Rüştü Kam 29.08.2010
ha.ber.com
Ümmilik konusu; okuma yazma bilmez anlamında
peygamberimiz için kullanılmıştır. O kadar ki, Peygamberimizin okuma yazma
bilmeyişiyle onun ümmeti övünmeyi bir marifet olarak görmüştür. Bu konuyu Hakkı
Yılmaz enine boyuna işlemiş, ben bu yazıyı aynen iktibas ederek sizlerle
paylaşmak istedim. Yüce Mevlam doğru yolundan ayırmasın....
“Anlamı yanlış bilinen
sözcüklerin en önemlilerinden birisi de “ ’’ümmî” sözcüğüdür. Kur’an’da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğün
yanlış manalandırılması sonucu yüce İslâm dini doğru anlaşılmaz olmuş ve peygamberimiz
de yanlış tanıtılmıştır.
“Ümmî” sözcüğü halk arasında “anasından doğduğu gibi bilgisiz, okur yazar olmayan”
anlamında kabul edilmiş, toplumlarda bu anlamıyla kullanılır
olmuş ve “anasından doğduğu gibi bilgisiz” olmak hep yerilmiştir. Hem de bu
yergi, Şair Eşref’in bir hicvinde yer alan;
“Rahm-i maderden (ana rahminden) nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir, Gezmeden
seyyah-ı âlem bilmeden allâmedir”
beytinde olduğu gibi veya “Ümmînin ümmîye imameti
caizdir (Cahilin cahile imam olması sakıncasızdır” deyimindeki gibi alay eder
tarzda yapılmıştır.
Hâl böyle iken “ümmî” sıfatının peygamberimiz için
“anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında kullanılması, kaş yaparken göz çıkarma
deyiminde olduğu gibi övgü amaçlı çabaları sövgüye dönüştürmekte ve bizim gibi
kendisine işin doğrusunu Allah’ın yardımı ile öğrenmek nasip olmuş kimselere de
bu doğruları anlatmak bir borç hâline gelmektedir.
Peygamberimizin ümmîliği
Bilindiği
üzere, Müslümanların ekserisi tarafından peygamberimizin okur yazar olmadığına
inanılmaktadır. Ama başkaları için söz konusu olduğunda kınanan bu özellik
için, peygamberimize bir hayli methiye düzülmüştür. Böylece, bilerek veya
bilmeyerek hem peygamberimize hem de yüce dinimize lekeler sürülmüştür.
Peygamberimizin “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında “ümmî” olduğu
yolundaki iddiaya ise, konu ile hiç ilgisi bulunmayan Ankebut suresinin 48.
ayeti ile ilk vahyi konu alan meşhur Hıra mağarası senaryolu rivayet kanıt
gösterilmiştir.
Ankebut; 48: Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; ONU sağ elinle de
(kendiliğinden) yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı batılcılar
(batıla inananlar) mutlaka kuşku duyacaklardı.
Bu
ayette, peygamberimizin Kitap okumak ve yazmakla meşgul olması hâlinde, Tevrat
ve İncil’de bozulmuş olarak var olan konuların gerçeğinin Kur’an’da yer alması
sebebiyle onun peygamberliği hakkında şüphe uyanacağı bildirilmekte ve
peygamberimizin ehl-i kitap hahamları ve papazları gibi kitap okumak ve
yazmakla meşgul olmadığı vurgulanmaktadır.
Aslında
bu ayet, iddiacıların iddialarının aksine peygamberimizin okur yazar olduğunun
kanıtıdır. Çünkü, okuma yazma bilmeyen birine “onu sağ elinle (kendin) de yazmıyorsun.” ifadesinin
kullanılması anlamsızdır. Yani peygamberimiz okuma yazma biliyordu ki kendisine
bu şekilde bir ifade yöneltilmiştir. Ayrıca, peygamberimizin okuma yazma
bilmediğine kanıt gösterilen Hıra mağarası rivayetinin de uydurma olduğu ve
orada geçen “ma ene bikariin” ifadesinin de “ben okuma bilmiyorum” demek
olmayıp, “ben okuyucu değilim” demek olduğu, tarafımızdan Alak suresinin
tebyininde (İşte Kur’an, cilt 1; s: 26-29) açıklanmıştır.
Peygamberimizin “ümmî” olduğu, Kur’an tarafından
bildirildiği için tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu;
peygamberimizin hangi anlamda ve nasıl bir “ümmî” olduğu, daha doğrusu
“ümmî”liğinin ne anlama geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa
çözümleri Kur’an’a müracaat ederek bulunacağı için, bu konudaki gerçeklerin de
Kur’an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir.
-“Ümmî”
ne demektir?
“Ümmî” sözcüğü, “ana” anlamındaki “ümm” ile “ya-i
nisbiyyeden (bağıntı ‘ya’sından, ‘ ya’ edatından)” oluşturulmuş bir sözcük
olup, “anaya mensup “analı” demektir. Çünkü, sözcüklerin sonuna getirilen “ya”
bağlantı edatı, genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için
kullanılır. Meselâ; Konevî; Konyalı, Bağdadî; Bağdatlı, Halebî; Halepli, Rumî;
Romalı… demektir. Buna göre “ümmî” de; adı “Ümm (Ana)” olan kent mensubu, Analı
demektir. Ancak, buradaki “Ana” özel isim olup, cins isim olan “ana (anne)” ile
karıştırılmamalıdır. “Ana”nın neresi olduğu konusunda ise rehberimiz her zaman
olduğu gibi Kur’an’dır:
En’âm; 92: Bu da Bizim, Köylerin (kentlerin) anasını (Anakent’i) ve
çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini doğrulayıcı
mübarek (bereketli, bolluk dolu) bir Kitaptır. Ahirete inananlar ona da
inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar (desteklerini de
sürdürürler).
Bu
ayette peygamberimize önce “ümm-ül kura”yı, sonra da çevresindekileri uyarma
talimatı verilmiştir. Biz biliyoruz ki peygamberimiz Mekke’de elçi seçilip ilk
kez Mekkelileri uyarmıştır. O hâlde ayetteki “ümm-ül kura” ifadesi ile Mekke
şehrinin kastedildiği açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve
çevredeki halkın dilinde “ümm-ül kura”dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur’an’da
da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir tartışma
olmamıştır. “Ümm-ül kura”; “köylerin/ kentlerin anası, anakent” demek olup,
Mekke’nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi ise, Kâbe çevresinde
kurulan ilk yerleşim merkezi olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı yerleşim
birimlerinin, kendi isimleri ile değil de, özelliklerini yansıtan isimlerle
anılması Türkçe’de de vardır. Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine
Anayurt veya Anavatan, Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi…
“Anakent” nasıl “Ana” oldu?
Arap
dilindeki İzafetlerde (tamlamalarda), bazen “muzafun ileyh hazf olur, ondan
bedel olarak da muzafa, lam-ı tarif getirilir”. Yani tamlanan kaldırılarak onun
yerine tamlayanı belirgin (özel) hâle getiren bir edat getirilir. Burada da
“ümm-ül kura” tamlamasındaki
“el kura” kaldırılarak
yerine lam-ı tarif olan “el” konmak suretiyle iki kelimeden oluşan tamlama “el
Ümm (Ana)” şeklinde tek
kelime hâline getirilmiş ve “kentlerin anası/ anakent” ifadesi “Ana” olmuştur.
Bu gibi durumlarda yeni sözcük özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş
olan yeni sözcüğün ilk harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.
Mekke’nin
diğer ismi olan “ümm-ül kura”, yukarıdaki şekilde “ el Ümm” şekline dönüşünce
“Mekkeli”yi ifade etmek için de sözcüğün sonuna bağıntı “ya”sı getirmek
yeterlidir: “el Ümmî”. Bir başka ifade ile, “anakent” “Ana”ya, “anakentli”
“Analı”ya dönüşmüş olduğu için el Ümmî”
denince “Anakentli” anlaşılmalıdır.
Yerleşme
birimleri ile ilgili olarak bu tarz kısaltmalar Türkçe’de de uygulanmaktadır.
Meselâ, Aydın’ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından
“Ada” denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili cümleler;
“Ada’ya gittim”, “Ada’dan geliyorum”, “Ada’nın kaymakamı”, “Ada’nın
belediyesi”, “Ada’lı Ahmet”, “Ada’lı Mehmet” vs. gibi ifadelerle söylenmektedir.
İşte
“Ümmî” sözcüğü de, “ümm-ül kura” ifadesinin yukarıda izah edildiği gibi bir
değişime uğramış hâli olup, “Ana’ya mensup, Analı”, yani “Mekkeli” anlamına
gelmektedir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam altı ayette geçen “Ümmî”
sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:
Bakara; 78: Onlardan bir kısmı da Ümmîlerdir/ Anakentliler’dir. Onlar Kitap’ı
bilmezler, sadece hayal ve kuruntu bilirler. Ve onlar sadece zannederler
(kuşkulanırlar).
Âl-i Imran; 20: Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa
de ki: “Ben kendimi Allah’a teslim ettim. Bana uyanlar da.” Kitap verilenlere ve Ümmîlere/ Anakentliler’e:
“Siz de teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olurlarsa doğru yola ermişlerdir.
Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir/ mesajı iletmektir.
Allah, kullarını en iyi şekilde görendir.
Âl-i Imran; 75: Ve ehl-i kitaptan öylesi vardır ki,
eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri
de vardır ki, ona bir tek dinar/ kuruş emanet etsen, üzerine dikilmeden onu
sana geri vermez. Bunun sebebi şudur: Onların: “Ümmîlerin/ Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları
mümkün değildir.” demelerindendir. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah
hakkında yalan söylerler de.
A’râf; 157: Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de
yazılı buldukları Ümmî/ Anakentli
nebi elçiye uyarlar; o, onlara iyiliği emreder, kötülükten onları men eder.
Güzel/ temiz/ hoş şeyleri onlara helal kılar, pis şeyleri onlara yasaklar.
Sırtlarından ağırlıklarını indirir. Üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp
atar. Ona inanan, onu destekleyen, ona yardım eden, onunla indirilen Nur’a
(Kur’an’a) uyan kişiler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
A’râf; 158: De ki: “Ey insanlar! Ben, kesinlikle,
tümünüze göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan,kendisinden başka ilâh diye
bir şey olmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın gönderdiği bir elçiyim. O hâlde
Allah ve Rasülüne iman edin; Allah’a ve onun sözlerine inanan o Ümmî/ Anakentli peygambere iman
ediniz ve ona uyunuz ki, doğru yolu bulabilesiniz.”
Cuma; 2: O Allah’tır ki Ümmîlere/ Anakentlilere içlerinden
bir rasül göndermiştir. O, onlara Allah’ın ayetlerini okur. Onları arıtıp temizler,
onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Onlar bundan önce tam bir sapıklık içinde
idiler.
Yukarıdaki,
“ümmî” sözcüklerinin tekil veya çoğul olarak geçtiği ayetler, bulundukları
pasaj ile birlikte dikkatli bir şekilde okunup iyi anlaşılırsa, “Ümmî”
kavramının; “Kitap ehli olmayan, yani
Tevrat ve İncil’i okumayan veya Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler” demek olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
O
dönemde, peygamberimizin içinde yaşadığı toplumu; ehl-i kitap olanlar (Yahudi
ve Hıristitanlar) ve ehl-i kitap dışındakiler olarak farklı iki zümreye ayırmak
mümkündür. Yahudiliğin “millî din” olması sebebiyle, Yahudilerin aslen Mekkeli
olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i kitap zümresinin diğer bölümü olan
Hıristiyanların da, Mekke’nin “anakent” olması dolayısıyla Mekke’de yaşadıkları,
Mekke’ye başka yörelerden göç etmiş oldukları, çeşitli kaynaklarla doğrulanmış
bir gerçektir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve “zımmî” adı verilen
bu yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu
dönemde yasalarla belirlenmiştir (Ana Britannica, c: 32, s: 393). Toplumun
ehl-i kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur’an’dan öğrendiğimize göre
kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve zanlarıyla hareket edenlerdir
ki bu zümre Mekke’de doğup büyümek suretiyle Mekkeli olanlardır. İşte Kur’an’da
bu kesime mensup olanlara, yani Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış
olanlara, taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara “Ümmî” denmektedir. Bunun
böyle olduğu, hem Kur’an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.
Demek
oluyor ki, peygamberimizin “Ümmî” oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil,
Mekke’nin ehl-i kitap dışındaki zümresine mensup olduğunu göstermektedir.
-Konuya aklî olarak yaklaşıldığında da
netice aynı olmaktadır:
Elçi
olarak seçilmeden önce Mekke’de ticaretle uğraşan peygamberimizin, bir tüccar
olarak okuma yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke’nin emini olması
dolayısıyla herkesin malının, parasının kaydını, okuması yazması olmadan
tutması da imkânsızdır.
Elçilik
görevine seçildikten sonra, kendisine gelen ilk vahylerde “Oku! En üstün olan
Senin Rabbin ise kalemle öğretendir.” (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu
ifade aslında, peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir
emirdir. Okur yazar olmayana ise böyle bir emir verilmez. Ayrıca, Kur’an’da
okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet mevcuttur. Eğer
peygamberimiz okur yazar olmasa idi, sürekli onun açığını arayan müşrikler bunu
kendilerine malzeme yaparlar, kendisi okuma yazma bilmeyen birisinin bunu
başkalarına ne yüzle emredebildiğini sorarlar, üstelik bu tip davranışların
Bakara suresinin 44. ve Saff suresinin 2. ayetleri ile yasaklandığı için
kendisinin çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.
Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce
okuma yazma bilmediği var sayılsa bile, yirmi üç senelik elçilik hayatında da
onun okuma yazma öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü, ilimi,
bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve ilk teslim
olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu süre içinde okuma
yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki peygamberimizin, Bedir Savaşı esirlerini,
okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest
bırakması gibi, Kur’an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden bir
çok önerisi ve uygulaması vardır.
Kısaca
söylemek gerekirse; herkese ilim, irfan emredilirken, peygamberimize “Sakın sen okuma yazma öğrenme” diye özel bir emir verilmediğine
göre, onun okuma yazma bilmediğini söylemek, mantıksızlığın ötesinde peygamberimize
yapılan büyük bir haksızlıktır.
-sonuç
Naklen ve
aklen sabittir ki, Kur’an’da geçen ÜMMÎ ifadesi “Anakentli (Mekke’nin içinde
doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan)” demektir. Bu ifade,
Mekkelilere peygamberimizin kendi içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri
olduğunu, yakından tanıdıkları ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak
için kullanılmıştır. Kur’an’da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden
biri olduğu konusu üzerinde duran daha bir çok ayet vardır (Sad; 4, Kaf; 2,
Tövbe; 128). Yani peygamberimiz; okuyup yazabilen, Ümmî/ Anakentli (Mekke’nin
içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan) birisidir.“
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder