22 Ekim 2011 Cumartesi

UHUD SAVAŞI


SON ELÇİ HZ. MUHAMMED VI

“Kuşların cesetlerimizi didiklemeye başladığını görseniz bile bulunduğunuz yerleri asla terketmeyeceksiniz !”

Rüştü Kam 23.01.2011
www.ha.ber.com
Hicretin üçüncü yılı (624-625 M.), Uhud savaşı (11 Şevval 3 H./27 Mart 625 M.) I-

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.”(Âl-i İmrân, 139)

Bedir savaşının üzerinden onüç ay geçmişti. Medine’de müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler gerginleşmeye balamıştı. Hatta Yahudiler işbirliği yapmak için Mekke’ye elçiler bile gönderdiler. Medine’li bir Hristiyan keşiş olan Ebû Âmir de aynı maksatla Mekke’ye yerleşmişti. Savaş alanına kamufle edilmiş çukurların kazılmasını o önermişti Mekke’lilere. İşte, Elçi savaşın ikinci safhasında bu çukurlardan birine düşmüştü.

Mekke’liler de Bedir yenilgisini birtürlü unutamamışlardı. “Nasıl olur da bu kadar az sayıda, üstelik tecrübesiz bir ordu, Mekke ordusunu perişan ederdi. Akıl alacak gibi değil!” diyerek dövünüyorlar, feryat ediyorlar, geceleri uyku bile uyuyamıyorlardı.  Bedr’in intikamı mutlaka alınmalıydı. Mekeliler bu ayıpla yaşayamazlardı. Nasıl çıkacaklardı bundan sonra diğer kabilelerin, devletlerin karşısına.

Bedir savaşında Mekke müşriklerinden 70 kişi ölmüştü. Bunlar arasında Ebû Cehil, Ukbe, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Âs b. Hişâm gibi Kureyş’in önde gelen simâları da vardı. İntikam alınmazsa, bu yenilgi Mekke devletinin sonu olabilirdi. Acilen yapılacaklar yapılmalı ve Muhammed’den intikam alınmalıydı.

Utbe kızı Hind durmadan dövünüyordu. Ne koku sürünüyor ne de geceleri rahat uyuyabiliyordu.
“Muhammed'i tepelemedikçe koku sürünmek bana haram olsun” diye yemin de etmişti.  “Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek de haram olsun” diyordu.

Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi. Ebu Süfyan'ın yürüttüğü kervanın malları Daru'n-Nedve'de durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri tarafından, herkese katılım payı verildikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verildi.

Bu karardan sonra hiç vakit geçirilmeden hazırlıklara başlandı. Bedir'de yakınları öldürülenler karalar giyinmiş olduğu halde kabileler arasında dolaşarak ve şairler de mersiyeler söyleyerek halkı savaşa teşvik etmeye başlamışlardı. Mekke dışındaki müşrik Arap kabîlelerine de, şâirler ve hatipler gönderilmişti.

Kervanın kârından  Uhud savaşı için  50 bin altın ayrılmıştı. Bunun yarısı ile  Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2 bin asker toplanmıştı.. Mekke’den katılanlarla bu sayı 2 bin dokuzyüze ulaşmıştı. 700′ü zırhlı, 200′ü atlıydı. Ordu mükemmeldi. Bedir’in intikamı sanki garanti gibiydi. Sevinç çığlıkları atılıyordu Mekke sokaklarında. Ordunun ihtiyacı olan şarap tulumları, şarkıcı ve dansöz kadınlar  da ihmal edilmemişti.

İstihbarat timleri Mekke’de olup bitenleri Elçi’ye detaylı olarak anbean rapor ediyorlardı. Mekke ordusuna Elçi’nin amcası Abbas katılmamıştı. Çünkü o, Bedir’de esir düştükten sonra müslüman olmuştu. “Abbas müslümanlardan korktuğu için müslüman oldu” demesinler diye müslümanlığını gizlemişti. Amca Abbas yeğenini aslında çok da severdi. O’nun başına birşey gelmesine rıza gösteremezdi. Bedir’e  katılarak yapmıştı bir hata. Aynı hatayı tekrarlamak istemiyordu. O, kendisini affettirmek istiyordu. Özel bir ulakla Elçi’yi durumdan haberdar etti.

İstihbarat timleri, Mekke ordusunun Medine’ye doğru yaklaştığı haberini ulaştırdılar Elçi’ye. Bu haber üzerine, ordu komutanları ve danışma kuruluyla son bir defa daha toplantı yaptı Elçi. Durumu yeniden gözden geçirdiler. Sonra da halkın karşısına çıktılar ve kararlarını açıkladılar. Açıklanan bu karardan halk memnun olmadı. Onlar meydan muharebesi istiyordu, savunma tedbirleri alarak düşmanı Medine’de karşılamak istemiyorlardı. Elçi son kez bir defa daha sordu halka: “Düşmanı Medine dışında mı karşılayalım, yoksa şehir içinde savunma tedbirleri mi alalım? “

Ensar ve Muhacirlerden oluşan Medine halkı gür bir seda ile “Düşmanı dışarda karşılayalım ve onlara hadlerini bildirelim.” Tekbir nidaları dalga dalga yükseliyordu semalara. İstedikleri olmuştu, meydan muharebesi yapılacaktı.

Elçi, birbiri üzerine iki zırh giyip, miğferini başına geçirdi ve hânei saâdetinden çıktı. Halk neden sonra “Biz hata ettik” dediler. Dediler demesine de iş işten geçtikten sonra dediler. Karar verilmişti bir kere. Düşman da Medine topraklarına ayak basmıştı. Kaybedilecek zaman yoktu. Verilen karardan caymak olmazdı.

Şöyle dedi elçi kalabalığa dönerek: “Bir komutan/peygamber zırhını giydikten sonra, savaşmadan onu çıkarmaz.”Eğer sabreder, görevinizi tam yaparsanız, Allah’ın yardımıyla zafer bizim olacaktır.”
Zaferin kazanılması için sabredilecek ve verilen görevler ne pahasına olursa olsun hakkıyla yerine getirilekti. Böyle demişti Elçi...

Bu arada Mekke ordusunun, Medine’nin 5 km. kadar kuzeyindeki Uhud dağı eteklerine karargâhını kurduğu haberi geldi. Elçi geç kaldıklarının farkındaydı. Abdullah b. Ümmi Mektûm’u Medine’de vekil bırakarak, 1.000 kişilik bir kuvvetle, cuma namazından sonra hemen yola şıktı.  Geceyi “Şeyheyn” denilen mevkide geçirdi. Sabahleyin şafakla birlikte Uhud’a ulaştı. Uhud dağının geride çıkışı olmayan boğazlarından birine karargahını kurdu. Burası ordunun selameti için en elverişli yerdi.

Yolda dökülmeler oldu. Übeyy oğlu Abdullah, “Muhammed bizim gibi yaşlı ve tecrübelileri dinlemedi, çoluk çocuğun sözüne uydu. Oysa ben meydan savaşını uygun görmemiştim…” bahânesiyle, kendisine bağlı 300 kişiyle birlikte ordudan ayrıldı. Böylece Müslümanların sayısı düştü 700′e.

Müslümanlar arkalarını Uhud Dağı’na vererek Medine’ye karşı saf tuttu. Elçi, stratejik önemi büyük olan solundaki Ayneyn tepesi’ne “Cübeyr oğlu Abdullah” komutasında 50 okçu yerleştirdi.
Onlara sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Bu tenbih ibret alınması için tarihe düşülen bir nottu aynı zamanda:

“Kuşların cesetlerimizi didiklemeye başladığını görseniz bile bulunduğunuz yerleri asla terketmeyeceksiniz. Şu vâdiden, düşman atlıları arkamıza dolaşıp bizi kuşatabilirler. Onları ne pahasına olursa olsun durduracaksınız, buradan geçirmeyeceksiniz!”

Elçi savaş düzenini son olarak bir kez daha gözden geçirdi. Sonra da açtı ellerini başladı yalvarmaya  Rabb’ine. Ordusu için sabır diledi, sabredenlere zaferin gelceğini biliyordu. Bedir’de aynı şekilde duasını yapmış ve savaş zaferle sonuçlanmıştı.

Mekke ordusu, sayıca Müslümanların 4 katından fazlaydı. Üstelik bunlardan 700′ü zırhlı, 200′ü atlıydı. Müslümanların ise 100 zırhı ve sadece 2 atları vardı. Ama sabrettikleri sürece onların yardımcısı Allah olacaktı. O yine, melekleriyle müslüman ordusunu cesaretlendirecek ve yüreklendirecekti. Elçi ordunun sağ koluna Ukkâşe’yi, sol koluna Ebû Mesleme’yi memur etti komutan olarak, kendisi de ortaya geçti.

Mekke ordusunun sağ kanadına Velid oğlu Hâlid’i, sol kanadına Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi, süvârilere Ümeyye oğlu Safvân’ı, okçulara ise Rabîa oğlu Abdullah’ı memur etmişti Ebu Sufyan da.

Mekke’li kadınlar, Bedir’de ölenler için mersiyeler okuyorlar, defler çalıp şarkılar söylüyrolar, askerler arasında dolaşıyorlar,  onları coşturmaya çalışıyorlardı.

Savaş, o devrin âdeti üzerine mübâreze ile (meydanda teke tek çarpışma ile) başladı. Kureyş’in bayrağını taşıyan Abdüddâr oğullarından ortaya çıkan 9 kişi birer birer Müslümanlar tarafından öldürüldü.

Mübârezaden sonra Elçi, elindeki kılıcı havaya kaldırarak: “Hakkını ödemek şartıyla bu kılıcı kim ister? diye sordu askerlerine. Ensârdan Ebû Dücâne de aynı ses tonuyla:
“Bu kılıcın hakkı nedir, Ya Rasûlallah? Dedi. Elçi:
“Eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmaktır,” diye cevap verdi.

Öyleyse ben istiyorum o kılıcı dedi ve Allah, Allah nidalarıyla daldı düşman saflarına. Hamza, Ali, sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne gibi kahramanların hücûmlarıyla kısa bir sürede 20′den fazla ölü veren Kureyş, bozguna uğramış, sağ ve sol kanat geri çekilmiş, def çalarak Kureyşlileri savaşa teşvik eden kadınlar, feryadlar kopararak yüksek tepelere kaçmaya başlamışlardı.

Savaş kazanılmıştı. Kazanılmıştı kazanılmasına da düşman takip edilmemişti. Düşmanın toparlanmasına müsade edilmemeliydi. Elçi haykırıyordu askerlerine, düşmanın takip edilmesini istiyordu onlardan. Ama elçiyi dinleyen yoktu ki. Müslümanlar asıl fonksiyonlarını unutmuşlardı. Düşmanın peşine düşeceklerine, ganimetlerin peşine düşmüşlerdi. Maalesef dünyalık sevgisi ön plana çıkıvermişti. Ya gerçekten açlık çekiyorlardı ya da dünyalıklara karşı olan sevgi, Allah’a olan  sevgiyle daha yer değiştirememişti....

Sonuç.:

1-Halk için bir iş yapılacaksa mutlaka istişare edilmelidir. Uhud savaşında Elçi halkla istişare yaptı ve çoğunluğun kararına uyarak meydan muharebesini kabul etti. Savaştan sonra inen bir ayetle de Elçi yaptığı işten dolayı tebrik edildi ve her zaman böyle davranması tenbih edildi.
“-Sen, Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. İş hususunda onlarla istişare et, karar verdiğin zaman, artık Allah’a güven, Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âli İmran 159)

.....Ayneyn tepesinden durumu seyreden okçular da: “Burada ne bekliyoruz daha, savaş bitti, zafer kazanıldı, biz de gidip ganimet toplayalım,” diyerek birbirlerini etkilemezler mi? Üç kuruşluk dünya menfaatına değişivermişlerdi Elçi’yi. Dava mı? Neki o? O unutulmuştu çoktan. Şimdi ganimet toplama zamanıydı. Millet ganimet toplarken orada beklemek enayilikti. Ya sonunda ganimet kalmazsa ne olacaktı...

Abdullah b. Cübeyr: “Arkadaşlar, Elçi’nin emrini unuttunuz mu? O’ndan emir almadıkca yerimizden ayrılmayacağız… diye ısrâr ettiyse de dinlemediler o nu. Bir anda Abdullah’ın yanında sadece 8 asker kalıverdi.

Savaş olanca hızıyla seyrederken, düşmanın sağ kanat komutanı Hâlid b. Velîd, Elçi’nin okçularla koruduğu Ayneyn vâdîsinden geçip Müslümanları arkadan kuşatmayı denemişti. Ancak okçular bu geçidi bekledikleri için kuşatmayı başaramamıştı. Okçuların buradan ayrıldığını görünce, emrindeki süvârilerle hücûma geçmekte gecikmedi. Cübeyr oğlu Abdullah’ı ve 8 sâdık arkadaşını şehit edip, ganimet toplamakla meşgul olan Müslüman ordusunu arkadan hızlı bir şekilde çeviriverdi.

Halit b. Velid’in savaş alanına geldiğini gören Müşrikler, geri dönüp yeniden hücûma geçtiler. Tepelere çekilen kadınlar da def çalarak aşağıya indiler.

Bu panikleme anında Elçi, önceden savaş alanına gizlice kamufle edilmiş çukurlardan birine düşmezmi.. Hay aksi...Kadınlar hemen devreye girdiler ve Elçiyi var güçleriyle korumaya başladılar. “Ümmü Umâre” adlı bir kadın tam bir savaşçı gibiydi. Devleşivermişti  birdenbire kuyunun başında, elinde kılıcıyla. Kimseyi yaklaştırmıyordu kuyunun başına. Pır dönüyordu kuyunun etrafında, bir o yana bir bu yana....

Kadınlar bu panikleme anının yıldızlaşan savaşçıları oluverdiler. Bir tarafta beylerini savaşa teşvik eden kadınlar, bir tarafta da yalın kılıç savaş meydanında düşmana karşı kılıç sallayan kadınlar... Savaş yeniden başlamıştı...

Sancaktarlar birbiri ardına şehit olmaya başladılar. Yere düşen sancağı almaya kimse cesaret edemezken, Ehabiş kabilesine mensup bir kadın olan “Amra” birdenbire fırlayıverdi savaş alanına, girdi düşmanın içine ve kaldırdı sancağı yerden. Bir elinde sancak bir elinde kılıç aslanlar gibi döğüşüyordu, savaş meydanını dar ediyordu düşman askerlerine. “Amra”, ve o sancağı düşman savaş meydanından uzaklaşıncaya kadar bırakmadı elinden.

Ordu Medine’ye döndüğünde bir başka kadın karşımıza çıkıyor. Amr’ın kızı Hind. Babasını, kardeşini ve kocasını kaybetmiş bu savaşta. Şehitlerinin haberlerini  kendisine ulaştıran elçiye bir zaman derin derin baktıktan sonra, “peki o nasıl?” diye soruyordu...

Müslümanlar, topladıkları ganimetlerle birlikte kalakaldılar düşman askerlerinin ortasında. Aptallaştılar. Biz bunları yenmiştik biraz önce, şimdi bunlar nereden çıktı diye aval aval etraflarına bakınmaya başladılar. Herkes canını kurtarma sevdasına düşmüştü, savaş düzeni bozulmuştu. Herkes paniklemeye başlamıştı. Sersem tavuk gibi bir o tarafa bir bu tarafa koşuşuyorlardı. Velhasıl kısa bir süre içinde hiçkayıp vermeden kazanılan savaş, ganimet sevdası yüzünden maalesef kaybedilmişti.

Bedir Savaşı’nda babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe’yi kaybetmiş olan Ebû Süfyân’ın karısı Hind, babasını öldüren Hamza’dan öç almak istiyordu. Mekke’den Medine’ye intikam hırsıyla gelmişti zaten. Bu panik halinden istifadeyle adım adım kurbanına yaklaştı Vahşi. Vahşi, Hind tarafından Hamza’yı öldürmek için özel olrak görevlendirilen bir köleydi. Görevini başarı ile bitirirse hürriyetine kavuşacaktı.

Düzenli savaş süresince Vahşî, Hamza’nın karşısına çıkmaya cesâret bile edememişti. Bir taşın arkasına gizlenip, Hamza’nın önünden geçmesini beklemiş durmuştu. Hamza ise savaş alanında durmadan sağa sola koşuyor, elinde kılıç önüne gelen müşrikleri tepelemeye devam ediyordu. O gün tam 8 müşriği tepelemişti Hamza.

Ganimet sevdasına düşerek savaş düzenini bozan müslümanların paniklemesiyle rahatladı Vahşi. Hamza, Abdu’l Uzza oğlu Sibah’la giriştiği mücadele de  Vahşî’nin tam önüne geliverdi. Vahşî fırsatı kaçırmadı. Mızrağını fırlattığı gibi Hamza’yı şehit etti.

Hamza’nın şehit edildiğini gören Hind çığlıklar atarak geldi Hamza’nın cesedinin başına, hiç vakit geçirmemişti. Hışımla deşti Hamza’nın karnını. Başladı ciğerini dişlemeye. Dişledi, dişledi, dişledi ve  yoruldu. Üstü başı kan içindeydi. Elinde Hamza’nın ciğeriyle çığlıklar atarak dolaşıyordu askerlerin arasında. “Hamza öldü, Hamza öldü, aslan avcısı Hamza öldü...İntikamımı aldım”...diyordu.

Vahşi böylece özgürlüğüne kavuşmuştu. Sonradan müslüman olan Vahşi için pegamberimiz şöyle diyecektir: “Vahşi kardeşime söyleyin, Mescid’de karşıma oturmasın, onu görünce amcamı hatırlıyorum.”

İbni Kamie el-Leysi adlı bir müşrik, Elçi’ye benzeterek, İslâm ordusunun sancaktarı Mus’ab b. Umeyr’i şehit etmiş ve “Muhammed’i öldürdüm!”, diye başlamıştı avaz avaz bağırmaya.

Enes b. Nadr,” Elçi şehid olduysa, Allah bâkidir. O’nun yolunda biz de şehit oluruz”, diyerek savaşa devâm ediyordu. Atılan oklar ve mızraklara aldırmıyordu bile. Vücudu delik deşik olmuştu Enes b. Nadr’ın.

Elçi şehid olduktan sonra, burada durmanın manası yoktur diyerek, savaş alanından ayrılanlar da vardı. Bunlardan bir kısmı dağlara çekilmişler, bazıları ise Medine’ye dönmüşlerdi.

Elçi yaralıydı. Dişi kırılmıştı. İbn-i Kamie’nin kılıç darbesiyle kuyuya düşmüştü. Zırhının halkaları kopmuş ve yanağına batmıştı.  Acı içinde kıvranıyordu O, kuyunun içinde .

“Ümmü Umâre”’nin  etrafında pervane gibi döndüğü Elçiyi, Nihâyet  Ka’b b. Mâlik gördü ve: “Ey mü’minler, Rasûlullah buradadır, Rasûlullah buradadır”, diye başladı sevinç çığlıkları atmaya. Ka’b'ın sesini duyan Müslümanlar, hemen oraya doğru koşuşmaya başladılar. Elçinin yaşıyor olması müslümanları kendine getirdi. Toparlandılar,  cesaretlendiler, karşı atağa geçtiler ve müşriklerin ilerlemesini durdurdular.

Elçinin ölmediğini öğrenen Ebû Sufyan:”Bu gün bir başka güne bedeldir.Uhud Bedr’in öcüdür. Hanzele ib.Amir, oğlum Hanzale’ye mukabildir. İsterseniz gelecek yıl Bedir’de aynı gün tekrar buluşalım” dedi ve atını mahmuzlayarak savaş alanından  hızla uzaklaştı.

Müşriklerin Uhud’dan ayrılmasından sonra Rasûlullah şehitlerini kanlı elbiseleriyle, ikişer üçer defnettirdi. Cenâze namazlarını ise, bu târihten tam 8 sene sonra kıldı.

Bu savaşta 70 şehit verilmiştir. Ölü ayısı ise 22 dir.

Sonuç.:

1-Eğer bir görev verilmişse o görev titizlikle yerine getirilmeli ve görev yerleri asla terkedilmemelidir. O görevin kuralları ne kadar keskin olursa olsun, çizilen çerçeve dışına çıkılmamalıdır.

2-Uhud savaşından sonra kadın hakları konusunda bir devrim gerçekleştirilmiştir. O güne kadar mirastan mahrum edilen kadınlar, Uhud’ta eşi şehit olmuş bir kadının Elçi’ye müracaatıyla o günden sonra, mirastan eşit şekilde pay almaya başlamıştır.

3-Uhud savaşında eline kılıcını alan kadın,  savaşta neleri yapabileceğini kanıtlamıştır.

5-Elçi de bir insandır. Savaş alanlarında kuyuya da düşer, yaralanırda. Vahyin muhatabı olması O’nun yüceltilmesini ve ilahlaştırılmasını gerektirmez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder