1 Aralık 2025 Pazartesi

İTTİHAT VE TERAKKİ

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN SON DÖNEMLERİNE DAMGASINI VURAN ÜÇ PAŞA ve İTTİHAT VE TERAKKİ Rüştü KAM 2025 Türk Eğitim Derneği’nde “İttihat ve Terakki” Konferansı Düzenlendi Türk Eğitim Derneği, konferanslar serisine bir yenisini daha ekledi. Prof. Dr. Necmettin Alkan tarafından sunulan ve dört saat süren konferansın konusu; Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa özelinde İttihat ve Terakki hareketi oldu. Türk Eğitim Derneği’nin salonunda yoğun bir katılımla gerçekleştirilen konferansta Prof. Dr. Alkan, İttihat ve Terakki’nin ortaya çıkış sürecini ve Osmanlı’nın son dönem siyasal gelişmelerini ele aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun sistematik bir çöküş sürecine girdiğini belirten Alkan, III. Selim’in Nizam-ı Cedid ordusunu kurarak bu gidişatı durdurmaya çalıştığını, ancak bu girişimin hayatına mal olduğunu vurguladı. Onun ardından II. Mahmud’un Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adlı yeni orduyu kurduğunu belirten Alkan, Yeniçerilerin bu reform karşısında ayaklandıklarını ve devletin iç dengelerinin ciddi şekilde sarsıldığını ifade etti. Konuşmasında 31 Mart Vakası’na, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerindeki siyasi istikrarsızlıklara da değinen Alkan, Abdülaziz’in tahttan indirildiğini, yerine V. Murad’ın geçirildiğini ancak sağlık sorunları nedeniyle kısa sürede onun da tahttan indirildiğini hatırlattı. Ardından II. Abdülhamid’in, Meşrutiyet’i ilan edeceği sözü alınarak tahta çıkarıldığını ve 33 yıl süren bir iktidar döneminin başladığını aktardı. Alkan, bu dönemde temelleri önceden atılan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin güç kazandığını, öğrenci isyanlarının başladığını ve Balkanlardaki ayrılıkçı hareketlerin hızlandığını belirtti. II. Abdülhamid’in isyancılara sert cezalar vermek yerine sürgünle yetindiğini, bu yaklaşımın bazı çevrelerde zaaf olarak değerlendirildiğini dile getirdi. Selanik’te güç kazanan İttihatçılar’ın Fransa’da da etkili olmaya başladığını anlatan Alkan, Prens Sabahattin’in İngiliz desteğiyle güçlenme fikrinin, cemiyet içinde ayrışmalara yol açtığını kaydetti. Başlangıçta Mustafa Kemal’in de İttihat ve Terakki’ye sempati duyduğunu, ancak sonrasında yollarını ayırdığını ifade etti. Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ile birlikte giren İttihatçılar’ın savaş sonunda istediklerini elde edemeyince yurt dışına kaçtığını belirten Alkan, Talat Paşa’nın Almanya’da, Cemal Paşa’nın Tiflis’te, Enver Paşa’nın Berlin’de Ermeniler tarafından öldürüldüğünü Enver Paşanın da Türkistan’da öldürüldüğünü hatırlattı. Prof. Dr. Alkan, İttihatçıların Osmanlı’nın yıkılmaması için çaba sarf ettiklerini, hatta Almanya’da bulundukları dönemde dahi imparatorluğun yeniden nasıl ayağa kaldırılabileceği konusunda çalışmalar yaptıklarını vurguladı. II. Abdülhamid’in yaşının ilerlemiş olması nedeniyle devlet işlerinde sağlıklı karar veremediğini de ifade eden Alkan, “O gün yapılması gereken ne ise, onlar onu yaptılar. Hainlik suçlamaları bu isimler için doğru değildir,” dedi.

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (X)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (X) "Kibirli olmayın, kibir zaaftır, hem de en büyük zaaftır. Kendinizi bilin; kendini bilmeyen, Rabb’ini bilemez." Rüştü Kam – Türkistan, 2025 Türkistan’a Gidiyoruz Otelden erken ayrıldık. Bugün Kazakistan’a geçeceğiz. Hüseyin daha en başta uyarmıştı: “Bu sınırda biraz oyalanırız. En az bir saat sürer, yola ne kadar erken çıkarsak o kadar karlı çıkarız.” Nitekim Hüseyin'in dediklerini aratmayan bir gümrükle karşılaştık. Pasaportlarımızı ilk görevliye teslim ettik. İşlemler yapıldı derken, on metre sonra ikinci bir kontrol… Onu da geçtik; bu kez üçüncü bir kontrol daha karşımıza çıktı. Yani toplamda 30 metre içinde üç ayrı kontrol noktası… Nezaket derseniz, maalesef yok. Özbekistan’daki güler yüz burada yerini asık suratlara, kaba hitaplara bırakmıştı. Gümrükteki dağınıklık ve belirsizlik, personelin hâlini özetliyordu zaten. Yine de sabırla karşıladık. “Biz Türk’üz,” dedik içimizden. Ama gördük ki sadece Türklük yetmiyor Kazakistan’da. Yanına “İslam”ı koymadan kimliğin tamamlanmadığını orada daha iyi anladık. Söylene söylene ellerimizde çantalarımızla o sıcakta koyulduk Türkistan yoluna. İlk Durağımız: Otrar Timur’un Çin seferi sırasında vefat ettiği yermiş burası. Gerçekten hastalıktan mı öldü, yoksa bir suikasta mı kurban gitti, hâlâ bilinmiyor. Kesin olan tek şey var: Timur burada ölmüş. Naaşı Semerkand’a taşınmış ve oraya defnedilmiş. O kadar zafer, o kadar ihtişamlı sefer… Ve sonunda yatakta, sessiz bir ölüm. Bu ölüm Timur’a yakışmadı. Hem de hiç yakışmadı. Ama olacak olan olmuştu. Ve biliyoruz ki: Olan, olacak olandır. Otrar, o dönemde büyük bir yerleşim yeriymiş. Nüfusu yaklaşık 200 bin civarındaymış. İpek Yolu’nun kalbinde yer alan bu şehir, hem ekonomik hem de kültürel açıdan oldukça canlıymış, cıvıl cıvıl bir şehirmiş... Şehirden geriye kalan kalıntılar arasında dolaşırken, o ihtişamlı çağ gözümüzde canlanıverdi. Özellikle yerden ısıtmalı ve kanalizasyon sistemine sahip saray odaları, dönemin ne denli gelişmiş bir medeniyet kurduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Otrar’ın giriş kapısında biraz soluklandık. Rehberimiz Hüseyin, burada Türkistan’daki yeni rehberimizle buluşacağımızı söyledi: Cengiz. Türkiye’de eğitim görmüş, nazik bir delikanlı. Türkçesi akıcı, bilgisi sağlam. Etrafında toplandık, hoş-beşten sonra başladı Türkistan’ı anlatmaya: “Değerli misafirlerimiz, Türkistan’a hoş geldiniz. Burası, Türk-İslâm tarihinin kalbidir: Otrar. Şu an önünde durduğunuz bu şehir, Orta Asya’nın kalbi sayılan bir ticaret ve kültür merkezidir. Eski adıyla: Fârab. El-Fârabi’nin şehri. İslâm öncesi dönemde dahi önemli bir yerleşim yeriymiş burası. Milattan sonra 8. yüzyıldan itibaren hızla gelişmiş. İpek Yolu üzerinde yer alması sayesinde hem Doğu hem Batı tüccarlarının uğrak noktası hâline gelmiş. Şehrin ortasında yönetim binaları, camiler, hanlar ve kervansaraylar yer alırmış. Kenar semtlerde ise halk yaşarmış. Şehir içinde su kanalları ve gelişmiş sulama sistemleri varmış, tarımı destekleyen bir altyapı oluşturulmuş burada. Otrar’da hem yerleşik halkın hem de göçebe toplulukların katıldığı büyük pazarlar kurulurmuş. Şehir önce Samanîler'in, ardından Karahanlılar’ın egemenliğine girmiş; 13. yüzyılda ise Harzemşahlar tarafından yönetilmiş. Yerel yöneticilere genellikle melik ya da subaşı denirmiş. 1219 yılında, Cengiz Han’a bağlı bir kervan Otrar’da öldürülünce bu olay, Moğol istilası için bir bahane olmuş ve Moğollar taş üzerinde taş bırakmamışlar şehirde.” Timur’un Otrar’a Gelişi ve Vefatı “Emir Timur’un, 1405 yılı başlarında başladığı Çin seferi sırasında, ordusuyla birlikte Otrar’a kadar geldiği ve burada kısa süreliğine konakladığı bilinmektedir. Otrar, hem konumu hem de yerleşim olanakları açısından büyük orduların geçişi için uygun bir menzildi. O sırada kış mevsimi ağır geçmekteydi. Timur yaklaşık 68 yaşındaydı ve bu zorlu seferin başlangıcında hastalanmıştı. Ordunun konaklamaya uygun bir yere ihtiyacı vardı; Otrar bu yüzden seçildi. Ancak hava şartları, yorgunluk ve muhtemelen zatürre ya da bir enfeksiyon nedeniyle Timur 18 Şubat 1405’te burada vefat etti. Timur’un burada ölmesi bir dönüm noktasıdır. Çünkü Çin seferi yarım kaldı. Ardından gelen siyasal boşluk, Timur’un kurduğu düzenin parçalanmasına yol açtı.” Otrar’ın Bilimsel Mirası “El-Fârâbî, İslâm felsefesinin büyük ismi, bu şehirde doğmuştur. Bu sebeple Otrar, Filozoflar şehri olarak da anılır. Medreseleriyle, zengin kütüphaneleriyle meşhur bir şehirdi Otrar. İslâm felsefesi ve bilim tarihine yaptığı katkılar bakımından şehir, Bağdat ve Buhara kadar saygın bir konuma sahipti. Bu topraklar, büyük bilginler yetiştirmiştir. Bunlardan en meşhuru, hiç şüphesiz Ebû Nasr el-Fârâbî’dir. Bizim için sadece bir filozof değil, Otrar’ın adını bütün dünyaya duyuran bir akıl ışığıdır o. Tam adı, Ebû Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tarkân el-Fârâbî. 870 yılı civarında, Otrar’da doğdu. “Fârâbî” nisbesi, Otrar’ın eski adı olan Fârab’tan gelir. Türk asıllı olduğu kabul edilir, genç yaşta Bağdat’a gitmiş, burada mantık, felsefe, tıp, müzik ve matematik alanlarında eğitim görmüştür. Batı dünyası onu ‘Alpharabius’ adıyla tanır. İslâm dünyası ise ona ‘Muallim-i Sânî’, yani İkinci Öğretmen der. Birinci Öğretmen Aristoteles’tir. El-Fârâbî, Aristoteles’in eserlerini yorumlamış, İslâm dünyasında mantık ve felsefenin kurucularından biri olmuştur. Mantık, siyaset, metafizik ve ahlak üzerine eserler vermiştir. Felsefeyi dinle uzlaştırma çabası onu Meşşâî (Aristotelesçi) okul içinde özel bir yere taşımıştır. El-Medînetü’l-Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı eseriyle hem ideal toplum hem de ahlak felsefesi üzerine düşünceler geliştirmiştir. İbn Sînâ başta olmak üzere sonraki tüm İslâm filozofları üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Eserlerini Arapça ve Farsça yazmıştır.” Müzik ve Bilim Alanındaki Çalışmaları “Fârâbî yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir müzik kuramcısıdır. 'Kitâbü’l-Mûsikî el-Kebîr' adlı eseri, Orta Çağ müzik teorisinin temel kaynaklarından biridir. Matematik, astronomi, fizik gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Bilgi kuramı (epistemoloji) üzerine yazdığı metinler hem Batı'da hem Doğu'da uzun süre okutulmuştur. 950 yılı civarında Şam’da vefat etmiştir. Sade bir hayat sürmüş, hiçbir zaman zenginlik veya makam peşinde koşmamıştır. Halkın arasında yaşardı. Öğrencileriyle bahçelerde buluşup tartışmalar yapardı.” Fârâbî’nin Erdemli Şehri “Değerli misafirlerimiz, Otrar’ın bağrından çıkan büyük filozof El-Fârâbî yalnızca bilimle değil, toplum düzeniyle de ilgilenmiştir. En meşhur eserlerinden biri olan el-Medînetü’l-Fâzıla, yani ‘Erdemli Şehir’, aslında onun ideal bir toplum için kurduğu hayaldir.” Fârâbî’ye göre erdemli şehir, insanların yalnızca maddî refahı için değil, manevî olgunluğu ve ahlakî kemâli için kurulur. Bu şehirde yöneticiler hem bilgili hem erdemli olmalıdır. Halk bilgi, adalet, yardımlaşma ve hikmet ekseninde yaşamalıdır. Bu toplumda her birey kendi yeteneğine göre topluma katkıda bulunur; toplumda kimse fazlalık değildir. Fârâbî’ye göre toplumlar üçe ayrılır: -Erdemli Şehir (el-Medînetü’l-Fâzıla): Hikmet ve adaletle yönetilen toplumların şehri. -Cahil Şehir (el-Medînetü’l-Câhile): Sadece maddî hazlara yönelmiş, maneviyattan uzak toplumların şehri. -Sapkın Şehir (el-Medînetü’d-Dâlle): Bilerek kötülüğü seçen ve hakikatten uzaklaşan toplumların şehri. Fârâbî’ye göre bir şehir, insanı yüceltiyorsa gerçek şehir olmuştur; yoksa taş yığınıdır. Ona göre en üstün toplum, bireyin ahlâkını yükselten, insana ‘niçin var olduğunu’ hatırlatan yapıdır.” Fârâbî’nin erdemli şehir ideali, Otrar’ın sokaklarında yeniden yankılandı bizim için. Her köşesinde yıkıntı olsa da bu topraklar zamanında hem aklın hem ahlakın yeşerdiği bir yermiş, şehirmiş. Erdemli bir şehir. Erdemli şehir, sadece büyük binalarla kurulmaz; büyük fikirlerle yaşar. Otrar yıkılmış ama Fârâbî’nin erdemli şehir hayali hâlâ dimdik ayakta. El-Fârâbî, doğduğu bu topraklardan çıkıp Bağdat’a, Şam’a, Halep’e kadar gitmiş; fikirleri yüzyıllar boyunca Batı’da bile yankı bulmuş. Bugün Otrar toprakları sessiz; ama Fârâbî’nin fikirleri hâlâ konuşuyor. “Erdemli şehir” hayalini kurarken belki de gözünün önünde Otrar’ın sokakları vardı. Ama bugün tüm dünya şehirleri o Erdemli Şehir idealini, idealize etmek için bekliyor… Sessiz Bir Enkazın Fısıltısı Otrar’da rüzgâr bile başka esiyor. Ne tam sessiz ne de bütünüyle terk edilmiş. Tozların içinden yükselen harabe duvarlar, zamanla yarışan birer hatıra gibi. Timur’un son nefesini burada vermesi şehre hüzünlü bir anlam yüklemiş. Otrar’ın kaderi de tıpkı büyük komutanların kaderi gibi; ihtişamla başlamış, enkazla devam etmiş. Ama her yıkımda bir hikmet saklıdır. Belki de Otrar, ölümüyle Timur’un ihtişamını ebedîleştirmiştir. Fârabi’nin erdemli şehir için yazdığı ve bestelediği eserinin eşliğinde Otrar’dan ayrıldık. Ey Türkistan toprakları ne değerler varmış senin o kara bağrında yatan...! Türkistan; Fârabi’nin ve Ahmet Yesevî’nin memleketi. Meğer ilim ve irfanın toprağıymış. Türkistan, ilmin, hikmetin ve manevi terbiyenin merkeziymiş meğer. Ahmet Yesevî de burada doğmuş, burada yaşamış ve Orta Asya’nın en büyük tasavvuf okullarından birini kurmuş. Derlermiş ki, ‘Türkistan Yesevî’nin tahtıdır.’ Türkistan’ın vahşi bozkırlarında bu güzel insanların yapıp ettiklerinin hayaliyle yol alırken, rehberimiz Cengiz, Aslan Baba türbesine geldiğimizi söyledi. İndik otobüsten. Sonra Hâce Ahmet Yesevî’nin dergâhını, medresesini ve türbesini ziyaret edecekmişiz. Aslan Baba Menkıbesi “Ahmet Yesevî’yi, Ahmet Yesevî yapan kişi Aslan Baba’dır,” dedi rehberimiz Cengiz. Ve devam etti. “Onun ilk hocası, ilk eğiticisidir Aslan Baba. Hakkında bilinenler menkıbevî kaynaklara dayansa da tasavvuf tarihinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğu herkesin malumudur. Hikâye şöyledir: Rivayete göre Peygamber Efendimiz, kendisine emanet edilen bir hurmayı sahibine ulaştırması için Aslan Baba’ya vermiş. Aslan Baba da bu hurmayı 400 yıl ağzında taşıyarak Türkistan’a kadar getirmiş. Ve bir gün, sokak başında bir çocukla karşılaşmış: — Sen Aslan Baba olmalısın. — Evet, ben Aslan Baba’yım. — Sen de Ahmed’sin. — Evet, ben de Ahmed’im. Kucaklaşmışlar. Rivayet bu ya, gözyaşları sel olup akmış Türkistan sokaklarına. İlahi bir emanet teslim edilmiş, bir gönül köprüsü kurulmuş çünkü. Geleceğin Yesevî’si, ilk adımını işte böyle atmış gönül yoluna.” Yola Devam: Ahmet Yesevî’ye Doğru Aslan Baba’nın türbesi, tüm sadeliğiyle orada duruyordu. Gösterişsiz ama vakur. İçeride bir hafız Yasin süresini okuyordu. Ortam söze gerek bırakmayacak kadar temiz ve sakindi. Kimse taşkınlık etmiyor, türbeye el sürmüyordu. Dua ediliyor ama onlardan medet umulmuyordu. Bu vakur hâl, türbe adabının nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Hürmetle ayrıldık huzurdan. Ahmet Yesevî bizi bekliyordu. Ama bazen planlar bize ait olmuyor. Keriman Hanım’ın burnu kanadı. O sıcakta durmadan hareket halindeydi, her bir eseri kadrajına almak için bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Belli ki objektife takılmayan bir eser kalmasın istiyordu. Haklıydı. Bir daha ya gelinir ya gelinmez bu topraklara. Hemen rehberimiz ilk yardımı aradı ve 15 dakika içinde sağlık ekibi geldi ve hemen müdahale etti. Korkulacak bir şey yoktu. Yolumuza devam edebilirdik…Geçmiş olsun Keriman Hanım…Herkesin duası onunlaydı. Gün boyu hava çok sıcaktı. Bazı arkadaşlarımız Özbek takkesiyle, bazıları siperlikli şapkayla kendilerini koruma altına almaya çalıştılar. Akşamın ilk saatlerinde, Türkistan şehir merkezine vardık. Otele uğramadan doğru restorana geçtik. Yemeği kaçırmamamız gerekiyordu. Kazakistan mutfağında başka lezzetlerle tanıştık. Yemekte kımızın tadına bile baktık. Baktık derken öyle bir yudum falan değil, yarım su bardağı kadar içtik yani. Yesevi’yi ziyaret etmek için sabaha kadar bekleyemezdik. Geziyi planlarken ilk güzergahımızda yoktu Türkistan. Hikmet Yılmaz ve birkaç arkadaş teklif etmişlerdi “Türkistan’ı da programa alalım” diye. Aldık. İsabetli bir teklif olmuş. Özbekistan’a kadar gelip de Türkistan’a uğramamak zaten Ahmet Yesevi’ye saygısızlık olurmuş, onu daha iyi anladık buraya gelince. Yemeğin ardından rehberimiz bizleri Ahmet Yeseviy’e yolcu etti. “Otelin arkasından, şu sokaktan girin, sağa dönün; türbeyi hemen görürsünüz.” Yorgun bedenlerle yürüdük Ahmet Yesevi’ye doğru, maalesef kapılar kapalıydı. O gece giremedik türbeye. Ama, burada olduğumuzu ve selamımızı dışarıdan ilettik kendisine. O da bizi bekliyormuş aslında. Biz gecikince, istirahate çekilmiş... Sabah Ziyareti: Yerin Dört Metre Altında Bir İnziva Ertesi sabah saat yedide türbenin kapısındaydık. Bu sefer tüm kapılar arkasına kadar açıktı. “Hoş geldiniz” sözleriyle sıcak bir karşılama oldu. Yeni rehberimiz Cengiz, Türkistan doğumluymuş. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Anlatımı kuvvetli, kavramlara hâkim. O anlatmaya başlayınca bize susmak düştü ve sustuk: Hâce Ahmed Yesevî “Türkistan, Türk dünyasının kalbidir. Şu an durduğumuz yer, Hazreti Türkistan diye de anılan, Hâce Ahmed Yesevî’nin kutlu makamıdır… Bu türbe sadece tuğladan yapılmış bir yapı değil, asırlardır süren bir manevi nefesin, bir hikmet ocağının merkezidir. Hâce Ahmed Yesevî, 11. yüzyılın ikinci yarısında Sayram’da doğmuş, küçük yaşta hem annesini hem babasını kaybetmiştir. Sonra yolu Buhara’ya düşmüş ve orada büyük mürşid Yusuf el-Hemedânî’ye bağlanmış. Onun halifesi olmuş. 63 yaşına geldiğinde de, 'Ben Peygamber Efendimiz’den daha fazla güneş altında yaşayamam, gezip dolaşamam' deyip yer altına inmiş ve orada 10 sene daha yaşamışt. Bu, “ölmeden önce ölmek” anlayışının canlı bir örneğidir. Rivayete göre Divan-ı Hikmet’ini de orada yazmıştır. Şimdi başınızı biraz yukarıya kaldırın. Bu kubbenin yüksekliği 39 metredir. Orta Asya’daki en büyük tuğla ile yapılan kubbelerden biridir bu. 1389 yılında Emir Timur rüyasında Ahmed Yesevî ile karşılaşmış. Kendisini zafer ile müjdelemiş. Timur da şükran ifadesi olarak bu türbenin inşasına başlamıştır. Ancak Timur’un 1405’teki ölümüyle yapımı yarım kalmıştır. Hiçbir çivi kullanılmadan yapılan bu abidevi yapı; 39 metre yüksekliğinde, iki katlı, 35 odalıdır ve Orta Asya’nın en büyük tuğladan yapılan kubbesine sahiptir. İçeri girdiğinizde ilk dikkatinizi çekecek olan, Taykazan’dır. Taykazan; tam 2 ton ağırlığında, 2 metre 45 santim çapında devasa bir kazandır. 3 ton su alır. Eskiden Cuma namazı sonrası içi suyla doldurulup ziyaretçilere ikram edilirmiş. Stalin zamanında Leningrad’a götürülmüş, 1989’da da Kazak makamlarının girişimiyle tekrar buraya getirilmiştir. Bu gördüğünüz külliyede sadece türbe yoktur. Hemen dış kısımda bir tekke var. A. Yesevî orada talebelerine ders verirmiş. İbadet yerleri, tören mekânları ve bir de çilehane var. Yani bir gönül terbiyesi okulu gibi düşünebilirsiniz bu külliyeyi. Kubbenin altında, tam mezarın üstüne gelen o küçük kubbeciğe kufi hatla bir yazı yazılmış: el-Mülkü lillâh – yani mülk Allah’ındır. İşte bu söz, hem binaya hem de onun ruhuna mührünü vurmuştur. Türkiye, bu türbeyi sadece uzaktan izlemekle yetinmemiş. 1993 yılında Kazakistan’la yapılan bir anlaşmayla restorasyonunu üstlenmiştir. TİKA eliyle 2000’li yıllarda bugünkü görünümüne kavuşmuş ve 2003’te de UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır. Gönül ehli bir pîrin yattığı bu yerde adım attığınız her taşın, her tuğlanın altında asırlık bir nefes vardır. Sizler de o nefesi ciğerlerinize doldurun ve içinizle hissedin…” Biz de öyle yaptık. Orada hemen bir zikir halkası oluşturduk. Topluca tekbir ve salavat getirdik. Özlem hanım da kendisine özel bir dua ile bu güzelliğe güzellik kattı. Biraz heyecanlıydı. Bu kubbenin altında kim heyecanlanmaz ki;… Yesevî Öğretisi ve Hikmetler “Ahmet Yesevî Hazretleri’nin hikmet adını verdiği şiirleri, halk diliyle yazılmıştır. Anlaşılır, sade ve kalpten gelen bir anlatımla insanlara İslâm’ı sevdirmiştir. Yesevî, sadece zahir ilimlerle yetinmezdi. Batınî ilimlerle birlikte nefis terbiyesini de merkeze alırdı. Tarikat ve dergâh yapısıyla, dinin hayata dokunan yanını güçlendirmiştir. Onun etkisiyle Ahilik, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi yapılar ortaya çıkmıştır. İslâm’ı korku dini değil, sevgi dini olarak anlamış ve öyle anlatmıştır.” Yesevî’den Hikmetli Sözler “Kibirli olmayın; kibir en büyük zaaftır. Kendinizi bilin; kendini bilmeyen Rabb’ini bilemez. İnsanlara hizmet edin ama karşılık beklemeyin. Gösterişten uzak durun; sade yaşamak en doğal zenginliktir. Dilinize sahip çıkın; çünkü gelecek, sözün izinden yürür. Bilgi, uygulanmadıkça anlam taşımaz. Allah aşkı olmadan hakikat yolu yürünmez. Akıl ve kalp birlikte yürümelidir.” Taşkent Çarşısı ve Ramazan Amca’nın Hikâyesi Türkistan’dan ayrılıyoruz. Tekrar Taşkent’e dönmemiz gerekiyor; çünkü Berlin’e oradan uçacağız. Aslında Türkistan’da biraz daha kalabilirdik. Kalırdık da… Fakat Hüseyin Bey, hanımlara bir söz vermişti: “Taşkent çarşısı büyük bir çarşıdır. Ne ararsanız orada bulursunuz. Zaten uçuşumuz da oradan, o yüzden başka yerlerden hediyelikler alıp yük taşımaya gerek yok. Hem gittiğimiz şehirlerde çarşı pazarda vakit kaybetmemiş oluruz,” demişti. Hanımlar bu sözleri unutmamışlar. “Yine de Türkistan’dan ve başka yerlerden alacaklarımızı almış, heybemizi doldurmuştuk. Sadece çarşıda, sokak aralarında biraz daha dolaşmanın zararı olmazdı. Belki bizim de yolumuzun üstüne bir Aslan Baba çıkardı, kim bilir…” Taşkent’e kadar uzanan yolda otobüste konuşulanlar hep aynı minval üzereydi. 12 günlük turun özeti, yaşananlar ve Ahmet Yesevî. Bizim gezilerde bir geleneğimiz vardır: Her bir arkadaşımız mikrofona davet edilir ve geziden ne aldıysa, içinde ne kaldıysa anlatır. Böylece başka gözlerle yapılan değerlendirmeler, kolektif bir hafıza oluştururdu. Bu gezimizde böyle bir uygulama yapmadık. Hepsini Taşkent’teki otelde topluca yapacağız. Kazakistan gümrüğünde yine o bildik sıkıntıları yaşadık. Ama bu defa, Ahmed Yesevî terbiyesi almış insanlar olarak hoşgörüyle karşıladık her şeyi. “Eyvallah,” dedik. Sabır gösterdik. Taşkent’e vaktinde ulaştık. Alışveriş için yeterince zamanımız vardı. Yıldız Hanım bize çarşıyı tanıttı, kısa bir bilgilendirme yaptı ve sonra gruptan ayrıldı: ”Taşkent Çarşısı, ya da yerel adıyla Chorsu Pazarı, Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te bulunan, hem tarihî hem de kültürel anlamda büyük öneme sahip bir pazardır. Şehrin eski kesiminde, tarih boyunca İpek Yolu üzerinde bir ticaret merkezi olarak şekillenen bu çarşı, yüzyıllardır kesintisiz bir biçimde bölge halkına ve gelen gezginlere hizmet vermektedir. Taşkent’in kalbi olarak nitelenebilecek bu canlı alan, sadece bir alışveriş noktası değil; aynı zamanda yerel yaşamın, geleneklerin ve toplumsal etkileşimin bir sahnesidir. Chorsu Pazarı, Özbekistan’ın en eski ve en büyük pazarlarından biri olarak kabul edilir. Taşkent’in simgelerinden biri hâline gelen mavi kubbesiyle dikkat çeken çarşı, mimarî açıdan da etkileyicidir. Sovyet döneminde yeniden inşa edilen bu kubbe, geleneksel İslam mimarisiyle modern mühendisliğin bir araya geldiği nadir örneklerden biridir. Kubbenin altında kurulu geniş pazar alanında, Özbekistan'a özgü her türlü ürünü bulmak mümkündür: taze sebze ve meyvelerden, envai çeşit baharata; kuru meyvelerden, geleneksel Özbek tatlılarına; el yapımı takılardan, ahşap oymalara ve seramik eşyalara kadar çok geniş bir yelpaze sunar. Satıcılar genellikle geleneksel kıyafetler içindedir ve pazarlık kültürü hâlâ canlı bir biçimde sürmektedir. Bu durum, ziyaretçilere yalnızca bir alışveriş deneyimi değil, aynı zamanda yerel yaşamın içine doğrudan bir temas fırsatı da sunar. Chorsu Pazarı’nın en dikkat çeken yönlerinden biri de, el sanatlarına ayrılan bölümleridir. Özellikle çanak çömlek ustaları, ahşap oymacılar, demirciler ve dokumacılar burada ürünlerini sergiler. Geleneksel Özbek halıları, işlemeli yün kıyafetler, nakışlı başlıklar ve el yapımı bıçaklar gibi özgün hediyelik eşyalar pazarda sıkça karşılaşılan ürünler arasındadır. Bu yönüyle çarşı, yerli sanatın sürdürüldüğü ve gelecek kuşaklara aktarıldığı bir merkez işlevi de görmektedir. Taşkent'te Chorsu dışında bir diğer önemli pazar da Alay Pazarı’dır. Bu pazar daha çok kuru meyve, mevsimlik sebze ve taze ürünlere odaklanır. Chorsu kadar turistik olmasa da, yerel halkın günlük ihtiyaçlarını karşıladığı için kent kültürünün anlaşılması açısından değerli bir örnektir. Özetle Chorsu Pazarı, Taşkent’in sadece tarihî bir çarşısı değil; Özbek kültürünün, geleneksel sanatların, sosyal etkileşimin ve ticaretin iç içe geçtiği, yaşayan bir mirasıdır. Gerek atmosferi, gerek çeşitliliğiyle ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunar. Bu nedenle Özbekistan'a gelen her gezginin uğramadan geçmemesi gereken bir duraktır.” Saat 20.00’de otelde buluşup yemeğe geçecektik. Otel, çarşıya 15 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Herkes kendi arkadaş grubuyla daldı çarşının içine. Gerçekten de devasa bir yer. İnsan hariç her şeyin satıldığı bir pazar… Git git bitmiyor. Alacaklarımızı aldık. Yolda Taşkent fırınına rastladık. O sıcak tandır ekmeklerinin kokusu büyüledi hepimizi. Yemeğe az kalmıştı ama düşünemedik. Sıcak sıcak aldık, çarşıda dolaşırken o ekmekleri elimizle kopararak yedik bitirdik. Nostalji. İnsanlar bize bakıyordu. Belki de "bunlar kıtlıktan çıktı" diye düşünenler olmuştur, kimbilir… Zeynep Bozkurt, Sebahattin ve Selda Bozkurt, İsmail Kıratlı, Ramazan Yokuş ve birkaç kişi daha birlikteydik. Bizler de bir grup olduk. Hatta dondurma bile yedik, külahlarda. Uzunca bir zaman geçti. Alacaklarımızın çoğunu da aldık. Ramazan Kızılyokuş, çarşıdan alacaklarını almış. Zeynep Hanım’a dönüp, “Ben gidiyorum, sizin ne zaman geleceğiniz belli değil,” demiş ve çekip gitmiş. Zeynep Hanım “Gitme” demiş ama dinletememiş. Biz o sırada bir dükkândaydık, içeride alışveriş yapıyorduk. İşimiz bitince belirlenen buluşma noktasına geldik. Ama Ramazan Amca yoktu. İçimize bir sıkıntı çöktü. O koca çarşıyı yeniden taramak için hepimiz farklı yönlere dağıldık. Yok, bulamadık. Telefon kartı da almadığı için iletişim de kuramıyorduk. Hüseyin’i aradık, otelde de yokmuş. Biz taksiye binip otele geçtik. Otobüs, hareket için hazır bekliyordu. Olanları anlattık. Hüseyin, birkaç arkadaşıyla aramaya çıktılar. Sabah uçağımız var. Saat 03.00’te havaalanına hareket etmemiz gerekiyor. Restorana geldik, Hüseyin ve ekip hâlâ yok. Yıldız Hanım polisi aradı…"Daha erken, üzerinden biraz zaman geçmesi gerekir" demişler. Derken bir telefon: Hüseyin arıyor. Ramazan Amca otele dönmüş! Başta Özlem Hanım olmak üzere bir grup hanım, restoran kapısında alkışla karşılamak için organize olmuşlar. Bize de söylediler. Ama ben karşı çıktım. “Hayır,” dedim. “Bizim onu alkışlamamız gerekmez. Önce gelip Zeynep Hanım’dan, sonra hepimizden özür dilemeli, helallik istemeli.” Dedim demesine de… Dinleyen kim? Alkışladılar. Ramazan Amca içeri girdi, yerine oturdu. Yanına yaklaştım. Ramazan amca bizi korkuttun, geçmiş olsun ama Zeynep Hanım’dan özür dile, kadın çok üzüldü, neredeyse ağlayacaktı, sonra da hepimizden, dedim. “Neden özür dileyecekmişim? O beni kaybetti, ben özür dilemeyon” demesin mi! Dondum kaldım. Yapacak bir şey yoktu. Olan olmuştu. O yine bizim Ramazan amcamızdı… Yemekler lezzetliydi. Taşkent’teki son akşam yemeğimiz. Restoran’ın düzenlemesi de fevkaladeydi. Zaten Özbekistan’daki yemek yediğimiz restoranların iç tasarımı ayrı bir lezzet katıyordu yemeklere… Yemekten sonra eşler çalan müziğe bahçede eşlik ettiler. Eşi olmayanlar da eşleşerek danslarını ettiler. Son gecemiz biraz tatsız başladı ama güzel bir müzik eşliğinde son buldu. Doğru otele, önce kısa bir değerlendirme yapmak için otelin salonuna geçtik. Orada leh ve aleyhte son değerlendirmeler yapıldı, Hüseyin ve Yıldız’la helalleştik. Vedalaşırken ağlayanlar bile oldu. Aslında hepimiz için ayrılık zor oldu. Kolay değil 12 gün her dakika berabersiniz ve 13. Gün ayrılıyorsunuz, belki bir daha yolunuz kesişmeyecek o insanlarla. Rehberlerimiz de güzeldi tur sorumlumuz Hüseyin de. Onlar sayesinde Özbekistan ve Türkistan’ı tanıdık, tanıttılar bize; taşını da tanıttılar toprağını da yiyeceklerini - içeceklerini de köklerimizi de tanıttılar. O güzel insanları, tanımasak da etmesek de aynı yollarda yürüdüğümüz o insanlar dünya medeniyetine katkıda bulunan insanlardı, belki, dünya onlar var diye dönüyordur bugün. İslâm ile Türk kafası bir araya gelince, birleşince nelerin başarıldığını görmek o insanların bastığı topraklara basmak, onların teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek az bir şey midir? Bugün başımıza gelenlerin İslâm’dan uzaklaştığımız için başımıza geldiğini anlamak az bir şey midir? Başta Türk Eğitim Derneği’nin vefakâr- cefâkar yöneticilerine üyelerine ve desteklerini esirgemeyen tüm dostlara, sonra da Hüseyin ve Yıldız Hanım kardeşlerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz. İyi ki varsınız. VEDA: Yola Devam On iki gün yaşadık; sanki her biri başlı başına bir mevsimdi. Özbekistan’ın taş sokaklarında, Semerkand’ın mavi kubbelerinde, Buhara’nın ilim kokan sokkalarında, Şehr-i Sebz’in rüzgârında yürüdük. Türkistan’da bir hikmete durduk. Her adımda bir zaman dilimi açıldı önümüzde. Her durakta hem geçmişe hem kendimize baktık. Gün doğumlarıyla yola çıktık, akşam ezanıyla menzile vardık. Kimi zaman güldük, kimi zaman ağladık. Yol arkadaşlığı, aynı otobüsü paylaşmaktan çok, aynı duyguların gölgesinde yürümekmiş; bunu öğrendik. Tanıdıkça tanıdığımızı sandıklarımızı, kendi içimize, biraz daha yaklaştık. Gümrük kapılarında sabrı, türbelerde vakarı öğrendik. Yıkık surlardan geçmişin direncini, mabet duvarlarından sessizliğin öğüdünü dinledik. Emir Timur’un gölgesinde gücün sorumluluğunu, Yesevî Hazretleri’nin türbesinde gönlün hafifliğini duyumsadık. Hiçbir anımız boşa geçmedi. Her durakta bir iz kaldı içimizde. Bu yolculukta heybemizi maneviyatla doldurduk, ilimle doldurduk; geçmişten bugüne ulaşan kültürün üzerimizde bıraktığı derin duygularla doldurduk. Bavulumuza yalnızca eşyalar değil; yeni bakışlar, taze kelimeler ve içimize düşen sorular da sığdı. On iki gün sonra Berlin’e, on iki gün önce Berlin’den ayrılan bizler olarak dönmedik. İçimizde bir şeyler kaldı, bir şeyler değişti. Anladık ki: Yola çıkmak, dünyayı görmekten çok, kalbi hatırlamakmış. Yollar biter, ama hatıralar bitmezmiş. Adımlar durur, ama hikmet yürümeye devam edermiş. Yolun başında belki sadece uzakları görmekti niyetimiz. Ama her durakta bir kelimeye, her adımda bir insana, her kıvrımda bir zamana rastladık. Coğrafya, haritaların çizdiği bir şekil değilmiş meğer; bazen kalbimize işlenen bir yankıymış. Otuz dört kişi çıktık Berlin’den bu yola; dönerken yanımızda bir milleti, bir tarihi ve kendimize ait bambaşka bir sesi taşıyorduk. ...o ses, tarihin tozlu sayfalarından değil, yüreğimizin en derininden gelen bir uyarıydı: “Sen Müslüman Türk’sün; unutursan yok olursun, hatırlarsan yeniden doğarsın.” BİTTİ

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (IX) - Geriye dönüşümüzde bazı arkadaşlar, “Niye geldik bu şehre, öyle çok da etkileyici bir yer değilmiş,” diyerek memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Oysa mesele sadece görüneni görmek değil, görülemeyeni hissedebilmektir- Rüştü Kam Semerkand – II Sabah erkenden yola çıkmıştık. Akşam trenle Taşkent’e döneceğiz. Dönüş yolunda iki önemli durak daha var: İmam Madrid’inin türbesi ve geleneksel kâğıt imalathanesi. İmam Buhari’nin türbesi ise restorasyon nedeniyle ziyarete kapalıymış. Program böyle. Programı yapan Hüseyin. Yolların müsait olmadığı için, otobüsle devam edemiyormuşuz bunun için altı tane minibüs kiralanmış. Yola çıkmadan önce Hüseyin’le küçük bir plan yaptık: Hedefimizi dağları aşarak ulaşacağımız içim, dağın ulaşabildiğimiz en yüksek yerine vardığımızda manzaraya karşı bir keyif çayı içecektik. Şoförler arasında uzlaşma sağlanamayınca bu keyfi yaşayamadık maalesef. Ancak, dönüşte Hüseyin’den tandır kebabı sözü aldık. Böylece geliş yolundaki o eksikliği telafi edecektik. Aynı şekilde başka bir aksaklığın yaşanmaması için Hüseyin’in olduğu araç önden gidecek, diğer araçlar onu takip edecekti. Nitekim bu karar isabetli oldu. Semerkand’ın gölgesinden uzaklaşıp Özbek bozkırlarına açılıyorduk. Siyah taşlar arasında kıvrıla kıvrıla ilerleyen daracık yollarda, bazen dağa tırmanıyor, bazen sert inişler yapıyorduk. Asfalt vardı ama alışık olduğumuz türden değildi. Araç zıpladıkça başımız tavana değecek gibi oluyordu. Şehr-i Sebz’e gidiyoruz. Timur’un şehrine. O’nun mezarını görmeye. Önceden hazırlattığı ama sonradan oraya defnedilmediği o boş mezarı ve diğer kalıntıları göreceğiz. Boş mezar deyip geçmeyelim, önemli olan o mezara Timur’un konulmamış olması değil, dünya çapında bir Emir’in/Hükümdarın daha dünyada iken kendi mezarını bizzat kendisinin hazırlatmasıydı. Ölümü unutmamasıydı. ‘Beni buraya gömün’ demesiydi. İşte biz o ruh halini yakalamaya çalışacağız. Tabii ki, becerebilirsek … Şehr-i Sebz: Emir Timur’un Doğduğu Topraklar Yola çıkarken, içimizden; “Belki Timur bizi şehrin kapısında karşılar,” diye geçirmiştik. Ama olmadı. Şehrin dışında araçlardan indik, yürüyerek vardık giriş kapısına. Rehber Yıldız, kapının önünde Timur’un çocukluğu ve gençliği hakkında kısa bilgiler verdi. “Timur, 1336 yılında Özbekistan'da Keş (Şehr-i Sebz) yakınlarındaki Hoca Ilgar köyünde doğmuştur. Barlas boyuna mensup bir ailenin çocuğudur. Babası Emîr Turagay, annesi ise Tekina Hatun'dur.Timur’un çocukluğu ve gençliğiyle ilgili, bilgiler sınırlıdır. Cengiz Han soyundan Kazan Han'ın kızı Saray Mülk Hanım'ı nikâhına alarak damat anlamına gelen Küregen takma adını taşımaya hak kazanmıştır. Ancak Cengiz Han’ınsoyundan gelmediği için "Han unvanı yerine "Emir" unvanını kullanmıştır. Şehr-i Sebz, yeşil şehir demektir. Ancak bizim için yalnızca yeşilliğiyle değil, taşıdığı tarihî anlamla da özel bir yere sahiptir. Ne yazık ki; buradaki koskoca şehirden arkaya kalan bu gördüğünüz kapı ve içeride birkaç yıkılmış duvar kalıntıları kalmıştır.” Şehir sessizdi. Ama bu sessizlik, çok şey anlatıyordu. Daha ilk adımda şunu öğrendik: Meğer her büyük yürüyüş, yalın ayak bir adımla başlarmış. Grup kapıdan içeriye giriş yaptı ve biz Hüseyin’le birlikte sessizce yürümeye başladık ama bir anda sessizliğini bozdu Hüseyin: “Hocam, bu etrafta gördüğün taşlar ve sütunlar Ak Saray’dan kalanlardır. Timur’un buradaki yaptırdığı sarayın adıdır Aksaray. Ak Saray, Timur İmparatorluğu dönemine ait önemli bir yapıdır ve Timurlu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir. Timur, başkent olarak Semerkand’ı seçmiş olsa da o doğup büyüdüğü Şehr-i Sebz’i devamlı kalbinde taşımıştır. O vefalı bir Hükümdardır. Köylü çocuğu olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. O saraylarda büyüyen bir şımarık çocuk değildir. Bu sarayın duvarına şu cümleyi yazdırmıştır: ‘Eğer gücümden şüphe ediyorsan, şu yaptıklarıma bak, yeter.” Rehber Yıldız da hemen oradaki bir kalıntının yanında durdu, eğildi, biraz taşla konuşuyormuş gibi o vaziyette kaldı ve doğrulurken şunları söyledi: “Saraydan geriye balan bu taş, bana lisan-ı haliyle şöyle dedi: Ben şahidim ki; Timur, doğduğu bu köyden hiç utanmadı. Aksine, köylülüğüyle her zaman gurur duydu. Bugün bazıları kendi köklerinden utanır; halkından uzak durur. Ama Timur halkıyla birlikte yürüdü. Onlardan utanmadı. Onları küçük görmedi. Başkalarıyla iş tutarak onları itibarsızlaştırmadı. Çünkü o bilirdi ki, köksüz ağaç yeşermez. Geçmişini gizlemek şehirli olmak değil, bir zaaf belirtisidir.” Şehr-i Sebz’de yalnızca bir kişiyi değil, bir mirası ziyaret ediyorduk. Anlamlı bir ziyaret gerçekleştiriyorduk. Sadece bir mezarın değil, bir fikrin ve bir inancın izini sürüyorduk. Ve anladık ki: Kökünü unutmayan, toprağını, kültürünü sahiplenen her milletin kurduğu medeniyet bir gün gelir yeniden filizlenebilirmiş. Çünkü kök salmak, önce kendi köküne sahip çıkmakla başlarmış. Ziyaretin Sessiz Tanıkları Şehr-i Sebz’in sokaklarındayız, Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Meğer Emir Timur bizi orada meydanda bekliyormuş. Günahını almışız Emir’in. Selamlaştık, hatıra fotoğrafları çektirdik. Şehrini ziyaret etmemizden fevkalade memnun kaldı. “Vaktiniz olursa bir gün doğduğum köyde de sizleri ağırlamak isterim” dedi. Güneşin bağrında orada öylece duruyordu, yapayalnız. İçimiz cız etti. Yazık hem de ne yazık; yazı yok kışı yok devamlı orada öylece bekliyor. Ben bütün heykellere aynı şekilde acırım. Ziyaretçilerini karşılamak için çekiyor olmalılar bu eziyeti. Tam o sırada, Fergana Bölgesi’nden gelen bir Özbek grubuyla karşılaştık heykelin önünde. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince çok sevindiler. “İlk defa Türkiye’den gelen Türkleri görüyoruz,” dediler. Gözlerinde içten bir sevinç parlıyordu. Cep telefonlarıyla Fergana’daki akrabalarını aradılar ve bizimle tanıştırdılar: “Bakın, Türkiye’den gelen Türkler burada!” El salladık ekrandan onlara. Heyecanları görülmeye değerdi. Yürüyüşe devam ettik. Yolun sonunda sağda bir cami vardı. Merdivenle çıkılıyor oraya. Hemen avlusunda toplaşıverdik: “Değerli Anadolu Kervanı, sevgili misafirlerimiz… Şu an önümüzde duran yapı Kok Gumbaz Camii’dir. ‘Mavi Kubbe’ anlamına gelir. O kubbe sanki gökyüzünden yere inmiş gibi şehre bakar. Bu camiyi 1434 yılında Uluğ Bey, babası Şahruh adına inşa ettirmiştir. Şehr-i Sebz’in en büyük camiidir. Burası yalnızca ibadet edilen bir mekân değil, aynı zamanda bir medeniyetin gökyüzüne açılan kapısıdır. Kubbesinin çevresinde ‘Mülk yalnızca Allah’ındır’ ayeti yazılıdır. Yapı kare planlıdır. Dört köşesindeki spiral merdivenlerle kubbe altına çıkılır. İç süslemeleri zamanla yıpranmış olsa da hâlâ etkileyicidir. Mozaikler, çiniler ve hat yazıları bir dönemin estetik anlayışını ve bilgisini yansıtır. Bu cami, çok iyi bir niyetle inşa edilmiş bir sığınaktır. Dışarıdan bakınca bir cami görürsünüz; ama içine girince göğe açılan bir kubbenin altında durduğunuzu hissedersiniz. O kubbe baba gibidir. Yağan yağmurdan-kardan ve güneşten çocuklarını koruyan şemsiyedir. Uluğ Bey babası için yaptırmıştır bu camii. “Babacığım; sen bizi korudun biz de bizden sonra gelenleri koruyacağız anlamında.” Baba- oğul münasebeti. “Şu gördüğünüz yapı ise ilk bakışta türbe gibi görünse de aslında bir çeşmedir. Yanındaki kavak ağacı asırlıktır; belki de Timur’un çocukken gölgesinde oturduğu ağaçlardan biridir.” Kok Gumbaz Camii’nde, gökyüzüne açılan mavi kubbenin altında bir çağın bilgeliği yankılanıyormuş meğer. Sade mimarisiyle, gösterişten uzak bir yapıydı oysa. Bazı yapılar ibadet içindir; bazıları ise hem ibadet hem idrak içindir. Kok Gumbaz, ikincisinden olsa gerek. Cami ziyaretinden sonra biraz yürüyerek Timur’un o boş ve de boş olması ile anlam kazanan mezarına ulaştık. Yeni dikilmiş ağaçların arasından geçtik. Mezar yerin birkaç metre altındaydı. Dar bir merdivenden inerek loş, serin bir odaya vardık. Her şey sadeydi, gösterişten uzaktı; gösterişsiz ama saygı dolu bir atmosfer vardı. Bu mezar, Timur’un sağlığında kendi adına hazırlattığı mezarıydı. Ancak kader farklı tecelli etmiş; naaşı Semerkand’daki Gur-ı Emir’e defnedilmişti. Bu boş mezar, Timur’un toprağa bağlılığının ve ölüm karşısındaki tevazuunun sembolüydü. En azından biz öyle anladık. Dışarı çıktığımızda hemen yolun kenarında, isimleri dahi yazılı olmayan, birkaç mezar daha gördük. Rehberimiz, bunların Timur’un çocuklarına ve akrabalarına ait olduğunu söyledi. Bir zamanlar han soyunun devamı olan bu çocuklar, şimdi sessizliğin içinde birbirlerine komşuydular. Babalarının gölgesinde yatıyorlardı ama tarihin gölgesine bile düşememişlerdi. Bu sade manzara bize şunu hatırlattı: Ne kadar güçlü olursan ol, sonunda düşeceğin yer kara topraktır. “Emir Timur’un tarihî kaynaklarda adı geçen dört oğlu vardır: Cihangir, Ömer Şeyh, Mîrânşah ve Şahruh. Bu dört evlattan özellikle Şahruh, Timur’un ölümünden sonra devletin yönetimini üstlenmiş ve Herat merkezli kültürel ve ilmî bir hamle başlatmıştır. Ünlü gökbilimci Uluğ Bey de onun oğludur. Diğer oğulları ise genellikle askerî ya da idarî görevlerde bulunmuş, ancak siyasi olarak kalıcı bir iz bırakamamışlardır. Cihangir genç yaşta vefat etmiş, Timur’un onun ardından büyük bir acı yaşadığı rivayet edilir. Ömer Şeyh ise Fergana bölgesinde görev almış, 1394’te ölmüştür. Mîrânşah bir dönem Azerbaycan ve İran’da valilik yapmış, fakat ilerleyen yıllarda sağlığı bozulmuştur. Bugün Şehr-i Sebz’de, Timur’un ailesine ait birkaç mezar bulunmaktadır. Mezar taşları olmayan, yan yana sıralanmış bu kabirlerin Timur’un çocuklarına ait olduğu kabul edilmektedir. İsimleri belli değildir; ancak yerel kaynaklara göre bu mezarlarda Cihangir ile Ömer Şeyh’in defnedilmiş olma ihtimali yüksektir. Sessizlik içindeki bu mezarlık, bir zamanlar han soyunun devamı olan çocukların, tarihin gölgesine dahi düşemeden nasıl unutulabildiğini gösteren dokunaklı bir manzaradır.” Tarih bazen görkemli saraylarla, bazen de isimsiz mezar taşlarıyla konuşur. Şehr-i Sebz’de karşımıza çıkan bu sade kabirler, bize sessizliğin de bir anlatımı olduğunu hatırlattı. Timur’un oğullarıydı onlar; bir zamanlar ordular yöneten, şehirler kuran, saltanat hayalleri kuran kişiler… Şimdi ise ne bir isimleri var ne de bir mezar taşları. Belki de tarihin en ağır hükmü budur: Unutulmak. Ama biz o gün, o mezarların önünde bir dua ile yalnızca isimleri değil, hatırlanmayı da paylaştık. Çünkü bir insanı yaşatan bazen sadece adının anılmasıdır. Sessiz Mezarlardan Renkli Defterlere Geri dönüş yolunda birkaç çocuk dikkatimizi çekti. Çimenlerin üzerine yayılmışlar, ellerindeki kâğıt ve kalemlerle resim yapıyorlardı. Rehberimiz, bu çocukların ressam olmak istediklerini söyledi. Tarihî yapıları çiziyor, çevreyi gözlemliyorlardı. Ne hoş bir manzaraydı bu… Sanatla geçmiş arasında bağ kuruyorlardı. Bir milletin sesi bazen kalemle, bazen taşsız bir mezarla duyulur. Biz orada hem kaybolmuş olanı hem de yeniden filizlenen umudu gördük o çocuklarda. Soğuk Tandır Evet dönüş yolunda dağın zirvesine ulaştığımız yerde tandır yemek için yaklaştık mekâna. Aynı zamanda insani ihtiyaçlarımızı da giderecektik. Mekân mükemmel, manzara da şahane. Mekân sahiplerine önceden haber verildiği için servis hemen yapıldı. Görüntüsü güzel tandır kebabının, servis şekli de göze hitap ediyor. Hemen elimizi kolumuzu sıvadık ve yumulduk tandıra. Daha ilk lokmada geri çekildik. Bu ne yaaa…Soğuk kebap mı olurmuş. Buz dolabından çıkmış gibi. Kebap hayalimiz suya düştü. Soğuk duş. Bunlar soğuk, ısıtılması gerek bunların desek de sesimizi duyan olmadı. Aslında duydular duymasına da işlerine gelmedi desek daha doğru olur. “Fırını söndürmüşlermiş tekrar yakamazlarmış, biz geç gelmişiz falan filan...” Ben hayalimde Denizli tandırını canlandırmıştım: Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde; lavaşın üzerinde lokum gibi kuzu eti, yanında incecik doğranmış söğüş, halkası bol soğan, közde patlamış acı biber, köpüklü ayran… Parmaklarını yedirten cinsten. “Aman Allah’ım, yemede yanında yat!” diyeceğiniz cinsten...! “Türk geleneğinde kuru et vardır, sıcak tandır sonradan çıkan bir alışkanlıktır,” gibi açıklamalar eşliğinde birer ikişer lokma almaya çalıştık ama… Yağı donmuş eti yemek ne mümkün! Ağzımızda çiğniyoruz ama boğazımızdan geçmiyor. Neyse, “nimettir” deyip yemediğimiz kebabın parasını da ödeyip devam ettik yolumuza. “Olur mu böyle şey, para veriyoruz kardeşim!” diyenler oldu ama… Oluyormuş demek ki. Oldu işte… Şah-ı Zinde Boş bir mezardan, çinilerle süsülenmiş türbeler diyarına geldik. Şah-ı Zinde ’deyiz. Şehrin kalbinde. Göğe doğru sessizce yükselen bir başka hazine duruyor önümüzde. Merdiven basamaklarını birer birer çıkarak ulaştık Şah-ı Zinde ’ye. Zirveye çıkınca aldı sazı eline başladı çalmaya Yıldız: “Burası yalnızca bir mezarlık değil; taşın estetikle dans ettiği bir mabettir. Buradaki her türbe, öğeleri yerli yerinde olan bir mimari cümledir. Çiniler gökyüzünü yansıtır, kemerler sonsuzluğu çağırır. Zaman, burada akmaz; bir halı deseni gibi donmuştur. Şu çinilerdeki zarafete bakar mısınız? 700 yıl geçmiş aradan ama onlar hâlâ göz kamaştırıyor. Çünkü burada estetik, bir süs değil; bir saygı biçimidir. Ölümün karşısında hayatı savunan bir zarafet. İşte bu, Şah-ı Zinde’ dir. Ve bu miras bugün hâlâ Semerkand’ın sokaklarında yaşamaktadır. Evet burası Şah-ı Zinde. Yani, ‘Yaşayan Kral’. Buraya bu ismi veren inanç, Hazret-i Muhammed’in amcasının oğlu Kusem bin Abbas’a dayanır. Rivayetlere göre İslâm’ı Orta Asya’ya ulaştırmak için gelen bu sahabe, burada şehit edilmiştir. Fakat halk, onun bir mağaraya girip gözlerden kaybolduğuna ve hâlâ Semerkand’ı manevî olarak koruduğuna inanır. Efsane geriye dönecektir. İşte bu yüzden ‘diri’ ya da ‘yaşayan’ olarak anılır. İç içe geçmiş türbelerin, medrese kalıntılarının ve mezarların olduğu bu kompleks, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar farklı dönemlerde inşa edilmiştir. Timur döneminde, hanedan üyeleri ve komutanlar için burada birer birer türbeler yapılmıştı. Her biri ayrı bir sanat şaheseri olan bu yapılar, Türk-İslâm mimarisinin çiniyle şiirleştiği nadir mekânlardandı. Yıldız, gözlerimizi türbelerin üzerindeki yazılara yöneltti ve şöyle dedi: “Bakın şu kufi hatlarla yazılmış olanlar erken döneme aittir. Şu mavi kubbenin altındaki türbe ise Timur’un kız kardeşi Şirin Beg Ağa’ya aittir. Her detayda hem güç hem de zarafet var. Ama en önemlisi, bu binaların ölümle hayat arasındaki o ince çizgide bizlere bir şeyler söylüyor olmasıdır.” Ben o sırada kalabalıktan biraz uzaklaşıp merdivenlerin kenarındaki gölgede soluklanmak ve biraz da tefekküre dalmak istedim. Çünkü, taşların diliyle konuşan bir mekândı burası. Her türbe, her motif sanki şöyle diyordu lisan-ı halleriyle: “Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.” Arkadaşlar da sessizleşti. O bildik fısıltılar bile kesilmişti. Herkes ya çinilere yakından bakıyor ya da türbelerin gölgesinde bir gün sıranın kendisine geleceğini düşünüyordu. Evet; Şah-ı Zinde ölülerin değil, yaşayanların aynasıydı. Esra kızımız arkadan çok ciddi bir soru sordu: “Burası cennetin neresine düşer acaba?” İçimizden birkaç kişi güldü ama belli ki o da herkes gibi etkilenmişti buradan. Çünkü burada insan sadece bir mezarlığı değil, bir medeniyeti; sadece geçmişi değil, kendi sonunu da düşünüyordu. Çünkü Şah-ı Zinde, taşla yapılmış bir dua gibiydi. Renkleriyle gözümüzü, sessizliğiyle kalbimizi, anlatısıyla zihnimizi uyarıyordu. Tarih burada sadece geçmişi anlatmıyordu bize, bugünü ve yarını nasıl yaşayacağımızı da hatırlatıyordu. Ölümü hatırlatıyordu…“Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.” İmam Mâtürîdî: Mezhep İmamımız Bugün adı sıkça anılsa da düşüncesinin özü unutulmuştur. Oysa İmam Mâtürîdî, İslâm düşüncesinde aklı merkeze alan, sorgulayan ve bilinçli bir inancı savunan öncü bir isimdir. Körü körüne itaat yerine, aklî muhakemeye dayalı bir iman anlayışı geliştirmiştir. Kur’an’ın sadece okunmakla kalmayıp anlaşılması gerektiğini hatırlatmıştır. Mâtürîdî’den uzaklaşıldıkça din dogmalaşmış, inanç istismara açık hale gelmiş, cemaat yapıları ise zamanla çıkar odaklarına dönüşmüştür. Bugün “Ben itikatta Matürîdî’yim” diyenler, acaba gerçekten onu ne kadar tanıyorlar? Bu sorunun cevabı, samimiyetle aranmalıdır. İmam Matürîdî’nin türbesi Semerkand’ın en sakin köşesinde yer alıyor. Daracık sokaklardan geçerek ağır ağır varılan bir gecekondu mahallesinde, koca imamın türbesi. Türbenin önüne ulaştığımızda, turkuaz renkli çinilerle süslenmiş sade ama zarif bir yapı karşımıza çıktı. İşte orada, türbenin merdivenlerinde bizi bekliyordu İmam Matürîdî. Tüylerim diken diken oldu. Karşımda duran İmam Matürîdî idi. Mezhep imamımız. Ben onu gıyaben tanıdım şimdi ise karşımda duruyor. Selam verdik, hafifçe eğilerek saygımızı da ifade ettik. “Biz, senin kurduğun mezhebin mensuplarıyız; Anadolu’dan geliyoruz,” dedik, edebe riayet ederek dedik bunu. Gülümsedi ve “Bilmez miyim,” dercesine sımsıkı sarıldı bizlere tek tek. Kayıtları kontrol etse ismimize rastlayamazdı belki ama yine de kucakladı bizi. Bir sıcaklık sardı içimizi. Büyüklük budur işte: Affedici olmak, yüz karasını yüze vurmamak, tanımasa da kucaklamak. Mâtürîdî mezhebinden olduğumuzu söylesek de hayatın bazı alanlarında Eş ‘ari görüşlere kaydığımızın farkındaydı sanki. Endişemizi gidermek ve bizleri rahatlatmak için; “çocuklar sizler rahat olun; İslâm da sizlere anlatılan gibi bir mezhebe bağlanma zorunluluğu yoktur. İslâm ölülerin egemenliğini yasaklar. Sizler yaşadığınız bölgelerde kendi problemlerinizi kendiniz çözün, çözün ki; İslâm sizin yaşadığınız çağa da, bölgeye de nazil olsun.” Birbirimize bakıştık; bu sözler bizlere yabancı değil, bu sözlerin hakikat olduğunu öğrenmek için Özbekistan’a kadar gelmemiz mi gerekiyordu?” der gibi ve huzurdan ayrılarak türbenin içine girdik. Rehberimiz Yıldız, böyle bir atmosferde İmam Matürîdi’nin hayatını özetlemeye başladı: “Tam adı Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Mâtürîdî es-Semerkandî’dir. 863 yılında Semerkand’ın Mâtürîd köyünde doğmuştur. Hanefî mezhebinin önemli âlimlerinden İmam Cürcânî’nin öğrencisidir. Ebû Hanîfe’nin fikirlerini derinlemesine incelemiş, onları sistemleştirerek geliştirmiştir. Ehl-i Sünnet kelamının iki ana kolundan biri olan Matüridîlik mezhebinin kurucusu olarak kabul edilir. 944 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. İşte burada medfundur. İmam Matüridî’nin fikirleri, Ehl-i Sünnet inancının anlaşılması ve yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Orta Asya, Hindistan ve Anadolu coğrafyasında etkili olmuştur. Aklı ve vahyi birlikte değerlendiren yaklaşımı, İslâm düşüncesine özgün bir derinlik kazandırmıştır. Bizlere kadar ulaşan başlıca eserleri arasında, kelam ilminin temel meselelerini ele alan Kitâbü’t-Tevhîd ve Kur’an’ı akıl ve nakille yorumladığı Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı tefsiri yer alır. Ayrıca fıkıh, usûl ve diğer İslâmî ilimlerde de geriye birçok değerli çalışma bırakmıştır.” Türbede bazılarımız ikişer rekât Tahiyyetü'l-mescid namazı kılarak vedalaştık o koca imamla… Semerkand Kâğıdı: Dut Ağacından Medeniyete Rehberimiz Yıldız, gözlerini bir ustanın narin ellerine odaklamış gibi, yavaş yavaş anlatıyordu, Semerkand kâğıdını: “Semerkant kâğıdı, 8. yüzyılda Çinli esirlerden öğrenilen bir teknikle, dut ağacının kabuğundan üretilmeye başlanmış. Bu gelenek, Özbekistan’ın Semerkand şehrinde doğmuş ve zamanla bir sanata dönüşmüş. Günümüzde hâlâ el işçiliğiyle, doğal malzemeler kullanılarak bu eşsiz kâğıt üretilmeye devam ediyor. Semerkand kâğıdının üretiminde yalnızca dut ağacının kabukları kullanılıyor. Kimyasal ağartıcıların yer almadığı bu yöntem sayesinde kâğıt doğal sarımsı rengini koruyor. El işçiliğine dayalı üretim şekli hem kâğıdın zarif dokusunu hem de dayanıklılığını belirliyor. Uygun koşullarda 300 yıla kadar saklanabilen bu kâğıt, özellikle hediyelik eşya yapımında ve eski el yazmalarının restorasyonunda kullanılıyor. Üretim süreci oldukça sabırlı ve özenli bir işçilik gerektiriyor. Önce dut ağacının kabukları toplanıp suya yatırılıyor. Ardından bu kabuklar dövülerek liflerine ayrılıyor. Elde edilen lifler, suyla karıştırılıp hamur hâline getiriliyor. Bu hamur, ahşap çerçeveli eleklerden süzülerek kâğıt tabakalarına dönüştürülüyor. Kurutulan tabakalar, son aşamada ametist taşıyla cilalanarak kullanıma hazır hale getiriliyor. Bu uygulama, Semerkand kâğıdının hem estetik hem de işlevsel kalitesini artıran geleneksel bir yöntemdir. Bu bir üretim değil, adeta sabırla yazılmış bir dua gibidir. Burada yapılan kâğıt, asırlardır hem kitapların hem de devlet belgelerinin taşıyıcısı oldu. Çin’den gelen teknik, burada öyle rafine hâle getirildi ki, artık bu kâğıt ‘Semerkand Kâğıdı’ adıyla anılır oldu.” Duvarlarda asılı duran eski haritalar, el yazmaları ve renkli desenler hemen dikkatimizi çekti. Kâğıt, bilgiyle birlikte yürüyen medeniyetin ayak izidir. O yalnızca üzerine yazı yazılan bir yüzey değil; bir kültürün, bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Ve o medeniyet, meğer Semerkand gibi şehirlerin sabrında mayalanırmış. Bugün akşam yemeği için restorana gitmeyeceğiz; çünkü yolculuk var, zaman yok. Trenle Taşkent’e geçeceğiz. Buyruk böyle. Orada iki küçük bakkal bulduk. Özbek ekmeği aldık, arkadan gelenlere dükkânda ekmek kalmadı. Paylaştık. Yanına domates ve biber ekledik. Soğan yoktu, ama yine de çok lezzetliydi. Uzun zamandır bu kadar sade ve bu kadar güzel bir yemek yememiştim… Tren istasyonuna zamanında vardık. Hızlı tirenle Taşkent’e ulaştık. Sabah yeniden yola çıkacağız. Bu kez istikamet: Türkistan. Ey Özbekistan! Her şey iyi, her şey güzel de... Yıldızlara adam gibi bakan o adamı — Uluğ Bey’i — neden astınız? Aklı esas alan, ilmiyle insanlara yol açan o büyük âlimi neden susturdunuz? Artık biz, gökyüzüne bakmaktan çekinir olduk. Yıldızlara yönelmekten, aklımızı kullanmaktan, düşünmekten korkar hâle geldik. Elimizde, sadece Şah-ı Zinde’nin kubbelerinde yankılanan derin bir sessizlik kaldı. Turkuaz renkler bile artık hüzünle parlıyor. Bir estetik harikasının içinden geçiyoruz ama ne gariptir ki üzgünüz, ürkek ve ruhsuzuz. Ey Özbekistan! Sen bize yalnızca bir medeniyetin nasıl kurulduğunu göstermedin; O medeniyetin, ruhunu yitirmiş ellerde nasıl çürüyüp çöktüğünü de gösterdin… Dünyaya kendi aklıyla, kendi gözlüğüyle bakan inançlı insanları önemsizleştirenler, hor görenler, susturanlar… Uluğ Bey’in oğlunun torunları hâlâ aramızda dolaşıyor! Ama ya onların karşısına dikilecek olanlar? İbret alarak, gerçekten inandığı için bir şeyler yapması gerektiğini hissedenler... On lar ne zaman çıkacaklar ortaya? Aklını kiraya veren sahtekârların, hainlerin, yaltakçıların borusu daha ne kadar ötecek? Ey Özbekistan! Dünya çapında insanlar yetiştirmiş güzel ülke… Ey sevgili… Hoşça kal! Sevgiyle kal! Sağlıcakla kal! Devam edecek...

SEVGİLİYE MEKTUP 2025

SEVGİLİYE MEKTUP 2025 -Altıncı ölüm yıl dönümü münasebetiyle- Rüştü KAM 31 Mayıs 2025 Canım Sevgilim… Sana hâlâ mektuplar yazıyorum. İçimi döküyorum. Çünkü ben inanıyorum ki: Sen bir yerlerdesin, ve duyuyorsun beni. Hissediyorum. Güzelim ben seni hiç eksiltmedim. Bahçedesin… çaydasın… çocuklardasın… kitapların satır aralarındasın… Ellerimi açıp dua ettiğim her anımdasın… Velhasıl her yerdesin. Kalbime emanet ettiğin o büyük sevdayla beraberim…Ama çok özledim seni be güzelim. Gülüm, Bizlere veda edip gidişinin üzerinden ne kadar yıl geçti, bilmiyorum. Sen yoksun ve hayat devam ediyor. Zaman tutmayı bıraktım. Takvimlerin ne anlamı var ki, sen yokken? Yıllar geçip gidiyor işte… Ama bazı anlar var ki, unutulmuyor. Bazı günler, takvimden silinmiyor. Bak işte… Sen gideli tam altı yıl olmuş. 8 Temmuz 2019. O sabah benim için hayat ikiye ayrıldı: Seninle olan ve sensiz kalan… İnsan başta anlamıyor, zamanın, birini değil, kendini götürdüğünü... Sesin azalmaya başlıyor önce, sonra adımların unutuluyor evin içinde. Kahvaltı sessizleşiyor. Perdeler bile farklı dalgalanıyor. Ama yine de alışılmıyor be gülüm. Ne adını unutturuyor zaman, ne varlığını silebiliyor. Sen gittin ama bir yanım hâlâ senin yanında duruyor. Gün geliyor gülüşün, bey deyişin düşüyor aklıma, içim ısınıyor. Gün geliyor sessizce bir dua oluyorsun dudaklarımda, yüzüm düşüyor. Ama her hâlükârda, varsın be Gölüm. Bu hayattan çekilmiş olabilirsin ama benden çekilmedin. Sen benim tamamlayamadığım cümlemsin. Yarım kalan şiirimsin. Eksik ama güzel kalan her şeyde seni görüyorum. Unutulmadın. Unutulmayacaksın da. Güzelim ruhun şâd olsun. Dışarıdan bakıldığında her şey sorunsuz gibi görünüyor … İşler, sorumluluklar, dernekler, belgeler, oradan oraya koşturmalar… Ama içinde Sen olmayınca, hiçbir şey tam olmuyor. Bir yanım hep eksik. Hep suskun. Zaman buldukça, senin çok sevdiğin o bahçeye gidiyorum; Hani, birlikte çimenlerin üzerine oturup, çay içmeyi hayal ettiğimiz o bahçeye. Evet evet, lavanta kokulu o yeşil bahçemize… Orada sessizliğe gömülüyorum. Adımlarımı dikkatle atıyorum. Seni incitmekten korkuyorum. Sanki toprağın her karışında senin izlerin var. Rüzgâr bile senden bir parça taşıyor. Alıyorum rayihanı. Bugün de oraya gideceğim, bugün 8 Temmuz, Senin hatırana hayır dağıtacağım komşulara. Her sene yapıyorum bunu. Biliyorum ki; haberdarsındır. Onların duası ulaşıyordur sana. Ama, Zülfikâr’ımızı her zaman götüremiyorum bahçeye. “Orası bana iyi gelmiyor” diyor. Senden sonra iyice içine kapandı. Çok suskun… “Annemin hatıraları var orada, ağır geliyor bana…” diyor. Ben de sadece başımı sallayabiliyorum. Ne diyebilirim ki? Ne desem eksik kalıyor zaten… Sen bilirsin onu; her şeyi içine atar. Senin eksikliğinin ecel ile ilgili olduğunu…O, benden daha iyi biliyor bunu sen de biliyorsun. Ama ben ona eceli anlatacak kelime bulamıyorum. Yok ki bulayım… Güzelim, Hani yıllardır bir kenara iliştirdiğim o hatıralarım vardı ya… Sen bana hep “Bunları kitaplaştır” der dururdun. Ben de “Olur inşallah” der ve geçiştirirdim ya… Gözün aydın, o iş oldu. Toparladım o hatıraları. Kitap yaptım. Hem de 500 sayfa. Adını çocuklar koydu: “Bir Hezarfenin Sergüzeşti – Kolak Köyü’nden Berlin’e” Hoşuna gitti biliyorum… Gülüyorsun şu an. Hem de gözlerinin içiyle. Keşke sen de burada olsaydın be güzelim… Sana da bir kitap imzalasaydım. O sayfaya adını yazsaydım, göz göze… Dur, dur bitmedi, bir müjdem daha var; bir de o eski “Dini Bilgiler” kitabım vardı ya… Onu da güncelledim. 600 sayfa oldu. Yeni neslin anlayacağı, sade ve açık bir dille yazdım. Onun adını da çocuklar koydu: “Modern Dinî Kılavuz – Gelenek ve Modernite Arasında Kalmışlar İçin” İki kitabı da sana ve anne-babama ithaf ettim. Niğmet kızımızla birlikte tashih ettik. Onun da sana selamı var. Hakikatli kızdır Niğmet. Zaten son Paris gezisinde beraberdiniz onunla… Bak güzelim, sıkı dur şimdi. Çok önemli bir haberim daha var. Dur çekiştirip durma, söyleyeceğim işte. Azıcık sabret. Acelen ne? Çocuklarımızın, çocuklarımızın ikincisi de evlendirdim… Evet, inanmayacaksın ama Dilruba da evlendi. Doğru söylüyorum. Vallahi evlendi. Bembeyaz gelinliğiyle Melekler gibiydi. Bak şimdi, şimdi ağlamanın sırası mı? Yani güzelim… ağlayasın diye yazmadım ben bunları. Hayalin gerçek oldu diye yazıyorum. Sevinç gözyaşları onlar, biliyorum elbet. Şimdi de kiminle diye soracaksın, dur, sormadan hemen söyleyeyim; Eritreli bir delikanlıyla evlendi. Çok iyi anlaşıyorlar. Allah muhabbetlerini daim kılsın. Sen şimdi “Eritre nere, Berlin nere?” diyorsun. Kader ağını öyle kurmuş ne yapabiliriz ki güzelim… “Kaderin üzerinde kader var.” Bana da yalnızca hayırlı olsun demek düştü. Evet… Hayat, ailemizi garip bir şekilde genişletti. Biz Denizli’den Almanya’ya… Çocuklar da Mardin’den Eritre’ye uzandılar. Bakalım Zülfikar’ımız bizi daha nerelere götürecek. Bir de onu baş göz edebilseydim…Sen de hep onu düşünürdün, bilmez miyim. Dur bakalım, bir gün o da olur inşallah. Kader, yollarımızı ilmek ilmek dokuyor; farkında bile olmuyoruz. Ben bazen susuyorum, bazen sadece izliyorum. Elimden geleni yapıyorum: Dua ediyorum, çabalıyorum, sabrediyorum. Ama yoruldum be güzelim... Hem de çok yoruldum. Sensiz olmuyor işte. Senin yerin dolmuyor işte, bunu herkes bilir. Eksiklerim oldu elbet… ama sevgim hiç eksilmedi be Gülüm. Bir görseydin çocuklarımız ne kadar mutluydu. Birlikte yaşamın ilk adımını atıyorlardı. Gözlerinde huzur vardı, sevinç vardı. Gülüşleriyle dünyam aydınlandı. Ve ben onlara baktıkça seni gördüm… Sanki senin sıcaklığını taşıyorlardı, Sanki senin yarım kalan cümlelerini tamamlıyorlardı. Anne sevgisi başka bir şeymiş. Ben babalık ettim, ettim ama anne şefkatiyle saramadım ki onları. Yine de elimden gelenin en iyisini yaptım elbet. Bazen sakince bekledim, bazen içimden taşanlarla sustum. Ama hep dua ettim: Sana, çocuklara, bize... Dilruba’nın düğününü, senin çok sevdiğin, ama bir türlü doya doya oturup tadını çıkaramadığımız o bahçede yaptık. İnan, her şey tam senin hayal ettiğin gibiydi. Aile arasında, sade ve sıcak bir düğün oldu. Zaten Dilruba da öyle istedi. Hatta, kına bile yapmadı. “Annem olmayınca kına benim neyime,” dedi… Senin öğrencilerin de oradaydı. Onları öyle toplu halde görünce, aralarında seni görür gibi oldum. Oğlan evi de Frankfurt’ta düğün yaptı. Oraya da gittik. O da çok güzel geçti. Çifte düğün oldu. Kızımız mutluydu. Hem de çok. Ailesi de iyi bir aileye benziyor. Damadın da babası vefat etmiş… Allah rahmet eylesin. Nikâhı yine Ömer Hoca kıydı. Sağ olsun, kırmadı bizi. Ben konuşma yapacaktım. Ama… yapamadım. Sesim titredi. Kelimeler içime oturdu. Boğazım düğümlendi. O yüzden konuşma metnini Hureyre’ye verdim. Zaten yapamayacağımı bildiğim için önceden söylemiştim ona. O da çok güzel okudu. Maşallah. Duyguyu, olduğu gibi aktardı. Ben onu dinlerken sadece sana baktım… Elini tuttum. Dizimin üzerine koydum. Ve yine, “Keşke,” dedim. Sonsuz bir keşke daha… O konuşmayı ikimizin adına yazdım elbet. Bakalım sen beğenecek misin?.. Değerli dostlar, kıymetli misafirler, Hepiniz hoş geldiniz. Her birinize yürekten sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Bugün, hayatımın en özel ve en anlamlı günlerinden birini yaşıyorum. Ve sizler, bu ana şahitlik ediyorsunuz. Kalbimde hem tarifsiz bir sevinç var hem de derin bir hüzün. Çünkü insan, en mutlu anlarında bile, bazen içinde bir burkulma hisseder. Bugün, biricik kızımı… gözümün nurunu, yıllarca sevgiyle, el bebek gül bebek büyüttüğüm yavrumu, kendi elleriyle kuracağı, büyüteceği, yeşerteceği yuvasına uğurluyorum. Evlat sahibi olunca daha iyi anlıyor insan; zaman ne kadar da hızlı geçiyormuş… Daha dün, minicik ellerinden tutup okula götürüyorduk onu. Pencereden bakıp, sırtında o ağır çantasıyla nasıl paytak paytak yürüdüğünü izliyorduk. İşte o çocuk… bugün gelinliğiyle yepyeni bir hayata adım atıyor. O bizim kızımız Dilruba. Biz onunla birlikte uzun bir yol yürüdük. Bazen yan yana, bazen uzaktan… Ama hep kalbimizin tam ortasındaydı. Şimdi o yol başka bir yöne doğru kıvrılıyor. Bu bir ayrılık değil; hayat dediğimiz uzun hikâyede yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç. O iyi bir kızdır. Hem de çok iyi. Onu annesi yetiştirdi. Vefalıdır, merhametlidir, yüreği geniştir, bulunduğu meclise güneş gibi doğuverir. Bu güzel hasletlerinin çoğunu annesinden almıştır. O vefakâr kadından… O cefakâr anneden… Bugün aramızda yok o. Ama biliyorum ki, işte oralardan bir yerlerden bizi seyrediyordur. O kızını yalnız bırakmaz. Kızının gelinliğine, mutluluğuna, yüzündeki gülümsemeye tanıklık ediyordur. Rabbim Fatmana’mın o güzel insanın mekânını cennet eylesin. Hatırasını yüreğimizde daim kılsın. Güzel kızım, kıymetlim, Bil ki biz her zaman seninleydik… Bundan sonra da hep seninle olacağız. Sakın üzülme ve korkma, aradığın zaman o bıraktığın yerde seni bekliyor olacağız. Sevgili kızım, Gözümün nuru yavrum, Sana nasihatim var, az kulak veresin: Artık sen bir evin hanımı, başka bir ömrün yoldaşısın. Şunu hiç unutma: Yuva dört duvarla kurulmaz. Yuva; anlayışla kurulur… ama sevgiyle, sabırla ve emekle büyür. Ve ancak böyle ayakta kalır. Her evde zaman zaman rüzgârlar eser; bazen hafif bir esintiyle serinletir, bazen de sert bir uğultuyla savurur. Ama mühim olan, o rüzgârı fırtınaya çevirmemektir. Evlilik, inatla değil; sevgiyle, saygıyla yürür. Hayat, şikâyetle değil; şefkatle güzelleşir. Eşin artık senin kader arkadaşın… Ona karşı nazın da olsun, vefan da. Güzel kızım, Eşine karşı sesin değil, kalbin yükselsin. Eşinin annesi senin de annen olsun, babası senin de baban… Onları dışlama ki, sen de dışlanmayasın. Adaletli ol. Haksızlık etme. Ama haksızlık karşısında da susma. Sevgili İbrahim, Bugünden itibaren sen de artık benim bir evlâdımsın. Üçüncü oğlumsun. Sana yalnızca bir kız evlât vermiyoruz biz… Sana bir ömrün hatırasını, yılların emeğini, bir annenin duasını ve bir babanın kalbini emanet ediyoruz. O bizim kıymetlimizdir. Onun bir damla gözyaşına dünyaları değişmeyiz. O bizim sevinç kaynağımız, içimizdeki neşedir. Onun neşesi sönmesin… ışığı eksilmesin. Aman ha dikkat edesin. Onu sev, koru, gözet ki… Sen de sevilesin, gözetilesin. Sadece gülüşünde değil, sessizliğinde de, gözyaşında da yanında ol. Unutma oğlum, evlilik sadece güzel anları paylaşmak değildir. Zorlukları birlikte omuzlamaktır. Nikâh masasında verdiğin o sözü daima hatırla: “İyi günde, kötü günde birlikte olacağız.” Bu bir vaat değil… Bu, bir namus sözüdür. Bu, birlikte yürünmesi gereken bir yoldur artık. Bir yuvayı ayakta tutan beş temel esas vardır unutmayasın: Sevgi, Saygı, Sadakat, Sabır ve Emek. Artık “ben” değilsiniz bundan sonra, “biz”siniz. Bu yuvayı birlikte kurdunuz. Birlikte büyütecek, birlikte yeşerteceksiniz. Ve meyvesini birlikte toplayacaksınız. Sevgili oğlum, Hata yapmaktan korkmayın. İnsanız, elbet hata yaparız. Ama hatada ısrar etmeyesin. Birbirinize gönül koyabilirsiniz, bu insani bir şeydir. Ama sakın gönül yıkan olmayasın. Birbirinizin eksiğini tamamlayın, fazlalıklarınızla övünmeyin. Ne yaşarsanız yaşayın, ne olursa olsun, birbirinizin elini sakın bırakmayın! Kalbiniz, birbirine daima sevgi ve saygı sinyalleri göndersin. Yüzünüzü birbirinizden asla çevirmeyin. Çünkü bu hayat; "keşke"lerle oyalanacak kadar uzun değildir. Güzel Mevla’m; Yuvanıza huzur, gönlünüze muhabbet, ömrünüze bereket versin. Ayağınıza taş değdirmesin. Kazancınız helal, rızkınız bol ve bereketli olsun. Kötülerle ve kötülüklerle karşılaştırmasın; iyilerle, iyiliklerle yolunuzu kesiştirsin. Çocuklarınız evinizin neşesi, kalbinizin armağanı olsun. Mevla’m onları korusun, gözetsin, yolundan ayırmasın. Sizlere, bir ömür boyu O’nun yolunda yürüyen gerçek birer kul ve birbirine sadık eşler olmayı nasip etsin. Bu özel ve güzel günde, aramızda olmasa da yüreğimizde her daim yaşayan eşime, 46 yıl bu yollarda beraber yürüdüğümüz can yoldaşıma, Rabbim’den rahmet diliyorum. Bugün burada bizimle olan, bu sevince ortak olan herkese gönülden teşekkür ediyorum. Ve şimdi… Sizleri, eşimin ruhuna birer Fatiha okumaya davet ediyorum. Canım sevgilim… Yıllar geçti, acım dinmedi, yokluğun eksilmedi. Ama ben, senden öğrendiğim gibi, güçlü durmaya çalışıyorum. Sen gittin ama ben seni bırakmadım. Dualarıma kazıdım adını. Çocuklarımızla, hatıralarınla, sevdanla yaşıyorum. Ve şimdi, bu mektubu bitirirken sana bir teklifim var bilirim beni kıfrmazsın: Senin o köşkünün bir köşesinde benim için de bir yer ayır. Çünkü bir gün oraya geldiğimde, yine dizine başımı koymak isterim. Parmaklarını saçlarımın arasında usul usul gezdirmeni isterim. Aynı köşkte. Aynı sessizlikte. Aynı muhabbetle. Dünyada yarım kalan ne varsa, orada tamamlayalım isterim. Ben yine sana kitaplarımı okuyayım, sen gözlerinle dinle isterim. Ben yine sustuğumda, gözlerime bakıp bsni anlayıveresin isterim. Çocuklarımız kendi yuvalarını kuruyorlar, zaman hızla akıyor… Ama içimdeki sevda yerinde öylece duruyor. Sen gittiğinden beri, kalbim hep bir yere bakıyor. Oraya…Senin olduğun yere. Sana… Özlemle, inançla, sonsuz bir sadakatle…Ben bu dünyada neyi tamamladıysam, bir gün gelip onları sana anlatacağım. O gün, yeniden “biz” olacağız. Ve bu mektup da yarım kalmayacak. 46 yıl aynı sofrayı, aynı duayı, aynı suskunluğu paylaştığın eşin; Rüştü KAM

DOĞU TÜRKİSTAN

ÇÖLÜN SESSİZ ÇIĞLIĞI: DOĞU TÜRKİSTAN’DAN YÜKSELEN BİR FERYAT Rüştü Kam 10 Temmuz 2025 Türk Eğitim Derneği/ Berlin Bazen haritalarda yer alan coğrafyalar, insanlığın vicdanında çok daha geniş bir yer kaplar. Doğu Türkistan da öyle bir yer. Adı, Çin yönetimindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak yazılsa da, orası bizim için hâlâ Doğu Türkistan’dır. Çünkü orada hâlâ ezanların susturulduğu, mezar taşlarının söküldüğü, çocuklara “Ayşe” adını vermenin yasaklandığı bir toprak var. Ve o toprak, yalnızca Uygurların çile çektiği bir toprak değil, insanlığın ortak vicdanı olmalıydı. Bana Muzaffer Türk kardeşim haber verdi. “Hocam, Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Turgunyan Alawdun ve eski başkan Dolkun İsa buradalar. Yanlarında başkan yardımcısı Zümret Ay ve Berlin Bölge Başkanı Gheyyur Qurban da var. Federal Alman Parlementosu’nda Sreprenitsa soykırımını anma münasebetiyle buradalar. İlgini çeker mi” dedi. 10 Temmuz günü Türk Eğitim Derneği’nde bir tantım toplantısı yapmaya karar verdik ve bir gün içinde organize olduk. 40 kişi kadar ilgili katılımcıya ulaştık. Canlı yayın da yaparak daha fazla insanımıza ulaşmaya çalıştık. Amacımız yapabildiğimiz kadarıyla çölün sessiz çığlığını insanlarımıza duyurmaktı. Elhamdülillah duyurduk da. Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Turgunyan Alawdun ve eski başkan Dolkun İsa, Doğu Türkistan’da yaşananları kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir dille anlattılar. Seslerinde ne kin vardı, ne öfke; yalnızca içleri yanmış bir milletin çaresizliği vardı. İçleri yanıyordu. Bizlerin içini de yaktırlar. Konuşulanlardan bir özet ayne şöyle: Turgunyan Alawdun: “Biz Uygurlar, İslam’la 720 yılında tanıştık. Sizler Karahanlılardan sonra batıya, Anadolu’ya yürüdünüz; biz ise o topraklarda kaldık. Bugün elimizde 1 milyon 800 bin kilometrekarelik bir vatan toprağı var. Üzerinde özgürce tasarruf edemediğimiz, yaşayamadığımız topraklar bunlar. Toprağımızın yalnızca yüzde beşi yaşamaya müsaittir. Diğerleri çöldür; kocaman ve sessiz bir çöl. Ve o sessizlik bugün, bizim mezarlıklarımızda, camilerimizde yankılanıyor. Bizim ne talihsiz başımız varmış meğer. Ne bedeller ödedik, hâlâ da ödüyoruz. 18 bin caminin yerle bir edildiği topraklar oralar. Camilerimizin yerinde bugün oteller var, spor salonları var, hastaneler var... Hatta tuvaletler var. Ne kadar acı değil mi? Kutsal olanın yerine dünyevî olanı diktiler. Gözümüzün önünde, dünyanın, İslâm âleminin gözünün önünde yaptılar bunu. Bizim gücümüz yetmedi mani olmaya, gücü yetenler de omuz vermediler. Bugün Çin’de yalnızca bedenlerimizi değil, ruhumuzu da öldürmek istiyorlar. Biz bugün Berlin’de Federal Alman parlamentosunda Sreprenitsa soykırımının 30. Yılı münesabetiyle konuştuk. Derdimizi orada anlattık. Arkadaşlar, Bizim için soykırım yalnızca öldürülmek değildir; bizim için soykırım dilimizi, inancımızı, kimliğimizi silmektir, yok etmektir, namusumuzun çiğnenmesidir. Ayakta kalan beden neye yarar ruhu öldürüldükten sonra? Öldüğün zaman bir kere ölürsen, gözünün önünde hergün aynı şeylere maruz kalırsan hergün yeniden bir daha ölürsün. Bu soykırım değildir de nedir? Dolkun İsa: Arkadaşlar; bugün Doğu Türkistan’da “Selamün aleyküm” demek yasaktır. Evinde Kur’an bulundurmak yasaktır. Oruç tutmak, namaz kılmak, Uygurca konuşmak yasaktır. Çocuklarımıza “Hatice”, “Ahmet”, “Fatma”, “Ali” adını koymak yasaktır. Kimin mezarı nerede bilinmez olmuştur. Ben Almanya’da yaşıyorum. Ülkeme giremiyorum. Annem babam öldüler ama ben onların cenazesinde bulunamadım, mezarlarını nerededir, var mıdır yok mudur onu dahi bilemiyorum. Mezarlıklar düzlenmiş, yerlerine binalar dikilmiş. Tarih yok edilmiş. Hafıza silinmiş. Arkadaşlar bir milletin ruhu, gökyüzünden silinmiş. Ve daha beterini söyleyeyim: Çinli birine organ nakli mi lazım? Uygur tutsaklardan uygun biri bulunur; organı alınır, hesap soramazsın. Daha ne diyeyim ne anlatayım ben size? Bu çağda Uygur Türkü’nün organının köle pazarında satılıyor olmasından daha vahimi ne oalabilir. Bir Çinliyi yaşatmak için sağlıklı bir Uygur’un böbreğini almanın suç sayılmadığı bir ülke tahayyül edebiliyor musunuz? İşte orası benim ülkem. Doğu Türkistan. Daha ne diyeyim ben size, bu soykırım değildir de nedir? Bizler Uygur Türkü’nün sesini duyurmak için buralarda bedel ödüyoruz, annemiz babamız ve 40 milyon uygur halkı da Doğu Türkistan’da bedel ödüyor. Arkadaşlar biz Müslümanız, Müslüman, gel gör ki, İslam ülkelerinden cılız da olsa bir ses yükselmiyor. Biliyor musunuz, ben Türkiye’ye de giremiyorum. Dünya sessiz.. Birleşmiş Milletler raporlar yayınlıyor, ama Türkiye ve diğer İslam ülkeleri susuyor. Raporları Avrupa ve Afrika’nın bazı ülkeleri onaylıyor; biz yine susuyoruz. Ey Anadolu halkı, Siz Anadolu’da huzur içinde büyük bir iştahla sahur yaparken, Doğu Türkistan’da iftar sofrası kuramayan kardeşlerimiz var. Biz burada Ayşe derken, oradaki insanlar Ayşe’nin ismini akıllarından bile geçiremiyorlar. Biz burada Kur’an okurken, orada Kur’an’ı evinde bile saklayamıyorlar. İşte bunlar Uygur halkı. Korkudan tiril tiril titriyorlar. Çin’in “eğitim kampı” dediği kamplarda 3 milyon Uygur tutuluyor. Eğitimin konusu zulüm, diploması ise sessizlik. Dolkun İsa sözlerini şöyle bitirdi: “Evet arkadaşlar biz bu bedeli ödüyoruz. Ödemeye de devam edeceğiz, taki özgürlüğümüze kavuşuncaya kadar. Ben Türkiye’ye bile giremiyorum, olsun belki bir gün onlar da anlayacaktır beni. Çünkü onlar korkuyorlar. Bir Uygur’un Çin soykırımının ülkelerinde anlatılmasından korkuyorlar. Soruyorum size; bir halkın ruhu kaybolduktan sonfra, geriye ne kalır? Sadece boş bir beden kalır. Ne işe yarar o beden? Hiç? Ne gariptir ki dünyada bazı acılar yalnız yaşanıyormuş. Biz bu acıyı yaşıyoruz. Doğu Türkistan yalnız. Hem de çok yalnız. Ama unutmayalım: Bazı yalnızlıklar insanlığın utanç defterine kazınarak yazılır. Ve bir gün o defter açıldığında, kim nerede durduysa, adı da oraya yazılır. Allah’a emanet olunuz.”

TÜRKİYE'NİN DARBELERLE İMTİHANI

TÜRKİYE'NİN DARBELERLE İMTİHANI "Bu ülkede darbeler sadece yönetimi devirmedi; milletin hafızasını, inancını, iradesini de yaraladı." Berlin – Rüştü KAM 14 Temmuz 2025 Türkiye’de darbeler tarihi 15 Temmuz ile başlamaz. Aksine, 15 Temmuz bir finaldir; belki de “darbelerin son çırpınışı”dır. 15 Temmuz’u diri tutmak ve diğerlerini unutturmak ise maksat yanlış bir yaklaşımdır. Aynı hassasiyet yapılan diğer darbeler konusunda da gösterilmelidir. Her darbenin mağduru vardır. Onlar da vatan evladıdır. Bu ülkede “boru”yu eline geçiren herkes darbe yapmıştır. Bu bir metafor değil, gerçekliğin ta kendisidir. Askerin gölgesi, yıllarca siyasetin, hukukun ve toplumun üzerine düşmüştür. Demokrasiye her on yılda bir “ayar” verilmiş; sandığın üstüne postal izi bırakılmıştır. Eğer Türkseniz, üstüne üstlük bir de Müslümansanız, yetmezmiş gibi bir de başbakanınız veya cumhurbaşkanınızın İslamî hassasiyetleri varsa, darbe bu topraklarda kaçınılmaz olur. Mesela; 27 Mayıs 1960 sabahı ordu yönetime el koydu. Başbakan Adnan Menderes, bakanlarıyla birlikte tutuklandı. Yassıada’da kurulan mahkemelerde yargılandı ve sonunda idam edildi. Ülkenin seçilmiş lideri darağacında sallandırıldı. Bu, Türkiye'nin askerî vesayete teslimiyetinin resmî başlangıcıydı. 12 Mart 1971’de bu kez meclis feshedilmeden bir muhtıra verildi. “Ya istifa ya tank” denilerek hükümet baskıyla görevden alındı. Bu “postalsız darbe”, askerin siyaset üzerindeki etkisinin nasıl sinsice sürdüğünün bir göstergesiydi. 12 Eylül 1980 sabahı ülke yeniden tank sesleriyle uyandı. Generaller yönetime el koydu. TBMM feshedildi, siyasi partiler kapatıldı. Binlerce insan gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi. 5.000 genç yaşamını yitirdi, idamlar yapıldı. Kenan Evren hem darbenin mimarı oldu hem de cumhurbaşkanı. 1982 Anayasası’yla darbe, hukuki zemine taşındı. 28 Şubat 1997'de “postmodern darbe” yaşandı. Bu sefer tanklar sokakta değil, medyada ve MGK salonundaydı. Refah-Yol Hükümeti hedef alındı. Başbakan Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. İmam hatipler kapatıldı, üniversitelerde ve devlet dairelerinde başörtüsü yasaklandı. İslamî kimliği olan ne varsa baskı altına alındı. “İrtica” bahanesiyle halkın değerleri kriminalize edildi. Binlerce Müslüman vatan evladı mağdur edildi, üniversite okuma hakları ellerinden alındı. 27 Nisan 2007'de ordunun internet sitesinde yayınladığı “e-muhtıra” ile AK Parti hükümetine aba altından sopa gösterildi. Gerekçe aynıydı: Laiklik tehlikede! Aslında tehlikede olan, halkın kendi seçtiğini iktidarda tutma kararlılığıydı. Ama bu kez hükümet geri adım atmadı. Bu direniş, askerî vesayetin çözülmeye başladığı dönüm noktası oldu. 15 Temmuz 2016'da ise bu kez FETÖ adlı bir yapı, askerî üniformanın içine sızarak darbeye kalkıştı. Meclis bombalandı, insanlar sokakta vuruldu. 253 kişi şehit oldu. Halk, ilk kez tankların önüne bedenini siper ederek bir darbeyi püskürttü. Bu, Türkiye'nin darbeler tarihindeki en kanlı ama en onurlu direnişi olarak kayıtlara geçti. Darbelerin bu ülkeye kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Ne demokrasi, ne adalet, ne kalkınma… Her seferinde milletin iradesi çiğnendi, korku düzeni kuruldu. Ama artık ezber bozulmuştur. Darbeyle başbakanı bile asılmış olan bir millet, o gün kendisine yönelen namluyu tutmasını bilmiştir. Kemalizm üzerinden, demokrasi üzerinden ve din üzerinden menfaat devşirmeye çalışanlar dün olduğu gibi bundan sonra da olacaktır. Farklı dönemlerde, farklı ideolojik görünümler altında; değişik isimlerle kendilerini halka tanıtan kişi ve kurumlar, legal ya da illegal yollarla kamuoyunu etkilemeye çalışacaktır. Bu nedenle devlet aklı, yalnızca geçmişin hatıralarına değil; geleceğin ihtimallerine karşı da her zaman uyanık olmak zorundadır. Zira modern dünyada tehdit yalnızca askerî değil; aynı zamanda kültürel, ekonomik, dinî ve ideolojik biçimlerde de tezahür etmektedir. Bütün bunlardan dolayıdır ki; bugün sadece 15 Temmuz’un değil, bütün darbelerin lanetlenmesi gerekir. Yalnızca 15 Temmuz’u gündeme alarak diğerlerini unutmak veya unutturmak ise maksat bu yanlıştır. Bu yanlışın ilerleyen zamanlarda ağır bedelleri olabilir. 15 Temmuz unutulmamalıdır elbette; ama 28 Şubat da unutulmamalıdır, Adnan Menderes ve arkadaşları da unutulmamalıdır… Sadece 15 Temmuz’a odaklanarak diğer darbelerin mağdur ettiği vatan evlatları da unutulmamalıdır. 15 Temmuz önemlidir; çünkü Türkiye’nin o gece verdiği mücadele, darbelerin finali olması hasebiyle önemlidir. Bu kalkışmaya direnen halk, aynı zamanda emperyal aklın vesayet projelerine, vekâlet örgütlerine ve içeriden çökertme girişimlerine direnmiştir. Bu gerçeklik, uluslararası ilişkiler bağlamında Türkiye’nin güvenlik ve dış politika stratejilerini yeniden tanımlamasına neden olmuştur. 15 Temmuz bize bir kez daha şunu göstermiştir: Modern zamanlarda savaşlar sadece cephelerde değil; eğitim kurumlarında, medya ağlarında, yargı salonlarında ve dijital platformlarda verilmektedir. Devletler artık yalnızca tankla değil, algıyla da kuşatılmaktadır. Evet, Türkiye bu yeni nesil kuşatmayı görmüş ve kendi öz gücüyle yarmayı başarmıştır. Sonuç olarak, 15 Temmuz gecesi Müslüman Türk milleti, vatanına ve bağımsızlığına olan bağlılığını sadece sözle değil, canı pahasına ortaya koymuştur. Bu kalkışma, ihanetin coğrafyası ve dini olmadığını; ancak direnişin bir millete karakter kazandırdığını göstermiştir. Artık bu millet, sadece darbeye direnen bir halk değil; aynı zamanda küresel vesayet sistemine “dur” diyebilen bir iradenin de sahibidir. Hiçbir darbeyi unutmadık, asla da unutturmayacağız. Bitirirken: Her darbe, halkın devlete güvenini zedeledi. Umutla oy verdiği yöneticilerin asker postalıyla devrilmesi, demokrasinin meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Toplum sindirildi. Gözaltılar, işkenceler, fişlemeler sıradanlaştı. Darbelerle birlikte korku kültürü yayıldı. Konuşan değil, susan bir toplum üretildi. İnsanlar devletle arasına mesafe koydu, sivil inisiyatifler güçsüz hale geldi. Özellikle genç kuşaklar siyasetten soğutuldu, “ülkeyi konuşmak” bile tehlikeli sayıldı. Darbeler siyaseti resetlemedi; çürüttü. Seçilmişler görevlerinden edildi, partiler kapatıldı, liderler yasaklandı. Meclis devre dışı bırakıldı. Her darbenin ardından yeni bir anayasa yapıldı; ama bu metinlerin hiçbiri halkı değil, devleti koruyan metinlerdi. Seçimler ertelendi, sivil yönetim askıya alındı. Bürokrasiye “vesayet aklı” yerleşti. Askerî müdahaleler, siyaseti halka değil merkeze karşı sorumlu hale getirdi. Millî irade değil, “binlerce yıllık devlet aklının yerine geçen darbe aklı” kazandı. Bu da çoğulculuğu ve demokratik gelişimi engelledi. Darbelerin ve darbecilerin vazgeçilmez hedefi ise her zaman dindar halk kesimleri oldu. İslamî hassasiyetleri olan liderler, partiler, kurumlar hep “irtica” yaftasıyla bastırıldı. 28 Şubat’ta başörtüsü yasağı eğitim hakkını gasbetti. İmam hatipler kapatıldı, Kur’an kurslarına sınırlamalar getirildi. Camiler fişlendi, vaazlar kontrol altına alındı. İslamî dernekler, yayınlar, fikirler baskılandı. Bu durum din ile devlet arasına derin bir mesafe koydu. Müslüman kimlik, potansiyel tehdit gibi muamele gördü. Oysa toplumun büyük çoğunluğu Müslümandı; baskılanan halkın ta kendisiydi. Ben derim ki; asıl yapılması gereken şey, her yıl sadece 15 Temmuz’u anmak olmamalıdır. Önümüzü kapatan ne kadar köhnemiş benzer kafa yapısı varsa, onlar da tahlil edilmeli ve onlara karşı da çözümler üreterek Türk Milletinin geleceği inşa edilmelidir.

CARL OSMAN

CARL OSMAN DUVARIN DİBİNDEKİ BU MEZAR TAŞI KARL OSM AN'A AİTTİR. Öncesinde mezarlığın içindeki bir mezara ait olan bu taş. Şimdilerde duvarın dibine taşınmış. Sahip çıkılmaz ise yarın buradan da kaybolacaktır. Türk Eğitim derneği 2023 yılında Almanya'daki Türk izlerini takip etti. Bu mezartaşı o izlerden bir izdir. Almanya'da görev yapan Kültür müdürleri 2023 yılına kadar buralara uğramamışlar. 2023 yılından beri uğrayan olomuş mu diye soruşturdum ama yine de uğramamışlar. Bu durumda bir vatandaş olarak şu soruyu sorma hakkına sahibim. Kültür ve Turizm Müdürleri Almanya'da ne iş yaparlar? KARL OSMAN KİMDİR? 38 yıl vaftiz baskısına dayanan Carl Osman, mezar taşındaki bilgilerinden anlaşıldığı üzere, 1655 yılında İstanbul’da doğmuş ve 1688 yılında Belgrad önlerinde tutsak düşmüş. 1724 yılında Rügland’da (Frankonya) vaftiz edilen Carl Osman 47 yıl hizmette bulunmuş, 1735 yılında, 80 yaşında iken ölmüş... Osman'ın mezarı bugün Almanya'nın Ansbach kenti yakınlarındaki Rügland köyündeki mezarlıkta bulunuyor... Mezar taşı, oradaki herhangi bir mezara ait değil. Osman'ın mezarına mutlaka birisini koymuş olmalılar. Mezar taşı orada duvarın dibinde öylece duruyor. yetkililer veya Ansbach civarında yaşayan Türkler bu mezar taşına sahip çıkmalılar. Belediye ile konuşarak oraya küçük bir türbe yapılarak bu taş koruma altına alınabilir. Görüldüğü gibi taş yıpranmıştır. Tamamen kaybolmadan sahip çıkılması gerekir.

ALINGAN TARİHÇİLERE VE ONLARIN TAKİPÇİLERİNE

ŞÜKRETMESİNİ BİLMEYEN ALINGAN TARİHÇİLERE VE ONLARIN TAKİPÇİLERİNE Berlin – Rüştü Kam | 2025 Nasıl başlayayım, nereden tutayım? Ağlayayım mı, güleyim mi bilemedim. Koca koca unvanlar taşıyan insanların, neyi ne zaman ve niçin konuşması gerektiğini hâlâ kestiremediğini görmek içimi acıtıyor. Kimlikli görünen ama kimliksiz davranan tarihçiler! bunlar. Yetinmesini, şükretmesini bilmeyen, memnuniyetsiz bir güruh. Hani derler ya, “Elinle ürküt, değnekle say” diye… İşte tam da onlardan! Bu yazıda size tarihi dizilerden ve onların toplum üzerindeki etkisinden bahsetmek istiyorum. Çünkü bu diziler son yıllarda sadece ekranlarımızı değil, bir milletin ruhunu da aydınlatıyor. Kimliğini arayan gençlik, o yapımlarda unuttuğu köklerini buluyor. Kahramanlarına yeniden kavuşuyor. Ne var ki, bu büyük kazanımı görmek yerine, sahnedeki bir şimşir ağacına takılıp kalan tarihçiler türedi memlekette. Fatih dizisinin bir sahnesinde şimşir ağacından bahsedilmiş. Şimşirgil Hoca da hemen üstüne alınmış. Ardından da çıkıp “Efendim, beni hedef alıyorlar” diyerek kırgınlığını dile getirmiş. Allah aşkına, asıl mesele siz misiniz; yoksa bu milletin tarih bilinci mi sevgili hocam. Bu alınganlık niye? Sevgili hocam bir sahnedeki açıklamayı fırsat bilip kendine alan açmak istiyorsan bunun başka yolları da bulunabilir. Kurtlar Vadisi’nden Alparslan’a, Kuruluştan Payitaht Abdülhamid’e kadar pek çok yapım, tarihi yalnızca sınav sorusu olmaktan çıkardı; gençlerin kalbinde sahici bir aidiyete dönüştürdü. Bunu görmek lazımdır. Ama ne gariptir ki, bu dizilere dil uzatanların pembe dizilere tek kelime etmeye mecali yok. Aile yapısını dinamitleyen, Türk ailesinin değerleri altüst eden yapımlara susanlar, söz konusu milli içerikler olunca keskin eleştirmen kesiliyorlar. Derdiniz nedir sizin? Etmeyin, eylemeyin... Kendi topuğunuza sıkmayın! Neymiş efendim, tarihi dizilerde kan varmış. Ne olacaktı? Tarih lale tarlasında mı yazıldı? Hollywood’un oluk oluk kan akıttığı yapımlar "kültür ürünü" sayılıyor. O filmlerdeki karakterler bilgi yarışmalarında çıkınca sevinip övünenler, sıra Türk yapımlarına gelince “şiddet propagandası” diyebiliyor. Biraz insaf, biraz izan rica ediyorum… Geçtiğimiz aylarda Berlin Türk Eğitim Derneği’nden 30 kişilik bir grupla Özbekistan’a, Kazakistan’a ve Balkanlar’a uzandık. Gördüğümüz manzara şu: İnsanlar Türkçe konuşuyorlar. Sorunca da cevabı net veriyorlar: “Türk dizilerinden öğrendik.” Bu, sadece bir dil aktarımı değil; kültürün, kimliğin, tarihin sessiz ama derin bir ihracıdır. Ve sevgili Şimşirgil Hocam, siz hâlâ bu yapımları küçümsemekte ısrar mı edeceksiniz? Evet, elbette daha iyisi yapılabilir. Elbette eleştirilecek yanlar vardır. Ama şunu asla unutmamalıyız: Bir nesle “Sen busun” diyebilen, “Senin de kahramanların var” hissini verebilen işler alkışlanmalıdır. Lütfen. Tarihi diziler, tarih kitaplarını açmayan çocuklara tarihi sevdiren araçlara dönüştü. Bunu görmek gerek. Bir milleti millet yapan ortak hafızaya yaslanan bu yapımlar, üç beş sahne hatasıyla gözden çıkarılmamalıdır. Bu vesileyle, tarih ve kültür dostu tüm yapımcılara, senaristlere, yönetmenlere ve oyunculara ve iyi niyetli pazarlığı olmayan tarihçilere kalpten teşekkür ederim. Onların emeği sadece ekranlarda değil, gençlerin hayalinde, karakterinde yankı buluyor. Her şey mükemmel olmayabilir belki ama... Şükretmesini de bilmek gerek.

KARAEDNİZ ÇAYI ORGANİKMİŞ

BANA BİR KARADENİZLİ ARKADAŞIM ANLATTI; KARAEDNİZ ÇAYI ORGANİKMİŞ “Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri kültür elçisidir.” Rüştü KAM – Berlin Bir dost meclisinden, bir çay hikâyesi… Memleket meseleleriyle başlayan bir sohbette, laf döndü dolaştı, Çaykur çayına geldi. O çaydan, Karadeniz’in ekonomisine, oradan da Türkiye’nin dünyadaki varlığına uzanan içten bir sohbet haline dönüşüverdi… Ne olacak bu dünyanın hâli? Dostlarla oturuyorduk, dünya hâllerini konuşuyorduk. O meşhur soru bu meclise de geldi: “Ne olacak bu dünyanın hâli?” Derdi insan olan insanın olduğu her yerde bu soru sorulur. Bizim mecliste de eksik olmadı. Önce dünyayı konuştuk. Siyasetten girdik, ekonomiye uğradık, eğitim dedik, Türkiye'nin komşularını da andık sırasıyla. Sonra bir baktık ki, laf dönmüş dolaşmış, Çaykur çayına gelivermiş. Çayın sıcaklığı, memleketin hatırası Masada içtiğimiz çay Çaykur’du. Rizeli dostum Yavuz Pederlioğlu sordu: — Hocam, sen Denizlilisin. Sana bu Çaykur çayı sevgisi nereden geliyor? Her yerde yazıyorsun, çiziyorsun, konuşuyorsun… Gülümsedim. — Sevgili Yavuz, Çaykur çayını sevmek için Rizeli olmaya gerek yok. Karadenizli olmaya da gerek yok. Türkiye’yi seven, Türkiye sevdalısı olan herkesin çayıdır ÇAYKUR. Ben derim ki; Almanya’da 4 milyon Türk yaşıyor. Bunların yalnızca 1 milyonu düzenli olarak çay içiyor olsa ki; fazlası vardır ve kişi başı ayda 1 kilo çay tüketseler ki; tüketirler. Ayda 1 milyon kilo çay yapar, yılda 12 milyon kilo çay demektir. Yani 12 milyon ton. Düşünün, sadece Almanya’daki tüketim bile Karadeniz’e takla attırır. Karadeniz’in kalkınması, Türkiye’nin kalkınmasıdır. Yirmi yıldır anlatıyorum Evet, ben 20 yıldır bu meseleyi kendime dert ediniyorum. Yazıyorum, konuşuyorum. Gittiğim toplantılarda, konferanslarda, çay varsa masada; soruyorum Türk çayı mıdır? Evet diyorlar. Oysa o çay Türk çayı değil markası Türkçe olan bir çay. Sonra da başlıyorum anlatmaya; çay sadece içecek değildir, kültürdür, bilinçtir ve ekonomidir diyorum. Az önce Yavuz söyledi: 15 Temmuz anma programına katılmış Berlin Büyükelçilik salonunda. Çaykur çayı ikram edilmiş orada. Eğer bu konudaki çabamın oraya bir damla katkısı olduysa, kendimi bahtiyar sayarım. Çünkü ben inanıyorum ve savunuyorum ki: Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri elçisidir. BİO yaz, Avrupa’yı kazan Bak Yavuz, sana bir şey daha söyleyeyim. Eğer Çaykur'da bir tanıdığın varsa, selamımı söyle. Bir de şu teklifimi ilet ona: Avrupa’da her geçen gün organik ürünlere olan ilgi artıyor. BİO marketler çoğalıyor. Duyduğuma göre, Çaykur çayına ilaç atılmıyormuş. Yani çay doğalmış, organikmiş, “BİO” imiş. Bak, sen de bunu onayladın. O hâlde ne bekliyorsunuz? Çay paketlerinin üstüne büyük harflerle “BİO ÇAY” yazılsın. Avrupa’daki organik marketlerde yerini alsın. Pazar açık. Fırsat büyük. Fikir babası da burada: Rüştü KAM. Çaykur yöneticilerine sesleniyorum: Eğer bu toprakların çayını, gurbet elde yudumlayan bir Türk'ün yüzünde memleket tebessümüne dönüştürmek istiyorsanız, şimdi tam zamanı; organik çayla önce Avrupa pazarlarına, oradan da gönüllere girin.

BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET

BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET: FATIMA EL-FİHRİYYE VE DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ -Erkeklerin Çağında Kadınca Bir Devrim- Berlin- Rüştü KAM Sosyal Medya’da bir bilgilendirme yazısı okudum. “Dünyanın ilk üniversitesi bir kadın tarafından kurulmuştur” yazıyordu. Ankara Okulu tarafından servise konmuş. Dikkatimi çekti ve araştırdım ve de yazdım. Sonucu sizlerle paylaşmak istedim. Buyurun okuyalım: Tarih dediğimiz şey, maalesef çoğu zaman güçlülerin kaleminden çıkar. Bu yüzden nice hakikat, sessizliğin içinde kaybolur gider; nice büyük insan, gölgede kalır. Ama bazı isimler vardır ki, çağları aşarak gelir ve insanlığın alnına mühür gibi vurulur. İşte onlardan biri: Fatıma el-Fihriyye’dir. Bugün dünyanın en prestijli üniversiteleri olarak anılan kurumların temelleri zannedildiği gibi Oxford, Bologna ya da Paris’te, Berlin’de atılmadı. Tarihî kayıtlar ve UNESCO’nun da doğruladığı üzere, dünyanın hâlâ faaliyette olan en eski üniversitesi, 859 yılında bir kadın tarafından, hem de bir Müslüman kadın tarafından kuruldu: El-Karaviyyin Üniversitesi. Bu bilgi tek başına bile insanı sarsmaya yeter. Neden mi? Çünkü o dönem Avrupa’da kadınlar insan yerine konulmuyordu. 586 yılında Fransa’daki kilise konseyinde kadınların ruhu olup olmadığı tartışılıyordu. Kadınlar okula gidemez, mülk sahibi olamaz, fikir beyan edemezdi. Çünkü o insan bile değildi. Eğitim, sadece erkeklerin tekelindeydi. Bilgiye ulaşmak, ancak seçilmiş azınlığın hakkıydı. Evet doğru okudunuz, aynen böyleydi. Ama aynı çağda, Orta Çağ karanlığında kıvranan Batıdan çok uzakta, 7. yüzyılda çölün tam ortasında bir ışık parladı. Bu öyle bir ışıktı ki sadece bir kavmi değil, çağları aydınlatacak kadar güçlüydü. O ışığın adı Hz. Muhammed’di. O’nun getirdiği mesajla, kadın yeniden insan oldu; kız çocukları toprağa değil, okula gönderilmeye başlandı; ilim aramak her Müslümana farz kılındı. İşte Fatıma el-Fihriyye, o ışığın izini süren bir kadındı. Çölün ortasında yanan o nur, Fes’te bir üniversiteye dönüştü. Ama ne hazindir ki bugün, dünya yeniden karanlığı organize ediyor. İlimle ve hikmetle yoğrulmuş bu medeniyetin kökleri kazınmak isteniyor. Batı, Orta Çağ karanlığının içinden kurtulurken İslam’ın ışığından beslendiğini unutmuş gibi davranıyor. Ve daha da acısı, günümüzde batılılar ve bazı yandaş Müslümanlar o karanlığın içine Hz. Muhammed’i de katarak Müslümanları “yok edilmesi gereken bir tehdit” gibi göstermek istiyorlar. Oysa yanlış olan budur. İlim, şeffaf olmalı. Hakikat kimden doğduysa, nereden yükseldiyse, hakkı teslim edilmeli. Yapılan saklanmamalı, bastırılmamalı. Kim yaptıysa, alkışlanmalı. Fatıma el-Fihriyye bunu yaparken hiçbir gösterişe, ünvan peşine düşmedi. Ne bir saraya yaslandı ne bir sultanın gölgesine sığındı. Tek sermayesi imanı, iradesi ve ilme olan aşkıydı. Bugün eğitim sisteminden şikâyet ettiğimizde, gençlerin idealleri olmadığından yakındığımızda, toplumda kadınların yeterince yer bulamadığından bahsettiğimizde, Fatıma el-Fihriyye’yi yeniden hatırlamamız gerekir. Çünkü o, bin yıl öncesinden sesleniyor bize: “Eğer niyetin hakikîyse, yol açılır.” O, ne Batı'dan ödünç alınmış bir fikre yaslandı ne zamana boyun eğdi. Kendi medeniyetinin değerleriyle bir şey inşa etti. Üstelik bunu erkek egemen bir dönemde, tüm zorluklara rağmen yaptı. İşte bugün bu hikâye bize şunu hatırlatmalı: Kadın, bu ümmetin sadece namusu değil, aynı zamanda aklı, vicdanı ve ilminin teminatıdır. Ve bir kadın isterse, sadece bir ev değil, bir medeniyet de kurabilir. Fatıma el-Fihriyye, çağları aşan bir ışık gibi hâlâ parlıyor. Onun izinden yürüyen kadınlar yetiştirmek, bugün en büyük ihtiyacımız. Unutmayalım: Bir milletin gerçek yükselişi, kadınlarının yükselişiyle başlar. Ve bazen, dünyayı değiştirmek için yalnızca bir kadının duası, dirayeti ve davası yeterlidir. Batı'nın ve Batı hayranlarının, muasır medeniyet hayranlarının yazdığı tarih kitaplarında İslam, karanlıkla anılıyor; Oysa gerçek karanlık, kadının varlığının tartışma konusu olduğu mahkeme salonlarında saklıydı Orta Çağ Avrupası’nda. Bizim medeniyetimiz, ilmi farz bilen bir Peygamber’in izinden giden, üniversite kuran kadınlarla yükseldi. Bugün İslam’ı Orta Çağ karanlığına mahkûm etmeye çalışanlar bilsin ki, hakikat susturulmaz; sadece geciktirilebilir. Hakikatin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır...

LOZAN II

LOZAN: KAZANAN OSMANLI, İMZALAYAN BAŞKASI (II) Rüştü Kam – 31.07.2025 Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Düşman Anadolu’dan atılmış, cephelerde zafer elde edilmişti. Ancak barış masasına oturulduğunda karşımızda yine aynı devletler vardı: İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan… Savaşta mağlup ettiğimiz bu güçlerle, sanki eşitmişiz gibi masaya oturduk. Ve o masa, zaferin değil, teslimiyetin masasıydı. Sanki zaferin sahibi biz değilmişiz gibi, mağlup ettiğimiz devletlerle eşit şartlarda müzakere masasına oturduk. O masa, bir galibiyetin taçlandığı yer değil; kazanılmış bir savaşın siyaseten geri verildiği bir teslimiyet masasıydı. Evet bu masa iyi kamufle edilmiş bir hezimet masasıydı. Çünkü o antlaşmayla biz sadece toprak kaybetmedik; hukukî devamlılık da kesintiye uğradı. Osmanlı Devleti Kurtuluş Savaşı'nı veren taraftı, Başkomutan hâlâ Padişahtı. Kutü’l-Amâre’de 12 bin İngiliz esir alınmış, Anadolu’da Yunan ordusu denize dökülmüştü. Ancak masaya oturan heyet, bu zaferi sahiplenmek yerine, yeni bir devlet adına imza attı. Osmanlı'nın mührü yoktu o anlaşmada, Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı, Padişah devre dışı bırakılmıştı. Hukuken Osmanlı devleti hâlâ varlığını sürdürürken, Lozan'da konuşan Osmanlı değil başka bir yapıydı. Lozan, işte tam da bu kırılmanın adıdır. Padişah’a ihanet…! 600 sene dünyaya adaletle hükmeden Osmanlı’ya ihanet…! Lozan, Sevr’in alternatifi değildir. Sevr’in makyajlanmış versiyonudur. Musul Masada Kaybedildi, Yanında Kerkük'ü de Götürdü Lozan’daki en büyük kırılmalardan biri de Musul’dur. Musul’dan vazgeçtik, çünkü masada bizi temsil edenler vazgeçmek üzere görevlendirilmişti. İngiltere, savaşacak durumda değildi. Kutü’l-Amâre’de ağır bir hezimet yaşamış, Anadolu’daki direnişe boyun eğmişti. Ancak masa başında zaferini geri aldı. Lozan’da Musul görüşmeleri ertelendi. Daha sonra mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Sonuç: İngiltere kazandı. Neden? Çünkü o günkü heyet, kendi milletinin haklarına değil, Batı’nın çizdiği sınırlara sadakat gösterdi. Musul’la birlikte Kerkük’teki Türkmen coğrafyası da gözden çıkarıldı. Böylece sadece petrol değil, bin yıllık kültürel hafıza da kaybedildi. Lozan sadece bir haritadan ibaret değildir. Lozan, bir milletin ve bir imparatorluğun jeopolitik olarak daraltılmasıdır. Bu antlaşmayla yalnızca Musul, Kerkük, 12 Ada kaybedilmedi; Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan stratejik etki alanı da tasfiye edildi. Kurtuluş Savaşı'nı cephede kazandık, düşmanı Anadolu'dan kovduk. Ama mesele sadece savaş meydanında bitmemiş. Asıl oyun, diplomasi masasında kurulmuştu. Sahada hezimete uğrayan İngiltere, masada bütün kartlarını yeniden dağıttı. Ve biz, maalesef o masada zaferin değil, teslimiyetin temsilcisi olduk. Lozan’da Musul meselesi doğrudan çözülmedi. Görüşmeler ertelendi, İngiltere’nin talebiyle konu Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. O cemiyet ki, dönemin emperyal güçlerinin oyun sahasıydı. İngiltere’nin kendi eliyle kurduğu, kendi eliyle yönettiği bir masa… O masada Türkiye'nin temsilcileri Musul için ne ağırlık koyabildi ne de direnç gösterebildi. Netice mi? 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul resmen kaybedildi. Musul’un ertelenmesi, zaman kazanmak ve Türkiye’yi yalnız bırakmak için uygulanan bir taktikti. Başarılı da oldu. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, bu süreci şu cümleyle özetler: “Savaşı kaybettik, ama masada istediklerimizi aldık.” Ama mesele sadece Musul değildi. Çünkü Musul giderse, Kerkük de giderdi. Gitti de… Bu iki şehir, Osmanlı döneminde aynı vilayetin parçalarıydı. Birbirinden koparılamazdı. Ama koparıldı. Kerkük, o gün İngiliz oyununa gelen heyet tarafından Türkiye haritasından çıkarıldı. Bugün orada hâlâ Türkmen kanı akıyor. Sormak gerekiyor: Niçin vazgeçtik? Neden direnmedik? Çünkü Musul’dan vazgeçmek üzere masaya oturtulmuştuk. Çünkü diplomasi heyetimizin omzunda Misak-ı Millî değil, Batı’nın çizdiği sınırlar vardı. Çünkü İngiltere sahada yenildiği Türk milletine masada galip gelmişti. Musul sadece bir toprak değil, bir akıldır. Musul, stratejik derinliğin, coğrafi iradenin ve tarihî sadakatin adıdır. Musul gidince ne kaybettik, sorusu hâlâ yeterince ciddi bir şekilde sorulmuş değildir. Soranlar oldu elbet ama cevabını alamadılar, hâlâ da alamıyorlar. Lozan’ı zafer diye anlatanlar, Musul’un kaybını küçük bir ayrıntı gibi gösterir. Oysa bu ayrıntı, yüz yıl sürecek bir travmanın kapısını aralamıştır. Çünkü Musul kaybedilince Kerkük de gitti. Kerkük gidince Türk'ün gözyaşı hiç dinmedi. Masada susanlar, sahada konuşanlara ihanet etti Lozan’da Musul’un kaybı bir coğrafya parçasının el değiştirmesinden ibaret değildi. Bu, Anadolu’nun kaderini belirleyen stratejik bir kopuştu. Çünkü Musul ve Kerkük, hem tarihî hem demografik hem de stratejik olarak Türk toprağıydı. Musul ve Kerkük, 1517’den itibaren Osmanlı vilayetiydi. Neredeyse dört asır boyunca, Osmanlı sancağı orada dalgalandı. Türkmenler, Araplar ve Kürtler birlikte yaşadı ama idare merkezi hep İstanbul’du. Lozan görüşmeleri sırasında da bu tarihî aidiyet çok ama çok netti. İlginçtir: İngiltere, bölgeyi işgal ettiğinde daha Mondros imzalanmamıştı. 30 Ekim 1918’de ateşkes yürürlüğe girdi, ama İngiliz ordusu Musul’a 3 Kasım’da girdi. Bu açıkça savaş hukukuna aykırı bir işgaldir. Buna rağmen bu ihlal Lozan’da gündeme getirilmedi. İşgale göz yumuldu. ,Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu bu konuda şunları söylüyor: “Musul, Mondros’tan sonra işgal edilmiştir. Bu, İngiltere’nin haksız fiilidir. Türkiye’nin Musul üzerinde tarihî ve hukuki hakları devam etmektedir.” Nüfusun Ekseriyeti Türk’tü Musul ve Kerkük vilayetlerinde Türkmenler ve Müslüman Araplar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. İngiliz arşivleri bile bunu inkâr etmiyor. Lozan heyeti bu fiili durumu bildiği için dilinin ucuyla halkoyuna gidilmesini istedi, istedi istemesine de bu isteğinin üzerine ısrarla gitmedi. İngilizler de bu isteği duymazdan geldi. Kulak arkası etti. Çünküo da biliyordu halka gidilseydi istenen sonuç çıkmayacaktı. Rıza Nur, itirazını yaptı ama heyet bu itiraza kulak vermedi. Rıza Nur bu gerçeği hatıratında şu ifadelerle dile getirir: “Orada Türkmen çocukları bizim marşımızı okuyarak büyüyordu. Onları İngiliz’e nasıl terk ederiz?” Musul Petrolü, Türkiye’nin Geleceğiydi Musul yalnızca tarihî ve etnik bir mesele değildi. Orada yaklaşık 2 milyar varil petrol rezervi vardı. O dönemde Osmanlı borçlarının ödenmesi, sanayileşme, eğitim reformu gibi tüm projeler bu kaynaklarla mümkün olabilirdi. Ancak Türkiye, bu imkânı da elinin tersiyle itti, masada bıraktı. Meşruiyeti olmayan heyetin bu ferasetsizliğini fırsat bilen İngiltere ne yaptı? Musul’u Irak’a bağlayıverdi, Irak’ı da mandası hâline getirince fiilen petrolün üzerine oturuverdi. Sonra 1926 Ankara Antlaşması'yla ayıp olmasın diye Türkiye'ye “sus payı” verildi: Bu antlaşmanın 3. maddesi uyarınca, Irak petrol gelirlerinin %10’u, 25 yıl süreyle Türkiye’ye aktarılacaktı. Ne Oldu? Antlaşma imzalandıktan sonra, Türkiye bu %10’luk payı 1926’dan itibaren sadece üç yıl (1926, 1927, 1928) boyunca aldı. Ardından, 1928 yılında yapılan anlaşma ile İngiltere, Türkiye’ye tek seferlik £ 500.000 (500 bin sterlin) ödeme yaptı. Bunun karşılığında Türkiye, Musul petrolleri üzerindeki tüm gelecekteki haklarından vazgeçti. Prof. Dr. Mehmet Akif Kireçci bu kon uda şöyle der: “Türkiye, Musul’dan sadece toprağını değil, ekonomik kalkınmasının temellerini kaybetmiştir. Bu, uzun vadeli bir teslimiyettir.” Kurtuluşu Osmanlı Sağladı, Ama Masaya O Oturmadı Kurtuluş Savaşı boyunca, hâlâ resmî devlet yapısı olarak Osmanlı Devleti vardı. Başkomutanlık Padişahtaydı. Anadolu’daki direniş, Osmanlı ordusunun mirası üzerine bina edilmişti. Kutü’l-Amâre'de alınan zafer, Saray’ın iradesiyle, imkanlarıyla ve ordusuyla gerçekleşmişti. Peki, bu ordu kimin adına savaştı? Lozan’da hangi tüzel kişilik temsil edildi?Ankara delegasyonu, millet adına değil, İngilizler tarafından tespit edilen bazı kişiler adına hareket etti. Heyet galip Devletin mührüyle oturmadı masaya, fiilî durumu hukukileştirme telaşıyla oturdu. Prof. Dr. Mustafa Budak bu konuda şöyle der: “Lozan heyeti uluslararası hukuk bakımından tartışmalı bir temsil gücüne sahipti. Osmanlı henüz resmen feshedilmemişti. Bu, anlaşmanın temel zaafıdır.” Ankara’nın Meşruiyeti İnşa Sürecindeydi 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmemişti. Henüz rejim tartışmaları sürüyordu. Dahası, Lozan’a giden heyet Meclis onayıyla değil, dar bir çerçevede belirlendi. İsmet Paşa'nın heyet için uygun isim olmadığı tartışmaları devam ediyordu. Ayrıca Lozan’da nelerden taviz verilmeyeceğinin tartışmaları da devam ediyordu. Rıza Nur bu konuda şunları söyler: “İsmet, Meclis’in kararlarını hiçe saydı. Kendi iradesiyle müzakere etti. Lozan heyeti millî iradenin değil, küçük bir zümrenin temsilcisiydi.” Milletin Onayı Alınmadı, Halktan Gizlendi Lozan Anlaşması, Padişah’a rağmen, millete rağmen imzalanmadı. Müzakere süreci şeffaf değildi. Gazetelerde sansür vardı. Musul’un kaybedildiği, kapitülasyonların geri döndüğü ya da azınlıklara verilen hakların boyutu halktan gizlendi. Halkın bilgisi yoktu, rızası alınmadı. Tarihçi Dr. Mehmet Çelik bu konuda şöyle der: “Lozan’da yapılan, bir devletin halkına rağmen yeniden tasarlanmasıdır. Bu bir halk sözleşmesi değil, elitlerin mutabakatıdır.” Sonuç? Lozan, bir hukuk ihlalidir. Bir imparatorluğun tasfiyesidir. Halkın, Meclis-i Mebûsan’ın ve Padişah’ın onayı alınmadan, hukuki meşruiyetten yoksun biçimde gerçekleştirilmiştir. Lozan milletin zihninde haritaların yeniden çizildiği, hafızaların törpülendiği bir travmadır. Bugün Kıbrıs’ta, Ege’de, Kerkük’te yaşadığımız her gerilim; aslında o masada dile getirilmemiş bir cümlenin yankısıdır. Eğer bir millet, zaferi cephede kazanır ve de masada kaybederse; o milletin kaderini silahlar değil, kalemler belirler. Lozan’da öyle olmuştur. İşte bu yüzden Lozan, yalnızca tarihin değil; siyasetin, stratejinin ve millet aklının da bir sınavıdır. Bugün hâlâ bazı çevreler Lozan’a övgüyle yaklaşır: “Bağımsızlığımızın belgesi”, “Yeni Türkiye’nin tapusu” gibi... Oysa gerçek şu: Lozan, yeni rejimin meşruiyet belgesi değildir; tam tersine, o rejimi kuran kadronun Osmanlı’dan bağımsız olduğunu ispat etme çabasıdır. Çünkü bu kadrolar bilir ki, Osmanlı’dan gelen bir hukukî meşruiyetleri yoktur. Saltanatı devredışı bırakmışlar ama anayasal bir geçiş sağlamamışlardır. Lozan, bu boşluğu kapatmak için Batı’ya verilmiş bir sadakat belgesidir. Yani bir “tapu” değil, bir “tavizname”dir. O gün sustuklarımız, bugün çözemediklerimizdir. Tarih, sadece geçmişi anlatmaz; geleceği de şekillendirir. Bekleyip göreceğiz… Devam edecek