-Tefeci bezirgânlar her zaman iş başındadır-
Habib-i Neccar, koşarak şehre gider ve Antakyalılara "Sizden hiçbir
ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine
uyun" diye seslenir. Bu sese kimse kulak vermez. Acımasızca saldırır
halk bunlara. Elçiler de, Habib-i Neccar da vahşice şehit edilirler.
Suçları “Allah birdir, O’nun eşi ve benzeri yoktur, putlarınızı terkedin
ve bir olan Allah’a gelin” demeleridir.
Maho’nun yerindeyiz. Antakya’nın girişinde bir restoranın adı
Maho’nun yeri. Gezimizin ikinci günü. Güneydoğu gezisinde ilk defa öğle
yemeği yiyeceğiz. Bahçe dolu olduğu için kapalı alana hazırlamışlar
bizim sofrayı. Bir ilgi bir telaş, garsonun biri geliyor biri gidiyor.
Etrafımızda dört dönüyorlar. Şöyle bir kıpırdasan veya yüzlerine bir
baksan koşup geliyorlar hemen, “Bir şey mi arzu etmiştiniz” efendim. O
kadar ilgi bizi rahatsız etti, alışık da değiliz o kadar ilgiye bizler
Berlin’de. Masada neler yok ki; ortasına nar ekşisi dökülerek servise
konmuş patlıcan salatası, yine ortasına zeytinyağı doldurulmuş humus,
süzme yoğurt, zahter salatası nar ekşili ve baharatlı, normal salata,
domates ve biber ezmesi, közde biber, soğan ve domates, ciğer
kavurma...
Bize sadece yemek kaldı. Sofrada ne varsa sildik süpürdük. Hele
domates salatası o kadar lezzetliydi ki demeyin gitsin. Söylediklerine
göre, kendi bahçelerinde yetiştirmişler bütün o turfanda sebzeleri.
Biraz sonra ana yemek geldi: Adana kebap. O kadar lezzetliydi ki sorduk
“bunun hikmeti nedir” diye. “Hayvanı kendi çiftliğimizde
yetiştiriyoruz” dediler. “Hepsi bu kadar mı? Sadece et farkı mıdır bu
lezzetin sırrı?” Israrımız boşuna. Cevap güzel, “Meslek sırrıdır
efendim.” 26 kişi yemek yedik ve hepsine sadece 120 € ödedik.
Namaz için yer sorduk, gösterdiler. O restoranla mütenasip düşmeyen
küçük bir odayı mescid yapmışlar. 5 veya 6 kişi zor sığıyor. Her
tarafını örümcek bağlamış, çapraz bir yapısı var. Secde ettiğimizde
pislikten burnumuzun direği sızladı.
Restoran sahibini sordum, şehir dışında dediler. Sorumlu genci
çağırdılar. Oldukça saygılı bir genç. Dedim ki ona:”Restorana, servise,
yemeklere diyeceğimiz yok. Dünyanız için yaptığınız yatırım ve
temizliğe de sözüm yok. Bizi memnun ettiniz. Ancak ahiret için bir
yatırım düşünmemişsiniz. Bu şatafatlı restorana bu mescid yakışmamış.
Burası Allah’ın evidir. Biraz da olsa itina gösterirseniz Allah’ı da
memnun etmiş olursunuz.” Takip görevini Emin ve İmran kardeşlerime
bıraktım ve ayrıldık Maho’nun yerinden.
Antakya’nın içine girer girmez Arkeoloji Müzesi”ne girdik hemen.
Hatay Arkeoloji Müzesi (Antakya Mozaik Müzesi): Mozaik koleksiyonu
zenginliği yönünden Fas’tan sonra dünyada ikinci, para koleksiyonu
yönünden ise üçüncü sırada yer alıyormuş. Bakımsız bir müze. Tarihi
eserlerin altlarındaki bilgilendirici yazılar silik. Tam olarak
okuyamıyorsunuz. Bazı mozaiklerin de, çoğu bölümlerinin orijinali yok,
yer yer dökülmüşler.
O resimlerin yanına, orijinaline sadık kalınarak tamamlanmış
resimler konabilir. Böylelikle ziyaretçiler de resimlerin tamamını görme
imkânına sahip olurlar. Bu fikrimi müzedeki görevlilere söyledim, yasak
savar gibi, “Olur olur, söylenilmesi gereken yere söyleriz” diye
tebessüm ederek cevap verdiler bana.
Günlerden Pazar. Müze başka yere taşınacağı için her tarafı
ziyarete açık değil. Sadece bir kısım mozaiklerin olduğu bölüm açık.
Müzede sergilenen eserlerin çoğunluğu Antakya'nın Roma dönemine ait
mozaiklerden oluşmaktaymış. Çok tanrılı dönem ile, tek tanrı inancına
geçildikten sonraki döneme ait mozaikler farklı. Çok tanrılı dönemde
mozaiklerle insan resimleri yapılırken, tek tanrılı dönemde mozaiklerle
ağaç, çiçek ve kilim desenleri yapılmış. Bu şu demekmiş; çok tanrılı
dönemde resim yasağı yokmuş, tek tanrılı dönemlerde ise resim yasağı
varmış. Dinin adı ne olursa olsun bu böyleymiş. İmran öyle anlattı.
Saint Pierre Kilisesi
Saint Pierre Kilisesi, Hristiyanlık âleminin önemli merkezlerinden
biriymiş. Yine rehberimizden öğreniyoruz kilisenin tarihini, 1860. Doğu
Ortodoks kiliselerinin en eskisiymiş.
Saint Pierre Kilisesi Hatay’da Habib-ün Neccar Dağı’nın eteklerinde
yer almakta. Kilisenin yarısı dağ etekleri oyularak yapılmış. Hz.
İsa’nın dinine mensup olanlara Hristiyan adı bu kilisede verilmiş. Aynı
zamanda, Hristiyanlık dininin ilk Katolik ve ilk mağara kilisesiymiş. En
önemlisi buranın, Hristiyan alemi için, Kudüs ve Roma gibi kutsal bir
yer olmasıymış. Vatikan tarafından 1963 yılında hac yeri olarak kabul
edilmiş. Havarilerden Petrus Antakya Kilisesisi'nin kurucusu ve ilk
papazıymış.
Kilisenin bu dağın eteğine yapılmasının sebebi ise: Tek Allah’a
inananların toplum tarafından sıkıntıya sokulmalarıymış. O insanlar
sohbetlerini ve ibadetlerini burada, halkın gözünden uzak yerde
yaparlarmış. Baskın korkusundan dolayı, kilisenin arkasında dağa doğru
bir kaçış kapısı bile varmış.
Biz kiliseyi uzaktan gördük. Tamir dolayısıyla kapalıymış. Ali
Aksoy bu kapı kapalıysa biz de öbür kapıdan gireriz, orası açıktır belki
diye teklifte bulundu. Bu teklifi saat 12’den sonra söylediği için,
arkadaşlar tarafından kabul görmedi. Hatta gülüşmeler bile oldu. Ali
Aksoy Karadeniz’lidir.
Uzaktan da olsa fotoğraflar çektik ve çekildik. Sonra da ayrıldık
oradan. Hedefte Harbiye var. Emin yolu şaşırmış olacak ki; bizi epeyce
dolaştırdı dar Antakya sokaklarında. Sonunda bulduk Harbiye yolunu.
Harbiye (Defne)
Yeşili ve şelalesi bol olan güzel bir yer Harbiye. Antik çağın ünlü
bir kentiymiş burası. Eski günlerdeki kadar olmasa da gözlerinizi
dinlendirebileceğiniz, kuş sesleri arasında rahat bir uykuya
dalabileceğiniz, asma restoranlarında çay içebileceğiniz manzarası
büyüleyici bir yer Harbiye. İki yamacın arasında bir vadi.
Ancak, daha ilk adımınızı atar atmaz, bu güzelim yerin siyasi
amaçlı olarak kullanıldığını anlıyor ve üzülüyorsunuz. Satıcıların
tezgâhlarında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından, son zamanların ünlü
paralel yapısını oluşturan zata kadar siyasi bir anlamı olan resimler
hep orada. Belediye bu güzelim yerde siyaset yapanlara müsaade
etmemelidir diye düşündük, ama sadece düşündük. Orası herkese açık bir
dinlenme tesisi olmalıdır, diye de düşüncemizi açığa vurduk. Kısa
sayılabilecek bir süre içinde terk ettik o güzelim manzarayı. Asma
restoranlarda bir çay bile içemedik. Yine eriğe talim ettik.
Böylesine güzel bir manzara bahşetmiş Allah Antakya’ya, onlar bu
güzelliğin kıymetini maalesef bilmiyorlar. Harbiye’ye pislik yuvası
dersek abartmış olmayız.
Apollon ve Dafni’nin hikayesi şöyle
İmran anlattı: “Antik Yunan mitolojisinde anlatılan bir efsane
varmış. Bu efsaneye göre Apollon, Yunan Deniz Tanrısı Peneus'un kızı
Dafni'ye (Defne) aşık olmuş. Bu umutsuz bir aşkmış. Çünkü, Apollon aşk
tanrısı Eros'un oklarından birine hedef olmuş.
Apollon aslında çok iyi bir okçudur ve övünmeyi çok sever. Bir gün
kendisi gibi iyi bir okçu olan Afrodit'in oğlu Aşk Tanrısı genç Eros ile
karşılaşır ve ona, okçuluğu konusunda alaycı sözler söyler. Buna
karşılık, Eros öç almak ister ve iki ok hazırlar. Biri altın suyuna
batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk duygusu
verecektir. Diğeri ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen
uzaklaştıracaktır.
Bırakır okları yayından Eros. Altın ok, Apollon'un kalbine saplanır
ve Apollon Defne'ye tek taraflı aşık olur. Diğer ok da Defne'nin
kalbine saplanmıştır ve böylece Defne, Apollon'dan sürekli kaçar ve
onun aşkını her defasında reddeder.
Bir gün Defne yine Apollon'a yakalanır. Defne, Yunan Deniz Tanrısı
olan babası Peneus'dan yardım ister. Peneus da, bakar kızı zor durumda,
fazla vakit geçirmeden hemen onu defne ağacına dönüştürüverir. Apollon,
Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır
ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini dinler ve
şöyle seslenir Defne’ye göz yaşları içinde: “Defne, bundan sonra sen,
Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların,
başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere
ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda,
şiirlerde adımız yanyana yazılacak.”
Bu tatlı sözler karşısında Defne pişman olur Apollon’un aşkına
karşılık vermediğine.Pişman olmuştur olmasına da, iş işten geçmiştir,
geriye dönüşü yoktur. Dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar.
Apollon, kendisine doğru eğilen bu dalların yapraklarından başına bir
taç yapar. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile
ödüllendirilir. Apollon’un göz yaşları ise bugün hala Harbiye’de şelale
olarak akmaktadır. O günden beri de Apollon o tacı hâlâ heykellerinin
başında taşımaktaymış.“ Aşkın böylesine can kurban.
Bu efsanenin kanıtlarından en önemlilerinden biri Antakya Arkeoloji
Müzesini'nde bulunan Apollon ve Dafni mozaiğiymiş. Ayrıca burada
yaşayan halk, Harbiye’deki bu şelalelerin, Apollon’un gözyaşlarından
oluştuğuna inanırmış. Bundan dolayı, Harbiye'nin şelalelerine
"Apollon’un Gözyaşları" adını vermişler. Şelaleler bugün, defne ağaçları
arasından hüzünlü hüzünlü süzülmektedir.
Civarda evlenen gençler bu aşka şahit olmak için, mutlaka buraya
gelir fotoğraf çektirirlermiş. Biz de gördük orada yeni evlenen bir
çifti. Onlarla fotoğraf çektirerek mutluluklar diledik.
Habib-i Neccar Camii
M.S. 40’lı yıllarda Hz. İsa, havarilerinden Yahya (Yuhanna) ve
Yunus’u (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken
koyunlarını otlatan marangoz (Habib-i Neccar) ile karşılaşırlar. Neccar,
yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa'nın
getirdiği dine iman eder. Ancak Antakya’lılar elçileri hoş karşılamaz ve
onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi
olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine
inanmazlar ve onları öldürmeyi planlarlar. Bunu öğrenen Neccar, koşarak
şehre gider ve Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk
dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye seslenir. Bu sese
kimse kulak vermez. Acımasızca saldırır halk bunlara. Elçiler de, Neccar
da vahşice şehit edilirler. Suçları “Allah birdir, O’nun eşi ve
benzeri yoktur, putlarınızı terkedin ve bir olan Allah’a gelin”
demeleridir. Tefeci bezirgânlar her zaman iş başındadır. Bu
bezirgânların korkulu rüyaları peygamberler ve o peygamberlerin yolunda
gidenlerdir.
Bu olay Kur'an’ın Yasin suresinde şu şekilde anlatılmaktadır:
“ Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti.
Hani onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini yalanlamışlardı.
Biz de iki elçiyi bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki:
"Şüphesiz biz, size, gönderilmiş elçileriz."
Dediler ki: "Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası
değilsiniz, Rahman olan Allah da herhangi bir şey indirmiş değildir.
Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz."
Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir."
"Bizim üzerimizde de sorumluluk ve görev olarak apaçık bir tebliğden başkası yoktur."
Dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık.
Eğer bu söylediklerinize bir son vermeyecek olursanız, and olsun, sizi
taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acı bir azap dokunacaktır."
Dediler ki: "Uğursuzluğunuz, sizinledir. Size öğüt verildi diye mi
uğursuzluğa uğradınız? Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz."
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun" dedi.
"Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir."
"Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O'na döndürüleceksiniz."
"Ben, O'ndan başka İlahlar edinir miyim ki, Rahman olan Allah, bana
bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar
sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler."
"O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum."
"Şüphesiz ben, sizin Rabb’inize iman ettim; işte beni işitin."
Ona: "Cennete gir" denildi. O da: "Keşke benim kavmim de bir bilseydi" dedi.
"Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını.
Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik.
Ancak onlara, yalnızca bir tek çığlık yetti; anında sönüverdiler.
Yazıklar olsun kullara ki onlara bir elçi gelmeyegörsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.”(Yasin 13-32)
İşte uzaktan koşarak gelen ve kavmini uyarmaya çalışan bu Allah
Dostu insan, Habib-i Neccar'dır. Hatay'a yolu düşenler mutlaka bu şehidi
ziyaret etmelidirler. Medfun bulunduğu bugünkü Cami kendi ismi ile
anılmakta. Etrafı medrese odaları ile çevrili olan cami avlusundaki
şadırvan 19. Yüzyıl eseriymiş.
Otelimize geldik. Hemen yemeğe geçtik. Tepsi kebabı var, künefe
var. Özlemini çektiğimiz künefenin anayurdundaydık. Ama kendisine
kavuşmak için büyük bir sabırla beklediğimiz künefe, o künefe değildi.
İştahımız kursağımızda kaldı. Çaresiz yedik.
Yemek yerken bir gürültü patırtı çıktı ki demeyin gitsin.
Pencerelere koştuk. Bir de ne görelim. Sarı kanaryalar sokakta. Şampiyon
olmuşlar da onu kutluyorlarmış. Nusret hanımıyla birlikte attı
kendisini sokağa ve karıştı kanaryaların arasına. Kocaman bir bayrak
satın almış sokak başındaki bayrak satıcısından…
Yemekten sonra, birkaç arkadaşla birlikte biz de çıktık sokağa. Asi
Nehri’nin kenarında yürüyecek ve uygun bir yerde zevkine kahve
içecektik. O güzelim Asi Nehri burnumuzun direğini sızlattı. Şehrin
lağımı oraya akıyor olmalı. Hemen uzaklaştık Asi Nehri’nden ve daldık
şehrin içine doğru. Biraz içeride nargileci kahvesi var. Oturduk
kahveye. O ağır nargile kokusu içinde kahvelerimizi zar zor içebildik ve
oradan da uzaklaştık. Sadece kahve içip sohbet edebileceğimiz bir mekân
maalesef bulamadık. Belki Pazar günü olmasından kaynaklanan bir
şanssızlık olabilir diye düşündük.
Bir günde o kadar çok çeşitli yemek yedik; bizleri rahatsız etti.
Midelerimiz ekşidi. Ünal daha çok rahatsız olmuş olmalı ki, Mardin’de
hastaneye yattı, Urfa’daki çiğ köfteyi suçlu olarak ilan etti. İki litre
kolayı bir oturuşta içtiğini, hatta arada bir atıştırdığı çikolataları
çoktan unutmuştu herhalde.
Bizler de, Ünal’ın durumuna düşmemek için Antakya’dan sonra öğle
yemeğini iptal ettik. Öğle yemeğini çorba gibi hafif yemeklerle
geçiştirme kararını aldık ve bu kararımıza sadık kaldık.
Sabah 07 ‘de düştük yine yollara. Hedefte Gaziantep var. Fıstık ve
zeytin bahçelerinin arasından süzülerek, uzayıp giden Amik Ovası’nın
bağrında dinlenerek, hayal gücümüzün fantezileriyle uyuduğumuz uykudan
uyanıverdik Antep’in girişindeki polis kontrol noktasında. Yüreklerimiz
hoplamadı desek yalan olur. Neyse ki, Suriye’den gelen kaçakları
arıyorlarmış.
Eski İpek Yolu’nu sembolize eden deve kervanlarının heykelleri var
Antep’in girişinde. Aracımızdan indik, Zeugma Mozaik Müzesi’nin önünde.
Şanssızlık bu ya o da kapalı. Pazartesi günleri müzeler kapalıymış
Antep’te.
Eski Antep evlerinden başladık şehri turlamaya. İmran ve Emin’in
üniversiteden arkadaşları olan Selçuk anlatıyordu Antep’i bize. O da
turist rehberiymiş. Atatürk’e, Karayılan’dan, Şahin Bey’den, Şehit
Kamil’den daha fazla yer verince anlatımlarında, söz aldım ve düzeltme
ihtiyacı hissettim:: “Antep’i gazi yapanlar, Karayılan, Şehit Kamil ve
Şahin Bey’dir. Bizler daha çok onların kahramanlıklarının hikâyelerini
dinlemek isterdik”.
Saygılı bir şekilde haklısınız efendim diyerek gönlümüzü almak
istedi Selçuk. Biraz sonra da otobüsten indi. Benim sorumdan mı rahatsız
oldu, yoksa işi mi vardı bilmiyorum. Biz Antep’i turlamaya devam ettik.
Hedef Antep Kalesi…
Devam edecek
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder