13 Ekim 2018 Cumartesi

ALEVİ İFTARI/ MUHARREM AYI MATEM ORUCU


-Geç verilen bir iftarın geç yazılan yazısı-


Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, ilk iftarı evinin bahçesinde çadırda vermişti. İlk olması itibariyle anlamlı bir iftar yemeğiydi(2011). Bu tarihten sonra Residans yerine Kançılarya’da iftar yemeği vermek gelenek haline geldi. Bu iftar yemekleri Ramazan ayında verildi. Sünniler ve Şiiler için verildi. Alevi açılımından sonra da Anadolu Alevileri için Muharrem ayında iftar yemeği verilmeye başlandı. Format aynı. Önce Kur’an okunuyor Almanca ve Türkçe açıklamaları veriliyor, dualar yapılıyor ve Tasavvuf Musikisinden örneklerle program zenginleştiriliyor.Yemek duasıyla programa son veriliyor.
Tarihimizin bir bölümünde, uzunca bir bölümünde, Alevi Sünni  düşmanlığı özellikle körüklendi, aynı coğrafyada yaşayan Müslümanların arası Alevi Sünni diye siyasi nedenlerden dolayı açıldı. Sünniler tarafından Aleviler hakkında anlatılan fıkralarla, atılan iftiralarla Aleviler itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, kız alıp kız verilmiyordu. Aleviler kendilerini ifade edemiyorlardı, mahalle baskısı onları sesizliğe mahkum etmişti. Oldukça zor bir durum. Alevi açılımından sonra Aleviler kendilerini ifade etmeye başladılar, yanımızdaki arkadaşımız meğerse Alevi imiş ama biz onun Alevi olduğunu açılımdan sonra öğrendik.

Açılımdan sonra Kançılarya’da verilen ilk Alevi iftar yemeğinde katılımcılar oldukça kalabalık idi. Zamanla bu sayı azaldı. Bu sene verilen iftar yemeğinde ise katılım daha da azdı. Sordum tanıdığım bazı Alevi canlara; sayınız gittikçe azalıyor sebebi var mıdır?
Cevap; “Siyaset insanları ayrıştırıyor. Ayrıca bu sene iftar yemeği Muharrem ayından sonra verildi. Siz ramazan ayından sonra verilen iftara itibar eder misiniz?” Makul bir cevap.
Bu orucun adı Muharrem Ayı Matem Orucu ise ki öyle; iftarı da o ayda verilmelidir. Bu durumda iftar yemeği verenlerin samimiyeti sorgulanırsa, haksızlık da yapılmış olunmaz.

Muharrem ayı matem orucu
Kurban Bayramı Hicri takvime göre Zilhicce Ayı’nın 10. günü başlar. Kurban Bayramı’nın 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır. 20. günün akşamı Muharrem orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Muharrem orucundan önce 3. günlük Masum-u Pak orucu tutulur. Bu oruç Kûfe’de şehit düşen Müslüm bin Akıyl ile çocukları İbrahim ve Muhammet için tutulur. Müslüm, İmam Hüseyin’in amcasının oğludur. 3 günlük Masum-u Pak ve 12 günlük muharrem orucu olmak üzere toplam 15 gün oruç tutulduktan sonra Muharrem Ayı’nın 13. günü kurbanlar kesilir ve aşure dağıtılır. Kurban, İmam Zeynel Abidin’in Kerbelâ Katliamı'ndan kurtuluşunun şükranıdır.

Muharrem orucu
Muharrem ayı ve Aşûra günü oruç tutmak Alevilere göre farzdır. Muharrem orucu, tıpkı normal oruç gibi tan yerinin ağarmasıyla imsak vaktinde başlar ve akşam ezanının okunmasıyla son bulur. Alevilere göre oruç denildiğinde akla öncelikle Muharrem orucu gelir. Muharrem ayı dendiğinde ise, Kerbelâ ve yaşanan katliam akla gelir  İmam Hüseyin’in Yezid orduları tarafından Kerbelâ’da günlerce aç ve susuz bırakılıp daha sonra da başı kesilmek sureti ile şehit edilmesinden dolayı Muharrem ayının ilk 12 günü Alevilerin matem günüdür. 12 gün boyunca oruç ve yas tutarlar. Böylece İmam Hüseyin’in Kerbelâ’daki direncini anarken; Yezid’in İmam Hüseyin’e ve ailesine yaptığı vahşet lanetlenir. Bu sene(2018) 11 Eylülde başlayan oruç 20 Eylülde son buldu.

Oruç nasıl tutulur
- Yeme içmeden kesilmekle oruç tutulmuş olunmaz. Tüm azalar ile oruçlu olmak lazımdır. Bu da ele, bele, dile, eşe, aşa, işe sahip olmakla elde edilir. Bu anlamda sadece sınırlı günlerle değil, her gün oruçlu olmak lazımdır.
- Oruç süresince, düğün, nişan, sünnet, vb. eğlence yapılmaz.
- Kerbelâ şehitlerinin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez, vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden, ayran, vs. gibi sıvılardan karşılanır.
-Kan akıtılmaması adına kurban kesilmez, et yenilmez.
-İhtişamlı sofralardan uzak kalarak, mütevazı sofralar kurulur.
-Muharrem ayında canlarla bir araya gelerek birlikte mersiyeler, şiirler, deyişler, Alevi önderlerinin kahramanlık öykülerini okunur, anlatılır.
-Orucun 12. gününden sonra on iki imamlara ve bu yolda şehit olanlara atfen en az 12 nebattan oluşan aşure yapılır ve İmam Zeynel-i Abidin’in hayatta kalması adına şükran ifadesi olarak dağıtılır.

“Bism-i Şâh, Allah Allah!
Er Hak- Muhammed-Ali âşkına, İmâm Hüseyin Efendimiz’in susuzluk orucu niyetine, Kerbelâ’da şehid olanların tertemiz ruhlarına, Fâtıma-tüz Zehra’nın şefaatına, On iki İmamlar, On dört Masum-u Pakların şevkına! Hü…
On yedi Kemerbestler’in hürmetine; hazır, gaip ve gerçek erenlerin himmetleri üzerimizde hazır ve nazır ola. Yuf münkire, lanet Yezid’e, rahmet mümine!
Gerçek erenler demine, dost erenler hü!

Allah kabul etsin…

Birkaç not:

1-İslâm Dini’nin temsilcisi olan Din Hizmetleri Ataşemiz Ahmet Fuat Çandır sıradan biri gibi oturmuştu masaya. Kravat ve takım elbise. Onun resmi kıyafetiyle o masada oturması gerekmez miydi? Sarık ve Cübbe, onun şahsında İslam’a saygınlık kazandıracaktır. Böyle toplantılara diğer dinleri temsilen katılanlar resmi elbiseleriyle katılırlar ve herkesin de saygınlıuğını kazanırlar. Bizim Ataşemiz sıradan bir davetli gibi duruyordu orada...

2- Namaz kılmak için mescit düzenlemesi yapılmış arkalarda bir köşeye. Sebep olanlardan Allah razı olacaktır. Ancak ben bu mescidi bu Kançılarya’ ya yakıştıramadım. Allah, 100 milyon Euro’luk bir yapının içinde 3 metre kare bir odaya sıkıştırılmış sanki.
O binaya en az 100 kişiyi alacak kadar içten kubbeli, Selçuklu ve Osmanlı Mimarisi’nin özelliklerini taşıyan, temsil gücüne sahip minyatür bir cami yapılmalıydı, Halâ yapılabilir. Beton binalar temsil gücüne sahip olmazlar. Binaların üzerlerinde ve içlerinde barındırdıkları kültür temsil eder ülkeleri. Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Ancak halkı Müslüman bir ülkedir. Devlet laik diye, halkın inancı, kültürü yok sayılmamalı.

3-Çay olarak yine de Seylan çayı ikram edildi. Bu meselenin halledilmeyeceğine inanmaya başladım. Türkleri, Türkiye’yi temsil etmek değil, programlardan bir program yapmak için bu programlar düzenleniyor olmalı. Ben 2011 yılından beri “Çaykur çayı”nı yazıyorum, kimsenin ilgi alanına girmiyor yazdıklarım. Ben Rizeli değilim, Rize’nin reklamı yapılıyor denilirse eğer; ben Denizliliyim. Horoz olduğum söylenebilir, bu vesileyle de erken ötmüş olabilirim. “Erken öten horozun başını keserler” derler ama, horoz ötmeden de sabahın olduğunu anlayamazsınız.
Büyükelçilik temsil gücüne sahip bir resmi kurumdur. Temsil ettiği, bir ülkedir, şirket değil. Bu durumda içtiği çaydan, kullandığı bardaktan, yere serdiği halıdan, duvardaki resimlere kadar ne varsa o kurumda hepsi Türkiye’yi anlatmalıdır. Elçilik böyle birşey olsa gerektir. Ben bu vesileylşe yeniden bir hatırlatma yaptım. Belli mi olur, belki Büyükelçimiz Ali Kemal Aydın kulak verir bu sese de, “Kançılarya’da sadece Çaykur çayı içilir” geleneğini başlatmış olur...

Çay demlemenin de, içmenin de bir adabı vardır. Çay zevk için içilir. Çay demleyip, ikram edenler, şu 4 hususa dikkat etmelidirler:
1-Demlenecek çay Çaykur’un çayı olmalıdır
2- Çayın demi, dudak renginde olmalıdır (Lebrenk)
3- Çay ince belli bardakta ikram edilmeli ve ağzına kadar doldurulmamalıdır, dudak payı bırakılmalıdır. (Lebrîz)
4- Çay, dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır.(Lebsûz)

3 Ekim 2018 Çarşamba

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (IX) –İSTANBUL (IV)-



-Eyup Sultan’da bulunan Mezar taşları başlı başına bir tarih. Sanki açık hava müzesi. Maalesef bilinçsiz hazire temizlikleri ve iklim şartları sebebiyle o güzelim taşlar tahrip olmuş, atmosfere salınan egzoz ve sanayi gazları taşları karartmış.  Zamanın örselediği taşlar erimeye başlamış ve okunamaz hale gelmiş.-

Bugün Topkapı Sarayı’ndan başlayacağız gezimize. Rehberimiz bizi orada bekliyormuş.  Otobüsümüz oldukça uzağa park etti. Yürüyerek gitmemiz gerekiyor. Daracık sokaklardan geçiyoruz, etrafta cumbalı evler, balkonlardan aşağıya çiçekler sarkmış vaziyette rengarenk. Güzel bir yürüyüş oldu İstanbul sokaklarında. Derken Sultan Ahmet Meydanı’na geldik. İlk önce fotoğraflar çekildi ve hemen oradan Saray’a giriş yaptık.

Topkapı Sarayı
“Topkapı Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık tarihinde 400 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin idare merkezi olmuştur. Yaklaşık 700.000 m2 alan içindedir. İnşasına 1465 yılında başlanan saray  1478 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı teşrifatında ilk adı "Saray-ı Cedîd-i Âmire" olup, “Yeni saray” demektir. Cumhuriyet’in ilanından sonra 3 Nisan 1924 yılından itibaren, müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. Koleksiyonları, mimari yapıları ve yaklaşık 300.000 arşiv belgesi bulunan Topkapı Sarayı, dünyanın en büyük saray müzelerindendir.
Bahçeler ve meydanlar ile çevirili olan saray, birbirinin içinden geçilen dört avluya sahiptir. Halkın başvuru için girebildiği birinci avlu, sarayın birinci giriş kapısıdır. Cebehane olarak kullanılan bu alanın dışında darphane, hastane, fırın ve Aya İrini Kilisesi gibi hizmet binaları bulunur. Sarayın ikinci avlusu ise devletin idare binalarının yer aldığı bölümdür. Tarih boyunca pek çok resmi törene sahne olan ikinci avluda, divan toplantılarının yapıldığı Divan-ı Hümayun ve hazinenin Divan-ı Hümayun Hazinesi yer alır. Divan binasının arka kısmında ise sultanın adaletini simgeleyen Adalet Kulesi bulunur. Kubbealtı’nın yan tarafında Harem Dairesi girişi ve Zülüflü Baltacılar koğuşu vardır.
Dolmabahçe Sarayı yaptırılana kadar Osmanlı hanedanı burada yaşamıştır. Topkapı Sarayı biri maddi, öteki manevi olmak üzere iki büyük değeri barındırmaktadır. Bunlardan biri imparatorluk hazinesi diğeri de Mukaddes Emanetler'dir. Topkapı Sarayı; Birun, Enderun ve Harem olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. Sarayın on üç kapısı vardır, ancak bu kapıların çoğu günümüze ulaşamamıştır. Kapılar avlulara açılır.”

Nisa Uğurluel, sarayın giriş bahçesinde karşıladı bizi ve saray hakkında genel bilgiler verdi. 5 dakikalık fotoğraf molasından sonra Nisa Hanım önden biz arkadan girdik saraya ve her mekânın önünde o mekânla ilgili bilgileri almaya başladık rehberimizden:

Birinci avlu
“Sarayın birinci avlusuna Bâb-ı Hümayûn diye bilinen İmparatorluk kapısından girilir. Kapı dışındaki anıt çeşme 18. yy. Türk sanatının en güzel örneklerindendir. Birinci avluda saray fırınları, darphane, muhafız alayı, odun depoları ve aşağıdaki düzlüklerde özel sebze bahçeleri yer alırdı. Sarayın ilk yapısı Çinili Köşk, saray reviri, cellat çeşmesi ve  Arkeoloji Müzesi de bu avludadır. Girişi takiben solda 6. yy. Bizans eseri olan Aya İrini Müzesi yer alır.

İkinci avlu
Topkapı Sarayı Müzesi’nin ana girişi, ikinci kapı olan Bab-üs-Selam’dır. İkinci avlu devlet ve hükümetin yönetim merkezidir. Yalnızca sultanların at bindiği bu avluda, halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaşlarını alan yeniçeri temsilcileri, elçi kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. 5-10 bin kişinin mevcut olabildiği törenlerde, tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü bilinir. Sultanların katıldığı tören ve olaylarda imparatorluk tahtı bu avlunun diğer yanındaki kapının önüne yerleştirilir ve bir saygı ifadesi olarak tüm katılanlar elleri önlerinde kavuşmuş olarak dururlardı. Avlunun sol yanında kabinenin toplandığı yönetim bölümü yer alır. Sarayın tek kulesi de buradadır. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı buraya Adalet Kulesi denilir. Bu kuleden bütün İstanbul ve liman gözetlenebilir. Kulenin tek girişi harem kısmında bulunmaktadır.

Üçüncü avlu
Arz Odası, Saray Okulu, Hırka-i Şerif Dairesi, Üçüncü Ahmet Kütüphanesi, Ağalar Camisi, Has Oda  bu avludadır. Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimsenin geçemediği bu kapıdan, Sultan’ın özel avlusuna girilir. Saray Üniversitesi, Taht Odası, Sultan’ın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bu kısımda yer alır. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odası’nda yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkarları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultan’ın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi. Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik örneğidir.

Dördüncü avluda
Bu avluda; Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Hekimbaşı Odası yer almaktadır. Sarayın üçüncü avlusundan koridorlar ile dördüncü avluya ve bahçeler içindeki pavyonlara geçilir. Burada sarayın tek ahşap pavyonu, 17. yy. zengin işlemeli ve çinilerle süslü Bağdat ve Revan köşkleri ve nihayet saraya inşa edilen en son yapı olan Mecidiye Köşkü yer alır. Köşkün alt katı ziyaretçilere ayrılmış lokantadır. Bağdat Köşkü’nün önündeki terastan Haliç, Galata,  Eski İstanbul'un kubbeler ve minarelerden oluşan eşsiz manzarası seyredilebilir.

Harem
Osmanlı devlet teşkilâtında Harem-i Hümâyûn tabiri hem haremi hem de Enderun’u içine alır. Harem; Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin ve kadınların yetiştirildiği eğitim müessesesidir. Ayrıca kadınların ikametgâhıdır. Bu bakımdan Harem’e yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır. Harem’de genç kadınlar askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitililen mekândır. Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır. Harem 400 kadar odadan oluşur. (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).
Harem; sanılanın aksine bir zevk ve eğlence yeri değil, bir eğitim kurumudur. Buradan yetişen kızlardan en zeki ve güzel olanı padişahla evlenirken, diğerleri de yüksek düzeyli devlet adamlarıyla evlendirilirdi. www.alasayvan.net/ Bu yüzden de devlet ileri gelenlerinin çoğu kızlarını Harem’e vermek için birbirleriyle yarışırlardı. Ancak bunu başaranlar oldukça azdı. Çünkü Harem’e alınacaklar sıkı bir sınavdan geçirilirdi. Harem eğitiminin süresi üç yıldır. Burada eğitilen kızlar bürokratlarla, paşalarla ve saray personeliyle evlendirilirlerdi.

II. Murat’a kadar Osmanlı’da bir harem teşkilatı yoktu. Osmanlı padişahları ya kendi çevrelerindeki kızlarla ya da savaştıkları kralların kızlarıyla evlendiler. Harem ve Enderun Mektebi İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından kuruldu.

Fatih Harem’i niçin kurdu?
Harem’in Türk geleneklerinde yer almamasına rağmen Fatih tarafından kurulmasının başlıca nedeni güvenlik ve devlet sırlarının açığa çıkmasını engellemekti. Fatih’e kadar Osmanlı padişahları ya kendi çevrelerindeki kızlar, ya beylerin kızları ya da savaştıkları kralların kızlarıyla evlenirlerdi. Özellikle yabancı kralların kızları her ne kadar Müslüman olup Osmanlı kültürünü benimseseler de devlet için sıkıntı olacak çalışmalar yapabiliyorlardı. Bu nedenle de kendi ülkelerine çoğu zaman açık ve gizli mektuplar gönderiyor, devlet güvenliğini tehlikeye düşürüyorlardı. Saray dışından evlenmek ise tebadan bir aileyi saraya katmak anlamına geliyordu. Osmanlı padişahları bunun da devlet güvenliği açısından sakıncalı olduğunu gördüler.  Bilinenin aksine padişahlar Harem’de istediği her kadınla birlikte olamazdı. Doğru kaynaklar, Harem’in kılık kıyafete ve adaba çok önem veren bir yer olduğu bilgisini veriyor. Haremde genellikle çıplak vakit geçiriyor gibi resmedilen kadınlar, Batı edebiyatının hayalgücünden başka bir şey değildir. Harem kapısında “Ey iman edenler! Size ait olmayan evlere izinsiz girmeyiniz!”(Nur 27) yazar. Haremde; okuma-yazma, edebiyat, tarih, yeterince dini bilgi, dikiş-nakış, sofra hizmeti, musiki ve raks öğretilirdi. İçlerinde hattat olanlar hatta Hürrem Sultan gibi şaire olanlar da vardı.

Silah koleksiyonu ve divan odası
Geniş saçaklı 'Divân-ı Hümayûn' bölümünün yanındaki büyük yapı devlet hazinesi idi. 8 kubbeli bina eski silahların modern biçimde sergilendiği zengin bir koleksiyondur. Sultanların kullandığı zırh ve silahlarla, saray ve ordu mensuplarının değişik çağlarda kullandıkları silahlar, diğer ülkelerden ele geçirilenlerle birlikte teşhir ediliyorlar...
Hükümet üyelerine tahsis edilmiş Divân bölümü yanında sarayın tek kulesi Adalet Kulesi yükselir. Divan toplantıları Sadrazam başkanlığında vezirler ve katipler ile yapılırdı. Sultanlar toplantıya katılmazdı, ancak istedikleri zaman duvarda harem bölümüne açılan yüksek, perde ile kapalı bir pencereden toplantıyı dinleyebilirdi. Elçi kabullerinde ziyafet sofrası bu salonda kurulurdu.

Mutfaklar ve porselen koleksiyonu
İkinci avlunun sağ tarafında saray mutfaklarını görüyorsunuz. Sarayda mevcudu 12.000'i geçen Çin ve Japon porselenlerinin 2500 kadarı bu bölümde sergilenmektedir. Buranın mutfak olarak kullanıldığı günlerde sayıları 1000'i geçen aşçı ve yardımcıları, sarayın değişik bölümlerine tahsis edilmiş yemekleri pişirip, gönderirlerdi. Günümüzdeki porselen teşhiri kronolojik ve modern bir sergidir. Dünyanın en zengin koleksiyonunun seçilmiş parçalarıdır. Mutfakların bir bölümü eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümünde de İstanbul işi porselen eşya ve cam işi teşhire sunulmuştur. Ayrı bir bölümde gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonu yer alır. Mavi beyazlar, tek ve çok renkli porselen teşhirleri, Japon porselen salonu ile nihayetlenir. Helvahane bölümünde bugün günlük yaşamda kullanılan madeni kapkacak, kahve takımları, tombaklar(altın, civa karışımı ile harmanlanmış bakır eşya) sergilenmektedir.

Elbiseler
Avlunun sağ yan bölümünde teşhir edilen sultan elbiseleri koleksiyonunun, dünyada bir benzeri yoktur. Özel saray tezgahlarında, elde yapılmış kumaşlardan dikilen elbiseler 15. yy.dan beri itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış olup tamamı 2500 kadardır. İpek, altın ve gümüş simlerle işlenmiş elbiseler yanında, Türk Sanatının şaheserleri olan Sultanların kullandığı ipek halı, özel seccade örnekleri de teşhir edilmektedir.

Hazine
Topkapı Sarayı Müzesi’nin hazine koleksiyonu dünyanın en zengin koleksiyonudur. 4 odada teşhir edilen eserler otantik ve orjinaldir. Değişik yüzyıllardaki Türk mücevherat işçiliğinin şaheserleri, Uzak-Doğu, Hint ve Avrupa eserleri ile birlikte seyredenleri büyüler. Hazine Bölümü sergilemesi 2001 yılında modernize edilerek değiştirilmiştir. İlave bir ücret ile gezilebilen bölümde ilk odada Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik çağlarda kullandığı biri som altın kaplamalı diğeri benzersiz mine ve kıymetli taşlarla süslenmiş, bir diğeri abanoz ağacı ve üzerine fildişi kakma motifli, bağa üzerine sedef kakmalı, kıymetli taşlarla süslü dört taht ve sultanların nadide taşlarla süslü sorguçları, iri taşlı zümrüt askıları yer alır.
İkinci odada Rus-Çin-İran-Hind el işi eserler, devlet madalyonları sergilenmektedir.
Üçüncü salon vitrinlerini yeşim, tutya ve neceften yapılma eşsiz eserler süsler. Ayrıca 16 yy. merasim miğferinin yanında, her biri 48 kg. som altından yapılan iki büyük şamdan vardır.

Saat koleksiyonu bölümü
Kutsal Emanetler’in yanındaki oda, dünyanın en zengin koleksiyonudur. Giriş sağ tarafında Türk sanatkarlarını saatleri yer alır. Çok değerli duvar ve masa saatleri, cep saatleri 16-19. yy.lar arası tarihlenir. Saraya hediye edilmiş değişik markalar. Salonun en büyük saati 3.5 metre boyunda ve 1 metre eninde İngiliz malı olup, içinde bir org vardır. Cep saatleri arasında Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz'lerin portreli saatleri enteresandır.

Kutsal Emanetler Bölümü
16 yy. Mısır'ın fethini takiben saraya getirilen İslam'ın kutsal emanetleri o tarihten beri bu bölümde muhafaza edilmektedirler. Emanetlerin sergilenmesinden önce, bölüm Taht Odası olarak kullanılmıştı. Kubbeli odaların duvarları çinilerle kaplıdır.
Hz. Muhammed'in kılıçları, yayı ve değerli bir kutu içerisinde muhafaza edilen hırkası koleksiyonun önemli parçalarıdır. Odadaki büyük, işlemeli, kubbeli kafes gümüşten mamuldür. Diğer oda vitrinlerinde Peygamber’in mührü, sakalı, mektup ve ayak izleri sergilenmektedir. İlk el yazma Kur’anlardan birisi, Kabe'nin anahtarları, önemli kişilerin kılıçları diğer eserlerden bazılarıdır.

Sultan portreleri galerisi
Kutsal Emanetler bölümü ile hazine arasında, müze müdüriyetinin bulunduğu sütunlu binadadır. Büyük salonda zaman zaman değiştirilen sergiler yer alır. Topkapı Sarayı Müzesi’nde değişik belgeler, kitaplar, minyatürler, yazı takımları gibi kıymetli eserler bulunmaktadır. Bu nadide parçalar buradaki salonda zaman içerisinde sergilenir. Salonun balkon şeklindeki galeri duvarlarında Sultanların yağlı boya tabloları bulunmaktadır.

Tarihî Yarımada ya da Suriçi
Haliç, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi ile çevrili olan; İstanbul şehrinin ilk kurulduğu ve geliştiği bölgeye verilen addır. Tarihî Yarımada’da ilk yerleşim yeri MÖ. 685 yılında Megara'dan gelen Yunanlar tarafından Byzantion adıyla kurulmuştur. Yarımada, Türkler tarafından fethedildikten sonra Dersaadet ve İstanbul gibi adlarla anılmıştır.
Bizans döneminden kalma şehir surları yarımadanın batı sınırını oluşturmaktadır. Osmanlı döneminden bu yana yarımada Suriçi olarak da adlandırılmaktadır. Bölgenin tarihî yarımada olarak adlandırılmasının nedeni İstanbul'un en eski yerleşim yeri olmasının yanı sıra, içinde bulundurduğu sayısız tarihî eserdir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma onlarca saray, cami, kilise, çeşme, dikiltaş ve konut tarihî yarımadanın simgeleridir.

Mezar taşları ve semboller

Ağaçlar
Bu hayat ağacıdır. Hayat ağacı, Orta Asya kökenli bu ağaç en yaygın kullanılan ağaç motiflerinden biridir. Servi ağacı, Elif harfi gibi uzun ve düz olduğundan vahdetin sembolüdür. Serviler rüzgarda sallanırken çıkardığı “Hû, Hû” sesiyle Allah’ı zikrettiğine inanılır. Yalnız Osmanlı’da değil hemen bütün Akdeniz kültürlerinde servi mezarlık ağacı olarak kullanılmıştır. Hurma ağacı, kabirde yatan kişinin hacı olduğuna işaret eder. Bol meyveleriyle canlılığı ve bereketi temsil eder. Asma da tıpkı hurma ağacı gibi bolluk ve bereketi temsil eder.

Çiçekler
Lâle, ebced hesabıyla rakam değeri Allah ve hilal kelimeleriyle aynı olduğu için kutsiyetine inanılır. Gül, mezar taşlarında gerek şahide (baş) taşlarında gerekse ayak taşlarında ve başlıklarda sıkça kullanılır. Hz. Peygamber’in remzidir.

Meyveler
Meyve ölümsüzlüğün sembolüdür. Zira dünya hayatının meyvesi ebedi cennet hayatıdır. Meyve geleceğin tohumunu da bünyesinde barındırır. Mezar taşlarında meyve tabağı içinde yer alan nar, armut, incir, üzüm, erik, kayısı, ceviz, limon, hurma gibi meyveler hayatı, bolluğu ve bereketi temsil ederler. Bitkisel motiflerin dışında kullanılan bazı sembolleri ise şöyle sıralayabiliriz.
Kandil: Anadolu mezar taşlarında çok görülen bu motif, ölünün  yolunu aydınlatıcı olarak düşünülmüştür.
Geometrik motifler, kökü Orta Asya’ya bağlanan bu motifler kendi içlerinde sonsuzluk ve süreklilik gösterdikleri için Allah’ı hatırlatır.

Hançer
Hançer motifi dünyayla ahireti birbirinden ayıran ölümü tasvir etmektedir. Eğer çocuk mezarları üzerinde görülürse bu genç yaşta hayattan ayrıldığını sembolize eder. Kadın mezar taşları ve bilhassa şahideleri, erkek mezar taşlarından daha süslü ve çarpıcıdır. Stilize çiçek motifleri tazeliklerinden hâlâ bir şey kaybetmemiştir. Lale, gül, karanfil gibi çiçekler hanım mezarlarında erkek mezar taşlarına nazaran daha zarif stilize edilmiştir. Yüzük, kolye, broş, bilezik gibi ziynet eşyaları hanımların taşlarını hayattaymışçasına süslemektedir.
Osmanlı devletinde özellikle 18. asrın sonu 19. asrın başı itibariyle moda olan Batı tarzı sanat anlayışı, kitap süsleme sanatlarından mimariye, musikiden mezar taşlarına kadar her alanda etkili olmuştur.

Eyup Sultan’da bulunan Mezar taşları başlı başına bir tarih. Sanki açık hava müzesi. Maalesef bilinçsiz hazire temizlikleri ve iklim şartları sebebiyle o güzelim taşlar tahrip olmuş, atmosfere salınan egzoz ve sanayi gazları taşları karartmış.  Zamanın örselediği taşlar erimeye başlamış ve okunamaz hale gelmiş. Zaten atalarının mezar taşlarını okuyamayan bir milletiz.
Dileğimiz, yetkililerin daha duyarlı olması, hiç değilse elde kalanları doğru muhafaza etmeye yönelik çalışmaları acilen yapmasıdır. Büyük bir medeniyetten geriye kalanları korumak, bu topraklarda yaşayanlar için bir ödevdir.

Devam edecek

18 Temmuz 2018 Çarşamba

KURBAN 2018-07-16



Türkler 1961 yılında devletler arası antlaşmalar çerçevesinde Avrupa ülkelerine işçi olarak gönderildiler. Antlaşma iki yıllığına yapılmıştı, iki yıl sonra önce gelenler gidecek onların yerine başka işçiler gelecekti. Düşünüldüğü gibi olmadı, gelenler geriye gitmedi. Hatta  ailelerini de yanlarına almaya başladılar, yeni doğan çocuklarla birlikte  sayıları hızla yükselmeye başladı. 2018 yılında bu sayı yaklaşık dört milyona ulaştı.
Antlaşma yapılırken yabancı bir ülkeye gelen Türk insanının geldiği ülke ile ilgili olan kültürel bağlarından doğan ihtiyaçları düşünülmemişti. Bu ihtiyaçların başından dil ve dini ihtiyaçlar geliyordu. Geldiği ülkenin dilini bilmeyen bu insanların, ibadet yapacakları camileri de yoktu, yiyecek ve içeceklerin helal olup olmaması konusunda rehberleri de yoktu. Bilhassa Cuma namazı kılmak için uygun yerler bulunamıyordu. Bu eksikliği ilk önce İslâm Kültür Merkezleri fark etti. Hemen sonra Milli Görüş Teşkilatları(1972), en son farkeden Diyanet işleri Başkanlığı oldu(1984). Burada namazlar kılınmaya çocuklar okutulmaya başlandı.
Apartman katlarında, fabrika binalarında camiler açıldı, spor salonlarında bayram namazları kılındı.
Zamanla yöneticiler tarafından, Müslümanların zekatlarının ve kurbanlarının da olduğu farkedildi. Zekat, kurban ve sadaka. İslâmî hizmetler için toplanan bu sadakalar Afganistan ve Filistin Müslümanları başta olmak üzere dünyanın her tarafındaki Müslümanlara ulaştırılmak amacıyla toplanmaya başlandı.

Silah satan ülkeler Müslümanların topraklarını işgal ediyor, oradaki Müslümanları birbirleriyle düşman haline getiriyor, sonrasında da onları birbiriyle savaştırıyordu. İhtiyaçları olan silahı da yine onlar satıyordu.

Savaş sonrasında da sefil duruma düşen Müslümanlara yardım etmek, onların karınlarını doyurmak için savaşa dahil olmayan ülkelerdeki Müslümanları el altından organize ediyorlardı. Bu yardım kuruluşları vasıtasıyla sadakalar toplanıyor ve savaş bölgesindeki insanlara götürülüyordu.

Emperyalistler önce kardeşi kardeşe vurdurtuyorlar, sonra da üçüncü kardeşe onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yardım kuruluşları kurdurtuyorlar, sonra da karşılarına geçerek kıskıs gülüyorlardı. Alan memnun satan menun.

Bu durumda suçlanacak olanlar, emperyalistler değil Müslümanlardır. Silahı alan da Müslüman, o silahla kardeşini vuran da Müslüman. Burada emperyaliste söylenecek fazla birşey yoktur. Onlara neden silah satıyorsunuz? Denilse akılları yok mu kardeşim almasınlar diyecektir ve haklıdır da.

Avrupa ülkelerinde 57 yıldan beri zekat ve kurban toplanıyor. Toplanan bu sadakalar önce Filistin’e sonra Afganistan’a sonra da Afrika ülkelerine gönderiliyor. Arada bir Türkiye’ye gönderenler de oluyor.

Kurban-Zekat toplandığı mahalde yaşayan  Müslümanlara ihtiyaçmıdır-değilmidir  düşünülmüyor, hâlâ düşünülmüyor. Düşünülmediği gibi Avrupa’daki Müslümanın zekata kurbana ihtiyacı yoktur diye de propagandalar yapılıyor.

2017 yılında İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) Teşkilatları HASENE genel organizasyonuna "100 ülkede 160 bin kurban" projesi hedefi vermiş. (İskender GÜNGÖR / KÖLN)

Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Tutkun da kurban sayısının 2017 yılında, 2013 yılına oranla yüzde 52 artışla 135.394 olduğunu belirtmiş.
Diğer dini cemaatlerin de yaklaşık 200.000 kurban topladığını düşünürsek senede ortalama en azından 400.000 kurban eder. Ortalama bir kurban için 100 Euro alındığına göre  400x100= 40 milyon Euro eder. Zekat için toplanan paraları da hesaba dahil edersek 40+40 = 80 milyon Euro eder yılda. Seneye bir 80 milyon daha.

Berlin Din Hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Candır da  4 Temmuz 2081 tarihinde saat  09:54 te Facebooktaki hesabından konu ile ilgili bir duyuru yayınladı. Duyuru aynen şöyledir:
"KURBANINI PAYLAŞ KARDEŞİNLE YAKINLAŞ". KURBANLARIMIZ KARDEŞLİK İÇİN...
Vekaletle Kurban Bedeli Bu yıl Sadece 125 Euro. Bütün DİTİB Camilerimizden vekaletle kurbanlarınızı makbuz karşılığında, elden görevlilerimize teslim edebilirsiniz.
Değerli Kardeşlerim! Kurban Bayramı yaklaşıyor. Ramazan Ayında gösterdiğimiz Kardeşliği ve Paylaşmayı şimdi Kurbanlarımız ile göstermeliyiz. Türkiye'yi umut olarak ümit olarak gören Dūnyanın dört bir yanındaki mūslūman Kardeşlerimiz bizlerin göndereceği Vekaletle Kurbanlarımızı bekliyor. Hiç tanımadığımız Renkleri, ırkları ve dilleri farklı ama; gönūl dūnyalarında, dualarında ve îman kardeşliğinde buluştuğumuz kardeşlerimize gelin bir KURBAN da biz gönderelim. Diyanet İşleri Başkanlığı,Tūrkiye Diyanet Vakfı ve DİTİB aracılığı ile emanet olarak verdiğimiz Kurbanlarımız, dini esaslara uygun, güven ve emanet şiarıyla hareket edİLerek, vekaletle kurban kesim programıyla Dūnyanın dört bir yanındaki Kardeşlerimize gönüllülerimiz ve görevlilerimiz aracılığıyla ulaştırılıyor.
"Unutmayalım ki, bu Kurban Bayramında da bizleri bekleyen gözū yaşlı, mazlum çok insan var"..
Vekaletle Kurban Bedeli Bu yıl Sadece 125 Euro. Bütün DİTİB Camilerimizden vekaletle kurbanlarınızı makbuz karşılığında, elden görevlilerimize teslim edebilirsiniz.”
Sayın Ataşe şu cümlenin altını özellikle çizizor: ...”vekaletle kurban kesim programıyla Dūnyanın dört bir yanındaki Kardeşlerimize gönüllülerimiz ve görevlilerimiz aracılığıyla ulaştırılıyor. Unutmayalım ki, bu Kurban Bayramında da bizleri bekleyen gözū yaşlı, mazlum çok insan var."

Bu bir ajitasyondur ve bu ajitasyonu yapan da Din Hizmetleri Ataşemiz Ahmet Fuat Çandırdır. Kendisi Berlin’de hizmet veriyor. Buradaki insanlar ondan hizmet beklerken o  dünyanın bir ucundaki “gözü yaşlı(!)” insanlara kurban eti ulaştırmanın telaşında. İlk bakışta kendisine hak vermememeniz mümkün değil. Din Hizmetleri Ataşesi olarak Berlin’e ne gibi hizmetler yaptığına bakılırsa camilerde okunan Kur’an meallerinin dışında fazla birşey göremiyoruz.
Sayın Din Hizmetleri Ataşesi’nin, diğer dini cemaatleri de bir araya toplayıp ortak bir strateji geliştirdiklerine şahit olmamışız, Kiliselerle Camilerin ortak programlar yaptığına şahit olmamışız, Kiliselerle Camilerin birlikte Berlin halkına nasıl bir hzimet sunabiliriz diye ortak bir projelerinin yapıldığına şahit olmamışız...,  üniversite öğrencileri için DİTİB’in Berlin’de şu kadar yurdumuz var bu yurtlar; 50-100 kişilik yurtlardır ve sadaka-kurban paralarıyla bu yurtlar finanse ediliyor diye bir açıklamasını duymamışız, o göstermelik 100 Euroluk 200 Euroluk bursların dışında şu kadar öğrenciye kişi başı 1.000 Euro burs veriyoruz diye açıklama yaptığına şahit olmamışız, şu kadar doktora öğrencimiz var ve bütün ihtiyaçları tarafımızdan karşılanıyor diye bir açıklamasına şahit olmamışız...ancak kurbanın neden toplanması ve nerelere götürülmesi gerektiğiyle ilgili teşvik edici açıklamalarını sosyal medyada okuyabiliyoruz.

Sayın Ataşenin şahsında diğer dini cemaatlere de aynı soruyu soruyorum; sizler içinde yaşadığınız Müslüman toplumun ne derdi var, hangi sıkıntıları var, onların çocuklarının nelere ihtiyacı var, geleceklerini nasıl inşa edecekler bunları biliyor musunuz? O gözü yaşlı dediğiniz insanlardan sizlerin önünde binlercesi duruyor. Onların ihtiyacı için niçin seferber olmuyorsunuz? Sorunlarını bilmiyorsunuz ki seferber olasınız.

Sayın Ataşem, öncülük yapsanız da ‘Kurban’ın Allah’a yaklaşmak için yapılan bir sadaka olduğunu, kan akıtmak olmadığını, et dağıtmak olmadığını  Müslümanlara anlatsanız ve diğer cemaatler de arkanızdan gelse olmaz mı?

Sonra da fakir fukaranın istifade edeceği milyonluk kurumlar kurarak önce içinde yaşadığımız toplumun ihtiyaçlarına cevap versek ve sonra da dalga dalda dışarıya kurum bazında yayılsak olmaz mı?

Böylece her sene toplanan ve sadece et yedirmek için kullanılan bu 80 milyon Euro fakirlerin istifade edeceği kurumlara dönüşse olmaz mı?

Sayın Ataşem, konu ile ilgili yazıyı enson 27 mayıs 2018 tarihinde www.ha-ber.com internet sitesinde yazmışım. O yazının bir bölümünü tekrar burada bir daha yazmak istiyorum:
“Cemaat, hedefi olan topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler insanların dünyada barış içinde mutlu bir hayat sürebilmeleri için gereklidir.
Dinîn buyruklarını dezenfarmosyana tabi tutmadan yaşamayı esas alan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme bu insanlar için farz-ı ayn bir ibadettir. Cemaatleşme Allah'ın olmazsa olmaz buyruklarındandır. Cemaatleşme güçlerin birleştirilmesi demektir, Allah ister bunu. Çünkü, ciddi çalışmalar güçlerin birleşmesiyle mümkün hale gelir. ''Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.'' (Âl-i İmrân 103) der Allah.
Günümüzde Avrupa’daki cemaatler veya dini cemaatler sadece kendi cemaatlerini düşünür haldedirler. Dayanışma içinde değillerdir. Güçlerini birleştirmek için çalışma yapmazlar. Amip gibi bölünerek çoğalmaya devam ederler. Sanki gizli bir el yönlendirir onları.

Almanya'daki dini cemaatler; ''sadece ibadet yapmak için, kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını yaparlar. Camide çocuklara dini eğitim verilmesi de aynı amaca yöneliktir. Dini cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır, kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek toplanır bu paralar. Sinevizyon gösterileriyle insanların manevi duyguları tetiklenir. Hedefleri, duygu sömürüsü yaparak daha çok para toplamaktır. Bu cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak bir hizmet yoktur desek yalan olmaz. Bu işi de oltanın ucuna takılan yiyecek olarak düşünebiliriz. Asıl amaç balığın karnını doyurmak değil, kendisini yakalamaktır.

Almanya’da dinî cemaatlerin:
 -Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
 -İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur'an öğretmeni, din dersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Tam gün mesai yapan hukukçuların çalıştığı hukuk büroları yoktur.
 -Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur...
-Kültür Merkezleri yoktur, yani gelecekleri yoktur. Onlar topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler.

Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar Almanya’dan, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Yıllardan beri bu iş böyle yürür. Ancak ne Afganistan'ın problemi çözülmüştür ne Filistin’in ne Çeçenistan’ın ne Irak’ın. Bırakın problemlerin çözülmesini bu halkalara yenileri eklenmiştir. İşte 7 yıldır gözümüzün önünde çoluk- çocuk, kadın-ihtiyar demeden bombalanan Suriye...“

Sayın Ataşem, inanın bu durma müdahil olsanız, insanları ikna etmek bir çalışma içine girseniz insanlar size dua edeceklerdir.

Sayın Ataşem, sorumluluk almak gerekiyor, risk almak gerekiyor.  30 yıl öncesinde Berlin’de camiler Ramazan ayında ve cuma namazlarında dolup dolup taşardı. 30 yıl sonrasında ilave birkaç cami yapılmamasına rağmen, camilerdeki tutulan namaz saflarında boşluklar var. 30 yıl önce doğan çocuk bugün 30 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin olabileceğini düşünürsek, bugün camilerin cemaati almaması gerekirdi.

Sayın Ataşem, bu duyarsızlık böyle devam ederse 10 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır. Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra 30 yıl sonra gelen nesil çekecektir.

Sayın Ataşem, kendi çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, Afrika'ya el uzatmak da neyin nesidir? Bu ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa, bir gün bir lokma et yese ne olur yemese ne olur?..

Sayın Ataşem, etmeyin eylemeyin topladığınız paraları çar-çur etmeyin, o paraları çocuklarımızın geleceği için yatırıma dönüştürelim. Kendi çocuğumuzu kurtarınca da o Afrika ülkeleri’nden ihtiyaç sahibi olanları burada kurduğunuz kurumlarda okutalım, tedavi edelim, meslek sahibi yapalım ve ülkelerine gönderelim… 
Sayın Ataşem, kurban, zekat, sadaka fakire verilirde fakirin istifade edeceği kurumların kurulması için niçin verilmesin... Sadece zekât ve kurban parasıyla yapılsın bütün bu kurumlar ve sonra yine aynı paralarla finanse edilsin…

Sayın Ataşem, inanın böylece ibadetin en faziletlisini yapmış olacaksınız,  ve onurlu bir hizmetin altına güçlü bir imza atmış olacaksınız. Ve o zaman Allah sizin alnınızdan öpecektir.