22 Eylül 2019 Pazar

DENİZLİ TARİKATÇILAR TARAFINDAN PARSELLENMİŞ -LADİK Mİ DİYELİM TONGUZLU MU?-



Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Denizli’ye, “Kesir-i tülenha olmağula Denizli, denmiştir” der.  Ünlü gezgin Denizli’yi şöyle tanıtır. "Şehrin çevresinde pek çok akarsular ve göller bulunduğu için şehre bu isim verilmiştir. Yoksa şehir denizden 4 merhale uzaktadır. Kalesi düz yerde dörtgen şeklindedir. Hendeği yoktur. Çevresi 470 adımdır, 4 kapısı vardır. Kuzeyinde boyacılar, doğusunda semerciler, güneyinde Yeni Cami, batısında Bağlar Kapısı bulunur. Kalede 50 kadar silahlı bekçi vardır ki dükkanları bekler. Asıl şehir kalenin dışında 44 mahalle ve 3600 evlidir. Büyüklü küçüklü 57 camii ve mahalle mescidi, 7 çocuk mektebi, 6 hamamı, 17 tekkesi vardır.
Herkes bağlarda oturduğundan ehil ve ayalleri birbirinden kaçmaz. Birbirleriyle akraba gibi olmuştur. Halkı beyaz ve mavi feraceler giyer. Pamuğu, pamuk ipliği, beyaz ince sade bezli olup, Anadolu'ya sevk edilir. Halkın kazancı "Beyaz Denizli Bezi" dir.

Diğer bir rivayete göre de Denizli, “Türkmen boylarından Tonguzlu Beyi tarafından bir Türk şehri haline getirildiği için onun ismiyle anılmaya başlanmıştır. Tonguzlu zamanla Denizli hâlinde telaffuz edilmiştir. Tonguzlu olmadan önceki ismi Laodikeia’dır. Şehir ilk defa, bugünkü şehrin 6 km kuzeyinde, Eskihisar Köyü civarında, Milattan önce 261 - 245 yılları arasında, Suriye Kralı ikinci Antiokhos tarafından kurulmuştur. II. Antiokhos kente karısı Laodikeia'nin adını vermiştir.
Şehir, M. S. 7. yüzyılda büyük bir depremle yıkılınca, şehir, Abdullah oğlu Seyfettin Karasungur tarafından yaptırılan bugünkü Kaleiçi mevkiine taşınmıştır. Türkler Denizli havalisini zaptettikten sonra, kent "Ladik" adıyla anılmaya başlanmıştır.”
Bugün nüfusu 1.100 bin civarındadır. Denizli, Horozuyla, Pamukkale’siyle, Laodikya’sıyla   ünlüdür.

Denizli’yi Denizli yapan birçok değerli ilim adamı vardır. Merkez Efendi, Ahmet Hulusi, Hüseyin Yılmaz bu isimlerin başında gelir. Ünlü bestecilerimizden olan Selahattin Pınar’ı da unutmamak gerekir.

Denizli 1070 tarihinde Selçuklu komutanlarından olan Afşin bey tarafından fethedilmiştir. Servergazi Denizli’nin bir Türk yurdu haline gelmesinde emeği geçen yiğit komutanlardan biridir. Servergazi ilçesi bu yiğit komutanın ismini ölümsüzleştiren bir ilçedir. Türbesi de bu ilçededir.

Tarihi geçmişi açısından son derece önemli olan Denizli, günümüzde önemini aynı derecede devam ettirememektedir. Son yıllarda kadir kıymet bilen bazı duyarlı kişiler tarafından küller eşilmekte ve altındaki ışık gün yüzüne çıkarılmaktadır. Külleri eşen ve onlara yardımcı olan resmi ve gayri resmi zevat alkışlanmalıdır. Eşimin vefatı dolayısıyla uzunca bir süre Denizli’de kaldım. Eski dostlarla birlikte konuşup sohbet edecek zaman buldum. Hüdaverdi Akbeyik bu arkadaşlarımdan birisidir. Kurtuluş Savaşı sırasında büyük yararlılıklar gösteren ancak unutulan Çal Müftüsü Ahmet Çalgüneri’yi anma günü etkinlikleri yapılacakmış, kendisi de bu ekibin içindeymiş.

Hüdaverdi ile birlikte, Servergazi türbesine gittik. Dönüşte Gerzele köyüne de uğradık. Orada İslâm Güneş ismi ile maruf gayretli bir kişi ile tanıştık. Öğretmen emeklisiymiş. Kendi imkanlarıyla Gerzele köyüne bir kültür merkezi kazandırmış. O merkezde Denizli ve ilçelerinden toplayabildiği tarihi eserleri sergiliyor, isteyen herkes orada oturup kitap okuyabiliyor, çay içebiliyor. Çok hoş bir mekan. İstenirse olabiliyormuş.

Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi ve Merkez Efendi de tanıtılmaya başlanmış. Hüdaverdi kardeşimin verdiği bu haberler beni oldukça duygulandırdı. Çünkü geçmişini unutanlar geleceklerini inşa edemezler. Bu tanıtımlar 100 yıl sonra başlamış ama olsun, başlanmış ya, bundan sonrasına bakmak lazım.

Bu kadar güzel haberlerden sonra, bir de kötü haber verdiler bana. Çok üzüldüm. Denizli tarikatların cirit attığı bir şehir haline gelmiş: Menzil cemaati, İskender Paşa cemaati, Topbaş cemaati, Süleyman Efendi cemaati, Nur cemaati (Fetöcüler), İsmail Ağa cemaati, Mir cemaati, Kepenek cemaati v.s.
Bu cemaatlerin hepsi faal durumdaymış. Bunlardan bir tanesi var ki Fetöden sonra oldukça tehlikeli gibi duruyor. İskender Paşa cemaati. Başlarında Mustafa Cevat Akşit var. Kendisi benim İmam-Hatip Lisesi’nden hocamdır. Kopya çekmeyelim diye masaların üzerinde ayakkabısıyla yürüyerek öğrencileri kontrol ederdi.

Şimdilerde Denizli İlahiyat Fakültesi’ni ele geçirmeye çalışıyormuş. Pamukkale Üniversitesi Rektörü Hüseyin Bağ da kendisine yardım ediyormuş. İlahiyat Fakültesi’nin dekanı Abdulhamit Birışık aynı tarikatın üyesi imiş. Cevat Akşit kendisinin köyü olan Yatağan da bir bina yaptırmış tarikat üyelerine. Ve o binayı da İlahiyat Fakültesi’nin Yüksek Lisans yapacak olan öğrencilerine tahsis etmişler. Denizli’ye 51 km. mesafedeki bir köy Yatağan. Fakülteden ve fakültenin imkanlarından, alt yapısından uzak bir mesafede. Tarikat öğretisi ve eğitimi için yüksek lisans öğrencilerinin fakülteden uzak olması gerekiyor galiba. Ortalıkta dolaşan söylentilere göre öğrencilere devletten alacağı kredinin haricinde 3.000 TL.ve artı ev kirası verilecekmiş.

Haydi Cevat Akşit böyle bir yola tarikat çıkarı için tevessül etti diyelim; peki üniversite Rektörü Hüseyin Bağ bu işe nasıl onay verdi? Asıl sorulması gereken soru bu olmalı.

Anlaşılan Denizli halkının Mehdilerle olan ilişkileri yeni başlıyor. İşlerini Mehdilere bırakanlar çok kısa bir zaman sonra karşılarında DEAŞ militanlarını bulabilirler. 15 Temmuz’un üzerinden daha 2 sene geçti. Geçmişten ders almak gerekmez mi, ne dersiniz?


10 Eylül 2019 Salı

HERYER KERBELA



Muharrem ayı geldi, çattı. Hoş gelmiş safalar getirmiş. Sene 1441. Haram aylar olarak bilinen aylardan biri. Muharrem ayı hem acılara şahit olmuş ve hem de sevinçlere ev sahipliği yapmıştır. İnsanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Nuh’un Gemisi ‘nin Cûdi Dağı ‘nın üzerine demir atmasıyla başlayan sevinç ve neşe, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’den ashabıyla birlikte Firavun ’un zulmünden kaçışıyla doruk noktasına bu ayda ulaşmıştır. 10 Muharrem. Rivayetlere göre, Hz. Yunus balığın karnından 10 Muharrem’ de çıkmış, Hz. Âdem'in tövbesi 10 Muharrem’ de kabul edilmiş, Hz. Yusuf kardeşlerinin/İsrail oğullarının atmış olduğu kuyudan 10 Muharrem’de çıkarılmış, Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiş, Hz. Yakup’un, oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamış, Hz. Eyüp hastalığından o gün şifaya kavuşmuş... (Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140)

Böylesine dini ve tarihi önemi haiz, kanaat önderlerine sevinç kaynağı olan 10 Muharrem, Maalesef Peygamberimizin gözbebeği sevgili torunu Hz. Hüseyin için kapkara bir gün olmuştur. O gün Müslümanlar Hz. Hüseyin’i katletmişlerdir. Adaleti ayakta tutmak için çıktığı bu yolda Hüseyin, Müslümanlar tarafından katledilmiştir. Dedesi Hz. Muhammed’in getirdiği Kitap’a inanarak ahiretlerini kazanmak isteyen Müslümanlardır bunlar. Halifenin orduları Peygamber torununu katlediyor. Yezid ve orduları orantısız bir güç kullanmıştır. Makam için mevki için kullanılmıştır bu güç. Tam teçhizatlı 5.000 kişilik orduya karşı kadınlar ve çocuklar dahil 72 kişilik küçük bir grup.

Yezid’in biat teklifini reddederek Mekke’ye yerleşen Hz. Hüseyin, Kûfelilerin “Gel Kûfe’ye Müslümanların halifesi ol, 20.000 kişilik bir inanmışlar ordusu ile seni destekleyeceğiz” sözüne itimat ederek Kûfe’ye doğru yola çıkmıştır. Yola çıkmadan önce durumu yerinde inceleyip kendisine rapor etmesi için gönderdiği Müslim b. Akil de bu haberi doğrulayınca yaptığı işin doğruluğuna inanmıştır. Gönlü rahattır. Yolda Müslim’in, Vali Ubeydullah b. Ziyad tarafından öldürüldüğü haberini alınca; geriye dönmek istemiştir. Ancak Yezid’in öncü kuvvetleri buna müsaade etmemişlerdir. Hurr b. Yezid öncü kuvvetlerin komutanıdır. 1000 kişi vardır emrinde. Daha sonra komutan Hurr b. Yezid Halife Yezid’in yaptığının yanlış olduğunu öğrenecek ve 30 kişilik bir grupla Hz. Hüseyin’in tarafına geçecektir. Ama çok geç kalmıştır.

İnsanlara ve tüm canlılara hayat kaynağı olan Fırat Hz. Hüseyin’e can suyu olamamıştır. Fırat Nehri o günden beri başını taştan taşa vurarak göz yaşları içinde karışır gider Basra Körfezi’ne.
O gün olanların canlı şahididir Fırat. Katledilen Peygamber torunudur. 5.000 kişilik bir ordu ve 72 kişilik bir grup. Can mı dayanır 50 derecede çölün ortasından göklerin katmanlarına “su, su” diye yükselen canların feryadına. Önce susuzluğa mahkum edildi Hüseyin, sonra da Şimr b.Zil’-Cevşen tarafından katledildi, yetmedi kafası kesildi. Sonra da Peygamber torununun o kafası ben de Müslümanım diyen kafasızlar tarafından Kûfe Valisi Ubeydullah b. Ziyad’a gönderildi. Müslümanların Müslüman(!) Valisi, Vali Ubeydullah b. Ziyad’a. Vali sarhoştu. Hz. Hüseyin’in kesik kafası ile topla oynar gibi oynadı. Hz. Hüseyin’le dalga geçti ve onu aşağıladı. Sonra da kesik kafayı Yezid’e gönderdi. Müslümanların Müslüman(!) Halifesi ’ne. Bu olay Peygamberimizin vefatından sadece 48 sene sonra oldu. Daha Hz. Hüseyin’in yanaklarında peygamberimizin kondurduğu öpücüğün izleri duruyordu. Fırat nasıl da vurmaz başını taşlardan taşlara. Fırat şahit olduğu bu katliamın verdiği acı ve ıstırapla o günden beri başını taşlardan taşa vura vura akarken, Müslümanlar olup bitenlerden hiç ders almamışlardır. O günün Kerbela’sında yaşananlar bugünün Kerbelalarında bire bir yaşanmaktadır.

Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda katleden de Müslümandır katledilen de. İşte Afganistan, işte Irak, işte Suriye, işte Yemen...Sadece katledilenler Peygamber torunları değil, o kadar. Yazıktır, günahtır. Matemlerini yaşayarak zalimlerden hesap soracaklarına, maalesef Hz. Hüseyin’in katilleriyle Hz. Hüseyin’in taraftarları aynı saflarda yerlerini almışlardır. Müslümanların perişanlığının sebebi budur. Fırat’ın suyuna dün kan karışmıştı, bugün de karışıyor. Kan aynı kan, Fırat aynı Fırat. Müslümanların 1400 senelik geçmişlerinde kan ve gözyaşından başka bir şey yok. Akıtılan kan Müslümanların kanı, akan gözyaşı da Müslümanların göz yaşı. Öyle veya böyle, 10 muharrem acıların günüdür, matem günüdür. Savunmasız insanların, Müslümanların halifesi tarafından hunharca katledildiği gündür. 

Bizler 10 Muharrem’de yine de matemimizi tutalım, direncimizi kaybetmeyelim, adaleti ayakta tutmak için mücadelemizi sürdürelim, dost kimdir düşman kimdir bilelim, zalimle yan yana durmayalım, mazlumların intikamı peşinde koşalım. Sevincimizi ise yarınlara saklayalım...

20 Ağustos 2019 Salı

ÖLENLE ÖLÜNMÜYOR Kİ;

Hepimizin bildiği bir gerçek var. Hayatın gerçeği. Zamanını kendimizin tayin edemediği bir gerçek, mutlak gerçek, kimsenin kendisiyle tanışmak istemediği gerçek; ölüm gerçeği. 
Son nefesimizi verinceye kadar kendisiyle yüzleşmek istemediğimiz bir gerçek bu. Soğuk bir yüzü var.
Biraz önce beraber sohbet ettiğiniz, çay içtiğiniz, gülüp-oynaştığınız, sımsıcak sarıldığınız; sevgiliniz, sevdiğiniz, arkadaşınız, ananız- babanız… her kimse bir anda sessizliğe bürünüverir. O sıcacık vücut birden soğuyuvermiştir, yanınızda duruyordur, birliktesinizdir, boylu-boyunca uzanmış yatıyordur ama hareketsizdir. Ruh denen o şey ne ise uçup gitmiştir. Geriye kalan sadece cansız bir bedendir, hissiz ve donuk.
Dünyanız yıkılır birden, alt-üst olursunuz, olanları kabullenemezsiniz. Ağlarsınız, hıçkıra hıçkıra ağlarsınız, hiçbir teselliye kulak vermeden ağlarsınız. Bir zaman sonra göz pınarlarınız kurumaya başlar, şuurunuzu kaybettiğiniz zamanlar olur. Neden sonra, sevdikleriniz, dostlarınız, arkadaşlarınız kapınızı çalmaya başlarlar, onlar da olanları kabullenemezler. Her kapı çalıştan sonra acılarınız yeniden tazelenir.
Bir zaman sonra, kapınızı cenaze nakil firması çalar. Sevgilinizin cansız bedenini almaya gelmiştir. Kem gözlerden sakındığınız ciğer parenizi yattığı yerden alır tabutun içine koyar. Son bir sefer de olsa görmek için tabuta yaklaşırsınız ama, görevliler sizi tabuta yaklaştırmazlar. Sizinle sevgiliniz arasına engel koyarlar. Sevgililerinden ayıracakları başka cenazeler vardır onların, acele etmeleri gerekir. Gitmek zorundadırlar. Sesinizi çıkaramazsınız, çıkarsanız da işe yaramaz, anlamsız olur, hatta tabutun bir kenarından tutar ona destek bile olursunuz. Hem ağlarsınız hem de yürürsünüz. Sonra da cenaze arabasına ellerinizle koyduğunuz sevgilinizin arkasından sadece seyredersiniz, bir daha geriye gelmeyeceğini bile bile seyredersiniz. Giden sevgilinizdir, teslim ettiğiniz kişi ise yabancı birisidir, gittiği yer ise gelin odası/bekleme odası, morgdur.
O anı yaşamak ne kadar da acı verirmiş meğer, çekmeyen o acıyı bilemezmiş. Sonra da, çaresiz bir şekilde olduğunuz yere yığılıp kalırsınız, dostlarınız kolunuza girerler, sizi koltuğa taşırlar.
Herkes ağlıyordur, hıçkırıkların ardı arkası kesilmez. Daha sonra birileri bu gergin ortamı yumuşatmak için kendisinin de inanmadığı teselli edici sözler söyleyerek hüzünlü havayı dağıtmaya çalışır…
Sevgiliniz gelin odasındadır, orada sabahlamıştır. O asıl sevgilisine gelin gidecektir. Sabah olunca görevliler gelir ve onu güzelce temizlerler, güzel kokular sürerler sonra da gelinliğini giydirirler ona. Duvağını açmaya da sizi çağırırlar, sevgilinizi, asıl Sevgili’sine uğurlamak size düşer. Duvağını açarsınız ağlayarak, cansız bir beden ve tebessüm eden bir yüzle karşılaşırsınız, bembeyaz gelinliğin içinde misk gibi kokan canınız, cananınız size yüz vermez artık. O Sevgili’siyle buluşmak için sabırsızlanıyordur. Alnına bir öpücük kondurarak terk edersiniz gelin odasını (Morg).
Düğüne gelen sevenleri, dostları merasim alanında toplanmıştır. Tören, imamın “nasıl bilirdiniz?” sorusuyla başlar. Arkasından nikah duası olarak Fatihalar okunur. “Hakkımızı helal ediyoruz” nidaları arşa ulaşır. Gök kubbeye hoş bir seda bırakılır. “İyi biliriz, hakkımız helal olsun”
Nikah merasiminden sonra, sevgilinizin vasiyetini yerine getirmek için düşersiniz yollara. Elele tutuşarak birlikte geldiğiniz bu yabancı ellerde, bu sefer yollarınız ayrılmıştır. Sevgiliniz bagajda siz uçağın içinde yol alırsınız. Uçak doludur ama siz yalnızsınızdır. Daha da acısını sevgilinizi bir eşya gibi, bir bavul gibi kargodan alınca yaşarsınız. Aman Allah’ım bu ne yaman bir imtihandır böyle…
Sonrasında halkın gözleri önünde kendi ellerinizle sevgilinizi toprağın altına koyarsınız ve üzerine ilk toprağı da siz atarsınız. Kendi ellerinizle yaparsınız bunu. Böylece düğün merasimi sona ermiştir. Dualar okunur ve düğüne katılan dostlar meydandan ayrılır. Son görev hoca efendinindir. Sevgilinizi Sevgili'sine hoca efendi teslim eder.
Buraya kadar dostlarınızla birliktesinizdir, onlar sizi yalnız bırakmamışlardır. Sonrasında yavaş yavaş yalnızlaşırsınız. Çocuklarınız da sizleri terk eder, herkes bir yerlere dağılır ve işte asıl yalnızlık o zaman başlar. İçiniz acır, sanki yanar gibidir içiniz. Sevgiliniz gözünüzün önünden hiç gitmez ki. Nereye dönerseniz o oradadır. Siz mi onu takip ediyorsunuz o mu sizi belli değildir. Beyninizin içinde hep onun sesi vardır. Ağzınızın tadı kaçmıştır. Mesela; o mutfakta iken yardım etmek için gitmişsinizdir yanına, yardım edeyim derken ortalığı dağıtmışsınızdır, o da elinize vurarak “hadi sen git başımdan ben kendi işimi kendim yaparım” diyerek sizi mutfaktan atmıştır…Başka hatıralarınız da vardır, onlar da sırasıyla bir bir gelir gözünüzün önüne, bazen güldüğünüz bile olur… Neydi o günler bile dersiniz…Sevgilinize haksızlık yaptığınıza inandığınız konular da gelir aklınıza işte o zaman yıkılırsınız, keşke yapmasaydım dersiniz, yüzün buruşur, kalbiniz acır, yüreğiniz titrer, pişman olursunuz ama o son pişmanlıktır fayda vermez…
Dünyada sizin olanları ne kadar çok severseniz sevin, o sevdiğiniz bir gün geliyor sizi terk ediyor veya siz onu terk ediyorsunuz, çünkü ne siz onunsunuz ne de o sizin…Biz hepimiz O Bir olanın eseriyiz, yol da O’nunmuş varlık da O’nunmuş /gerisi hep angaryaymış. Ayrılıklar da hayatın bir gerçeğiymiş, ölümler de hayatın bir gerçeğiymiş…, ne kadar acı çekerseniz çekin giden geriye gelmezmiş. Ve ölenle ölünmüyor ki;…
“Her nefis ölümü tadıcıdır”. Bu buyruk virdimiz olsun… Ölümü unutmayalım, ölüm bize gelmeyecekmiş gibi yaşamayalım, dünyevileşmeyelim, uzun ömürlü olmayalım, infak sahibi olalım, kendimiz için istediğimizi başkası içinde isteyelim, birbirimizi kırmayalım, bir gün ansızın kapımız çalınabilir, hazırlıklı olalım…Gelen misafire kapıyı gülümseyerek kendimiz açalım…, “
”Hoş geldin safalar getirdin…”

22 Temmuz 2019 Pazartesi

BEN ONA GİTME DEDİM, DİNLEMEDİ, GİTTİ…

Ben ona gitme dedim, beni bekle dedim, dinlemedi, gitti. Beni Sevgilim bekliyor onu daha fazla bekletmek olmaz dedi, yüzüme baka baka Sevgilime gidiyorum dedi, dinlemedi, gitti. Hani bu yola birlikte çıkmıştık, parkuru birlikte tamamlayacaktık, acelen nedir dedim, sıkıldım, bıktım bu vefasız insanların yaşadığı çivisi çıkmış dünyadan dedi, dinlemedi, gitti. 46 yıl önce bu yola çıkarken aynı yastıkta birlikte yaşlanacağız diye sözleşmiştik dedim, dinlemedi, gitti. Ben de bıktım bu rezil dünyanın yalakalıklarından, insanların vefasızlıklarından, ne olur biraz bekle birlikte gidelim dedim üsteledim, dinlemedi, gitti. Gün ortasında gözümün önünde Sevgilisiyle el ele tutuştular ve çekip gittiler, dinlemedi beni, gitti.
Ben şimdi yalnız kaldım o kapkaranlık dünyanın tam ortasında, hem de yapayalnız. Bir ümit belki gitmemiştir diye sağıma soluma baktım, önüme arkama baktım, belki gitmemiştir, belki şu köşeye saklanmıştır diye o köşeden bu köşeye koşturdum, elimi alnıma koydum, gözümün üstüne siper ederek baktım taaa uzaklara, göremedim, gitmiş, gerçekten gitmiş. Gitme dedim, dinlemedi beni, gitti. Güle güle sevgilim, bana üç emanet bıraktın onlara elimden geldiğince sahip çıkacağım, senin kadar yapamasam da gayret edeceğim. Hani hep derdin ve hayıflanırdın, onların mürüvvetini göremeden gideceğim diye, bakarsın belki ben görürüm ve seni haberdar ederim…Sen rahatına bak…
O 1956 yılında Denizli’nin Kale ilçesinin Muslugüme köyünde doğmuş. İlk okulu, kız meslek lisesini Denizli’de bitirmiş. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Gürcan Mah. Kuran Kursu'ndan (Denizli) mezun olmuş.
Onunla Denizli’nin Dokuzkavaklar mahallesinde yollarımız kesişti ve o andan itibaren beraber yol almaya başladık, sonra sevgili olduk. Takvim 1973 yılını gösterdiğinde de 46 yıl sürecek o yolculuğa çıktık. Kederde ve neşede beraber olacaktık, ayrılmayacaktık birbirimizden bir ömür boyu, sözleşmiştik.
Yol boyunca bazen durakladığımız oldu, nefeslendik, bu duraklamalar sırasında dünya tatlısı iki çocuğumuz dünyaya geldi. Kaderin bazen bizi savurduğu zamanlar da oldu elbet. Biz bu durumdan etkilenmemek için çok direndik, rüzgarla, boranla, fırtınayla savaştık, ama baş edemedik. Ayrı düştük birbirimizden. Kendime gelip gözümü açtığımda bir baktım ki; Berlin’deyim. Savurmuş tufan beni taaa Berlin’e kadar, bilmediğim görmediğim bir yer. Ayrılığa katlanamadık, bir zaman sonra o da Berlin’e geldi. Adem ile Havva’nın buluşması gibi. Anca beraber kanca beraber dedik ve başladık kaldığımız yerden Sevgilimize doğru yürümeye... Berlin yolculuğu sırasında bir de kızımız dünyaya geldi. Aman ne güzel. Yola devam.
Derken o Berlin Vakıf Camii’nde Kur’an Kursu hocalığına başladı. Milli Görüş Teşkilatlarına bağlı bir cami. Fizik mekân namüsait olmamasına rağmen oraya devam etti, tam 20 yıl. Mahalleli onu çok sevdi. Kadınlara ve çocuklara Kur’an öğretiyordu, dinlerini öğretiyordu. Öğrenci çoğalınca yanına bir de yardımcı buldu. Maaş almıyordu teşkilattan, öğrencilerden aldıkları aidatları bölüşüyorlardı yardımcısıyla birlikte, kaç paraysa, ben ayda 200 Marktan fazla para almadığına şahidim. 80 Markını da yol parası yapıyordu. Her gün, Wedding’ten Kreutzberg’e. Yaz demeden kış demeden her gün.
O çok gayretli ve üretken birisiydi, yoktan bir şeyler üretir ve onunla mutlu olurdu. Kendisiyle barışık birisiydi.
Bir zaman sonra Milli Görüş Teşkilatlarında görev değişikliği yapıldı. Yeni gelen bölge başkanı 20 senelik emeği hiçe sayarak birden onun görevine son verdi. Ne teşekkür ne taltif. Ona bu durum çok dokunmuştu. Vakıf Camii bahis konusu olduğunda ağladığına çok şahit olmuşluğum vardır. Uzunca bir aradan sonra, İslâmî İlimler Okulunda hocalık yapmaya başladı. Bu görev ona okul müdürü tarafından verilmişti. Çok sevindi hem de çok. Aradan bir sene geçti ve aynı bölge başkanı oradaki görevine de son verdi. Çok acı çekti. Benim güzel sevgilim, canımın içi; sana o zulmü yapanların başı umarım göğe değmiştir.
Bir zaman sonra Türk Eğitim Derneği’nde Kur’an Kursu öğretmenliğine başladı. Orada, aynı zamanda kızlar için yemek kursları düzenledi. Onlarla evliliğe hazırlık dersleri yaptı. Yeniden hayata tutunmaya çalıştı. İnsan onuruyla oynamak ne kadar da çirkin bir şeymiş meğer. Ben de aynı yolda onun yanı başında yürüdüğüm için çok iyi biliyorum o duyguları. Bir zaman sonra Türk Eğitim Derneği’nin kadın kollarını kurdu, başkanlığını yürüttü. Kadınlar için dikiş kursları ve el işi kursları düzenledi, salı günleri kadınlara yönelik kahvaltı sofraları hazırladı. Almanya içi ve Almanya dışında kadınlara yönelik kültür gezileri düzenledi. En son gesizini Paris’e düzenlemişti. O hayatını Allah yolunda hizmete adayan biriydi. O hep gülerdi, yüzünden tebessümü hiç eksik olmazdı. O benim yol arkadaşımdı. 46 yıl aynı yolu beraber yürüdüğüm arkadaşım…
46 yıl boyunca birbirimizi üzecek tek kelimemiz olmamıştır. Kızdığımız zamanlar olmuştur elbet, bu durumlarda ikimiz de birden susmayı tercih ederdik. Kızgınlık anında istem dışı bir kelime ağzımızdan çıkmasın isterdik. Saygılıydık birbirimize. Ben ona gitme dedim, ama o beni dinlemedi, gitti. Sevgilim beni bekliyor, onu bekletmek olmaz dedi, gitti. Ve O benim 46 yıldan beri birlikte yol aldığım eşim FATMANA KAM’dır. Güle güle sevgilim. Ben senin o yolculuğunda seni fazla bekletmeyeceğim, pek yakında Sevgilimiz beni de yanına alacaktır. Senin rahatsız olduğun bu fani dünyadaki çürümüşlük kokuşmuşluk, vefasızlık, Müslümanların dünyevileşmesi beni de rahatsız ediyor. Hele yanımda sen olmadan nasıl yaşarım ben bu zalim insanların yaşadığı çivisi çıkmış dünyada. Beni de bekle gitme dedim, gittin. Madem dinlemedin beni gittin, bekle beni canımın canı, en kısa zamanda geleceğim yanına…
Not: Sevgilim sana güzel haberlerim var; ne kadar da çok sevenin varmış. Ev doldu doldu taştı. Hepsinin sana selamı var. Ben inanıyorum ki sen şimdi Sevgilinle başbaşasın. O seni cennetin en güzel yerinde ağırlıyor olmalı…,

BABA ,“ANNEME BEYAZ KEFEN ÇOK GÜZEL YAKIŞTI”

Ey sevgilim, Meleğim benim. Dün senin Cennet giysini giydirdik, kızın Dilruba giydirdi. Dilruba dedi ki; “Baba anneme kefen çok güzel yakıştı, çok güzel yakıştı, hem de çok güzel. O bembeyaz kefeniyle el sallayarak adeta uçup gitti Cennet’e baba. Çok mutluydu baba...” diyor ve gözlerinden akan yaşlar tombul yanaklarından sicim gibi akıyordu. Ben kızımızı hiç böyle ağlarken görmemiştim. O mutluluk göz yaşlarıydı, inan. O senin gittiğin yeri görmüştü.
Güzel sevgilim; bütün Berlin senin uçuşunu seyretmeye geldi dün Şehitlik Camii’ne. Meğer sen ne kadar da çok sevilirmişsin. Herkesler oradaydı. Gök kubbe, hoca efendinin “nasıl bilirdiniz?” sorusuna verilen “iyi bilirdik sedasıyla çınladı.” Gök kubbeye hoş bir seda bıraktılar. Kimler yoktu ki orada, hepsini tek tek sayamam sana... Ama istersen öne çıkan bazı isimler yazabilirim. Hem biliyor musun, Berlin seni devlet töreniyle uğurladı ebedi istiratgâhına: Başkonsolosumuz Mustafa Çelik, Eğitim Müşavirimiz Cemal Yıldız, Adalet Müşavirimiz Ahmet Başaran, Emniyet Müşavirimiz İbrahim Cihangir oradaydılar, ön safta yer tuttular.
Bütün Berlin oradaydı dedim ya, inan ki abartmıyorum. Hani sen hep; “Bu insanlar neyi paylaşamıyorlar, niçin kavga ediyorlar, niçin bir araya gelemiyorlar” diye kahırlanıyordun ya; senin o rüyan dün gerçek oldu. Dün o eğilimlerin hepsi senin için gök kubbeyi “iyi bilirdik” diye çınlattılar. Alevi’siyle, Sünni’siyle, Şii’siyle, Solcusuyla- Sağcısıyla herkes oradaydı: İşadamları Derneği (NE-TU) Başkanı Veli Karakaya,
İşadamları Derneği (TDU) Başkan yardımcısı Veli Tüfekçi,
Caferi Dernekleri Dernek Başkanı Hasan Babur,
Türk Alman Merkezi (TDZ) Başkanı Adnan Gündoğdu ve Başkan Yardımcısı Mustafa Akçay, CHP Berlin Birliği Başkanı Kenan Kolat,
Milli Görüş Teşkilatları Başkanı Said Jurnal’a Vekaleten İdris Kahraman ve Kadın Kolları Başkanı bayan Kartal,
Ha-ber.com internet sitesinin sahibi Sefa Doğanay,
Berlin Magazin Dergisi’nin sahibi Tevfik Dağdeviren,
Medya Berlin’in sahibi Mustafa Ekşi, İnternet Gazetesi Berlinname’nin sahibi Hakan Kanpara,
Saz sanatçısı ve bestekar Ümit Akkaya hep oradaydılar.
Sevgilim beni o kadar sıkıştırma herkesi tek tek sayamam ki sana. Bak az kalsın unutuyordum. En önemlisi senin yetiştirdiğin öğrencilerinin, çoğu oradaydı. Bilhassa 20 sene emek verdiğin Vakıf Camii’nde yetiştirdiğin öğrencilerin oradaydı. Türk Eğitim Derneği’nde yetiştirdiğin öğrencilerin oradaydı. Hepsi oradaydı.
40 yaşlarında bir delikanlı yaklaştı bana “Başımız sağ olsun hocam” dedi, tanıyamadım dedim, tanıttı kendisini. “Ben Fatma Hocamın Vakıf Camii’nden öğrencisiyim dedi.” O anda koptum. İnan hüngür hüngür ağladım. Hemen arkasından Faruk Hoca’nın oğulları geldi yanıma, onlar da “Başımız sağ olsun” dediler ve eklediler; “ Biz Kur’an’ı, tecvit kurallarını ve mahreçleri, dinimizin kurallarını Fatma Hocam’dan öğrendik.” dediler ve gözleri dolu dolu oldu. Başkanlığını yaptığın Türk Eğitim Derneği’nin Kadın Kolları ve derneğimizin yönetim kurulu üyeleri de oradaydı. Cenazeye katılanlara hizmet ettiler, ikramlarda bulundular. Songül yine misafirlerin fotoğraflarını çekti, çok güzel çekmiş.
Neukölln Emniyet Müdürlüğü’nü temsilen katılan polisler oradaydı. “Biz Fatma Hanım’ın elinden aşure yemiştik, gözleme yemiştik; artık bundan sonra yiyemeyeceğiz” diye acılarını paylaştılar benimle.
Berlin eyalet Milletvekili Derya Çağlar, Neukölln Federal Milletvekili Fritz Felgentreu telefonla aradılar. Hürriyet Gazetesi Almanya eski temsilcisi Ahmet Külahçı da telefonla aradı. Bizim mahallenin Papazı Kalle Lenz’i unutuyordum az kalsın. Çok duygulandı ve senin için dua ettiğini söyledi.
Hani seninle birlikte Eğitim kampları düzenliyorduk ya; işte o kamplara çağırdığımız misafir hocalarımız, Şaban Ali Düzgün, İlhami Güler, Mehmet Azimli ve Ömer Özsoy, Vehbi Başer telefonla arayarak uğurladılar seni Uçmağa. Hepsi duygu yüklüydü. Dualar ettiler senin için. Telefonla arayanlar, What’s App’tan yazanlar, e-Mail yazanlar. İnan çok gururlandım. Ve de çok kıskandım kız seni. Kız, ne kadar da çok sevenin varmış senin öyle. Çocuklarımız senin misafirlerinin tek tek ellerini sıktılar, taziyeleri kabul ettiler...
Ey sevgilim, güzeller güzeli sevgilim; haydi uğurlar ola…Eğer kabul edersen seninle beraber olmak isterim orada da. Yine senin o sıcacık kucağında mışıl mışıl uyumak isterim. Sen de benim saçlarımı okşarsın. Kız ben sensiz ne yapacağım şimdi...