1925 yılında doğdu
Aliya… Genç yaşında önderlere yaraşır çilelerle başladı hayatı. 24 yaşında
medrese-i yusufiyye ile tanıştı. “İslamcılık” suçlamasıyla tam 5 sene hüküm
giydi. Hz. Yusuf gibi zindanda yeşerdi. Mısır’a sultan olabilmek için kuyu ve
zindan imtihanına uğrayan Hz.Yusuf misali, Bosna’ya zindandan bir lider
yetişti.
İki mahkumiyet
arasında iki üniversite okudu Aliya. Hem hukuk, hem ziraat fakültelerini
bitirdi. Bir dava yüklenmek bedel ister, kaldı ki yüklendiğiniz eşi, benzeri,
şeriki olmayan tek ilâh, tek Rabb’ın davası ise bu bedel ağır olduğu kadar da lezzetlidir.
Bunların bilincinde olarak çıkmıştı yola Aliya. Genç yaşta mahkum edilmek
korkutmadı gözünü, ceza aldığı adı birilerine göre “İslamcılık” olan hakikat
davasından vazgeçmedi. 1970 yılında yayınlanan “İslam Manifestosu” adlı
eseriyle davasının ardında duruşunu tescilletti. Elbette bu kitap ona tekrar
soruşturmaların yolunu açıyordu, bir de bunun üstüne “Mladi Müslümani”(Genç
Müslümanlar) adlı örgütü tekrar diriltme suçlaması eklenince, bilge krala yine
mahkumiyet göründü. 1980 yılında “Doğu ve Batı Arasında İslâm” adlı kitabını
piyasaya sunarken, 1990 yılında davasındaki sebatını, kararlılığını göstermek
istercesine ve düşmanlarıyla dalga geçercesine “İslâm Manifestosu”nu tekrar
bastırdı.
1990 yılında
“Demokratik Hareket Partisi – Stranka Demokratske Akcije” SDA’yı kurdular.
Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya, ölünceye dek genel başkan olarak kaldı.
Bilge Kral Aliya
İzzet Begoviç, Balkan tarihinin son zamanlarına iz bırakmış büyük bir şahsiyet,
unutulmaz bir liderdir. Bilge Kral’dan Türklere
mektup var. Okuyalım:
“Merhaba Efendim,
Ben Aliya.
Aliya izzetbegoviç.
Bosna-Hersek'in cumhurbaşkanıyım.
Sizi Devlet-i Aliyye'nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna
Sarayı'ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna'dan selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa'dan, Avrupa'nın ve
Batı'nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye'nin ordusunda askerlik
yapmıştı, Üsküdar'da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile evlenmiş.
Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927'ye kadar Bosanski
Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis
edilmiş, Semendire'den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken
Saraybosna'ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna'da geçti. Bu
dönemde Yugoslavya'da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan,
19.yüzyılda Devlet-i Aliyye'ye isyan eden Sırp Kara Corceviç'in kurduğu
hanedandı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman
halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize
ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her
şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün akşamina fakir bir
halk olarak girdi.
Bosna'da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar
bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların gözünde 1389
Kosova Savaşı'nda burayı fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de
sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında
küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran
1914 günü, Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip'in
ateşlediği kurşun, Birinci Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli
amacı ise Devlet-i Aliyye'yi çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son
kaleyi tarumar etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu
söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye'nin Bosna topraklarından
çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan'ın yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878.
Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin tamamen son bulduğu ve Sultan
Abdülhamid'in resimlerinin duvarlardan indirilip Avusturya-Macaristan
imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü dolarak
anlatırdı hep. Çünkü 1908'den sonra biz Boşnaklar çok büyük sıkıntılar yaşadık.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye ayırmaya
karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu varsa, o şehir o devletin
olacaktı. Sırp ise Sırbistan'ın, Hırvat ise Hırvatistan'ın… Türklerin yoğun
olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba katılmadan sayım yapılacak-tı. Tuhaf olan
ise Bosna'da en fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı. Ikinci ayrışmayı
Soğuk Savaş'ın sona er-mesi ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yaşadık. Bu yüzyılın
bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına âdeta
sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan onurunun tamamen ortadan kalktığı,
vicdanın yok olduğu, insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995…
Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara
sorarsanız, Avrupa'ya İslam'i yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere
sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir
ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında
yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak'ı
“Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına
direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde,
Türkiye'den bize destek olmak için gelen savaşçı la da Boşnak'tır. Bosna ismini
duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin
insanları da…
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale'de ve Yemen'de korumaya
çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna'da ayakta tutmaya çalıştığımız şey
oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen dili bazen
ırkı, bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı insanlığı, kardeşliği bir
arada yaşama idealini korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna'ydı. Boğazı
sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve
ölüme terk edildi.
o günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya'nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan
bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler onları hemen tanıdıklarını
açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları
bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi düşünmüyorlardı.
Yugoslavya'nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında Büyük
Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi
insan olarak bile görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına,
Yugoslavya istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak
bağımsizlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi.
Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4 bağımsızlık
yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp askerleri topraklarımızı,
devletimizi işgal etmeye başladı.
Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama da…
Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler'e başvurduk. Avrupa'dan ve
Amerika'dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır savundukları demokrasiyi,
hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu savundukları ilkelere sahip
çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik, para ve silah da… Sadece ama sadece
silahsız ve korunmasa halkı koruyacak bazı tedbirler talep ettik. Çünkü
Birleşmiş Milletler bunun için kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak,
soykırımlara engel olmak. Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne
savaş eklemek istemiyoruz.” dediler. Silah satışına ambargo koydular.
Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı ama artık ambargo sebebiyle,
direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika,
Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnaklara elimiz kolumuz bağlı
hâlde düşmanımızın önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa'dan, Amerika'dan sesimizi duymalarını bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.
Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza daha
fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa'nın ne demek
olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa'nın ortasında bir halk, sadece Müslüman
olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne elleri
bağlı halde terk edildi. Ben hatkımı bir savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim
ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde olduğumuzu söylerken bile 20.
yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele bunun Avrupa'nın gözünün
önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç ama hiç
düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır. Mesela neredeyse aynı tarihlerde
Afrika'da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı
için Fransa Devlet Başkanı François Mitterand'ın “Oralarda yaşanan şeylerin
ciddiye alınmasını gerekli görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika'ydr
Yıllarca Fransızlar ve Ingilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de
Fransızların, Ingilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz
Avrupa'da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini düşündüm.
Yanılmışım.)
Peki, neler oldu Bosna'da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı. Boşnaklar,
tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi tüfeğimizi yapmaya
çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye uğraştık. Şofbenden bombalar, soba
borularından roketatarlar yaptık. Ama hiç tankımız olmadı mesela. Savaşı
yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla
çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi
vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir
yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale
gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elinizdeki insani
malzemenin tükendiğini… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi.
Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş ve çıkış da
yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları
açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye
bize otuz yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu
konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler bile onların
kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve
kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef Bosna'nın her tarafından,
Mostar'dan, Srebrenitsa'dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere
verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik
temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç
bir plandı. Bir gün Brçko'da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını
öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz'da devam etti, peşinden
Prijedor'da… Ve sonra bütün Bosna'da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama
idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin takip ettiği
işgal politikasına… Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize
düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı birer Müslüman olarak Kitab ne
emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık. Öyle de davrandık. Bunu, insanlık
ve İslamlık onuruyla ve gururla söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi
gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler.
Sadece mezarlarımızı değil, tarih? eserlerimizi de… Yüzyılların kıymeti
Mostar'daki köprümüz, Saraybosna'daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa
mimari tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi
saymaya gerek var mı bilmiyorum.
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz
edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz binlerce vatandaşımızın
yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya
gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna'ya uygulanan
ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve
talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben
hem onların, hem Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim,
askerlerime karşı işledikleri suçları da… Ama söyleyin, hangi sabır, hangi
vicdan, hangi inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir?
Asla affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı'nın ve Avrupa'nın Bosna'da yaşanan
soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. yanlış anlaşılmasın. Onlar, bu
soykırıma doğrudan ve ‘ok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara
yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri
kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını
oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna'yı, Mostar'ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park
yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgâhı. Boşnakların en mahir
olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini
şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde
göreceksiniz. Dünya Bosna'yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle hatırlasın
istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey
“acı"dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin
hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak'ın
anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet
değiliz aksine bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü bildiği,
bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında… Bir insanın
hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı
katliam… inanın, o gün Srebrenitsa'da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize
Allah'ın Kitab'da bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme
sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka yaparlardı. Ama buna bile
fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş
Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve Hollandalı bir
asker? birliği şehrin beş kilometre yakınına, Potocari'deki kampa yerleştirdi.
Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise
olarak dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam eden
çok taze bir dramdır bu.
Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde "Avrupa'nın ilkeleri” gereği
insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa'ya güvenerek ve
artık NATO, BM gibi kurumların ko-ruması altına girdiklerini düşünerek
silahlarını teslim ettiler. Fakat 1995'in Temmuz'unda Sırplar, Radko Mladiç
komutasında Srebrenitsa'yı abluka altına aldılar. Dağlardan sivil insanlara
tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve köylerdeki
vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa'ya
sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri,
sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla
yapamayacağı bir planla silahsız ve korunmasız bu insanların üzerine ateş
kustu. Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere Potocari'deki BM kampına
sığındı. Şehir boşaltılmış, yirmi bine yakın masum sivil halk, kampın etrafına
kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve
kurtulmaya çalıştı.
Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa'ya girdiğinde yakılmış evler,
yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile yoktu.
Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde “Nihayet Türklerden intikamımızı
alıyoruz, artık onları Avrupa'dan tamamen koymanın zamanı geldi.” diye konuşuyor,
askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya'ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman
vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan insanlık dışı
olayları bu insanların yaptığına inanır mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı
sokakta karşılaştığım bir Sırp'ın o gün Srebrenitsa'da yaşananlar’ yapacağına
inanamadığım gibi. Fakat yaptılar. Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari'deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün
sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada bulunmalarının tek
sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine yalvaran halkı korumak olan
birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden bu isteği kabul etti. Şimdi
gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda
“Bizi teslim etmeyin, öldürecekler.” diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü
ve uğultulu bir ses, değil mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi
umursamamak için ne kadar zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin
yoksa da tarihin bir fikri var: BM Bosna Barış Gücü Komutanı, Fransız General
Bernard Janvier veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom Karremans
olmanız yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge'yi korumak için bir tek adım bile
atmayan bu beyler, yirmi bin masum sivili o gün Radko Mladiç'e teslim ettiler.
NATO'ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama Italya üzerindeyken yeni
bir emirle geri döndüğünü artık hepimiz biliyoruz.
Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve
çocuklarımıza yapılanlar’ asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün. Yanında
annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve ondan
çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar.
Sonunda askerlerin istediğini yapamayınca kafasına yediği tek kur-şunla ölüyor.
Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına takılı kulaklıkla müzik
dinliyorlar.
Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin
kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp üçüncü bir
askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı,
askerlerin önderi Mladiç'le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi, askerleri
rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye bağırıyorlar. Kadın bebeğin’
sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama başaramıyor. Asker “Sen
susturamazsan ben sustururum.” deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip yere
atıyor.
Türk'ün evladı…
Unutma.
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi yapayalnız
bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu mezarlara
gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim
bıraktılar. Henüz mezarların’ bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var,
bilmiyoruz. önce, hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize
kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun
sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar.
Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar
kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun
yağdırıyorlar. Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola
başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları
paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler buldu. Mavi
kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri
için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek
orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari'deki şehitliğe defnettik.
Biz “Bosna'da kendi devletimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz
“Bosna'da sadece bizim dinimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna'da
sadece bizim kimliğimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Bizim Bosna'da
savunduğumuz şey, Batı'nın tüm dünyaya göğsünü gererek anlattığı Helsinki Nihai
Senedi'ydi, Paris Şartı'ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin
canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren
askerlerin be-bekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz
öldürülüp toprağa düştüğünde Avrupa'nın anlattığı şeylerin koca bir yalan
olduğunu anladık. Amerikan Başkanı George Bush'a toplama kamplarını,
tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl
yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak'a bir gecede savaş açan ama buna
demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan'da, Pakistan'da, Afrika'da,
Filistin'de, Hindistan'da askeri operasyon yapan Amerikan başkanı,
anlattıklarım’ dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana: “Bosna bizim
meselemiz olamaz, o, Avrupa'nın bir iç meselesi.”
Ben Aliya,
Aliya izzetbegoviç.
Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi
çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri,
hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler,
Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok
acı hatıralarla… Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye
yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızi sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların
güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze
uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de,
Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne
bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. insanlığın, tek başına
insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra
direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli
olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz
olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya'ya sürmek için planlarını adım adım
işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır
hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk'sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu.
Çanakkale'de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman
ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu, Arap'a Arap demeye
başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de Kürt'ü senden, seni Kürt'ten
ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor. Türk'ün Evladı,
Biz Boşnak'ız ama Türk'üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın
kadar Boşnak'sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp'a karşı
sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz
dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle
vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif
ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarıni
çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini
boğazIamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgâhlyla saflara ayrışmamalısın.
Türk'ün Evladı,
Bizi,
onların bize yaptıklarını,
ve sorumluluğunu
sakın unutma!”
(Selman Kayabaşı / Karar Odası (209-223))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder