapılmaktadır. Bu nedenle İstanbullu Bulgarlar kendi dillerinde ayin yapabilmek için Fener Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise kurmak isteseler. Patrikhane Bulgarların bu isteğine karşı çıkar. Ancak dönem Panislamizm dönemidir ve Rusya’yı arkasına alan genç Bulgar devleti, Osmanlı üzerinde bir güç gösterisi yapmayı arzulamaktadır.
1849’da Osmanlıdaki Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Bâb-ı Âli’den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için de içinde konağı da olan kendi arazisini hibe eder.
Böylece 1850 de Bulgar Eksarhlığı (önderliği) açılır. Eksarhlığın tam karşına da ahşap bir kilise yapılır ve kiliseye bağışçının adına ithafen Sveti (Aziz) Stefan adı verilir. Bulgarlar on yıl sonra Fener Rum Patriğini dini önder olarak kabul etmeyeceklerini deklare ederler. Bunun üzerin Fener Rum patriği 1872’de Bulgarları aforoz eder. Bulgarlar da ahşap kilisenin yerine daha büyük ve gösterişli bir kilise yapma iznini Osmanlıdan alırlar.

 

Dünyadaki tek örnek

Zamanında tüm dünyada sadece 2 adet olan demir kiliselerden diğeri zamanla yok olunca Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi dünyadaki tek demir kilise olarak kalır. Üç kubbeli ve haç şeklinde olan kilise, dış süslemelerinin zenginliği ile de dikkatleri üzerine çeker. Mihrabı Haliç’e dönüktür. Çan kulesi giriş kapısının üzerinde ve 40 metre yüksekliğindedir. 9 yıldır restorasyon nedeniyle kapalı olan Demir Kilise 7 Ocak 2018’de yeniden ibadete ve ziyarete açıldı.“

Yemek zamanı
Öğle yemeği yiyecek bir mekan bulamadık Balat’ta. Ya biz bulamadık, ya da gerçekten yok. Yok derken albenisi olan bir mekan yok. „Gelin kardeşim müessesimiz temizdir, fiyatlarımız uygundur“ diyen lokantaya girdik; girdik girmesine de zevkle bir yemek yiyemedik. Midelerimizi susturduk o kadar. Akşam yemeği de öyle olmasın diye, Recai kardeşimize karnımızı doyurabileceğimiz bir lokantaya götür bizi dedik. O da sizi öyle bir mekana götüreceğim ki; yediğiniz yemeğin tadı damaklarınızda kalacak dedi ve düştük Recai’nin peşine. O sokak senin bu sokak benim, ayaklarımız şişti, derken bir lokantaya girdik. Ambiyans sıfır. Vitrinde göründüğü kadarıyla yemekleri göz zevkimize uygun. „Üst kata alacağız sizi „ dedi yaşlıca bir teşrifatçı. Sonradan öğrendiğimize göre oranın sahiplerindenmiş. Çıktık üst kata.  „Yemeklerinizi kendiniz alacaksınız, yani selfservis.“ Dedi teşrifatçı.  Benim şarteller attı. O kadar yorgunluktan sonra selfservis bizi bozar dedim ve hadi gidelim arkadaşlar, burada yemek yenmez dedim. Aşağıya ineceğim, yemeğimi alacağım ve merdivenlerden çıkaracğım da ikinci katta yemek yiyeceğim…
Lokantanın sahibi başladı dil dökmeye, ben de geri adım atmadım. Sonunda çare bulundu, aşağıda bizim için masalar ayarlandı, sorun ister istemez halledildi.
Ancak yemekler gerçekten lezzetliydi.

Yemekten sonra tatlı yemek için düştük yine Recai‘nin peşine, kaybettik onları yolda.Yeni Cami‘nin hemen arkasında Niğmet kızımızla karşılaştık, ailecek lale festivaline gitmişler ve sırf bu sebepten dolayı geç kalmışlar ve Balat gezisinde bizimle olamamışlar. Recai’yi kaybettik ama kızımız Niğmet ved annesiyle yolumuza devam ettik ve nihayet tatlımıza ulaştık.

Geç saatte otelimize döndük, valizlerimizi hazırladık ve sabah Atatürk havalimanından Berlin’e doğru havalandık…10 günlük Batı karadeniz Kültür gezisini böylece Balat’ta noktalamış olduk. Seneye Allah nasip ederse Doğu Anadolu Kültür gezisi için niyetlendik…Haydi hayırlısı…

Bitti

13 Ekim 2018 Cumartesi

ALEVİ İFTARI/ MUHARREM AYI MATEM ORUCU


-Geç verilen bir iftarın geç yazılan yazısı-


Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, ilk iftarı evinin bahçesinde çadırda vermişti. İlk olması itibariyle anlamlı bir iftar yemeğiydi(2011). Bu tarihten sonra Residans yerine Kançılarya’da iftar yemeği vermek gelenek haline geldi. Bu iftar yemekleri Ramazan ayında verildi. Sünniler ve Şiiler için verildi. Alevi açılımından sonra da Anadolu Alevileri için Muharrem ayında iftar yemeği verilmeye başlandı. Format aynı. Önce Kur’an okunuyor Almanca ve Türkçe açıklamaları veriliyor, dualar yapılıyor ve Tasavvuf Musikisinden örneklerle program zenginleştiriliyor.Yemek duasıyla programa son veriliyor.
Tarihimizin bir bölümünde, uzunca bir bölümünde, Alevi Sünni  düşmanlığı özellikle körüklendi, aynı coğrafyada yaşayan Müslümanların arası Alevi Sünni diye siyasi nedenlerden dolayı açıldı. Sünniler tarafından Aleviler hakkında anlatılan fıkralarla, atılan iftiralarla Aleviler itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, kız alıp kız verilmiyordu. Aleviler kendilerini ifade edemiyorlardı, mahalle baskısı onları sesizliğe mahkum etmişti. Oldukça zor bir durum. Alevi açılımından sonra Aleviler kendilerini ifade etmeye başladılar, yanımızdaki arkadaşımız meğerse Alevi imiş ama biz onun Alevi olduğunu açılımdan sonra öğrendik.

Açılımdan sonra Kançılarya’da verilen ilk Alevi iftar yemeğinde katılımcılar oldukça kalabalık idi. Zamanla bu sayı azaldı. Bu sene verilen iftar yemeğinde ise katılım daha da azdı. Sordum tanıdığım bazı Alevi canlara; sayınız gittikçe azalıyor sebebi var mıdır?
Cevap; “Siyaset insanları ayrıştırıyor. Ayrıca bu sene iftar yemeği Muharrem ayından sonra verildi. Siz ramazan ayından sonra verilen iftara itibar eder misiniz?” Makul bir cevap.
Bu orucun adı Muharrem Ayı Matem Orucu ise ki öyle; iftarı da o ayda verilmelidir. Bu durumda iftar yemeği verenlerin samimiyeti sorgulanırsa, haksızlık da yapılmış olunmaz.

Muharrem ayı matem orucu
Kurban Bayramı Hicri takvime göre Zilhicce Ayı’nın 10. günü başlar. Kurban Bayramı’nın 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır. 20. günün akşamı Muharrem orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Muharrem orucundan önce 3. günlük Masum-u Pak orucu tutulur. Bu oruç Kûfe’de şehit düşen Müslüm bin Akıyl ile çocukları İbrahim ve Muhammet için tutulur. Müslüm, İmam Hüseyin’in amcasının oğludur. 3 günlük Masum-u Pak ve 12 günlük muharrem orucu olmak üzere toplam 15 gün oruç tutulduktan sonra Muharrem Ayı’nın 13. günü kurbanlar kesilir ve aşure dağıtılır. Kurban, İmam Zeynel Abidin’in Kerbelâ Katliamı'ndan kurtuluşunun şükranıdır.

Muharrem orucu
Muharrem ayı ve Aşûra günü oruç tutmak Alevilere göre farzdır. Muharrem orucu, tıpkı normal oruç gibi tan yerinin ağarmasıyla imsak vaktinde başlar ve akşam ezanının okunmasıyla son bulur. Alevilere göre oruç denildiğinde akla öncelikle Muharrem orucu gelir. Muharrem ayı dendiğinde ise, Kerbelâ ve yaşanan katliam akla gelir  İmam Hüseyin’in Yezid orduları tarafından Kerbelâ’da günlerce aç ve susuz bırakılıp daha sonra da başı kesilmek sureti ile şehit edilmesinden dolayı Muharrem ayının ilk 12 günü Alevilerin matem günüdür. 12 gün boyunca oruç ve yas tutarlar. Böylece İmam Hüseyin’in Kerbelâ’daki direncini anarken; Yezid’in İmam Hüseyin’e ve ailesine yaptığı vahşet lanetlenir. Bu sene(2018) 11 Eylülde başlayan oruç 20 Eylülde son buldu.

Oruç nasıl tutulur
- Yeme içmeden kesilmekle oruç tutulmuş olunmaz. Tüm azalar ile oruçlu olmak lazımdır. Bu da ele, bele, dile, eşe, aşa, işe sahip olmakla elde edilir. Bu anlamda sadece sınırlı günlerle değil, her gün oruçlu olmak lazımdır.
- Oruç süresince, düğün, nişan, sünnet, vb. eğlence yapılmaz.
- Kerbelâ şehitlerinin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez, vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden, ayran, vs. gibi sıvılardan karşılanır.
-Kan akıtılmaması adına kurban kesilmez, et yenilmez.
-İhtişamlı sofralardan uzak kalarak, mütevazı sofralar kurulur.
-Muharrem ayında canlarla bir araya gelerek birlikte mersiyeler, şiirler, deyişler, Alevi önderlerinin kahramanlık öykülerini okunur, anlatılır.
-Orucun 12. gününden sonra on iki imamlara ve bu yolda şehit olanlara atfen en az 12 nebattan oluşan aşure yapılır ve İmam Zeynel-i Abidin’in hayatta kalması adına şükran ifadesi olarak dağıtılır.

“Bism-i Şâh, Allah Allah!
Er Hak- Muhammed-Ali âşkına, İmâm Hüseyin Efendimiz’in susuzluk orucu niyetine, Kerbelâ’da şehid olanların tertemiz ruhlarına, Fâtıma-tüz Zehra’nın şefaatına, On iki İmamlar, On dört Masum-u Pakların şevkına! Hü…
On yedi Kemerbestler’in hürmetine; hazır, gaip ve gerçek erenlerin himmetleri üzerimizde hazır ve nazır ola. Yuf münkire, lanet Yezid’e, rahmet mümine!
Gerçek erenler demine, dost erenler hü!

Allah kabul etsin…

Birkaç not:

1-İslâm Dini’nin temsilcisi olan Din Hizmetleri Ataşemiz Ahmet Fuat Çandır sıradan biri gibi oturmuştu masaya. Kravat ve takım elbise. Onun resmi kıyafetiyle o masada oturması gerekmez miydi? Sarık ve Cübbe, onun şahsında İslam’a saygınlık kazandıracaktır. Böyle toplantılara diğer dinleri temsilen katılanlar resmi elbiseleriyle katılırlar ve herkesin de saygınlıuğını kazanırlar. Bizim Ataşemiz sıradan bir davetli gibi duruyordu orada...

2- Namaz kılmak için mescit düzenlemesi yapılmış arkalarda bir köşeye. Sebep olanlardan Allah razı olacaktır. Ancak ben bu mescidi bu Kançılarya’ ya yakıştıramadım. Allah, 100 milyon Euro’luk bir yapının içinde 3 metre kare bir odaya sıkıştırılmış sanki.
O binaya en az 100 kişiyi alacak kadar içten kubbeli, Selçuklu ve Osmanlı Mimarisi’nin özelliklerini taşıyan, temsil gücüne sahip minyatür bir cami yapılmalıydı, Halâ yapılabilir. Beton binalar temsil gücüne sahip olmazlar. Binaların üzerlerinde ve içlerinde barındırdıkları kültür temsil eder ülkeleri. Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Ancak halkı Müslüman bir ülkedir. Devlet laik diye, halkın inancı, kültürü yok sayılmamalı.

3-Çay olarak yine de Seylan çayı ikram edildi. Bu meselenin halledilmeyeceğine inanmaya başladım. Türkleri, Türkiye’yi temsil etmek değil, programlardan bir program yapmak için bu programlar düzenleniyor olmalı. Ben 2011 yılından beri “Çaykur çayı”nı yazıyorum, kimsenin ilgi alanına girmiyor yazdıklarım. Ben Rizeli değilim, Rize’nin reklamı yapılıyor denilirse eğer; ben Denizliliyim. Horoz olduğum söylenebilir, bu vesileyle de erken ötmüş olabilirim. “Erken öten horozun başını keserler” derler ama, horoz ötmeden de sabahın olduğunu anlayamazsınız.
Büyükelçilik temsil gücüne sahip bir resmi kurumdur. Temsil ettiği, bir ülkedir, şirket değil. Bu durumda içtiği çaydan, kullandığı bardaktan, yere serdiği halıdan, duvardaki resimlere kadar ne varsa o kurumda hepsi Türkiye’yi anlatmalıdır. Elçilik böyle birşey olsa gerektir. Ben bu vesileylşe yeniden bir hatırlatma yaptım. Belli mi olur, belki Büyükelçimiz Ali Kemal Aydın kulak verir bu sese de, “Kançılarya’da sadece Çaykur çayı içilir” geleneğini başlatmış olur...

Çay demlemenin de, içmenin de bir adabı vardır. Çay zevk için içilir. Çay demleyip, ikram edenler, şu 4 hususa dikkat etmelidirler:
1-Demlenecek çay Çaykur’un çayı olmalıdır
2- Çayın demi, dudak renginde olmalıdır (Lebrenk)
3- Çay ince belli bardakta ikram edilmeli ve ağzına kadar doldurulmamalıdır, dudak payı bırakılmalıdır. (Lebrîz)
4- Çay, dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır.(Lebsûz)

3 Ekim 2018 Çarşamba

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (IX) –İSTANBUL (IV)-



-Eyup Sultan’da bulunan Mezar taşları başlı başına bir tarih. Sanki açık hava müzesi. Maalesef bilinçsiz hazire temizlikleri ve iklim şartları sebebiyle o güzelim taşlar tahrip olmuş, atmosfere salınan egzoz ve sanayi gazları taşları karartmış.  Zamanın örselediği taşlar erimeye başlamış ve okunamaz hale gelmiş.-

Bugün Topkapı Sarayı’ndan başlayacağız gezimize. Rehberimiz bizi orada bekliyormuş.  Otobüsümüz oldukça uzağa park etti. Yürüyerek gitmemiz gerekiyor. Daracık sokaklardan geçiyoruz, etrafta cumbalı evler, balkonlardan aşağıya çiçekler sarkmış vaziyette rengarenk. Güzel bir yürüyüş oldu İstanbul sokaklarında. Derken Sultan Ahmet Meydanı’na geldik. İlk önce fotoğraflar çekildi ve hemen oradan Saray’a giriş yaptık.

Topkapı Sarayı
“Topkapı Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık tarihinde 400 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin idare merkezi olmuştur. Yaklaşık 700.000 m2 alan içindedir. İnşasına 1465 yılında başlanan saray  1478 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı teşrifatında ilk adı "Saray-ı Cedîd-i Âmire" olup, “Yeni saray” demektir. Cumhuriyet’in ilanından sonra 3 Nisan 1924 yılından itibaren, müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. Koleksiyonları, mimari yapıları ve yaklaşık 300.000 arşiv belgesi bulunan Topkapı Sarayı, dünyanın en büyük saray müzelerindendir.
Bahçeler ve meydanlar ile çevirili olan saray, birbirinin içinden geçilen dört avluya sahiptir. Halkın başvuru için girebildiği birinci avlu, sarayın birinci giriş kapısıdır. Cebehane olarak kullanılan bu alanın dışında darphane, hastane, fırın ve Aya İrini Kilisesi gibi hizmet binaları bulunur. Sarayın ikinci avlusu ise devletin idare binalarının yer aldığı bölümdür. Tarih boyunca pek çok resmi törene sahne olan ikinci avluda, divan toplantılarının yapıldığı Divan-ı Hümayun ve hazinenin Divan-ı Hümayun Hazinesi yer alır. Divan binasının arka kısmında ise sultanın adaletini simgeleyen Adalet Kulesi bulunur. Kubbealtı’nın yan tarafında Harem Dairesi girişi ve Zülüflü Baltacılar koğuşu vardır.
Dolmabahçe Sarayı yaptırılana kadar Osmanlı hanedanı burada yaşamıştır. Topkapı Sarayı biri maddi, öteki manevi olmak üzere iki büyük değeri barındırmaktadır. Bunlardan biri imparatorluk hazinesi diğeri de Mukaddes Emanetler'dir. Topkapı Sarayı; Birun, Enderun ve Harem olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. Sarayın on üç kapısı vardır, ancak bu kapıların çoğu günümüze ulaşamamıştır. Kapılar avlulara açılır.”

Nisa Uğurluel, sarayın giriş bahçesinde karşıladı bizi ve saray hakkında genel bilgiler verdi. 5 dakikalık fotoğraf molasından sonra Nisa Hanım önden biz arkadan girdik saraya ve her mekânın önünde o mekânla ilgili bilgileri almaya başladık rehberimizden:

Birinci avlu
“Sarayın birinci avlusuna Bâb-ı Hümayûn diye bilinen İmparatorluk kapısından girilir. Kapı dışındaki anıt çeşme 18. yy. Türk sanatının en güzel örneklerindendir. Birinci avluda saray fırınları, darphane, muhafız alayı, odun depoları ve aşağıdaki düzlüklerde özel sebze bahçeleri yer alırdı. Sarayın ilk yapısı Çinili Köşk, saray reviri, cellat çeşmesi ve  Arkeoloji Müzesi de bu avludadır. Girişi takiben solda 6. yy. Bizans eseri olan Aya İrini Müzesi yer alır.

İkinci avlu
Topkapı Sarayı Müzesi’nin ana girişi, ikinci kapı olan Bab-üs-Selam’dır. İkinci avlu devlet ve hükümetin yönetim merkezidir. Yalnızca sultanların at bindiği bu avluda, halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaşlarını alan yeniçeri temsilcileri, elçi kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. 5-10 bin kişinin mevcut olabildiği törenlerde, tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü bilinir. Sultanların katıldığı tören ve olaylarda imparatorluk tahtı bu avlunun diğer yanındaki kapının önüne yerleştirilir ve bir saygı ifadesi olarak tüm katılanlar elleri önlerinde kavuşmuş olarak dururlardı. Avlunun sol yanında kabinenin toplandığı yönetim bölümü yer alır. Sarayın tek kulesi de buradadır. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı buraya Adalet Kulesi denilir. Bu kuleden bütün İstanbul ve liman gözetlenebilir. Kulenin tek girişi harem kısmında bulunmaktadır.

Üçüncü avlu
Arz Odası, Saray Okulu, Hırka-i Şerif Dairesi, Üçüncü Ahmet Kütüphanesi, Ağalar Camisi, Has Oda  bu avludadır. Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimsenin geçemediği bu kapıdan, Sultan’ın özel avlusuna girilir. Saray Üniversitesi, Taht Odası, Sultan’ın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bu kısımda yer alır. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odası’nda yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkarları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultan’ın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi. Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik örneğidir.

Dördüncü avluda
Bu avluda; Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Hekimbaşı Odası yer almaktadır. Sarayın üçüncü avlusundan koridorlar ile dördüncü avluya ve bahçeler içindeki pavyonlara geçilir. Burada sarayın tek ahşap pavyonu, 17. yy. zengin işlemeli ve çinilerle süslü Bağdat ve Revan köşkleri ve nihayet saraya inşa edilen en son yapı olan Mecidiye Köşkü yer alır. Köşkün alt katı ziyaretçilere ayrılmış lokantadır. Bağdat Köşkü’nün önündeki terastan Haliç, Galata,  Eski İstanbul'un kubbeler ve minarelerden oluşan eşsiz manzarası seyredilebilir.

Harem
Osmanlı devlet teşkilâtında Harem-i Hümâyûn tabiri hem haremi hem de Enderun’u içine alır. Harem; Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin ve kadınların yetiştirildiği eğitim müessesesidir. Ayrıca kadınların ikametgâhıdır. Bu bakımdan Harem’e yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır. Harem’de genç kadınlar askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitililen mekândır. Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır. Harem 400 kadar odadan oluşur. (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).
Harem; sanılanın aksine bir zevk ve eğlence yeri değil, bir eğitim kurumudur. Buradan yetişen kızlardan en zeki ve güzel olanı padişahla evlenirken, diğerleri de yüksek düzeyli devlet adamlarıyla evlendirilirdi. www.alasayvan.net/ Bu yüzden de devlet ileri gelenlerinin çoğu kızlarını Harem’e vermek için birbirleriyle yarışırlardı. Ancak bunu başaranlar oldukça azdı. Çünkü Harem’e alınacaklar sıkı bir sınavdan geçirilirdi. Harem eğitiminin süresi üç yıldır. Burada eğitilen kızlar bürokratlarla, paşalarla ve saray personeliyle evlendirilirlerdi.

II. Murat’a kadar Osmanlı’da bir harem teşkilatı yoktu. Osmanlı padişahları ya kendi çevrelerindeki kızlarla ya da savaştıkları kralların kızlarıyla evlendiler. Harem ve Enderun Mektebi İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından kuruldu.

Fatih Harem’i niçin kurdu?
Harem’in Türk geleneklerinde yer almamasına rağmen Fatih tarafından kurulmasının başlıca nedeni güvenlik ve devlet sırlarının açığa çıkmasını engellemekti. Fatih’e kadar Osmanlı padişahları ya kendi çevrelerindeki kızlar, ya beylerin kızları ya da savaştıkları kralların kızlarıyla evlenirlerdi. Özellikle yabancı kralların kızları her ne kadar Müslüman olup Osmanlı kültürünü benimseseler de devlet için sıkıntı olacak çalışmalar yapabiliyorlardı. Bu nedenle de kendi ülkelerine çoğu zaman açık ve gizli mektuplar gönderiyor, devlet güvenliğini tehlikeye düşürüyorlardı. Saray dışından evlenmek ise tebadan bir aileyi saraya katmak anlamına geliyordu. Osmanlı padişahları bunun da devlet güvenliği açısından sakıncalı olduğunu gördüler.  Bilinenin aksine padişahlar Harem’de istediği her kadınla birlikte olamazdı. Doğru kaynaklar, Harem’in kılık kıyafete ve adaba çok önem veren bir yer olduğu bilgisini veriyor. Haremde genellikle çıplak vakit geçiriyor gibi resmedilen kadınlar, Batı edebiyatının hayalgücünden başka bir şey değildir. Harem kapısında “Ey iman edenler! Size ait olmayan evlere izinsiz girmeyiniz!”(Nur 27) yazar. Haremde; okuma-yazma, edebiyat, tarih, yeterince dini bilgi, dikiş-nakış, sofra hizmeti, musiki ve raks öğretilirdi. İçlerinde hattat olanlar hatta Hürrem Sultan gibi şaire olanlar da vardı.

Silah koleksiyonu ve divan odası
Geniş saçaklı 'Divân-ı Hümayûn' bölümünün yanındaki büyük yapı devlet hazinesi idi. 8 kubbeli bina eski silahların modern biçimde sergilendiği zengin bir koleksiyondur. Sultanların kullandığı zırh ve silahlarla, saray ve ordu mensuplarının değişik çağlarda kullandıkları silahlar, diğer ülkelerden ele geçirilenlerle birlikte teşhir ediliyorlar...
Hükümet üyelerine tahsis edilmiş Divân bölümü yanında sarayın tek kulesi Adalet Kulesi yükselir. Divan toplantıları Sadrazam başkanlığında vezirler ve katipler ile yapılırdı. Sultanlar toplantıya katılmazdı, ancak istedikleri zaman duvarda harem bölümüne açılan yüksek, perde ile kapalı bir pencereden toplantıyı dinleyebilirdi. Elçi kabullerinde ziyafet sofrası bu salonda kurulurdu.

Mutfaklar ve porselen koleksiyonu
İkinci avlunun sağ tarafında saray mutfaklarını görüyorsunuz. Sarayda mevcudu 12.000'i geçen Çin ve Japon porselenlerinin 2500 kadarı bu bölümde sergilenmektedir. Buranın mutfak olarak kullanıldığı günlerde sayıları 1000'i geçen aşçı ve yardımcıları, sarayın değişik bölümlerine tahsis edilmiş yemekleri pişirip, gönderirlerdi. Günümüzdeki porselen teşhiri kronolojik ve modern bir sergidir. Dünyanın en zengin koleksiyonunun seçilmiş parçalarıdır. Mutfakların bir bölümü eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümünde de İstanbul işi porselen eşya ve cam işi teşhire sunulmuştur. Ayrı bir bölümde gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonu yer alır. Mavi beyazlar, tek ve çok renkli porselen teşhirleri, Japon porselen salonu ile nihayetlenir. Helvahane bölümünde bugün günlük yaşamda kullanılan madeni kapkacak, kahve takımları, tombaklar(altın, civa karışımı ile harmanlanmış bakır eşya) sergilenmektedir.

Elbiseler
Avlunun sağ yan bölümünde teşhir edilen sultan elbiseleri koleksiyonunun, dünyada bir benzeri yoktur. Özel saray tezgahlarında, elde yapılmış kumaşlardan dikilen elbiseler 15. yy.dan beri itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış olup tamamı 2500 kadardır. İpek, altın ve gümüş simlerle işlenmiş elbiseler yanında, Türk Sanatının şaheserleri olan Sultanların kullandığı ipek halı, özel seccade örnekleri de teşhir edilmektedir.

Hazine
Topkapı Sarayı Müzesi’nin hazine koleksiyonu dünyanın en zengin koleksiyonudur. 4 odada teşhir edilen eserler otantik ve orjinaldir. Değişik yüzyıllardaki Türk mücevherat işçiliğinin şaheserleri, Uzak-Doğu, Hint ve Avrupa eserleri ile birlikte seyredenleri büyüler. Hazine Bölümü sergilemesi 2001 yılında modernize edilerek değiştirilmiştir. İlave bir ücret ile gezilebilen bölümde ilk odada Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik çağlarda kullandığı biri som altın kaplamalı diğeri benzersiz mine ve kıymetli taşlarla süslenmiş, bir diğeri abanoz ağacı ve üzerine fildişi kakma motifli, bağa üzerine sedef kakmalı, kıymetli taşlarla süslü dört taht ve sultanların nadide taşlarla süslü sorguçları, iri taşlı zümrüt askıları yer alır.
İkinci odada Rus-Çin-İran-Hind el işi eserler, devlet madalyonları sergilenmektedir.
Üçüncü salon vitrinlerini yeşim, tutya ve neceften yapılma eşsiz eserler süsler. Ayrıca 16 yy. merasim miğferinin yanında, her biri 48 kg. som altından yapılan iki büyük şamdan vardır.

Saat koleksiyonu bölümü
Kutsal Emanetler’in yanındaki oda, dünyanın en zengin koleksiyonudur. Giriş sağ tarafında Türk sanatkarlarını saatleri yer alır. Çok değerli duvar ve masa saatleri, cep saatleri 16-19. yy.lar arası tarihlenir. Saraya hediye edilmiş değişik markalar. Salonun en büyük saati 3.5 metre boyunda ve 1 metre eninde İngiliz malı olup, içinde bir org vardır. Cep saatleri arasında Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz'lerin portreli saatleri enteresandır.

Kutsal Emanetler Bölümü
16 yy. Mısır'ın fethini takiben saraya getirilen İslam'ın kutsal emanetleri o tarihten beri bu bölümde muhafaza edilmektedirler. Emanetlerin sergilenmesinden önce, bölüm Taht Odası olarak kullanılmıştı. Kubbeli odaların duvarları çinilerle kaplıdır.
Hz. Muhammed'in kılıçları, yayı ve değerli bir kutu içerisinde muhafaza edilen hırkası koleksiyonun önemli parçalarıdır. Odadaki büyük, işlemeli, kubbeli kafes gümüşten mamuldür. Diğer oda vitrinlerinde Peygamber’in mührü, sakalı, mektup ve ayak izleri sergilenmektedir. İlk el yazma Kur’anlardan birisi, Kabe'nin anahtarları, önemli kişilerin kılıçları diğer eserlerden bazılarıdır.

Sultan portreleri galerisi
Kutsal Emanetler bölümü ile hazine arasında, müze müdüriyetinin bulunduğu sütunlu binadadır. Büyük salonda zaman zaman değiştirilen sergiler yer alır. Topkapı Sarayı Müzesi’nde değişik belgeler, kitaplar, minyatürler, yazı takımları gibi kıymetli eserler bulunmaktadır. Bu nadide parçalar buradaki salonda zaman içerisinde sergilenir. Salonun balkon şeklindeki galeri duvarlarında Sultanların yağlı boya tabloları bulunmaktadır.

Tarihî Yarımada ya da Suriçi
Haliç, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi ile çevrili olan; İstanbul şehrinin ilk kurulduğu ve geliştiği bölgeye verilen addır. Tarihî Yarımada’da ilk yerleşim yeri MÖ. 685 yılında Megara'dan gelen Yunanlar tarafından Byzantion adıyla kurulmuştur. Yarımada, Türkler tarafından fethedildikten sonra Dersaadet ve İstanbul gibi adlarla anılmıştır.
Bizans döneminden kalma şehir surları yarımadanın batı sınırını oluşturmaktadır. Osmanlı döneminden bu yana yarımada Suriçi olarak da adlandırılmaktadır. Bölgenin tarihî yarımada olarak adlandırılmasının nedeni İstanbul'un en eski yerleşim yeri olmasının yanı sıra, içinde bulundurduğu sayısız tarihî eserdir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma onlarca saray, cami, kilise, çeşme, dikiltaş ve konut tarihî yarımadanın simgeleridir.

Mezar taşları ve semboller

Ağaçlar
Bu hayat ağacıdır. Hayat ağacı, Orta Asya kökenli bu ağaç en yaygın kullanılan ağaç motiflerinden biridir. Servi ağacı, Elif harfi gibi uzun ve düz olduğundan vahdetin sembolüdür. Serviler rüzgarda sallanırken çıkardığı “Hû, Hû” sesiyle Allah’ı zikrettiğine inanılır. Yalnız Osmanlı’da değil hemen bütün Akdeniz kültürlerinde servi mezarlık ağacı olarak kullanılmıştır. Hurma ağacı, kabirde yatan kişinin hacı olduğuna işaret eder. Bol meyveleriyle canlılığı ve bereketi temsil eder. Asma da tıpkı hurma ağacı gibi bolluk ve bereketi temsil eder.

Çiçekler
Lâle, ebced hesabıyla rakam değeri Allah ve hilal kelimeleriyle aynı olduğu için kutsiyetine inanılır. Gül, mezar taşlarında gerek şahide (baş) taşlarında gerekse ayak taşlarında ve başlıklarda sıkça kullanılır. Hz. Peygamber’in remzidir.

Meyveler
Meyve ölümsüzlüğün sembolüdür. Zira dünya hayatının meyvesi ebedi cennet hayatıdır. Meyve geleceğin tohumunu da bünyesinde barındırır. Mezar taşlarında meyve tabağı içinde yer alan nar, armut, incir, üzüm, erik, kayısı, ceviz, limon, hurma gibi meyveler hayatı, bolluğu ve bereketi temsil ederler. Bitkisel motiflerin dışında kullanılan bazı sembolleri ise şöyle sıralayabiliriz.
Kandil: Anadolu mezar taşlarında çok görülen bu motif, ölünün  yolunu aydınlatıcı olarak düşünülmüştür.
Geometrik motifler, kökü Orta Asya’ya bağlanan bu motifler kendi içlerinde sonsuzluk ve süreklilik gösterdikleri için Allah’ı hatırlatır.

Hançer
Hançer motifi dünyayla ahireti birbirinden ayıran ölümü tasvir etmektedir. Eğer çocuk mezarları üzerinde görülürse bu genç yaşta hayattan ayrıldığını sembolize eder. Kadın mezar taşları ve bilhassa şahideleri, erkek mezar taşlarından daha süslü ve çarpıcıdır. Stilize çiçek motifleri tazeliklerinden hâlâ bir şey kaybetmemiştir. Lale, gül, karanfil gibi çiçekler hanım mezarlarında erkek mezar taşlarına nazaran daha zarif stilize edilmiştir. Yüzük, kolye, broş, bilezik gibi ziynet eşyaları hanımların taşlarını hayattaymışçasına süslemektedir.
Osmanlı devletinde özellikle 18. asrın sonu 19. asrın başı itibariyle moda olan Batı tarzı sanat anlayışı, kitap süsleme sanatlarından mimariye, musikiden mezar taşlarına kadar her alanda etkili olmuştur.

Eyup Sultan’da bulunan Mezar taşları başlı başına bir tarih. Sanki açık hava müzesi. Maalesef bilinçsiz hazire temizlikleri ve iklim şartları sebebiyle o güzelim taşlar tahrip olmuş, atmosfere salınan egzoz ve sanayi gazları taşları karartmış.  Zamanın örselediği taşlar erimeye başlamış ve okunamaz hale gelmiş. Zaten atalarının mezar taşlarını okuyamayan bir milletiz.
Dileğimiz, yetkililerin daha duyarlı olması, hiç değilse elde kalanları doğru muhafaza etmeye yönelik çalışmaları acilen yapmasıdır. Büyük bir medeniyetten geriye kalanları korumak, bu topraklarda yaşayanlar için bir ödevdir.

Devam edecek