-Bir davaya en büyük zararı ona
saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir: Kifayetsiz muhterisler
ve sorumsuz sorumlular-
Berlin’deyim(1996)
Genel Merkez’den ayrılırken Ali Yüksel ‘Berlin’de tekrar TFD
Televizyonu’nda çalışacaksın, eski görevini devam ettireceksin, ben gereken
konuşmaları yaptım ’demişti. Oldukça mutlu oldum: Çünkü televizyon yayıncılığı
sevdiğim bir iş. Hayallerim var, Türki Cumhuriyetlere gideceğim ve oralarda
belgeseller çekeceğim, metin yazmam lazım, nereden başlamalıyım, nasıl
başlamalıyım hayellerim tekrar canlandı, düldülün tekerleri döndükçe yollar
kayıp gidiyor altımdan, istikamet Berlin… Arabam Audi 80, ben ona ‘düldül’
diyorum. 3 sene buyunca her haftasonu Avrupa ülkelerinde programlara katıldım Genel
Merkez adına düldülümle. Ufak tefek masrafları saymazsak beni hiç sıkıntıya
sokmadı. 3 sene önce Köln’e istemeye istemeye giden düldülüm 3 sene sonra Berlin’e
sanki dörtnala koşuyor, sevincinden olacak galiba bazen şaha bile kalkıyor,
bazen de kanatlanıp uçuyor. Yol dayanmadı düldüle, öğleden sonra Berlin’deyim.
Eşim evde yok, doğru Karstad mağazasına gittim, mutfak eşyaları bölümünde
buldum onu. Yanında prensesim var, kızım Dilruba. “Daha yeni gitmiştin bu geliş
hayra alemet olmasa gerek” dedi eşim, hoşgeldin ile karışık. Olanları anlattım,
3 senelik ayrılık eşimin de hoşuna gitmediği için aslında gelişim düldül gibi
onu da memnun etti. Prensesim ‘baba’ diyerek hemen boynuma atladı, mutlululuk dolu
bir tablo.
O gün dinlendim, ertesi gün hemen Bölge başkanı Mahmut
Gül’e gittim, Ali Yüksel’in selamını söyledim, hemen göreve başlayabileceğimi bildirdim.
Gül, “elbette senin hizmetlerimden istifade edeceğiz, ancak biraz beklemen
gerekiyor” dedi. Ben televizyonda çalışacağımı biliyorum Ali Yüksel öyle
söylemişti, beklememim sebebi nedir? dedim, “o göreve atama yapıldı, sana başka
bir görev vereceğiz” dedi. Anladım ki, Berlin’de bana görev yolu kapalıdır. Ya
Ali Yüksel ile birlikte böyle bir tezgâh hazırlandı, ya da Berlin bölgesi kendi
tasarrufuyla beni oyun dışında bıraktı. Bekleyip göreceğiz. Bu bekliyiş oldukça
uzun sürdü, bir türlü bekleme kuyruğunda ilerleyemedim.
Milli Görüş Teşkilatları Berlin Bölgesi Teşkilatlanma
Başkanı Abdurrahman Akgül ve İcra Kurulu Üyesi İdris Kahraman benim hizmete
devam etmem için güçleri nispetinde çalıştılar, çabaladılar ancak her seferinde
Nail Dural ve Mahmut Gül duvarına tosladılar, benimle ilgili attıkları her adım
boşa çıkarıldı. Dörtlü toplantılar için randevu bile aldılar Mahmut Gül’den,
kararlaştırılan günde randevu saatinden bir saat önce beni çağırdı Mahmu Gül,
konuştuk ve randevu saatinden önce de işini bahane ederek toplantı mekânından
ayrıldı. Abdurrahman ve İdris randevu zamanında mekâna geldiler, ancak Mahmut Gül
çoktan gitmişti. Bana o ikili toplantıda birkaç hafta içinde görevin hazır
derken Abdurrahman ve İdris’e görev seçtiğimi ve ‘öyle her verilen görevde
çalışamam’ dediğimi söylemiş.
Daha sonra Siyami Öztürk ve Abdurrahman Akgül ile
Frankfurt’ta bir toplantıya katıldık. Yolculuk süresince teşkilat meselelerini
konuştuk. Bilhassa Siyami Öztürk (daha sonra Bölge başkanı oldu) görev almam
için onları ikna edebileceğini söyledi. Herhalde hâlâ Mahmut ve Nail’i ikna(!)
etmekle meşgul olsa gerektir.
Hacı Bayram Camii ve Ahmet Çalışır
Aylardan sonra birgün Kotbusser Damm üzerinde Ahmet Çalışır
ile karşılaştım. Ahmet, Hacı Bayram Camii başkanıdır. Açık fikirli çalışkan ve
üretken bir mühendis. Yanılmıyorsam Bilgisayar mühendisiydi. Cemiyet başkanları
toplantısından çıkmışlar. Ahmed’in konuşmalarından anladığıma göre ben gündem
konusu olmuşum. “Hocam biraz konuşabilir miyiz?” dedi ve “Biraz yürüyelim mi?” diye de ilave etti. Evet,
olur tabii. Hemen söze girdi, benim geçmişte Hacı Bayram Camii’nde gençlerle
yaptığım çalşmalardan bahsetti, o gençlerin hâlâ benim derslerimden sitayişle bahsettiklerini
anlattı ve sonra da hızlıca, “senin gibi bir kabiliyetin böyle dışarda durmasını
ben hiç uygun görmüyorum, verilen görevleri almalısın” deyiverdi. ‘Hocam
verilen görevleri niçin kabul etmiyorsun?’ diye de sitemli bir tonlamayla sordu.
Bunları bir çırpıda söyledi.
‘Ne görevi Ahmet?’
‘Mahmut Gül sana görev teklif ediyormuş kabul
etmiyormuşsun.’ Mahmut Gül’e o kadar inanmış ki, ben söze girmek istediğimde
“hocam ne olur verilen görevi kabul et…” Diyerek sözümü kesiyor ve araya
girmemem için konuşmasını kesintisiz sürdürüyordu. Benim hayır diyeceğimden
korkuyordu anlaşılan. Nefes aldığı bir arayı yakaladım ve yüksek sesle, “Mahmut
öyle mi diyor Ahmet?’ diye sorabildim. Konuşmasını kesti ve ‘Evet öyle diyor, verdiği
görevi beğenmiyormuşsun…’ Ahmet sakinleşti ve ben söze başladım:
“Ahmet’im Mahmut Gül yalan söylüyor. Bana görev falan
teklif ettiği yok. Ben Köln’den geldiğim günden beri ondan görev istiyorum,
bırak istemeyi Ali Yüksel TFD televizyonu’nda görevin hazır dedi, Mahmut o
görevi de vermiyor bana.
‘Hocam o bizim Bölge başkanımız ona yalan söylüyor demek
biraz haksızlık olmuyor mu?’
Evet, Bölge başkanınız ama yalan söylüyor, hem de şeddeli
yalan, istersen gidip beraber konuşalım deyince Ahmet; pekâlâ o zaman ben onunla
görüşür sana tekrar dönerim’ dedi. Ahmet’e olup bitenleri özet olarak anlattım orada
ayaküstü ve selamlaşarak ayrıldık.
İki gün sonra beni buldu, Mahmut Gül ile konuşmuş, aldığı
cevaplardan sonra ayak oyunlarının farkına varmış, haklı olduğuma kanaat
getirmiş ve Mahmut Gül’e rağmen beni Hacı bayram Cami’inde görev yapmaya davet
etti. Bu dinazorlarla birlikte mücadele edecektik, hem de sonuna kadar, çok
öfkeliydi Ahmet, içi içine sığmıyordu. Bazı gerçeklerle yüzleşmişti…
“Ahmet’im ben görevi kabul ederim ama seni bu dinazorlar
rahat bırakmazlar, sen de benim arkamda duramazsın, o zaman sıkıntı olur.’
dediysem de; ‘Madem onlar sana oyun oynuyorlar biz de gerekeni yaparız, el mi
yaman bey mi yaman görürler…’
Çaresiz göreve başladım, cemaatle çok çabuk kaynaştık,
gençlerle sohbetler tekrar başladı, camide hizmetler canlandı, ev sohbetleri de
yapıyorum. Düşüncelerimi ev sohbetlerinde anlatıyorum, daha samimi ve daha
sıcak bir ortam oluşuyor. Zaman zaman Ahmet ile de konuşuyor, çalışmalarım ve şahsımla
ilgili yapılan karalama kampanyaları üzerinde değerlendirmeler yapıyoruz.
Derneğin yönetim kurulu toplantılarına da katılıyorum. Bu başarılı çalışmalar
Mahmut ve akıl hocası Nail Dural’ı rahatsız etmiş olmalı ki, baskıların dozu
artmaya başlamış, Ahmet saygılı bir
delikanlı olduğu için kendisine yapılan her baskıyı bana anlatmıyor, ama ben
anlıyorum, vücut dili konuşuyor Ahmed’in. 3 ay kadar dayanabildi Ahmed, Mahmut’un
o amansız baskılarına. Cemaatin içinde de yandaşların sesi yükselmeye başlamıştı.
Arkamda namaz kılıp da namazdan sonra aleyhimde konuşmalar yapan sakallı,
sarıklı ve şalvarlı Müslümanların sesi gittikçe yükseliyordu. Sayıları azdı ama
sesleri çok çıkıyordu; “Bölgenin istemediği hoca burada nasıl görev yapar, emir
komuta zincirine rağmen Ahmet bu hocaya burada nasıl görev verir…” İşin rengi
değişmeye başladı, yeniçeriler ayaklanıyordu. Artvinli İsmet amcam ile
Adapazarlı Mehmet Hafız, Denizlili Ali Özdemir, Cevdet kardeş (Allah rahmet
eylesin) İlyas Hafız ve ismini burada zikretmediğim kıymetli şahsiyetler
desteklerini sürdürüyorlardı sürdürmesine de, bu seviyesiz insanlarla cedelleşmeye
değer miydi? Elbette değmezdi…
Benim dost olarak bildiğim Mustafa Kaynar bile, Mahmut
Gül’ün safında yer almış veya eskiden beri o saftaymış da ben yeni farkediyorum.
Fitne kazanı fokur fokur kaynıyor, ateşin harını azaltmak lazımdır ama bunlar ara
vermeden fitne kazanının altına odun attıkları için, alevleri söndürmek mümkün
görünmüyordu.
Cemiyetin başkanı Ahmet Çalışır ve oradaki dostlarımla
istişare yaparak, işi daha fazla büyütmeden, camiyi yangın yerine çevirmeden Ahmet’in
de başına daha fazla iş açmadan görevi bıraktım. Benden sonra da Ahmet istifa
etti. Bu teşkilatta, bu insanların içinde ve de yanında ben artık duramam
diyerek Berlin’i terketti. Duyduğuma göre Münih taraflarında yaşarmış. Ondan
sonra bir daha görüşemedik onunla. Allah selamet versin…
Tecvid ve elif-ba kitabı
Bu kadar olup bitenlere rağmen ben hâlâ Millli Görüş
davasının peşinden koşuyorum, İslâm’ın dışında dava diye birşeyin varlığına
inandırmışım kendimi, bu insanların tesadüfen bu koltukları işgal ettiğini
düşünüyorum ve birgün bu insanların gerçek yüzlerinin farkedileceğini hayal
ederek durmadan çalışıyorum. Kur’an ve Sünnet Işığında Dini Bilgiler kitabımdan
sonra bir de tecvid ve elif-ba kitabı yazdım, kendi camilerimizde kendi
hazırladığımız elif-ba mızı, tecvidimizi okutalım çocuklarımıza diye düşündüm,
idealistlik böyle bir şey, gözünüzü gerçek dünyaya kapatırsanız realiteleri göremiyorsunuz…
Kitapları büyük bir heyacanla bölgeye
takdim ettim. Teşekkür ederiz hocam bir boşluğu doldurdunuz demelerinin beklentisiyle;
“Bu kitapları bölge adına bastırabiliriz, üzerine logomuzu da koyarız ve böylece
öğrencilere kendi kitabımızı okuturuz”, telif ücreti falan da istemiyorum dedim.
Kitaplar tartışmaya açıldı hocalar toplantısında. Verdiğim örneklerin
fazlalığından, bazı örneklerin anlamının uygun olmadığından bahsedildi,
Muzaffer İnanç (Erol Dağaslanı) Nail Dural ve Yakup Taşçı kitapları yerden yere
vurdular ve basılmasını engellediler. Tenkit edilen kitap “elif-ba ve tecvid”
kitabı. Tenkid etsen ne olur etmesen ne olur. Bir çalışma yapılmış, emek
verilmiş, insan bir teşekkür eder değil mi? Yok böyle bir şey… Çekememezlik ve
kıskançlık, başka ne denebilir ki… Bu kitaplar daha sonra bahar yayınlarından
çıktı ve piyasaya sürüldü.
Ben yine yazmaya devam ediyorum; Kur’an ve Sünnet
Işığında Evlilik isimli bir kitap daha yazdım. Sorular ve cevaplar ismini
verdiğimiz ve yine çocuklar için hazırlanmış bir de el kitabı yazdık. Bu kitabı
Yunus Sezer (Yusuf Sever) ve Fikri Emanet ile birlikte hazırladık. Hazırladık
hazırlamasına da o kadar çirkin sözler söylediler ki hakkımızda bıktırdılar
bizleri, bilhassa bana bıkkınlık verdi bu seviyesiz kepazelikler, herşeyden nefret
eder oldum. Zaman zaman Milli Gazete’de de yazıyordum, bir makalemin içinde, “dinin
hükümleri, sakaldan, şalvardan ve sarıktan ibaret değildir” diye bir iafade
kullanmışım. Yazı İşleri Müdürü, sevgili dostum Ekrem Kızıltaş aradı ve Rüştü
hocam “senin kelleni aldık, bundan sonra yazılarını maalesef yayınlayamayacağız”
dedi. Ve ben bütün bu olanlardan sonra o gün yazmayı da bıraktım (1996).
Oturdukları zaman mangalda kül bırakmayan o insanların
seviyesizliği canımı çok yaktı. Hani derler ya, ”seninle konuşurken yüzünden at
olduğunu zannetmiştim, dönüp gidince arkandan baktım ve izinden eşek olduğunu
anladım” diye, işte tam da böyle bir şey…
Arasıra Türkiye Gazetesinin Berlin sayfasında ufak tefek
denemeler yazıyorum. Türkiye Gazetesi Berlin Temsilcisi Mesut Yeterin ısrarıyla
yazıyorum onları da. 2010 yılında ha-ber.com internet gazetesinin sahibi Sefa Doğanay
köşe yazarlığı teklif etti ve ben tekrar yazmaya başladım. O günden beri de
yazıyorum bu köşemde. Bu vesile ile Mesur Yeter ve Sefa Doğanay kardeşlerime de
teşekkür ediyorum.
Namazlarda cem konusuna reddiye
Erol Dağaslanı’na görev vermiş Mahmut Gül, “Rüştü Hocanın
Namazların Cem edilerek kılınması konusun da yaptığı açıklamalara reddiye
yazabilir misin?” demiş. Belki de yaz demiştir… O da yazmış. Genel Merkez’de
Osman Yumakoğullarının isteğiyle bir seminer vermiştim bölge başkanları
toplantısında, bu reddiye o çalışmaya karşı hazırlanmış. Bir başka bölge
başkanları toplantısında Berlin bölgesinin hazırladığı “Namazlarda cem
reddiyesi” diye de taktim etti Mahmut Gül iftiharla, Erol Dağaslanı’nın
hazırladığı bu reddiye çalışmasını. Oysa ben orada yazılan muhalif görüşleri
zaten o seminerde anlatmıştım, yazılı olarak da vermiştim ellerine, okusalardı
göreceklerdi... Yine de teşekkür ettim kendilerine, böyle bir çalışma
yaptıkları için.
Erol Dağaslanı ile hocalar toplantısında çok tartışırdık,
bilhassa Hz. İsa ve Mehdi konusunda. Onun anlayışına göre Hz. İsa ve Hz. Mehdi
gelecek ve herşeyi düzeltecekti. Hz. İsa’nın geleceğini Mehdi’nin geleceğini
inkâr etmek dinden çıkmak olurdu. Muzaffer İnanç (Erol Dağaslanı) Mustafa Kaynar’ın
damadıdır. Geleneksel dinin ateşli savunucularındandır. Ata-baba dinine mensup
bir hocadır.
Devlet Teşvikleri(Förderung)
Abdurrahim Vural adında bir hukuk öğrencisi vardı. Üretken
ve çalışkan bir delikanlıydı. Federasyonda görev vermişler ona. O da devlet
yetkilileriyle iyi ilişkiler kurmuş ve faizsiz teşvik kredileri almış Islâm Federasyonu
için. İslâm Federasyonu’na üye camilerde çalışanlar bu teşviklerden
yararlanıyorlar, personal maaşları bu teşviklerden ödenir hale gelmiş. Bilhassa
uzun süre işsiz kalanlar bu teşviklerden istifade ederlermiş. Alman Devleti,
insanların atıl durumdan kurtulmaları, her an işe hazır vaziyette olmaları için
veriyormuş bu teşvikleri. Aslında çok güzel bir imkân. Hayata tutunmak için bir
vesile. İslâm Federasyonu’na üye olan camilerden ve derneklerden bu imkândan
yararlanmayanlar neredeyse yok gibiymiş. Ben de müracaat ettim Mahmut Gül’e
listeye aldı ve adıma teşvik de çıktı. Federasyon başkanı Nail Dural’ın önüne
geliyor benim evraklarım imzalaması için, o da imzalamıyor, benim yerime
Mustafa Türkerin ismini yazıyorlar, teşviki o alıyor. Ve böylece Mustafa Türker
Paşa Camiinin maaşlı başkanı oluyor.
Devletin verdiği o teşvik maaşını bile imzalamayacak
kadar düşmanlıkta ileri giden bir hoca nail dural, İslâm Federasyonu Başkanı ve
Altınoluk cemaatının Avrupa vekili, şeyh (!) nail…
Kendisi görev vermiyor bari devletin verdiği paraya engel
olmasın diyerek, Ankara’ya varıncaya kadar haberdar edilmesi gereken
şahsiyetleri bu anlamsız düşmanlıktan haberdar ettik Milli Görüş Teşkilatları Berlin
Bölgesi Teşkilatlanma Başkanı Abdurrahman Akgül ile. Ancak Nail Dural’ı gürcü
inadından kimse vazgeçiremedi, imzalamadı benim teşvik belgemi… Mahmut Gül de
bu kadarı fazla diye düşünmüş olmalı ki, birazda ulaştığımız ve harakete
geçirdiğimiz kanalların kendisine olan baskıların etkisiyle belki, başka bir
dernek üzerinden benim için teşvik alarak 2 sene de olsa o imkândan
yararlanmama sebep oldu.
Meğersem mahmut Gül’ün kendisi de teşviklerden
yararlanıyormuş, hem Milli Görüş Genel Merkezi’nden bölge başkanlığı maaşı
alıyormuş, hem de devletten teşvik maaşı(Förderung). Çifte maaş. Genel Merkez’e
söylememiş teşviklerden maaş aldığını. Teşkilatlanma başkanı Abdurrahman
Akgül’ün yaptığı araştırmalar sonucunda bu durum meydana çıkınca ve hakkında
soruşturma başlatılınca Genel Merkez’den aldığı maaşı Rüştü Kam’a aktarıyordum demiş.
Bunun üzerine soruşturma heyeti bana geldi, konu ile ilgili sorular sordular ve
ben de, ‘verdiyse bana böyle bir para, herhalde benden imzalı belge almıştır
onu göstersin.’ dedim… Gittiler ve bir daha geriye gelmediler.
Çift maaş alan sadece Mahmu Gül değil. Abdurrahman
Akgül’ün bana aktardığına göre, Nail Dural üç kurumdan ayrı ayrı maaş
alıyormuş. Federasyon başkanlığından, devletin verdiği teşviklerden, cuma
günleri vaaz verdiği için de Fatih Camii’nden, büyük hoca, şeyh(!) nail. Fatih Camii’ne
Hasan Akyol başkan olunca durumun
farkına varıyor ve şeyh nail duralın çıkışını veriyor. Erol Mert’in anlattığına
göre de, Nail Dural aynı zamanda Tümelsan Group A.Ş. nin yönetim kurulu
üyesiymiş…
Erol Dağaslanı da (Muzaffer İnanç) çift maaş
alanlardanmış. Hem İslâm Federasyonu’ndan hem de Gazi Osman Paşa Camii’nden, çift maaşlı hoca
ve dava adamı(!)…
Bu durumda Mehdi de gelir İsa da. Bu kadar kârlı olan
“uydurulmuş din”den vazgeçilir de dünyada hiçbir getirisi olmayan indirilmiş
dinin peşine takılınır mı..?
Ve bu kifayetsiz muhterisler, yaptıkları yolsuzlukları
Abdurrahman Akgül ortaya çıkarınca Abdurrahim Vural’ı günah keçisi ilan ederek
işin içinden sıyrılmasını bildiler. Kendilerinin Almanca bilmediklerinden
dolayı, Abdurrahim önlerine ne getirdiyse onu imzaladıklarını söylediler
cemaate. Cemaatin çoğu da inandı onların bu masalına. Bu konuda oldukça mahirler.
Mevlana camii’ni üç kez, Ensar camii’ni
de 2 kez satın alan cemaat önderleridir bunlar. “Adil düzen” in hararetli savunucularıdır
aynı zamanda. Sorumsuz sorumlular. Kifayetsiz muhterisler.
Zekât
Fetva heyeti ve İcra Kurulu üyeleriyle yaptığımız
tartışma devam ediyor. Bu sefer masada “zekât” konusu var. Masaya konan konular
cemaatin ihtiyacı olan konular oluyor. Toplumda karşılığı bulunmayan bir konuyu
tartışma masasına koymuyoruz. Buna rağmen tartışmalardan bir türlü istenilen
sonuç çıkmıyor. Fetva heyeti üyeleri, masaya konulan konular üzerinde fikir
beyan etmek yerine bana nasıl cevap verecekler de haklı duruma geçecekler onun
hesabını yapıyorlar. Acaba bizim inandıklarımız, düşündüklerimiz, kabullerimiz
uygulamalarımız yanlış olabilir mi? sorusunu sormuyorlar kendilerine.
Kendilerinin yanlış yapma ihtimalleri üzerinde hiç durmuyorlar. Sanki
günahsızlar, vahiyle besleniyorlar.
Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır
Ben başladım konumu sunmaya,
uzunca bir sunum oldu. Konu oldukça önemliydi.
Davası olanın, destekçisi
Allah'tır.
Duası olanın davası olur, davası
olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi
olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin
mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona
saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkilli davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz;
davanız varsa davetiniz de vardır.
Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve
mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Almanya’nın) dışına
çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarımızı bulunduğumuz
yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere de itibar etmemeliyiz. Kim olursa
olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmemeliyiz.
Biz önce bulunduğumuz çevredeki
insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İnfak
ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle
yolda kalan için olmalıdır. Hayır, olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde
bilmektedir.” (Bakara 215)
Lütfen Fetva heyeti olarak ve Teşkilat
olarak sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Almanya’daki/ Avrupa’daki geleceğimizi
düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi
çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı
olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev
bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç
kalmayacaktır.
Televizyonlara reklamlar veriliyor,
el ilanları dağıtılıyor, cami kapılarına afişler asılıyor, kentinlere afişler
asılıyor, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını bu afişlerde, broşürlerde kullanılarak
insanların duyguları tetikleniyor, duygu sömürüsü yapılıyor. Bunlardan
vazgeçelim. Teşkilat tarafından toplanan paraları yatırıma dönüştürelim.
Tahmini olarak yılda bir milyar
Euro toplanıyor
Bütün Almanya’yı
hesaba dâhil edelim ve hesabı sadece Türkiye’li Müslümanlar üzerinden yapalım. 3
milyon insanımız yaşıyor Almanya‘da. 2 milyon insanımızı bir kenara bırakalım
ve bir milyon insanımızı esas alarak hesap yapalım.
Ve yardım kuruluşlarına verilen
bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 DM.
olarak hesaplayalım. 1.000.000x100=100 milyon DM. yapar. Bu hesaptan yola
çıkarsak son on yılda 1 milyar DM. toplanmış demektir. Bu bir milyar DM. genel
olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Türkiye’ye
gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Bizim teşkilatımızın
payına düşen üzerinden hesap yapmıyorum. Hesabı genel yapıyorum. Bu hesaptan
biz de üzerimize düşeni ortaya çıkarabiliriz.
Şimdi sonuca bakalım; kaç tane
Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika
ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle
sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği
gibi, her geçen gün bu yardım edilenler kervanına bir başka ülke daha katılıyor...
Unutmayalım bu yardımların birkaç
mislini o ülkelere BM de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor.
Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor.
Emperyalist ülkeler bir bahane
uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Onları evsiz yurtsuz
bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları
kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor
torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere gönderiliyor o paralar ve o paralarla
silahlar alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar da genelde Müslüman
gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler
diye yardım kuruluşlarına para verenler de Müslümanlar.
Filistin’e, ben kendimi bildim
bileli yardım gönderilir (51 doğumluyum). Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu
mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas.
Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü
kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar...
Perde arkasında dönen dolapları
görmek lazımdır. Bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor.
Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce
çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve
ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6)
Sadece çocuklarımızın karnını
doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor.
Onları kimlikli bir nesil olarak inşa etmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı
yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.”
Çocukları yetiştirmek için Almanya’da/
Teşkilatımızın bulunduğu başka Avrupa ülkelerinde müesseseler kurmalıyız,
kurumlaşmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin
hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, sadece para kazanmak
için açtığımız yuvalardan değil. Bu yuvalar da zekât paralarıyla, kurban
paralarıyla desteklenmelidir.
Ölüm haktır, dünya fanidir
İnsan geriye dönüp baktığında
keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır.
Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmamız yeterli olacaktır. Yol
haritasını Allah vermiştir elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek
yürümek gerekir.
Almanya’da yaşıyoruz. Aradan tam 30 yıl geçmiş. Bu kadar
yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri telafisi mümkün olmayan hatalar
yapmaktan alıkoymalıdır.
Biz güzel olmak istemedik, güzeli
görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise
fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O’nun
yoludur. Gerisi angaryadır. Sakarya başka türlü ayağa kalkmayacaktır…
Afrika ülkelerini Müslümanlar
fakirleştirmedi
Afrika ülkelerini, halkı Müslüman
olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o
insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların
karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta
her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyor. Bu oyunları görmek lazımdır.
Bunların oyunlarını bozmak lazımdır.
Müslümanlar işin bu taraflarını
hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin yolunu tutacaklarına
inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor.
“Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Afganistan’a gönderdim,
Irak’a gönderdim...” diye böbürleniyorlar, bu yapılan yanlışlara Genel merkez
olarak, fetva heyeti olarak bizler vesile oluyoruz.
Bizim çocuklarımıza kim sahip
çıkacak
Cemaatin yükünü taşımayı üzerine
alan bizler, anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler,
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkan bizler:
Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık
niyedir?
Müslümanlar yukarıda hesabını
yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı, bu paralarla kurumlaşsalardı,
altyapı yatırımlarına dönüştürselerdi;
bugün yabancı düşmanları, Müslüman düşmanları kendilerine bu kadar çok malzeme
bulamayacaklardı, adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz
buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus
100)
Pislik;
-kaos demektir,
-anarşi demektir,
-aşağılanma demektir,
-tepelenme demektir,
-kölelik demektir,
-açlık demektir,
-sefalet demektir,
-gözyaşı demektir,
-kan demektir...
Müslüman ülkeler pislik
içindedirler bugün, görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip
oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma
dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin
bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir.
Bu paralarla neler yapılabilir?
Bu paralarla vakıflar kurulur:
1-Bu vakıflar aracılığıyla üniversite
öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilir.
2-Yine üniversite öğrencileri
için yurtlar açılır.
3-Doktora öğrencilerine burslar
verilir, desteklenirler, teşvik edilirler.
4-Hastaneler yapılır,
Müslümanların hastaneleri (Muslimische Kankenhaus), Kilise hastaneleri gibi,
Yahudi hastaneleri gibi.
5-İslâm’ın tanıtımı amaçlı,
aşevleri kurulur; böylece parklardaki, köprü altlarındaki (Obdachlose) insanların
midesine sıcak çorba iner.
6-Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı
tanıtıcı programlar düzenlenir, konferanslar düzenlenir, değişik çalışmalar
yapılır.
7-Araştırma merkezleri,
enstitüler, tercüme büroları kurulur ve ihtiyaç duyulan eserler Almancaya,
Almanca’dan da Türkçe’ye çevrilir.
8-Çocuk yuvaları, gençlik
merkezleri, yaşlılar için bakımevleri açılır.
9-Kamu yararına çalışan kültür
dernekleri desteklenir.
10-Çocukların ve gençlerin
bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih
bilincini geliştirecek tarihi mekânlara “Kültür Gezileri” düzenlenir.
11-Türkçe dil kursları açılır,
12-Uygun olan yerlere minareli
camiler, kültür merkezleri yapılır; böylelikle Müslümanlar fabrika
binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlar; dinlerini
bodrumlara hapsetmezler.
13-Ve tüm bu kurulumlarda
çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılanır.
14-Gazete çıkarılır, dergi
çıkarılır, haber ajansları kurulur, radya ve televizyon yayınları yapılır.
15-Ve en önemlisi Müslüman
cemaatler kendi hocalarını kendilerinin yetiştireceği yüksek okullar açarlar,
üniversiteler açarlar. Böylelikle Türkiye’den hoca getirme işine, din
hizmetleri görevlisi getirme işine son verilir. Daha neler yapılmaz ki…
Almanlar bizi Allah’a şikâyet
edeceklerdir
Allah bize öncelikle kendi
neslimizden hesap soracaktır. Almanya’da/Avrupa’da yaşayan neslimizden hesap
soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap
Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun bana 30 sene komşuluk yaptı ve bir gün
olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı, Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini
Afrika’ya gönderdi, ben kurban bayramında medyada sadece kan gördüm, boğaların
vahşice boğazlandığını gördüm, bunlar da yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı
baştan çıkardılar, ben bu kullarından şikâyetçiyim” şeklindeki arzuhalinden kimse yakasını kurtaramayacaktır.
Afrikalılar durup dururken bu
hale gelmediler
Afrika halkı, Asya halkı, Arap
halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup
dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadıkları için geldiler, devletlerini
iyi yönetmedikleri için geldiler, halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmeği
için geldiler. Kan ve gözyaşının, sıkıntının, kıtlığın, açlığın, sefaletin altında
yatan asıl sebepler, kuraklık gibi doğal afetler gibi felaketler değildir, bunlar
tetikleyici sebepler olabilir. Asıl sebep, kapitalizmin ülkenin doğal
kaynaklarına el koymasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister.
Ancak Allah, ilk önce onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini
ister. Bu konuda ciddi adımların onlar tarafından atılmasını ister.
Allah zekâtın sekiz yere
verilmesi gerektiğini buyurur (Tevbe 60)
Allah zekâtın sekiz yere verilmesini
isterken bizler Allah’ın bu buyruğunu Fakir ve Miskin olarak ifadeye koyarak, zekât
sadece fakirlere verilir gibi bir anlayış geliştirdik. Yanlış yaptık. Hesabı
şöyle yapmak lazımdır. Doğrusunun bu olduğu kanaatindeyim. Zekâtımızı 100 DM. Üzerinden
hesaplayalım: 100:8=12,50 eder.
Fakire 12,5+ Miskine 12,5= 25
yapar. Yani fakirin ve miskinin direkt olarak zekattan alacağı pay %25 tir. Birinci
ve ikinci madde gereği zekâtımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika
ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara
gönderebiliriz, göndermeliyiz de.
Fakat diğer maddelerde direkt fakirin
olarak hakkı yoktur, dolaylı olarak vardır. Yukardaki hesabı göz önünde
bulundurursak bu maddelerin toplamına düşen zekât miktarı %75 eder:
3-Bu pay, borçluların payıdır.
Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı
çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka
kurumlarındır, fabrikalar kurmak için, iş yerleri açmak için kullanılacak
paydır. .
4-Bu pay, İslâm’ı kendilerine
anlatmamız gereken insanların payıdır.(Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin,
ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır.
5-Bu pay, zekâtı toplamak ve
gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır.(zekât memurları) Zekâtı
kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacaktır, onların
ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır, zenginin vermesi gereken zekâtının
tespitini de yapacaktır.
6-Bu pay, hürriyeti elinden
alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır, düşüncesini ifade
ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)
7-Bu pay, Allah yolunda yapılması
gereken her türlü ama her türlü çalışmayı yapmak için ayrılmış paydır.(Fi
sebilillah)
8-Bu pay, yolda kalmış insanların
payıdır.”(Tevbe 60)
Ve bu payların Almanya’nın/yaşadığımız
ülkenin dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Almaya’da yaşayan
Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır.
Bizler teşkilat mensupları
olarak, fetva heyeti olarak, toplum mühendisleri olarak dikkatli olmamız
gerekir, aklımızı çalıştırmamız gerekir. Duygusal davranmayalım, heyecanımızla
hareket etmeyelim, çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu gözardı etmeyelim, görmezlikten
gelmeyelim, deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim.
Kendi evimizde yangın varken
başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar,
geriye geldiğimizde oturacak ev bulamayız.
Bugün Afrika halkı, Irak halkı,
Filistin halkı, Afganistan halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak
yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir.
Bor’un pazarı geçmiştir, eşeğin Niğde’ye
sürülmesi gerekir.
Almaya’da/Avrupa’da yaşıyoruz
Almanya’da yaşıyoruz. Müslüman, Türkiyeli ve yabancı olmaktan
kaynaklanan yığınla problemimiz bulunmaktadır. Bunların üstesinden gelmek için
yetişmiş elemana ihtiyacımız vardır, bu kişileri yetiştirmek için de kurumlara
ihtiyacımız vardır bunun için de maddi kaynağa ihtiyacımız vardır.
Müslümanların elinde mali
ibadetler gibi çok büyük kaynaklar/ imkânlar bulunmaktadır: „Sadaka, zekât,
fitre, fidye, kurban...“ Ramazan ayı bu ibadetlerin yoğun olarak yapıldığı
aydır. Almanya’da yaşayan Müslümanların
sadakalarını Almanya’da değerlendirmeleri Allah’ın rızasına daha uygundur.
Çocuklarımızın, gençlerimizin
çoğu kimlik bunalımı içindedir. Çocuklarımızın geleceği için onların elinden
tutacak kurumlarımızın olması elzemdir. Yarın keşke dememek için tedbir almak
gerekir. Almanya’nın/ Fransa’nın… dışına çıkardığımız her kaynak bu keşkelerin
asıl sebebi olabilir.
Eksikliklerimizi yeniden tesbit
ederek yola koyulmalıyız. Biz teşkilatız, ham de büyük bir teşkilatız. Bizlere
düşen görev sorunları yerinde tespit etmektir, onları arayıp bulmak ve yukarıda
saydığım kurumların sırasıyla hayata geçmesi için irade ortaya koymak ve
zekâtlarımızla, sadakalarımızla, kurbanlarımızla onlara destek vermek, onları
yönlendirmektir. Sonra da onların
takipçisi olmaktır.
Tekrar ediyorum; Emperyalistler
önce ülkeleri vuruyorlar, talan ediyorlar, insanları evsiz- barksız
bırakıyorlar, eski İslâm medeniyetlerini-kültür hazinelerini yok ediyorlar,
çocukları anasız-babasız, anaları-babaları çocuksuz bırakıyorlar; sonra da aç
susuz bıraktıkları, evsiz barksız bıraktıkları o insanlara yardımlar yapılması
için, Müslümanlara insani yardım kuruluşları kurduruyorlar, bu oyunlara
gelmeyelim.
Yıllardır yardım kuruluşlarına
yardımlar yapılıyor. O insanlara sıcak para gönderileceğine, uygun görülen
herhangi bir ülkede onlar için gerekli olan kurumlar kurulsaydı ve ihtiyaç
sahipleri oralarda barındırılsaydı, okutulsaydı, eğitilseydi, tedavi edilseydi,
meslek sahibi yapılsaydı da tekrar ülkelerine gönderilseydi daha isabetli olmaz
mıydı?
Müslümanlar mali ibadetlerini
yerine getirirken dikkatli olmak zorundadırlar. Müslümanın verdiği sadaka,
yaptığı bağış, öncelikle kendi geleceği için yatırıma dönüşmelidir, yatırımlarda
öncelik kendi yaşadığı bölgeye verilmelidir. Teşkilat olarak bu yönlendirmeyi
bizler yapmalıyız.
Almanya’da yardım toplayıp da o
yardımları, Almanya dışındaki insanların ihtiyacı için sarf etmek, Almanya'daki
ihtiyaç sahiplerini görmezden gelmek olmaz mı? Sorumsuzluk olmaz mı bu?
Fakirin sadece yemeğe ihtiyacı
yoktur: Oturmak için eve, çalışmak için fabrikaya, iş yerine, tedavi için
hastaneye ihtiyacı vardır, eğitimi için okula ihtiyacı vardır, üniversiteye
ihtiyacı vardır, araştırma enstitülerine ihtiyacı vardır, gazeteye-dergiye
ihtiyacı vardır. Kimlikli bir nesil yetiştirmek için kültür merkezlerine
ihtiyacı vardır.
Bütün bu varlar ortada dururken,
ben yokum diye alabildiğince yüksek sesle bağırırken, bu yokları görmezlikten gelmek
aymazlık olmaz mı, sorumsuzluk olmaz mı?
Keşkelerimizi çoğaltmamak için teşkilat
olarak, fetva kurulu olarak iyi düşünelim, bir daha düşünelim, samimi olalım,
inanın Yüce Mevla’m bizlere yardımını esirgemeyecektir. Yeter ki isabetli
kararlar vererek O’nun rızasına uygun olan işler yapalım.
Fetva heyetiyle yapılan bu çalışmalar
1992-1994 senelerinde yapıldı. Geldiğimiz noktadan baktığımızda değişen fazla
bir şey görülmüyor…
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder