İlk iftarımızı yönetim kurulu
üyelerimizle birlikte Türk Eğitim Derneği’nde(TED) açtık. Ramazan ayının bereketi bir başka oluyor.
Teravih namazları, iftar yemeği için yapılan hazırlıklar ve iftar sofraları. Ramazan
ayı tebrikleri de var. Tatlı bir telaştır gidiyor. Sıcacık Ramazan pideleri,
özenle hazırlanmış iftar yemekleri, Ramazan ayına özel güllaç tatlıları, çam
fıstıklı irmik helvaları daha neler neler işte 11 ayın Sultanı bütün
zenginliğiyle, cömertliğiyle, bereketiyle bizleri kucaklamış, çepeçevre sarmalamış
durumda.
Etrafımıza bakarsak milyonlarca
Euro harcayıp karnavallar, festivaller düzenleyerek insanları bir araya
getirmeye çalışanları görürüz. Bu festivallerle insanların kucaklaşmaları,
mutlu olmaları istenir. Ancak Ramazan ayı öyle değil, Müslümanlar para
harcamadan, sadece Allah emrediyor diye bir araya geliyorlar, kendiliğinden
organize oluyorlar ve ellerinde avuçlarında ne varsa birbirilerine ikram etmek
için yarışıyorlar, “İftar için bugün bize gelin…, yarın da bize”… herkes bir
yarışın içinde. Ne güzel…
Türk Eğitim Derneği’nin ilk iftar
sofrasında Ramazan ayının cömertliğinden bahsettik, oruç tutmanın aç ve susuz
kalmamak olduğunu konuştuk. Amacına uygun olarak tutulan bir orucun
kazandıracağı güzel hasletlerin ve böylece Ramazan ayında kazanacağımız bu güzel
alışkanlıkların, diğer 11 ayda da aynıyla devam etmesi gerektiğinin altını
çizdik. Güzel bir ortamda ikinci orucumuza giden adımımızı attık.
NETU
İkinci iftar sofrasına NETU’da
oturduk. Çiçeği burnunda bir iş adamları derneği. Salon tıklım tıklım dolu,
yönetim kurulu üyeleri misafirleriyle teker teker ilgilendiler, yüzleri
gülüyor, sevinçliler. İftar menüsünü Türkiyem Restoran hazırlamış, kuzu tandır
geldi önümüze. Mükellef bir sofra, iftar
sofralarında da düğün yemekleri yemeye alışmıştık maalesef, NETU bu
alışkanlığımızı sonlandırdı, güzel de oldu. Yemekten sonra da Rize çayı ikram
edildi…İşte kültür elçiliği böyle olur.
NETU, Berlin’de yaşayan
işadamlarının vesayet usulüyle çalışmaya son vererek oluşturdukları bir
kuruluş, başarılar diliyorum o genç yiğitlere. İftar sofrasına getirdiğiniz bu
yeni menü anlayışı gibi Berlin’e de yeni bir işadamları nefesi üfleyin. Küçük
işletmelerin derneği olmaktan ziyade holdingleşmeyi teşvik edin, işletmelerin
sadece aidatlarını almayın onlara yön verin, önlerini açın, projeler sunmayı
öğretin onlara, ufuklarını açın, üretken
olun, büyük yatırımların altına imza atın, vakıflar kurun, eğitime önem veren
kuruluşları destekleyin, tercüme büroları kurarak buradaki neslin ihtiyacı olan
Türkçe kitapları Almanca’ ya çevirin ve ücretsiz dağıtın. Üniversite yurtları
açın, üniversite öğrencilerine burslar verin, geleceğin Almanya’sının inşasında
sizlerin de bir tuğlanız bulunsun…
Birbirinize olan bağlılığınızı gördüm,
bu bağlılığınız bozulmasın, aranıza fitne sokmak isteyenlere müsaade etmeyin,
yolunda samimiyetle yürüyen kuluna Allah yardım edecektir, onların müşkillerini
ortadan kaldıracaktır. “Üzülmeyin mahzun da olmayın, inanıyorsanız üstünsünüz.”
Kançılarya
Üçüncü iftarı Kançılarya ’da
yaptık. Orada da çiçeği burnunda bir Büyükelçi var, Ali Kemal Aydın.
Karslıoğlu’ndan gelen bir alışkanlıktan kaynaklansa gerek; misafirlerini kapıda
özel bir noktada eşiyle birlikte durarak karşılayan ve herkesin elini sıkarak
hoş geldiniz diyen bir Elçi aradık Kançılarya’da ama onu bulamadık. Belki de
haklıdır Elçimiz, en az bir saat ayakta kalarak misafirlerin elini sıkmak ve
onlara hoş geldiniz demek sıkıntılı olacaktır. Her misafirin elini tek tek
sıkmak, sağlık açısından da tehlikeli olabileceğini unutmamak gerekir…
Resmi makamlarda Kur’an
okunmasına, dua edilmesine ve iftar sofraları kurulmasına alıştık artık, “Elçiliklerde
ve Konsolosluklarda iftar yemeği mi verilirmiş” gibi aşağılayıcı tavırlar,
konuşmalar yapılmıyor artık. Büyükelçilik ne zaman iftar verecek, konsolosluk
ne zaman iftar verecek? diye sormaya başladık birbirimize, ne güzel. Ramazan ayında hem de Cuma günü Cuma saatinde
alkollü kutlamalar yapılmıyor artık Büyükelçiliklerde. “At sahibine göre kişner”
derler ya, bu deyim doğru olsa gerek.
Masalar özenle hazırlanmış.
Kapıda numaralarınızı veriyorlar siz masanızı bulup isminizin karşısına oturuyorsunuz.
İftardan önce, çok güzel sesli
bir hafız tarafından Kur’an tilavet edildi, Süleyman Küçük tarafından Türkçe ve
Almanca açıklamaları verildi, “Ey iman sahipleri! Oruç
sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu
sayede korunmanız umulmaktadır. Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim
hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksula yedirerek fidye verir. Bununla
birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer
bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ramazan o aydır ki;
insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kur'an,
onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta
olan veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde
tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk istemez.
Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola kılavuzladığı için
Allah'ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulmaktadır.“ (Bakara
183-185)
Sonra Ezan okundu, tasavvuf musikisinden örnekler sunuldu. Servis yapan görevli
bayanlar hem nazik hem de işlerini iyi yapmak için istekliydiler.
Ancak, Büyükelçiliğimizin iftar
menüsü düğün salonlarındaki menüyü aratmadı. Türk mutfağından, Osmanlı Mutfağı’ndan
örneklerin ikram edileceği beklentimiz vardı, maalesef bu beklentimize cevap
alamadık. Büyükelçi iftar yemeğine davet
edince ister istemez bir beklenti içine giriyorsunuz. Acaba menüde ne var? Sorusunun
cevabını arıyorsunuz.
Gele gele, suda haşlanıp biraz
yağda dolaştırılarak terbiye edilmiş et önümüze geldi, et kavurması (!)da
deniliyormuş buna. Oysa menüde kavurma olacaksa et kuyruk yağıyla veya iç
yağıyla kavrulur ki; lezzetli olsun.
Pilav sadece tereyağıyla pişirilmiş,
tane tane düşmüyor tabağınıza kaşıktan… Biraz nohut, şehriye ve kuş üzümüyle
zenginleştirilmeliydi pilav. Hele Güllaç tatlısını hiç yazmayayım. Evlere
şenlik ifadesi maksadını aşan bir deyim gibi gelir sizlere ama, tam da öyleydi…
Ben Türk kahvesi içmeyi yeğledim,
içtim. Ancak kahve su ve lokumla ikram edilir, usul böyledir, kültür böyledir,
Elçiler aynı zamanda Kültür Elçilerimiz değil midir?
Çay Seylan çayıydı maalesef. Bir
çay ülkesi olan Türkiye, kendi Büyükelçiliği’nde Seylan çayı yerine kendi çayını tanıtmalı
değil midir? ÇAYKUR’un çayları varken Büyükelçilik ’de Seylan çayının servise
konulması kendi değerlerimize ne kadar önem verdiğimizi göstermez mi? Kendi
ayağımıza kurşun sıkma anlamına gelmez mi bu?
Çin restoranlarında, İtalyan
restoranlarında, Japon restoranlarında, Hint restoranlarında iç dizayn nasıl yapılmıştır,
menüler nasıl hazırlanmıştır, içecekleri nelerdir gidip bakmak kendimize
gelmemiz açısından faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Kendi kültürlerinden
taviz vermiyorlar.
Avni Karslıoğlu uyarılarımızı
dikkate alarak bu usulü yerleştirmeye gayret gösteriyordu. Devlette devamlılık
esastır deriz ama büyükelçi değişse bile bu devamlılığı maalesef göremiyoruz.
Sanki bize has bir özellik olsa gerek bu vurdumduymazlıklar.
Devlet kurumlarının oturmuş bir
ikram geleneği, mutfak geleneği, misafir ağırlama, karşılama geleneği olmalı
değil midir?
Kur’an okunurken misafirleri
rahatsız eden ses düzeninden bahsetmeye de gerek yoktur sanırım.
Büyükelçimiz Ali Kemal Akın’ın
verdiği mesaj yüklü konuşma takdire şayandı:
" İslâm coğrafyasının her
yıl sabırsızlıkla beklediği Ramazan ayına hep birlikte erişmiş olmanın
saadetini yaşıyoruz. Bu mübarek ayda İslâm coğrafyasında aynı
saadeti yaşamaktan mahrum kalan Müslümanlar var, bugün İslâm coğrafyasındaki
pek çok insanın, aynı huzur ve mutluluğu yaşadığını söyleyebilmek maalesef
mümkün değildir. Savaş ve çatışma ortamlarının hüküm sürdüğü pek çok İslâm
ülkesinde milyonlarca insan Ramazan ayına bu sene de can korkusu, açlık
endişesiyle girdi. Keza ülkelerinde savaştan kaçmak zorunda kalan milyonlarca
Müslüman mülteci Ramazan ayını yurtlarından ve sevdiklerinden uzakta, içleri
buruk şekilde hüzünle karşıladı. Müslümanlar
can korkusu yaşıyor.
Buralardaki insanların bundan
sonraki Ramazan aylarını huzur ve güven içinde idrak etmelerini diliyorum. Almanya'da
yaşayan 3 milyonu aşkın Türk var, biz onları Almanya ve Türkiye'yi birbirine
bağlayan en önemli beşeri bağ ve güçlü bir köprü olarak görüyoruz. Almanya'da
yaşayan Türklerin huzur ve esenliği en öncelikli meselemizdir. Bu ülkede
yaşayan Türklerin zaman zaman karşılaştıkları yabancı düşmanlığı, İslâm
karşıtlığı ve ayrımcılığının önünün alınmasında Alman makamlarının kendileriyle
aynı hassasiyeti paylaştıklarına inanıyoruz.
Bu yönde alınan önlemlerin ve yürütülen çalışmaların artırılmasını bekliyoruz.
15 Temmuz hain darbe girişimi
sırasında vatanımızın korunması sırasında canını fedakârca ortaya koyan
şehitlerimizi bu vesileyle tazim ve rahmetle anıyor, cesur gazilerimizi
yürekten selamlıyorum.“
Kısa, anlamlı ve mesaj yüklü bir
konuşma…
Devam edecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder