Erzincan’dayız. 2 saat zamanımız
var. Bu iki saat içinde Gülayşe Hanım teyzesiyle görüşecek ve bizler de
bakırcılar çarşısından hediyeliklerimizi alacağız. Tabii ki öğle ve
ikindi namazlarını da kılmamız lazım. Bakırcılar Çarşısı’nda mescit var,
namazlarımızı yine cem ederek orada kıldık. Biraz soluklandık. Yemek
yiyenlerimiz de oldu.
Hediyelikler, kahve takımı, duvar
saati, bakır tepsi, semaver, biblo, tabak, kaşık, şekerlik, sigaralık,
kupa, vazo… gibi ürünler, daha çok süs eşyası niteliğinde…Sektör talep
azalması nedeniyle önemli ölçüde işini kaybetmiş. Zarara uğramış, birçok
işyeri kapanmış. Eskiden, dövme bakırcılık çok yaygınmış: Tepsiler,
kazanlar, kaplar, ibrikler, leğenler yapılırmış.
Aluminyum ve plastik eşyanın
yaygınlaşmasıyla dövme bakırcılık önemini yitirmiş, yerini bakır el
işlemeciliğine bırakmış. Esnaf sıkıntılı, yine de Allah bereket versin
diyorlar.
Erzincan hakkında bilgiyi otobüste
rehberimiz Yasin’den aldık: „M.Ö. iki bin yıllarında, bu yörede,
Hurrilerin ve Hititlerin yaşamıştır. Erzincan yakınlarındaki
Altıntepe'de yapılan kazılarda (1953) Urartular'a ait birçok eser
çıkarılmıştır. Halife Osman zamanında(655) Habib bin Mesleme Erzincan ve
yöresini Müslümanların yönetimine katmıştır.
1228′de I. Alaeddin Keykubad’la
Anadolu Selçuklu Devleti hâkimiyetine giren Erzincan, Çaldıran
savaşından sonra (1514), bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile beraber
Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslar
tarafından işgal edilmiştir. Ruslarla burada Ermenileri silahlandırarak
geriye çekilmişlerdir. İlk ermeni olayları Ermeni nüfusunun en yoğun
olduğu Armıdan nahiyesinde meydana gelmiştir. Çete faaliyetleri şeklinde
başlayan olayların failleri ve elebaşıları başlangıçta yakalanıp
cezalandırılmışsa da olayların önü alınamamıştır.
Erzincanlı bir Ermeni komitacısı
olan Dikran Papazyan’ın şu itirafı Ermenilerin Erzincan halkını tamamen
imhaya kararlı olduklarının kanıtıdır. "Üçbeş gün kadar daha geçmiş olsa
idi komitacıların almış oldukları tertibat sayesinde Erzincan’ı tamamen
ateşler içinde bırakacaktık. Yakıp yıkacak bütün Müslümanları ve
askerleri öldürecektik. Fakat buna vakit bulamadık.“
Erzincan katliamını hakkında, Kazım
Karabekir şunları söylüyor: „Bütün kuyular şehit edilmiş insan
cesetleriyle doluydu. İnsanlar evlere ve camilere toplanmış, orada
hunharca yakılmışlardı…“
Sonuç olarak Erzincan veya Erzincan halkı Anadolu’nun vatanlaşması sürecinde üzerine düşen görevi fazlasıyla yapmıştır.
Erzincan deprem bölgesidir. 1939'da
şiddetli depreme maruz kalmış, şehir harabeye dönmüştür. Şehirde taş taş
üstünde kalmamış, onbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Depremden
sonra bugünkü Erzincan şehri inşa edilmiştir.”
Erzincan benim askerlik yaptığım
şehir. Biz Erzincan değil de “Erzindan” derdik bu şehre. Soğuğu ile
meşhurdur. Askerlik yaparken hiç ısınamamıştım bu şehre(1982), yine de
eski hatıralarımı canlandırayım şöyle bir şehirde tur atayım dedim ama
içimden gelmedi… Bakırcılar Çarşısı’nın önünde oturarak verilen zamanın
gelmesini beklemeyi yeğledim.
Zamanından önce geldiler arkadaşlar
otobüsün yanına. Alışılmışın dışında bir davranış. Ayşegül Hanım
teyzesiyle vedalaştı ve yola koyulduk. Otobüste anladık ki, Erzincan
arkadaşların da ilgi alanına girmemiş.
Emin kardeşimiz bizlere Erzincan
Sivas arasında ziyafet çekeceğini söylemişti ama bu vaad gerçekleşmedi.
Haksızlık etmeyelim Emine tekif etti. Ancak hedefimizde Sivas var.
Tarihi eserlerin bolca olduğu şehir. Aynı zamanda “yiğidin harman olduğu
yer.” Merak ediyoruz. Ve de acele ediyoruz, gün batmadan önce Sivas’a
varmalıyız. Kaptan Sezgin Sivas türküleriyle arkadaşları Sivas moduna
sokmaya çalışıyor:
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
………..
Gök Medrese
Gök Medrese’den başladık Sivas’ı
gezmeye. İnşaat halinde ama görünen kısımları göz kamaştırıyor.
Restorasyonda olduğu için, içini gezemedik. Asıl adı “Sahibiye
Medresesi” olan Gök Medrese Anadolu Selçukluları döneminde, 1271 yılında
Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılmış. Açık avlulu ve iki
katlı. Giriş eyvanının sağındaki mescidin ve iki yan eyvanın firuze
renkli çinileri bu medreseye Gök Medrese adını verdirecek kadar etkili
olmuş. Selçuklu sanatının en seçkin en abidevi anıtlarından biri olan
Gök Medrese, süsleme sanatı ile mimarinin birbiriyle bütünleştiği nadide
eserlerimizden bir. Girişin sağındaki mescit bölümünün firuze renkli
çinilerinin büyük bir kısmı düşmesine rağmen ihtişamını hâlâ korumakta.
Taç kapı on dört sıralı mukarnasdan oluşuyormuş, petek gibi. Taç kapı
süslemelrinde, Orta Asya Türklerinin geleneklerinin devamı olarak hayvan
başları, hayat ağacı ve yıldız süslemelerine bolca yer verilmiş.
Eyliya Çelebi, Kızıl Medrese diye
söz etmiş bu Medreseden. Ve bu eserin mislini yapmanın mümkün
olamayacağını notlarına eklemiş: “Diyar-ı İslam’da emsaline rastlamadım
ben bu eserin. Kapısı kale kapısı kadar sağlamdır, iki katlıdır, 80
odası vardır, talebeler kışın alt katlardaki odalarda çalışırlar yazın
üst katlarda. Mescit ve kütüphaneden başka bir de fakirler için yemek
pişirilen Dar’-üz-ziyafe’si (ziyafet odası/Aşevi) vardır.“
Yazılanlara göre, Gök Medrese'de
bulunan figürlerle, İslam Kozmolojisi betimlenmiş: “Sekiz kollu yıldız
dünyayı temsil edermiş. İçindeki yazı da Allah yolunun kulu ve dünyanın
yüz akı Selçuklu Sultanı'nı temsil edermiş. Yıldızın hemen üstündeki
bitkisel motif hayat ağacı ya da bir başka deyişle kozmos ağacıymış.
Ağaç kollarıyla yayılan kâinatı temsil edermiş.
Ağaç dallarının en üstünde kanatlı, insan yüzlü bir varlık varmış. O da bu kâinatın koruyucusu, bekçisiymiş.
Hayat ağacının üstündeki yine sekiz
kollu olan yıldız dünyadan görünmez âleme geçişi, yani bir anlamda Arş'ı
temsil edermiş. Dünya'nın ve Selçuklu Sultanı'nın yıldızının bu yıldıza
göre daha küçük ve soluk oluşu sultanın ve dünya ehlinin aczini
belirtirmiş.
Orta Asya Türk mitolojilerinde dünya
ile gök arasındaki kapı Kutup Yıldızı'ymış. Türkler müslüman olduktan
sonra da bu temsili kullanmaya devam etmiş ve Kutup Yıldızı'nı Arş'a
yormuşlar. Yıldızın içindeki kapı şeklindeki oyuk bu iki dünya arasında
geçiş özelliğini görselleştirirmiş. Arş motifinin üstünde nazardan
korunmak için yazılmış yazılar bulunurmuş. Allah bu temsili ve
yaratılmış âlemi, kötü şeylerden korusun diye yazılmış. Onun da üstünde
cennet, böylelikle, görünen âlemin ötesindeki ve hepsinin üstündeki
mekân temsil edilmiş.”
Sivas'tan Arş'a uzanan bu Göklerin Medresesi'ni yapan ecdâdımıza Allah gani gani rahmet eylesin.
Sırlı ve mavi çini işçilikli tuğla
örgülü minareler taç kapıyı daha da önemli kılmakta. Taç kapının üst iki
köşesini iç içe girmiş hayvan başları doldurmakta. Koç, domuz, aslan,
yılan, ejder başlarının tanındığı bu kompozisyonla burçlara işaret
edilmiş. Türklerin on iki hayvanlı takvimlerinde de bu hayvanların bir
kısmı mevcutmuş.
12 hayvanlı Türk takvimi:
Türklerin 12 hayvanlı takvim
figürleri Gök Medrese’de yerini almış. Tabiat olaylarıyla iç içe olan
atlı göçebe Türkler, zamanla hayatlarını belli bir düzene koyma ihtiyacı
duymuşlar. Bu sebeple "geçmiş- şimdi - gelecek" bilgisi yoluyla, zamanı
sistemli hale getirmişler. 12 hayvanlı takvim, Türklerin kullandığı en
eski takvimdir. Güneş yılını esas alır. Bu takvimde yıllar bir hayvanın
adıyla anılır. Bu hayvanlar: Fare, sığır, pars, tavşan, ejder, yılan,
at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. Tarihte ilk kez bu takvimi
Hunlar daha sonra Göktürkler, Uygurlar, İdil ve Tuna Bulgarlar’ı
kullanmış. Bu takvim de miladi ve hicri takvimlerdeki gibi her yıl 12
aydan oluşur. Bazı aylar 30, bazı aylarda 31 gündür. Miladi ve hicri
takvimlerdeki gibi aylar 28 veya 29 çekmezmiş.
Gök Medrese hüzünlü, boynu büküm,
gözü yaşlı. Refah Partili Temel Karamollaoğlu, belediye başkanı olduğu
dönemde, Vakıflar da Refah Partisi’nin elindeydi. Bunlar, Sivas’ta hangi
hayırlı hizmetin altına imza atmıştır? diye sormadan geçemeyeceğim.
Mustafa ve Ayşegül Yücel de burada
ayrıldılar ekipten. Bir gece de olsa anne ve babalarını görmek için
Kırşehir’e gittiler. İsmail Yılmaz Hopa’da, İlhami Büyükbaş Şavşat‘ta
ayrılmışlardı.
Otobür otelin olduğu yere kadar
gidemiyormuş maalesef. Eşyalarla birlikte de gezimizi sürdüremeyiz.
Otele yerleşip sonra geziye çıksak zaman buna müsaade etmiyor. Çaresiz
eşyalar arabada kaldı. Biz geziye devam ederken, kaptan yardımcısı otel
çalışanlarından yardım alarak eşyaları otele taşımış. Teşekkür ettik.
Mazlum bir delikanlı.
Rehberimizin anlattığına göre; Gök
Medrese 20 yıla yakındır restore ediliyormuş. ne yazık ki ya aslına
uygun olmayan çalışmalar yüzünden ya da ihaleyi alan firmanın iflası
gibi sebeplerden dolayı, restorasyon hep yarım kalmış. Bugünlerde yine
restorasyona alınmış önünde ki bilgi tabelasında Şubat 2016 tarihinde
bitirileceği yazıyor. İnşallah bu sefer biter.
O görkemli taç kapıyı ve
minarelerini uzun uzun seyrettik. Fotoğraflar çekildik, tarihe yolculuk
yaptık, hayıflandık da. Yapacak bir şey yok. Sorumsuz sorumluları göreve
davet ederek vedalaştık Gök Medrese ile…
Ulu cami
Sırada Ulu Cami var. Anadolu
Selçuklu Devleti sultanı II. Kılıç Arslan zamanında, Kızılarslan bin
İbrahim tarafından 1196-1197 yıllarında Kul Ahi'ye yaptırılmış. Kubbe
fikrinin henüz gelişmediği dönemde yapıldığı için kubbesi yok.
Anadolu'nun en eski ve en büyük
camilerinden biriymiş. Minaresine 116 basamakla çıkılıyormuş. Camii’nin
içi etkileyici, ahşap taşıyıcıları varmış. Sonradan bu taşıyıcılar ahşap
görünümlü olmuş. Ahşap tavan 1955 yılı onarımında tamamen
değiştirilerek ahşap taklidi betonarme tavan haline getirilmiş, akıntıyı
önlemek amacıyla da üzeri bakır kaplı kırma çatı ile örtülmüş. Mihrap,
minber ve kürsü de onarım sırasında betonarmeleştirilmiş. Avlusuna da
betonarme bir ucube bina yapılmış.
Çevre düzenlemesi berbat, Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız bir durum bu. Eserin güzelliğine gölge düşüyorlar.
Birkaç defa yıldırım isabet etmesi
nedeniyle, kıymetli süslemelerin bulunduğu minare gövdesi boydan boya
yıpranmış ve zamanla eğilmiş. Rehberimizin anlattığına göre minare
yıkılacakmış. Bugünün tekniği minarenin tamir edilmesine yetmiyormuş.
Mimari yapısı ve eğik minaresiyle dikkati çeken Ulu Cami, Anadolu’nun en
eski camilerinden biri olarak biliniyormuş.
‘Çelik halatlarla sağlamlaştırılması
neden mümkün olmasın?’ diye arkadaşlarla yorumlar yaptık. Aramızdaki
mimar ve inşaat mühendisi arkadaşlar bunun mümkün olabileceğini
söylediler. Pizza Kulesi’ni örnek gösterdiler. İyi de burası İtalya
değil ki, Türkiye…
Sivas Ulu Camii’nin vakıfları da
varmış. 1578'de tanzim edilmiş. Evkaf ve tahrir defterlerinden tespit
edilmişler. Camiye altı köy, yedi mezra, dört zemin (arazi) vakfedilmiş.
Caminin vakıfları bu yüzyılın başlarına kadar biliniyormuş. Ondan
sonrası belli değilmiş. Neresidir, kim kullanmaktadır? cevabı
alınamayacak sorular bunlar.
Ulu camiyle ilgili bir de efsane var
“Vaktiyle ulu cami, istasyon
civarındaki Gazhane denilen mevkie yapılacakmış; fakat bir türlü
muvaffak olamamışlar. Caminin yapılması için icabeden malzeme gündüz
akşama kadar Gazhane’ye taşınırmış, sabahleyin kalktıklarında aynı
malzemeleri caminin bugünkü yerinde bulurlarmış. Bu durum 40 gün
boyunca böyle devam etmiş. Nihayet 41’inci gün ihtiyar bir zat
çıkagelmiş. Caminin Gazhaneye değil hâlihazır yerine yapılmasını
söylemiş, nasıl yapılacağını da izah etmiş. Sonra birdenbire gözden
kaybolmuş. Bunun üzerine derhal o ihtiyarın söylediğini yerine
getirmişler. Ve o zâtın da Hızır olduğuna kani olarak caminin ilk
direğini onun görüldüğü yere dikmişler. Adına da "Hızır Direği"
demişler.
Hızır direği ayrı bir hususiyet
taşırmış. Herkes bunun dibinde oturmak mistermiş. Hatta daha da ileri
giderek bu camiye nur yağdığını bizzat gördüklerini söyleyenler bile
varmış. Bu efsaneye en çok inananlar da bayanlarmış.”
Zaman geçtikçe eski eserlerimiz
yavaş yavaş hususiyetlerini kaybediyorlar. Nitekim Ulu Cami de birçok
hususiyetini kaybetmiş. Çünkü eskidikçe tamir ihtiyacı, eserlerin eski
varlıklarından büyük bir kısmının kaybolmasına sebep oluyor.
Madımak
Ulu Cami’den şehir meydanına doğru
yaya yürüyoruz. Önce Taşhan. Sivas'ın en önemli caddelerinden biri olan
Atatürk Caddesi üzerinde bulunuyor. Taşhan Çarşısı 19. yüzyılda
yapılmış. İki katlı, ortası açık avlulu. Kesme taşla inşa edilmiş. İç
avlusunda bir taş havuz var. Çift başlı arslanların ağzından su akıyor.
Üç girişi var. Üstü kiremit örtülü. Taşhan restore edildi diyorlar ama,
restore edilmiş mi, edilmemiş mi, biz fark edemedik. Albenisi fazla
yok. Her tarihi eser gibi bu eser de sevgisizlikten, bakımsızlıktan ve
yalnızlıktan muzdarip.
Yolumuza devam ediyoruz, biraz
ilerde sağda belediye sokak var. Atatürk Caddesi’nden görünüyor. Madımak
Oteli var orada. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal
Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal
Şenlikleri sırasında orada yangın çıkmış ve çoğunluğu Alevi 35 kişi
otelde yanarak ya da dumandan boğularak can vermişler.
Orada durduk, cadde üzerinde.
Rehberimiz olayı anlatıyor. Etrafımızı birer ikişer gençler sarmaya
başladı. Gittikçe de fazlalaşıyorlar. Biraz sonra, içlerinden birisi
burada toplantı ve bilgilendirme yapamayacağımızı söyledi ve ekledi;
“biraz sonra burada olay çıkarsa sorumluları siz olursunuz.”
Ben, “Sen hangi taraftansın kardeş,
neden sıkıntılısın. Biz 3 bin km. den geldik buraya, olayın
gerçekleştiği yerdeyiz, ne olup bittiğini anlamak istiyoruz” dedim.
Hangi taraftan olduğum belli olmuyor mu ? dedi ve oradan ayrıldı. Daha
fazla konuyla ilgili konuşmaya cesaret edemedik ve biz de söylene
söylene ayrıldık oradan. Otelin önüne kadar gidip fotoğraf çektirmek
istiyorduk ama, cesaretimiz kırıldı bir kere.
Olayın üzerinden 17 sene geçmiş,
sıcaklığı hâlâ devam ediyor. Dün olmuş gibi. Her an ufak bir kıvılcım
yeniden yangının alevlenmesine sebep olabilir. Sivas’ı ziyarete gelmiş
insanların orayı tanıma ve olayı yerinde algılama hakları vardır. Hatta
orada, o mekanda gelenlere olayla ilgili bilgilendirme yapılmalıdır.
Bilgilendirilmeli demek doğrudur elbet, ancak kim yapacak bu
bilgilendirmeyi sorusuna gelince, işte sıkıntı burada başlıyor galiba.
Hangi konuda olursa olsun, tarafsız
olmayı birtürlü beceremiyoruz. Şeffaf olamıyoruz. Mutlaka bir taraf
haklı öbür taraf haksız oluyor.
Yukarıya doğru yürüyoruz, şehir
meydanındayız. Karşıda Sivas Kongresi’nin yapıldığı kongre binası var.
Ancak geç kaldığımız için oraya giremiyoruz.
Şifaiye Medresesi(Tıp Fakültesi)
Merdivenlerden inerek, Şifaiye
Medresesi’ne gidiyoruz. Şifaiye Medresesi de Selçuklu Parkı içerisinde,
1217 yılında Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus tarafından
yaptırılmış. Anadolu Selçuklu tıp sitelerinin ve hastanelerinin en eski
ve en büyük olanlarındanmış. 1220 yılında vefat eden I. İzzeddin
Keykavus’un vasiyeti üzerine çok sevdiği Sivas’taki Şifaiye
Medresesi’nin güney eyvanındaki türbede ailesiyle birlikte yatmaktaymış.
Büruciye Medresesi (Teknik Üniversite)
Yine çok uzağa gitmeden, bu sefer
Buruciye Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Buruciye Medresesi veya diğer
adıyla Hacı Mes'ud Medresesi, Anadolu Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin
Keyhüsrev zamanında dönemin ileri gelenlerinden Hibetullah Burucerdi
oğlu Muzaffer tarafından 1271 yılında yaptırılmış. Taç kapıdaki taş
işçiliği ile girişin solunda yer alan türbe çinileri göz kamaştırıcı.
Dört eyvanlı ve ortası açık avlulu güzel bir Selçuklu medresesi.
Doğu-batı tarafı birer sıra revakla
kuşatılmış. Yapıda; kesme taş, moloz taş, devşirme, tuğla ve çini olmak
üzere beş tür malzeme kullanılmış. Kesme taş kuzey cephede ve avluda
kaplama malzemesi olarak kullanılmış. İlmiye çalışmaları için medrese
olarak yaptırılmış ve devrin pozitif ilimlerinin(Fizik, matematik,
Kimya, Astronomi) okutulduğu bina olarak uzun yıllar kullanılmış.
Revakların arkasında medrese
odaları, ana eyvanın yanlarında da iki kubbeli oda var. O zamanlar biri
kütüphane olarak kullanılmış. Bu medresenin odalarında/hücrelerinde şu
anda farklı farklı dükkânlar yer alıyor. Ortası da kafe olarak hizmet
veriyor. Ki, biz de orada papatya çaylarımızı içtik.
Oranın sorumlusuyla görüştük. Bu
tarihi binaların neden bakımsız olduğunu sorduk. İçerde bulunan tahta
rafların tarihi binaya yakışmadığını dile getirdik. Hatta duvardaki
“Cocacola” reklamının böyle bir yapıda bulunmasından duyduğumuz
rahatsızlığı anlattık, rahatsızlığımızı açıkça dile getirdik. Bütçe
yetersizliğinden v.s. dem vurdu yetkili.
Biraz önceki Madımak Oteli’nin
önündeki karşılaştığımız olayı anlattık. Etrafına bakındı, gözlerini
dışarıya çevirdi, bizleri gözleriyle tekrar kontrol etti, korkuyor gibi,
birşeyler söyleyecek ama, korkusundan söyleyemiyor gibi, telaşlandı.
Biz de üzerine fazla gitmedik ve ayrıldık Büruciye Medresesi’nden.
Sorumsuz sorumlu diye bu anlayıştaki kişilere deniyor galiba.
Otele doğru döndürdük yönümüzü.
Sivas, gezimizin son durağı. Akşam veda programımız var otelde. Sofra
çok güzel donatılmış. Sivas’ın meşhur köftesi de yerini almış sofrada.
Yemekten sonra kısa bir konuşma yaparak emeği geçenlere teşekkür ettim.
Ve hizmeti geçenlere küçük de olsa hediyeler verdim. Gezi boyunca
arkadaşlarımızın hizmetini yürüten; Recai Şentürk ve Hüseyin Bozkurt’a,
geziyi ölümsüzleştiren fotoğrafçılarımız; Gülseren Şentürk, Sebahattin
Bozkurt, Mustafa Yücel ve Yunus İnci’ye, ve de 10 gün boyunca kaşlarını
bile çatmadan, burun kıvırmadan canını kendilerine emanet ettiğimiz tur
yetkililerine; başta Emin Oruç, Kaptan Sezgin ve bu gezide bizleri
bilgilendiren, yöreleri ve tarihi eserleri tanıtan, Yasin kardeşimize ve
de belki en zor işleri yapan görünmez kahraman kaptan yardımcısı
….teşekkür ettim.
Gezi grubu adına sevgi Bozdağ bir
konuşma yaptı. Türk Eğitim Derneğine teşekkür etti. Memnuniyetini dile
getirdi. Ayrılık zor bir şey, gözlerimiz doldu. Daha sonra birbirimize
sarıldık.
Sonra serbest zaman verildi. Sivas’ı
dolaşmaya çıktık. Herkes kendi yolunu kendi çizdi. Birkaç arkadaş,
bizler de arşınladık Sivas sokaklarını. Saat 12’ ye gelmişti ki, yolumuz
Taşhan’a düştü. Berber kapatmak için toparlanıyormuş. Bizleri kırmadı
ve böylece Saçlarımızı da “hatıra” olarak Sivas’ta bıraktık. Hoşcakal
Sivas.
Sivas’la ilgili kısa bilgiler
Sivas
İç Anadolu'nun en eski ve önemli
kentlerinden biri. Şehir nüfusu 350 bin civarında. Sahip olduğu
değerleri ile önemli bir coğrafi konuma sahip.
Kazı ve araştırmalarda ele geçen buluntular, yörede ilk yerleşimin Neolitik Çağ'a, M.Ö 8000 e kadar uzandığını göstermekteymiş.
Selçuklular döneminde Sivas yeniden
gelişmiş. Kentteki anıtların en önemlileri 13. yüzyılın ikinci yarısında
İlhanlılar döneminde yapılmış.
Sivas'ın Milli Mücadele'nin
kazanılmasında önemli bir yeri de var. Mustafa Kemal’in 'Cumhuriyetin
temellerini burada attık' dediği Sivas'ta 4 Eylül 1919'da, Sivas
Kongresi toplanmış ve önemli kararlar alınmış. “Hiçbir ülkenin manda ve
himayesinin kabul olunmayacağının ve milletin istikbâlinin yine milletin
azim ve kararıyla kurtulacağının” kararları alınmış bu kongrede.
Kangal
Dünyaca ünlü kangal köpeği, Sivas'ın
Kangal ilçesinde yetiştirilmekte. Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde
kangaldan bahseder. Bu köpeklerin “aslan kadar güçlü” ve cüsseli
olduğunu yazar.
İklim
Sivas, sert bir karasal iklim
yapısına sahip. Kışları soğuk ve sert geçermiş, kış aylarında bol kar
yağışı görülür ve ortalama 4-5 ay kar altında kalırmış. Yazları sıcak ve
kurak.
Ekonomi
Cumhuriyet tarihinin de ilk vagon ve
lokomotif fabrikası Sivas’ta kurulmuş. İl ekonomisinde tarım ve sanayi
sektörü ilk sırada yer alırmış. Bu sektörleri ticaret ulaştırma ve
haberleşme sektörleri takip edermiş. Özellikle demir ve demirciliğe
dayalı sanayi lokomotif sektör olarak ön plana çıkmış.
Sivas öncelikle bir tarım şehriymiş.
Tarım üretiminde buğday, arpa, çavdar, patates ve şekerpancarı bölge
üretiminde en fazla payı alan ürünlermiş. Ekonamide, küçükbaş ve
büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı önemli bir paya sahipmiş.
Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilirmiş.
Folklör
Sivas yüz ölçümü olarak Türkiye’nin
en büyük üç ilinden biri olması sebebiyle kültürü çok farklı. Bölge halk
oyunları, Karadeniz ilçelerinde Horon, İç Anadolu ilçelerinde bozkır
halayları ve Sivas gaydaları ile yer yer Kafkasya halk dansları, Divriği
ve Gürün de ise tipik Doğu Halayları yer alır mış.
Karadeniz ilçelerinde kemençe ve
tulum üstadları, İç Anadolu ve Doğu Anadolu ilçelerinde saz ve Aşık
geleneği ve üstatları yetişirmiş. Aşık Veysel’in aşık geleneğinde ayrı
bir yeri varmış. Yazımı büyük usta Aşık Vesel’in bir deyişiyle
sonlandırmak istiyorum:
Kara Toprak
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
……………
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır
Bitti
Rüştü Kam