PROF.DR.İSRAFİL BALCI 2018 NİSAN AYINDA TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN XII.EĞİTİM KAMPINDA ÜYELERLE BİRLİKTE OLDU. KAMP 3 GÜN SÜRDÜ. BU SÜRE ZARFINDA 4 OTURUM YAPILDI. HER OTURUM 2 SAAT OLARAK BELİRLENDİ. VOLEYBOL, ORMANDA YÜRÜYÜŞ, MANGAL KEDYFİ VE SANDAL SAFASINDA ÜYELER KEYİFLERİNCE EĞLENDİLER.
İSRAFİL BALCI'NIN 8 SAAT SÜREN SEMİNERİNİN I. VE II. OTURUMUN ÖZETİNİ SİLERLE PAYLAŞIYORUM. III. VE IV.OTURUM DA İLERLEYEN GÜNLERDE PAYLAŞILACAKTIR.
Peygamberi tanıma
serüvenim
Artvinliyim, temel eğitimimi Artvin’de tamamladım. Dini eğitimimi Kur’an
kursunda almaya başladım, sonra İmam Hatip Lisesi. Sonrasında 19 Mayıs
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. Lisans, yüksek lisans, doktora, doçentlik ve
profesörlük derken Samsun’da 30 yılım arkada kaldı. Alanım erken dönem İslâm tarihi
ve siyer. Siyer, İslâm tarihi içinde Hz. Peygamberin hayatını konu edinen bir
alandır. Ömrümün büyük bir kısmı siyer araştırmalarıyla geçti, geçiyor. Akademik
çalışmalara başlamadan önce bendeki peygamber algısı ortalama bir Müslümandan farklı
değildi.
Doktora tezim “Hz. Ömer Döneminde Diplomosi”. Doktora çalışmam esnasında diplomasi,
devletler hukuku, dış politika, savaş ve barış gibi konulara yoğunlaşmıştım. Doçentlik
sonrasında siyer çalışmalarına yöneldim. Beni böyle bir çalışmaya sevk eden
husus ise, Kur’an’ı tekrar baştan sonra okuma girişimiydi. Daha önce bir kez
yüzeysel olarak okumuştum. Bu sürece kadar kimse bana Kur’an’ı bilinçli bir
şekilde okumam gerektiğini söylememişti. Bir gün Bedir Savaşı’nı Kur’an nasıl
anlatıyor diye merak ettim ve bakmak istedim. Enfal Suresi’ni okudum. Çok
şaşırdım, baktım ki Enfal Suresi’nde anlatılan Bedir Savaşı benim anlattığımdan
çok farklıymış. Kur’an daha farklı şeyler anlatıyormuş. “Demek ki, şimdiye
kadar Bedir Savaşı’nı yanlış anlatıyormuşum öğrencilere” diye bir düşünce geçti
içimden. Böylece Kur’an’ı okumaya devam ettim. Bu kez desinler için değil,
anlamak için okudum. Her okuduğumda zihnimdeki siyer konularında ciddi
kırılmalar olunca, kendimi siyer çalışmalarının içinde buldum ve önce birkaç
makale ile başladım. Sonrasında siyerle ilgili kitaplarımın içinde buldum
kendimi.
İlk önce Peygamberlik ve mucize gibi konular ilgimi çekmişti ve konuya dair
okumalarım sonunca adeta dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydim. Senelerce
okuduklarım ve okuttuklarım bir yana, Kur’an’ın anlattıkları bir yana. Yığınla
yanlış vardı zihnimde. Derken, yıllar sonra bir kısım insanlarca farklı söylemi
olan birisi olarak tanımlandım, hatta bazıları tarafından sapık ilan edildim.
Bunların içinde akademisyenler de var. Onları anlayışla karşıladım. Çünkü
doçent oluncaya kadar ben de aynı zihniyete sahiptim. Acı olan ise bir ilâhiyat
hocasının Kur’an’ı anlama gibi bir gayretinin olmaması ve doçent olanak kadar Kur’an’ı
hakkıyla okumamasıdır.
Maalesef Kur’an
kültürümüz yok
Samimi Müslüman olmak istiyoruz, Allah’a ve Peygambere inanma konusunda bir
sıkıntımız yok. Keza Kur’an’a saygı konusunda da sıkıntımız yok, ama iş öze, yani
Kur’an’ı, Peygamberi, onun öğretisini ve risaletini anlamaya geldiğinde kimse
gerçeklerle yüzleşmek istemiyor. Vahye inanıyoruz ama kolaycılığa kaçıp
okumadan ve emirlerini uygulamadan inanmakla yetinmeyi tercih ediyoruz. Tek gayem yanlış olduğunu tespit ettiğim
bilgilerin doğrularını ve doğru olarak bildiğimiz yanlışları anlatmaktır.
Bu konuda kulun değil Rabbim’in kınamasından çekinirim.
Peygamber algımızın kaynağı
Kur’an, Peygamberimizin biyolojik
varlığından söz etmez ama ahlâkını, öğretisini, adaletini, kulluk bilincini,
samimiyetini, sadakâtini, doğruluğunu örnek gösterir. Oysa bizim Peygamber
algımızda bunların fazla bir yeri yoktur. Rivayet kültüründen beslenen ve
bununla temellendirilmiş bir Peygamber algımız bütün dindarlığımızı kuşatmıştır.
Bu algıya göre Peygamber öyle bir noktaya getirilmiş ki, uçup kaçabilen,
olağanüstü yetenekleri olan birisidir o. Peki Kur’an’da "Andolsun ki,
sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü ümit eden ve Allah'ı çokça anan kimseler
için, Resulüllah’da güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 33/21) denilen
Peygamberin adalet duygusu, nezaketi, zarafeti, hakkaniyeti, yardımseverliği
neden bizim toplumumuza sirayet etmedi, neden Peygamberimizi bu şekilde tanımayız
ve tanıtmayız? Çünkü Peygamberimizi Kur’an’dan değil de rivayet kültüründen gelen
bilgilerden tanıyoruz.
Kur’an’a ulaşmak için rivayetleri aşmak lazım
Rivayet kültürü Peygamberimizle
ilgili anlatılanların ve söylenen sözlerin tümünü kapsar. Rivayetler ilk olarak
en iyimser şartlarda Peygamberimizden 100 yıl sonraya ait kaynaklarda yer
almaktadır. Şu anda Peygamberimiz bizden 100 sene önce yaşamış olsa, biz de
bugünden geriye doğru Peygambere ait rivayetleri yazılı kaydın bulunmadığı sözlü
kültür içinde toplasak ve bunlar Peygamberimizle ilgili gerçeklerdir, Peygamberimizin
sözleridir ve bunlar dindir desek, bu ne kadar doğru olursa rivayet kültürü
üzerinden Peygamber tanımlaması da o kadar doğru olur. Dolayısıyla biz Peygamberimizi
Kur’an’dan değil rivayetten tanıyoruz. Halbuki bütün Müslümanların ortak değeri
olan, taraflı tarafsız herkesin üzerinde mutabık olduğu, başka bir dini
aidiyete nasip olmayan bir Kitap var elimizde. Ve bu Kitabı hayata geçirmek
için mücadele eden bir Peygamber var. Bu Peygamberi anlamak için önce onun
aracılığıyla bize gelen Kitaba gidilmelidir. Kur’an kültürümüz olmadığı ve rivayetler
tarafımızdan din olarak kabul edildiği için, bu yapılmıyor. Peygambere ulaşmak
için geleneği, rivayetleri, fıkhı, din baronu otoriteleri aşmamız lazımdır. Ancak
bu engelleri aştıktan sonra Kur’an’a varabiliriz. Maalesef Kur’an cahili bir
toplum haline geldik.
Rivayetleri derleyenler Kur’an’ı iyi tanımıyorlardı
Rivayetleri 100 yıl geriye dönük
olarak derleyen ve daha sonra yazıya döken insanlar Kur’an’ın kendisine kolayca
ulaşabilen insanlar değillerdi. Haddizatında Kur’an bilgisi de sanıldığı kadar derinlikli
değildi. Biz sahabenin tamamının Kur’an uzmanı ya da din bilgini olduğunu
sanıyoruz. Sahabe 1400 sene öncesinin iptidai bir toplumuydu. Bu toplumda yaşayan
insanlar Kur’an’ı çok iyi bilen, üstün zekalı insanlar olsaydı; onların hepsi
Ömer olurdu, Ebubekir olurdu, Ali olurdu. Hafızlık geleneği Peygamberimizden
çok sonra ortaya çıkmıştır. Hafızlıkları sağlam olduğu için Peygamberimizin
Kur’an’ı onlardan öğrenin dediği 4 kişi vardır. Ubey bin Ka’b, Muaz bin Cebel,
Abdullah bin Mesud, Huzeyfe’nin kölesi Salim.
Yemame Savaşı’nda Huzeyfe’nin kölesi
Salim şehit düşünce, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’i uyarmış ve “Peygamberin Kur’an’ı
öğrenin dediği 4 kişiden 1’i öldü. Diğerleri de ölürse ne olacak?” diye sorup
yazılı olarak bulunan vahyin kitaplaştırılmasını önermiş ve böylece Kur’an
kitap haline getirilmiştir. Yemame’de ölen hafız sayısı 70 diye anlatılır, bu mümkün
değildir, çünkü o dönemde azami sadece 7-8 hafızdan bahsedilir. Ne Ebubekir ne
Ömer ne Osman, ne de Ali hafız idi. Bununla beraber Kur’an’ın mantığını biliyorlardı.
Güce teslim olan Araplar
Peygamberimizden sonra sorunlar
çoğalınca Kur’an’dan referans almak isteyen insanlar belli otoritelerin inisiyatifine
kaldılar. Peygamber vefat etmeden 2 yıl önce Mekke fethedilmişti ve bu 2 yıl
içerisinde Arap kabileleri gelip ona tabi olmuşlardı. Hucurat Suresi’ne
bakılırsa bu kabilelerin aslında iman etmediğini, aksine güce teslim oldukları ve
siyaseten Müslüman olduklarına işaret edilir. Mekke’nin fethinden sonra güce
karşı boyun büken Arap kabileleri iki yıl sonra Resulüllah vefat edince eski hayatlarına
döndüler. Dikkat edilirse Ümeyyeoğulları fetihle birlikte boyun bükmüştü, oysa
onlar 644’ten sonra Hz. Osman’ın hilafeti ile birlikte iktidarı ele geçirmiş ve
birçoğu idareci olmuştur. Böylece Hz. Peygamberin 23 yıllık pratik hayata
tatbik ettiği öğretisi, güce teslim olan insanların insafına kalmış oldu.
660’tan sonra ise Müslümanlar tamamen Beni Ümeyye’nin denetimine girdi. Toplum Emevi
iktidarına göre şekillendi. Böyle olunca ed-Din’in kaideleri ve Resulüllah örnekliği
büyük oranda havada kaldı. Kur’an referans alınmaz hale geldi. Çünkü referans
alınırsa zülfiyare dokunuyordu, bu da Emevilerin işine gelmiyordu. Böylece
süreç içinde İslâm ümmeti Kur’an cahili bir topluma doğru evrildi.
Beni Ümeyye Muaviye öncülüğünde Hz.
Ali ile iktidar yarışına girdi ve sonunda gayrietik yollarla iktidarı ele
geçirdiler. Ancak etik olmayan yollarla iktidara geldikleri için sürekli ulema
tarafından eleştirilmişlerdir. Eleştirilerin önünü kesmek için Muaviye, Bedevi
kaderciliğine sığınarak, Hz. Ali ile savaşmasının aslında Allah’ın takdiri/yazgısı
olduğunu, kendisi haklı olduğu için mülkü/idareyi kendilerine nasip ettiğini,
dolayısıyla olup bitenin ilahi yazgıdan ibaret olduğu iddiasını ortaya
atmıştır. Böylece Bedevi kaderciliği Emevilerle birlikte ‘Allah’ın takdiri’ne
dönüştü. Emeviler iktidarlarını bu fikirle ellerinde tutmaya çalıştılar. Dikkat
edilirse kadere iman konusu Emevilerle birlikte iman esaslarımızdan birisi oluvermiştir.
Abbasilerin iktidara gelişi
Abbasiler, Emeviler’in yerine iktidara geldikleri zaman onlar da kendi
politikalarını uyguladılar. Abbas’ın çocukları ile Ali’nin çocukları/nesli
içten içe Emevilere düşmanlık besliyordu. İktidarlarını Emevi düşmanlığı
üzerine kurdular. Son derece örgütlü ve planlı hareket eden Abbâsî ihtilal
hareketi, adeta FETÖ tarzı bir oluşumla uzun süre yer altı faaliyetleri
şeklinde devam etti. Örneğin ihtilalin temelleri yaklaşık olarak 714’lü
yıllarda atılmıştır. Hz. Ali’nin torunlarından Ebu Haşim ile Abbas’ın torunu Abdullah
bin Abbas, Hz. Ali’nin karizmatik liderliğinden de yararlanarak Emevi iktidarını
devirmeyi başardılar. İhtilal gerçekleşince enteresan bir şey oldu. Ali soyundan
gelenler, amca çocuklarımızla birlikte iktidarı paylaşacağız diye düşünüyordu. Hani
derler ya “ihtilal önce kendi çocuklarını yer”, burada da öyle oldu. İhtilalin
Kûfe’deki önemli aktörü olan Ebu Seleme el-Hallal, ihtilalin ardından Ali
evladı adına Kûfe’de biat alırken, Abbas’ın soyundan gelen Ebu Abbas el-Seffah
halifeliğini ilan etti ve iktidar savaşı başladı. Böylece ilk kurbanı Ebu Seleme
el-Hallal’ı oldu ve onu öldürttü. Ali soyundan gelenler buna itiraz edince de Abbas’ın
çocukları, tıpkı Emeviler gibi, benzer bir kaderciliğe sığındılar ve “Allah mülkü,
sizi zulümden kurtarmak için bize verdi.” iddiasıyla ortaya çıktılar. Hz. Ali’nin
soyundan gelenler “Biz Peygamberin soyundan geliyoruz.” deyince de “Siz Peygamberin
kızının soyundan geliyorsunuz biz ise Peygamberin öz amcasının soyundan
geliyoruz.” cevabını verdiler. Dikkat edilirse Arap geleneğinde miras kadın
üzerinden devam etmez. Bu nedenle kendi ataları Abbâs’ın amca olarak Resulüllah’ın
en yakını olduğu ve onun idarecilik mirasının de kendilerine devrettiğini ileri
sürdüler. Hz. Ali’nin çocukları “Bizim atamız Ebu Talip de Peygamberin amcasıdır.”
diye itiraz edince, bu sefer Abbâsiler “Sizin atanız müşrikti, bizim atamız
Müslümandı.” diye bir iddia ortaya attılar ve iktidarı onlarla paylaşmadılar.
Sonuçta Ali evladının muhalefeti olan mevali vasıtasıyla ihtilal
gerçekleştikten sonra Abbâsiler bir nevi hazır iktidara konmuş oldular.
Ebu Talip Müslümandır
Biz Ebu Talip’i hep müşrik olarak tanıdık, ancak Ebu Talip’in Müslüman
olması kuvvetle muhtemeldir, çünkü; Peygamberin hâmisidir. Abbas ise Mekke’nin
Fethi’nden sonra kılıç korkusuyla Müslüman olmuştur. Müslüman olunca düzgün bir
Müslüman olmuştur, ancak o zamana kadar asla Peygamberin yanında yer almamıştır,
hatta Bedir Savaşı’nda Peygambere karşı savaşmış ve esir düşmüştür. Diğer amca
Ebu Talip ise, Abdulmuttalip (babası) vefat ettikten sonra yeğenini yanına alıp
himaye etmiş ve 17 yıl kadar kardeşinin çocuğuna (Hz. Muhammed’de) sahip
çıkmıştır. Ancak tarihi egemenler yazdığı için Ebû Talib’in şanlı geçmişi
karartılmış ve müşrik olarak tanıtılarak iktidar sağlama alınmıştır.
İlk siyer kaynağımız, Peygamberimizden 150 sene (768) sonra İbn İshak tarafından
yazıldı. Bedir Savaşı’nı anlatırken Abbas’ın esir olduğunu yazmaz, 43 esir
vardır der, 42’sinin ismini yazar 43’ncüsünün ismini yazmaz. Yazılmayan o isim İbn
Abbas’tır.
Çünkü “Ebu Talip müşrikti” iddiasıyla iktidarın kendilerine ait olduğunu
savunan Abbasilerin atasının, Peygamberle savaştığının ve esir olduğunun
yazılması, siyasi konjonktüre uygun değildi. Dolayısıyla Resulüllah’ın
karşısında savaşıp esir düştüğüne üstü kapalı olarak değinilmiştir. Keza Vâkıdî
ve İbn Hişâm da onun ismini gizlemek zorunda kalmışlardır. İbn İshak’ın eserini
İbn Hişam iktibas etmiştir. Ancak o da Abbas’ın esaretinden bahsedemez.
İdeolojik siyer
Biz, Emevileri siyeri ideolojik hale getirmekle suçlarız. Bu doğrudur,
ancak eksiktir. Esasen siyer Abbasiler döneminde ideolojiye kurban edilmiştir.
Diğer bir ifadeyle Abbasilerin istediğine göre yazılmıştır. Erken döneme ait
rivayetlere bakılırsa Emevilerin atası Ebu Süfyan Peygamberimize sanıldığı
kadar düşman değildir. Dikkat edilirse Ebu Talip vefat ettikten sonra mescide
giderken Hz. Peygamber müşriklerin saldırısına uğrayınca onun evine
sığınmıştır. Keza daha sonradan Resulüllah’ın kayınpederi olmuştur. Hz.
Peygamber’in kızı Zeyneb’in Medine’yi hicreti sırasında ona yardımcı olmuştur. Ebu
Süfyan isteseydi Uhud galibiyetinden sonra Medine’yi yağmalardı, ancak bunu yapmamıştır.
Özellikle Hendek Savaşı’ndan sonra muhalefetten vazgeçmiş bir görüntü sergiler.
Nitekim Hudeybiye görüşmelerinde Resulüllah’ı engelleyenler arasında değildir,
ayrıca Mekke’yi de savaşsız teslim eden en önemli aktördür. Resulüllah’ın fetih
için yola çıktığını öğrendiğinde onu karşılamış ve kabilesi adına bağlılık
bildirmiştir. Bu yüzden Resulüllah şehre girdiği zaman “Kim Ebu Süfyan’ın
yanında yer alırsa güvencededir.” diye açıklama yapmıştır.
Bütün bunları söylerken hiçbir sabıkasının olmadığını iddia etmiyoruz,
ancak rivayetlerde yansıtıldığı gibi bütün kötülüklerin baş aktörü değildir. Ebu
Süfyan’ın oldukça menfi yönde tanıtılmasının sebebi, siyere dair eserlerin
Abbasiler döneminde yazılmış olmasıdır. Deyim yerindeyse iktidar hırsı için tarih
tersyüz edilmiş ve Emevilere olduğundan fazla çamur atılmıştır. Siyerin ilk
kırılma noktası burasıdır.
İdeolojik tarihin yanı sıra birçok mistik mitolojik anlatı ve hikayeler de
eserlere girmiştir. Örneğin İbn İshak’ı okursanız 6 yaşında Peygamberimizin
Aişe ile nişanlandığını, 9 yaşında da evlendiğini görürsünüz. İşte bu korkunç
iftirayı Peygambere atan Abbasi yönetiminde siyer kaleme alan İbn İshak’tır. Dikkat
edilirse eserinde adalet, liyakat, dürüstlük eşitlik hakkaniyetlik ilkelerinden
bahsedilmez. Keza bu dönemde yazılan hadis eserlerinde de adalet bölümünün
olmaması hayli manidardır. Zira iktidarı ellerinde tutan Abbasilerin böyle bir
dertleri yoktu ve onları rahatsız edecek bir söylemin dillendirilmesi veya
yazılması pahalıya patlayabilirdi. Deyim yerindeyse Abbasiler, Hz. Ali’nin soyundan
gelenlerin sırtına basarak iktidara tutundu, sonrasında da siyaseti dizayn ettiler.
Önce İbn İshak’a siyeri, Malik bin Enes’e hadisi, İbn Cüreyc ve Mukatil bin Süleyman
gibi isimlere tefsiri yazdırdılar. Ebû Hanife’ye de kendi fıkıh anlayışlarını
yazdırmak istediler, ancak kabul etmeyince, soluğu zindanda aldı ve sonunda
zehirlenerek bedelini canıyla ödedi.
Bize siyer anlatan hocalarımız tarihin bu akışındaki kırılmaları görmeden, tozpembe
bir tarih anlatır. Oysa ilk iki halifeden sonra maalesef, kantarın topuzu
kaçmıştır. Hak, adalet, eşitlik, istişare, dürüstlük, paylaşım, samimiyet,
sadakat, Kur’an’ın öğretisi, Peygamberin sünneti gibi konular sadece kağıt
üzerinde kalmıştır. Siyaset o tarihten sonra İslâm’ı tamamen kuşatmıştır.
Emevilerle birlikte eski bedevi anlayışına dönülmüştür. Emeviler ilahi
kadercilik üzerinden siyasetlerini dizayn ettiler. Abbasiler de halifeliğe dini
bir misyon biçerek siyasete alet ettiler. Bizim inancımıza göre hiçbir bireye özel
paye verilemez. Oysa iktidarı Kureyş elinde tutmak için halifenin Kureyş’ten olması
gerektiği tezleri ortaya atılmış ve bu iddia Hz. Peygamber’in hadisi diye
servis edilmiştir. Oysa Resulüllah’ın “Halife Kureyş’tendir.” demesi mümkün değildir.
Zira Kur’an’da emaneti ehline verme ilkesi vardır. Bu iddianın doğru olması
için bütün Kureyşli idarecilerin ehil/liyakatli olması gerekir. Hepsi bir yana acaba
kaç kişi Yezid’in hilafete uygun isim olduğunu söyleyebilir? Sadece bu örneği
hatırlatmak bile iddianın içinin ne derece boş olduğunu göstermek için kâfidir.
Sünni geleneğin hilafetin Kureyşiliği tezi, esasen Şiâ’nın “İmâmet Ehl-i
Beyt’e aittir” telakkisinden uyarlamadır. Sünni gelene Ehl-i Beyt yerine Kureyş
ismini ekleyerek bu iddia üzerinden siyaseti Kureyş tekelinde tutmuşlardır.
Rivayetlere bakılırsa Emeviler Ehl-i Beyt kavramının yerine Kureyş’i monte ettiler.
Abbasilere gelince bu sefer “imam” kavramı “halife” kavramıyla değiştirildi ve
böylece Emeviler dönemindeki “İmam Kureyş’tendir” tezi, Abbasiler döneminde
“Halife Kureyş’tendir” şekline dönüştürüldü. Halifelere de “Allah’ın yer
yüzündeki gölgesi” anlamına gelen “Zıllullah” denildi. Böylece hilafet makamına
dinî statü verildi, oysa halifelik dini bir makam değil, sadece idarecilik
makamıdır. Nitekim, asıl adı müminlerin idarecisi anlamına gelen Emîr-ul Müminin’dir.
Siyerin kodlarını
Kur’an verir
Peygamberimizi doğru anlamak isteyenler için Kur’an son derece önemlidir. Siyerin
kodlarını Kur’an verir. Kur’an Peygamberi bize olağanüstü özellikleri olmayan
bizim gibi bir insan olarak tanıtır ve Peygamberi örnek alabilmemiz için onun güzel
ahlâkından bahseder. Peygamberin kulluk bilincinden bahseder. Kur’an’a göre, emanet
ehline verilir, yandaş ve candaşlar korunmaz. İdarecinin herkese eşit mesafede
durması gerekir. Problemler istişare ile çözülmelidir. Yönetimde şeffaf ve
adalet ilkesi esas olmalıdır. Dikkat edilirse bütün bunlar Kur’an’ın benimsediği
ve Resulüllah’ın hayata tatbik ettiği ilkelerdir.
Maalesef Hz. Peygamber’i vahyin tanıttığı ilkeler yerine ondan 150-200 sene
sonra derlenip telif edilen eserlerden tanıyınca, deyim yerindeyse sapla saman
birbirine karışmıştır. Üstelik bir iki asır sonra yazılan eserlerdeki haberler
sorgulamasız şekilde doğru kabul edilmektedir. Haddizatında bu bilgiler siyer
veya dinin en önemli referansı olarak sunulmaktadır. Ebetteki kaynaklardaki
bilgilerin hepsi değerlidir, zayıf da olsa bir takım bilgi kırıntıları vardır,
ancak bunlar dinin içine dahil edilemez ve bunlardan müteşekkil bir siyer
yazımı doğru sonuçlara götürmez. Bu nedenle biz, merkeze Kur’an’ın alınması
gerektiğini söylüyoruz ve onun belirlediği kriteler çerçevesinde tarihi
malzemenin değerlendirilmesi gerektiğini söylüyoruz. Salt rivayetlerden
müteşekkil iddiaları insanımızın önüne din diye koymayalım.
Müslümanların hatası mevcut bilgilerin bugüne kesintisiz olarak geldiğini
kabul etmeleridir. Kur’an’dan sonra en önemli otoritemiz Buhari‘dir mesela. Onun
ölümü tarihi 256’dır. Buhari’ye kadar olan birikim, dinin merkezine yerleştiriliyor.
Dikkat edilirse Buhari sadece rivayet topladı. O ve benzerlerinin derledikleri
rivayetlerden çeşitli eserler telif edilmiştir. Nasıl ki, telif edilen eserler
mutlak değil ve dinin içine dahil edilemezde onların eserleri de aynı şekilde
dinin içinden görülemez veya görülmemelidir. Son dönemlerde “Bize Kur’an yeter,
başka bilgiye gerek yoktur.” gibi iddialar ortaya atanlar bulunmaktadır. Bu
anlayışa göre Hz. Peygamber âdeta yansıtıcı gibi bir konuma indirgenmekte. Oysa
rivayetler ait oldukları dönemin tarihi, kültürü, medeniyeti, siyaseti,
sosyolojisi ve bilgi düzeyi gibi birçok konuda önemli referans kaynaklarıdır.
Bu nedenle bütün rivayetler önemlidir. Sorun bunları dinin içine dahil edip
etmeyle alakalı veya rivayete nasıl yaklaşılması gerektiğini iyi tespit etmekle
alakalıdır.
Şunu da hatırlatalım ki, rivayet derleyicilerinin kahir ekseriyeti Kur’an
kültürüne vâkıf değildi, zira bu gün olduğu gibi herkesin elinde
başvurabileceği veya okuyabileceği bir Kur’an yoktu. Dolayısıyla vahiyden kopuk
bir siyer inşasının arkasında böyle bir realitenin olduğunu unutmamak gerekir.
Peygamber algımızla
ilgili temel problem
Peygamber algımızda ciddi problemler vardır. Zira bu algı vahyin kodlarına
göre şekillenmemiştir. Aksine rivayet kültürü başat belirleyici olmuştur.
Rivayetler sorgulamasız kabul edildiği için birçok marazi unsur da olduğu gibi
siyerin içinde gösterilmiştir.
Şunu da hatırlatalım ki, biz Türkler dini ve peygamberi büyük oranda İranlılar
üzerinden öğrenmişisizdir. Dolayısıyla bizdeki mistik mitolojik Peygamber
algısı daha köklü ve derindir. Türkçedeki Peygamber, namaz, oruç, abdest,
bayram gibi birçok dini kavram Farsça’dan girmiştir. İran kültürü üzerinden
alınan veya öğrenilen peygamber algısında Hint mistisizmden eski İran dinlerine,
ya da Şia’nın mitolojik Hz. Ali portresine kadar birçok romantik yorum veya
mitolojik telakkileri görmek mümkündür. Bu nedenle Peygamber algımızda hurafe
ve hikâyeler daha baskındır. Dikkat edilirse Türk-İslâm kültüründe kandil
geceleri ve kutlamaları, miraç anlatıları, miraciyeler, mevlidler gibi birçok
telakki çok daha baskındır. Bu geceler bir anlamda günahların resetlenme geceleridir.
Tespih çekerek, mevlid okuyarak, hatim yaparak kısa yoldan Cennet’e gitmek, din
diye anlatılıyor veya öğretiliyor. Bu telakkiler üzerinden dindarlık
kotarılırken, farkında olmadan Kur’an’dan uzaklaştık. Daha doğrusu ona hiç
gelemedik. Kur’an kültürümüz olmayınca Kur’an’ın kodlarını verdiği Peygamberi
içselleştiremedik.
Peygamberin kulluk bilincini, mücadelesini, adaletini, nezaketini,
zarafetini, hakkaniyetli kişiliğini öğrenemedik. Bunların yerine Resulüllah,
biyolojik yönleriyle temayüz etmiş olağanüstü özellikleri olan bir mitolojik
kahraman gibi sunuldu.
Batı, İslâm dünyasından çok daha önceki dönemde hem Kur’an araştırmalarına
hem de klasik İslâm kaynaklarına yönelik ciddi çalışmalar başlatmıştır. İslâm
dünyasındaki akademik zihin, maalesef henüz Batı standartlarındaki noktada
değildir. Almanya Kur’an araştırmalarına yaklaşık 250 yıl önce başlamış. Kur’an
Araştırmaları Merkezini (Corpus Coranicum) kurmuşlar. Biz ise henüz bir asır
öncesine gidemiyoruz. Türkiye’de ilk ilâhiyat fakültesi 1950’lerde kurulmuş. Bu
sayı 1980’lerde 8’e, 1990’larda 20’ye yükselmiş. Akademik anlamda Kur’an
araştırmalarının tarihi Türkiye’de 70 yıl öncesine gidemiyor. Müslümanların
kendi kaynaklarını, kendi geçmişlerini ve tarihlerini sorgulamanın zamanı
çoktan geldi ve geçiyor. Deyim yerindeyse Müslümanlar kendi tarihleriyle
yüzleşmelidirler. Bunun anlamı, var olanları yıkmak, yok etmek değil, anlama
çabası sergilemektir. Bir anlamda binanın sağlam olup olmadığını, malzemesinden
çalınıp çalınmadığını kontrol etmek durumundayız. Geleneğin bıraktığı mirası
görmezden gelmek veya küçümsemek insafsızlık olur. Ancak bize intikal eden
zengin mirası anlama çabası sergilemek, kültürü, geleneği veya var olan tarihi
malzemeyi yok saymak anlamına gelmez.
Kaynaklar
Kabaca söylemek gerekirse İslâm tarihinde yazılı kültür Abbasilerle
birlikte başlar. Günümüze intikal eden klasik kaynakların neredeyse tamamı bu
dönemde telif edilmiştir. Elbette ki önceden var olan bazı yazılı kayıtlardan da
bahsedilir, ancak o kayıtlar henüz eser düzeyinde değildir ve bunların çoğu günümüze intikal
etmemiştir.
O dönemde İslâm dünyasına komşu olan Bizans ve Sâsânî kaynaklarında da
İslâm’ın erken dönemine ait kayıtlar yok denecek kadar azdır. Hatta Hz.
Peygamber dönemi ile ilgili bilgiler neredeyse yok gibidir. Mesela İslam
kaynakları Hz. Peygamberin Heraklius’a mektup gönderip İslâm’a davet ettiğinden
bahseder, ancak Bizans kroniklerinde bu bilgiyi teyit edecek bir kayıt
bulunmaz.
Sonuç itibarıyla Resulüllah dönemine kadar giden yazılı kaynaklara sahip
değiliz. Aksine Resulüllah’tan sonra yaklaşık 100-150 yıllık sözlü kültür
döneminde ağızdan ağza dolaşan rivayetlerin Abbâsiler’in kurulduğu dönemlerden (m.750)
itibaren derlenip telif edildiğini görüyoruz. Buna Kur’an’dan sonra en önemli
otorite olarak kabul edilen hadis eserleri de dahildir. Deyim yerindeyse
Resulüllah ve Müslümanların tarihi yaklaşık 150-200 yıl sonra geriye dönük
olarak yazılmıştır ve bu tarihten itibaren başlayan süreçte zengin bir tarihi
mirasa sahibiz. Ancak unutmamak gerekir ki, 750 yılında yıkılan Emevîler
döneminde birkaç istisna dışında Müslümanların yazılı eseri bulunmamaktadır.
Diğer yandan rivayetler herhangi bir tenkide tabi tutulmadan veya vahye arz
edilmeden derlendiği için kaynaklarda bıktırıcı tekrarları, olabildiğince
abartılı anlatıları, gerçek dışı kurguları görmek mümkündür. En önemlisi ise
Müslümanların kadim kültürlerden etkilenmiş olmalarıdır. Dikkat edilirse
fetihlerle beraber Müslümanlar kadim Yahudilik, Hristiyanlık geleneğinin yanı
sıra Mısır, eski Asur, Bâbil ve İran kültürünün de vârisi oldular. Bu kültürlere
ait olan birçok mistik, mitolojik anlatı İslâmî versiyona dönüştürülüp
kaynaklara girmiştir. Genelde Müslümanların İsrailiyat olarak tanımladıkları
Yahudi kültüründen etkilendiklerinden söz edilir, ancak en az İsrailiyat kadar Zerdüştlük
ve Pers kültürünün İslâm kültürünü etkilendiğinden söz edilmez. Dolayısıyla her
ne kadar geleneksel Müslüman bilincinde Resulüllah’tan itibaren yazılı kaynakların
var olduğuna dair asılsız telakki yerleşmiş olsa da, elimizdeki veriler bunu
doğrulamamaktadır. Bu yüzden klasik kaynakları okuyan her Müslüman, edindiği
bilgilerin mutlak doğru olduğu vehmine kapılmamalıdır. Keza bunların mutlak
yanlış olduğu da söylenemez. Tabir yerindeyse sahihini sakîminden ayırmak
erbabının sorumluluğudur.
Mucizelerin ortaya
çıkışı
Peygamber denilince Müslümanların aklına hemen mucize gelir. Peygamberimizle
ilgili sayısız mucizeler anlatılır. Mucizeyi anlamak için bu kavrama ne anlam
yüklendiğine bakmak gerekir. Klasik kelamcıları mucizeyi, nübüvveti ispat için
peygamberlerin elinden gerçekleşen olağanüstü hadise olarak tanımlar. Buna göre
Kur’an Hz. Musa ve Hz. İsa’nın birtakım olağanüstülüklerine atıf yapar ve
bunların bir kısmını onların nübüvvetlerinin delili olarak sunar. Ayetlerde
geçmiş peygamberlerin mucizelerine ve olağanüstülüklerine yer verilince,
muhalifleri Resulüllah’ın da benzer olağanüstülükler göstermesini istemiştir.
Onların bu isteklerine karşı Kur’an Ankebût Sures’inde son derece net bir cevap
verir ve okudukları vahyi adres göstererek (Ankebut 29/50-51) Kur’an’ı onun
nübüvvetinin delili olarak sunar. Bunun dışında Kur’an Resulüllah’a risaletini
ispat anlamında herhangi bir mucizenin/delilin verilmediğini söyler. Hatta İsra
17/59’da “Bizim mucize vermeyişimizin nedeni önceki kavimlerin onları inkar
etmeleridir” mealinde bir açıklama yapılır ve Resulüllah’a Kur’an haricinde
nübüvvetini ispat anlamında hiçbir mucizenin verilmediğini vahiyle kayıt altına
alır.
Bunun dışında tıpkı diğer peygamberler gibi Resulüllah’ın yaşadığı birtakım
olağanüstülüklere atıflar vardır, ancak bunlar risaleti ispat anlamında mucize
olmayıp yaşadığı bireysel tecrübelerdir. İsra hadisesi veya vahiy meleğini
görmesi gibi hadiseler bu kabil örneklerdir.
Kur’an geçmiş kavimlere dair birçok olağanüstü hadiseye vurgu yapar.
Geleneksel yorumlarda bunlar da mucize kapsamında değerlendirilmiştir, ancak
çoğu Allah tarafından gerçekleştirilen tabiat olaylarıdır. Nitekim Nuh kavmi, Lut
kavmi, Âd kavmi ve Semûd kavmi gibi geçmiş milletlerin helâkine dair kıssalar
bu kabil örneklerdir. Esasen burada mucizeden söz edilememektedir. Bu kavimler çeşitli
doğal afetler sonucu helâk olmuşlardır. Kur’an bu hadiseleri Allah’ın ayeti, delili
olarak kullanır ve “onlar gibi sizler de helâk olup gidersiniz” ihtarı yapılır.
İhtimal ki, Peygamberimiz bugün gelseydi, yakın geçmişte yaşanan depremler,
tsunamiler gibi tabiat olayları da Allah’ın birer ayeti olarak
kullanılabilirdi. Tıpkı Mekkelilerin yakın geçmişinde yaşayan Ebrehe ordusunun
helakine atıf yapıldığı gibi. Kuran’ın geçmiş kıssalara dair vurgusu büyük
oranda bu bağlamda bir olağanüstü mesajdır.
Müslümanlar Hz. Ömer’le birlikte fetihlere başlayınca, Arap toplumu yarım
adanın dışına çıktılar ve böylece kadim kültürleri tanıdılar. Hristiyanlığı, Yahudiliğin
geçmişini tanıdılar. Kur’an Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda Allah’la konuşması, ondan
10 emiri alması, çocuk yaşta Peygamber olacağının haber vermesi ve Firavun’un
sarayında yetiştirilmesi gibi ayrıcalıklara işaret eder. Keza Firavun’dan
asasının yılan olması, kaya vurduğu zaman su çıkarması ya da Hz. İsa’nın da
çocuk yaştan beri Peygamber olacağının zikredilmesi gibi birçok detaya işaret
eder. Buna mukabil risaletten önce Resulüllah’ın Peygamber olacağına dair
hiçbir işarette bulunmaz. Müslümanlar fetihlerle birlikte kadim kültürleri
tanıdıkları gibi, onların Hz. Muhammmed’in nübüvvetine yönelik eleştirileriyle
de tanıştılar. Üstelik Hz. Musa ve Hz. İsa’nın bazı olağanüstülüklerine
değinirken Hz. Muhammed’in böyle bir özelliğinden hiç söz etmemiştir. Sözü
edilen durumu bir eksiklik gibi gören Müslümanlar ona birçok mucize isnadında
bulundular ve deyim yerindeyse eksik görülen halkalar bu tür iddialar veya
rivayetlerle dolduruldu. Böylece süreç içinde mucize iddialarına yenileri
eklenmiş ve birçok mucize isnadında bulunulmuştur. Ancak ilk kaynaklarda sözü
edilen iddialar daha sınırlıyken, sayı gittikçe artmıştır. Örneğin ilk yazılı
kaynak olan İbni İshak’da (h.151) Peygamberimizin doğumuna ait olağanüstü
hadiselerden bahsedilir, ancak henüz kendi elinden gerçekleşen bir mucizeden
bahsedilmez. Öğrencisi İbn Hişâm (h.213), Resulüllah’ın nübüvvetinin delili olarak
15, 16 mucizeden bahseder. Hicri 310 yılında vefat eden Taberi’ye gelindiği zaman
bu sayı biraz daha artar. Süreç içerisinde bu iddialara yenileri eklenerek
mucizeleri daha da artmıştır. Halebi’ye gelindiği zaman mucizelerin sayısı 1000’e
çıkarken, en-Nedvi’nin eserinde ise sayı 2000’leri aşar. Kaynaklardaki bu
iddialar hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın anlatılırken, sadece duygular
okşanmış, ancak nübüvvetin özü olan ahlak, hukuk, adalet, ahde vefa, samimiyet,
sadakat, dürüstlük, insana saygısı, nezaket, zarafet gibi birçok ilke
ıskalanmıştır.
Peygamberimize isnat
edilen mucizeler
Doğumundan itibaren Hz. Muhammed’e sayısız mucize isnatlarında
bulunulmuştur; doğduğunda Kâbe’deki putların devrilmesi, Mekke’de üç gün deprem
olması, Save gölünün kuruması, Semave vadisinin ise sulara boğulması, İran
sarayındaki sütunların devrilmesi, sırtında nübüvvet mührü bulunması veya
sünnetli doğması, bulutun onu gölgelemesi gibi sayısız iddia ortaya atılmıştır.
Bunlara nübüvvetinden sonra miraca çıkması, göğsünün yarılması, ayı yarması,
yiyecekleri bereketlendirmesi, parmaklarından sular akması gibi birçok içi boş
anlatı da eklenmiştir.
Baştan belirtelim ki, bunların tamamının vahye göre hiçbir hükmü yoktur ve
hepsi sonradan uydurmadır. Madem doğduğu zaman sözü edilen olağanüstülükler gerçekleşti,
niçin Resulüllah muhaliflerinin
karşısına bu hadiselerle çıkmamış ve “Ben doğduğum zaman Kabe’deki putlar
devrilmişti, neden bana inanmıyorsunuz.” gibi bir soru sormamış, veya sırtında
mühür var idiyse niçin nübüvvetini yalanlayanlara sırtını açıp göstermemişti.
Oysa Kur’an, okuduğu vahiyler dışında (Ankebut 29/50-51) ona hiçbir mucizenin verilmediğini belirtmiştir (İsra
17/59). Bu yüzden vahye göre sözü edilen iddiaların hiçbirisinin ciddiye alınır
taraf yoktur.
Şakku’s Sadr/Göğsünün
Yarıldığı İddiası
Peygambere isnat edilen önemli olağanstü hadiselerden birisi, göğsünün
yarılıp kalbinin çıkarılması, ardından kalbinin şeytanî vesvese ve kirlerden
temizlenmesi iddiasıdır. Hatta bu rivayeti İnşirah Suresi’yle ilişkilendirirler.
Geleneksel yorumlarda iki kez Resulüllah’ın böyle bir operasyon geçirdiğinden
bahsedilir. Ancak rivayetler incelendiğinde dört ayrı zamanda böyle bir hadisenin
yaşandığına dair iddialar bulunmaktadır. Bunlardan en çok dillendirilen ve bilinen,
süt annede bulunduğu sırada gerçekleştiği iddia edilendir.
Hikayeye göre, Peygamberimiz süt annesinin yanında 3 yaşlarındayken süt kardeşi
Şeyma ile oynadığı sırada melek olduğu iddia edilen iki kişi onu almış ve
kalbini yarıp temizlemiş. Resulüllah’ın götürülmesi üzerine korkuya kapılan Şeyma
telaşla anne babasının yanına koşmuş ve iki adamın Muhammed’i götürdüklerini haber
vermiştir. Ebeveyni henüz haberlerin şokunu üzerlerinden atamamışken, Muhammed rengi
solmuş bir şekilde yanlarına gelmiş. Telaşla “Nedir bu halin? Kimdi o gelenler?”
diye sorunca, çocuk iki meleğin gelip kendisini götürdüklerini ve kalbini
çıkarıp temizlediklerini, hatta içinden siyah bir parça çıkarıp attıklarını ve
ardından zemzem suyuyla yıkayıp eski haline getirdiklerini anlatmış ve çok korktuğunu
ifade etmiş.
Bu olay Peygamberlik öncesi döneme ait bir mucize olarak anlatılır. Dikkat
edilirse bu hikayede birçok çelişki bulunmaktadır: Mesela, üç yaşındaki çocuğun
gelenlerin melek olduğunu nasıl anladığı, kalbini çıkarıp şeytani kir ve
vesveselerden temizlerken, masum bir çocuğun hangi günahı işlediği, günahın
maddi bir müdahaleyle giderilip giderilemeyeceği gibi bir çok soru sorulabilir.
Bu soruların hiçbirisine makul bir izah getirilemez. Üç yaşındaki çocuğun
kalbinin temizlenmesi iddiası, Hristiyanlıktaki asli günah doktrinini ve vaftiz
şartını akla getirir. Oysa İslam inancına göre çocuklar masumdur. Diğer
detaylara girmeyi gerekli bile görmüyorum.
Resulüllah’ın benzer bir olayı ikinci kez on yaşlarındayken yaşadığı,
üçüncü kez de Hira’da vahiyle tanışmadan hemen önce yaşadığı iddia edilir.
Sonuç itibarıyla risaletten önce Resulüllah’ın bu olayı üç kez yaşadığı
iddia edilir. Dördüncüsünün ise risaletin onuncu yılında gerçekleşği söylenir.
Fazla ayrıntıya girmeden tekrar hatırlatalım ki, şayet Resulüllah’ın kalbi üç
yaşındayken temizlenmişse ve bu nedenle maddi bir operasyona tabi tutulmuşsa,
on yıllık nübüvvetten sonra aynı olayı yaşadığına göre, bu süre içinde Peygamberin
birçok günah işlediğini kabul etmek gerekir.
Bu iddia, Zerdüştlükten alınarak Resulüllah’a uyarlanan bir hikayedir ve
aslı esası yoktur. Aveta’nın Gatalar bölümünde aynı olay Zerdüşt’ün başından
geçen bir tecrübe olarak anlatılmaktadır. Buradaki anlatıya göre Zerdüşt, 30
yaşlarındayken Azerbeycan’daki bir dağdan, melek eşliğinde göğe yükselmiş, ona
felekler gezdirilmiş, Cennet-Cehennem gösterilmiş, ardından Ahura
Mazda’nın/Allah’ın yanına götürülmüş, Allah onu sağ tarafına oturtmuş ve
kendisine ezel-ebed bilgisini öğretip ruhundan üfleyip ilahi bilgiyle donatarak
geriye göndermiştir. Dönüşte de feriştahlar/melekler onun göğsünü yarıp kalbini
çıkarmışlar ve şeytani kirlerden/vesveselerden onu temizlemişlerdir. Yarasını bakırla
kapatmışlardır. İslâm Peygamberi için anlatılan hikâyede sadece yaranın dikişle
kapatıldığından bahsedilir.
En manidar çelişkilerden birisi ise sözü edilen iddianın İnşirah Suresi ile
ilişkilendirilmesidir. Oysa bu sure risaletin üçüncü yılında nazil olmuştur.
Risaletten sonra yaşandığı iddia edilen olay ise onuncu yıldadır. Dolayısıyla
tarihsel olarak mezkûr sure ile bu hikayeyi yan yana getirmek de mümkün
değildir.
Şakku’l Kamer/Ay
Yarılması
Peygamberimize isnat edilen önemli iddialardan birisi de el işaretiyle ayı
yarmasıdır. Anlatılana göre Peygamberimiz, risaletin 10. yılında Taif’e gidip
döndükten sonra Mina’da bulunduğu sırada ay tutulmuş, o da yanında bulunanlara
“Bu gördüğünüz, Allah’ın ayetlerinden birisidir.” diye bir açıklama yapmış. Bu
rivayete dair anlatıların kapsamı genişletilmiş ve buradan bir mucize
çıkarılarak Resulüllah’ın ayı ikiye böldüğüne dair iddialar ortaya atılmıştır. Bu
iddia Kamer Suresi ile de ilişkilendirilmiştir. Oysa Kamer Suresi nüzul
alimlerine göre risaletin 7. veya 8. yıllarında inzal edilmiştir. Resulüllah’ın
Taif’e gidişi ise onuncu yıldadır. Diğer yandan Kamer Suresi’nde kıyamet
saatine yakın zamanda vuku bulacak hadisata dair açıklamalar yapılmaktadır. Oysa
surenin mezkûr iddiayla uzaktan yakından alakası yoktur.
Hicretten sonra, Medine döneminde de ay tutulması olmuştur. Hatta bunlardan
birisinin oğlu İbrahim’in vefat ettiği gün gerçekleştiği söylenir. Hikayede Mina’da
yaşanan hadiseye dair rivayetteki ifadelerin aynısı kullanılır. Ancak bu hadise
için böyle bir mucize iddiasında bulunulmamıştır.
Hemen hatırlatalım; ayın yarılması mümkün değildir. Evrende ve gök cisimlerinde
bir denge söz konusudur. Bu dengenin bozulması bütün sistemin alt üst olması
demektir. Ayrıca olayın gündüz olduğu söylenir, oysa ay gece gözükür. Üstelik
böyle bir olay yaşanmışsa dünyanın başka yerinde de tecrübe edilmiş olması
gerekirdi. Dolayısıyla bu iddianın da hiçbir inandırıcılığı yoktur ve baştan
aşağı düzmecedir.
Varaka bin Nevfel
Rivayete göre Peygamberimiz ilk vahyi aldıktan sonra eşi Hatice’ye durumu
anlatmış, o da Peygamberimizi amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e götürmüş ve
olup biteni anlatıp fikrine başvurmuş. Varaka bin Nevfel de Peygambere kendisine
gelen varlığın vahiy meleği olduğunu söylemiş. Hristiyan olarak nitelenen Varaka
bin Nevfel hikayeye göre Peygamberimizin peygamberliğini anlamış. Bu tür haberlerin
arkasında, Hristiyanlar tarafından Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin kabul
edildiğini ispatlama yatmaktadır. Varaka bin Nevfel’in Hristiyan olarak
anılması da bu sebeptendir. Oysa onun gerçekten Hristiyan olduğunu gösteren bir
veri yoktur. Kaldı ki o dönemde Mekke’de yaşayan bir Hristiyandan da
bahsedilmez. Sadece Corc adında bir köle ismi zikredilir. Dolayısıyla Varaka Hristiyan
değil, toplumda görüşüne başvurulan bilge bir kişidir. Ancak Hristiyanlara
karşı Resulüllah’ın nübüvvetini savunabilmek için bu şahıs Hristiyan olarak
tanıtılmış olmalıdır.
Bahira Kıssası
Bahira kıssasında da benzer bir gaye söz konusudur. İddiaya göre Peygamberimiz
12 yaşlarında iken bir ticaret kervanıyla birlikte Şam yolculuğuna çıkmış ve Busra’ya
geldikleri sırada, burada bir Hristiyan papaz olan Bahira ile karşılaşılaşmış. Papaz
Muhammed’i gölgeleyen bulutu görünce onun beklenen peygamber olduğunu anlamış
ve sırtındaki mührü merak etmiş. Sırtını açıp baktığında mührü görünce onun
peygamber olduğunu haber vermiş. Bunun üzerine amcası Ebu Talib’i uyarmış ve
Yahudiler’in öldürebileceği endişesiyle bir an önce Şam bölgesinden uzaklaştırılmasını
istemiş. Ebu Talib de çocuğu Hz. Ebu Bekir ve Bilal ile beraber göndermiş. Bu
iddia Tirmizi’deki bir hadis kaydında geçmektedir. Mekke ile Busra arası yaklaşık
1700 km’den fazladır. Peygamberimiz 12 yaşlarınnda olduğu zaman Ebu Bekir’in 9
yaşlarında olması gerekir. Zira Peygamberimizden 3 yaş küçüktür. Bilal ise o
tarihte henüz doğmamıştır. Sadece bu detaylar bile hikayenin ne derece düzmece olduğunu
anlatmak için yeterlidir.
Sonuç itibarıyla Resulüllah’ın sırtında nübüvvet mührü diye bir mühür
yoktu. Şayet olsaydı bunu en sıkı muhaliflerine gösterir ve kendisine
inanmalarını sağlardı.
Parmaklardan su
akıttığı iddiası
Kimi anlatılarda Resulüllah’ın parmaklarından sular akıttığı iddia edilir.
Bu iddia ilk kez İbni Hişam’da geçmektedir. Bir iddiaya göre Tebük seferinden
dönerken bir başka iddiaya göre ise değişik bir sefer surasında orduda ciddi
bir su sıkıntısı yaşanmış. Ordu çaresiz kaldığı sırada Peygamberimiz elini açmış
ve parmaklarından pınar gibi su akıtarak bütün ashabın su ihtiyacını
karşılamış. Hatta ordudaki develer bile bu sudan faydalanmış, kimisi de duş
almıştır. Oysa hikayenin aslında Peygamberimizin parmağından su akıttığından
bahsedilmemektedir. Bulunan bir su kaynağını Resulüllah’ın eliyle düzelttiğinden
ve elini suyun kaynağına koyup su aktığından bahsedilmektedir. Dolayısıyla
böyle bir mucize yaşanmamıştır, olayın mucizevi bir tarafı da yoktur.
Hendek Savaşı
sırasındaki gerçekleşen mucizeler
Hendek Savaşı’yla ilgili haberler arasında birtakım mucizeler anlatılır. Bunlar
arasında en çok öne çıkanlar, hendek kazıldığı sırada Resulüllah’ın açlıktan
karnına taş bağlaması, aç haldeyken kimsenin parçalayamadığı kayayı parçalaması
ve iki kişilik yemeği bereketlendirip bütün hendek ordusunu doyurması
anlatılarıdır.
Hikayeye göre hedek kazımı sırasında sahabe dahil Hz. Peygamber çok fazla
acıkmış, onun halini gören Enes bin Malik’in babası evinde iki kişilik yemek
olduğu için sadece iki kişiyi davet edebilmiş. Ancak Resulüllah bütün hendek
ashabını çağırınca Enes’in babası hayli telaşlanmış, nihayet iki kişilik bir
oğlak pişrilip getirilince Resulüllah yemeği bereketlendirmiş ve bütün ashabı
doyurmuş.
Bir taraftan bu iddialar dillendirilirken, diğer yandan açlıktan
Resulüllah’ın karnına taş bağladığından bahsedilmiştir. Şu kadar söyleyelim ki,
madem yiyecekleri bereketlendirebiliyorsa, neden kendisi ve ashabı şiddetli
açlık çekmişlerdir?
Ne yazık ki, bu tür hikayeler siyerin yapı taşları olarak öne çıkarılırken,
Peygamberimizin ‘mücadelesi, çalışkanlığı, gayreti, üretkenliği, fedakarlığı,
planlı programlı çalışması’ gibi özellikleri gölgede bırakılmıştır. Oysa Peygamberimiz
hiçbir zaman işini şansa bırakmamıştır. Bütün tedbirleri almış, ardından
Allah’a yakarmış ve dua etmiştir. Diğer bir deyişle O, yattığı yerde dua eden
ve elinde sihirli değneği olan olağanüstü maharetlerle donatılmış bir portre
değildir. Ümmetine de bu yönleriyle örnek olmuştur.
Hicret
Resulüllah’ın hicreti Akabe biatları süresince planlanıp alt yapısı
hazırlanan projenin hayata geçirilmesidir. Bütün Müslümanların hicret ettiğini
gören Mekke müşrikleri Peygamberimizin de hicret edeceğini düşünerek ellerinden
kaçırmamak için Darunnedve’de toplanarak Peygamberimizi öldürme kararı aldılar.
Her kabileden birer kişi seçilecek ve ani bir baskınla Peygamberimiz yatağında
öldürülecekti. Bunu haber alan Peygamberimizin halası Rukayka Peygamberimize
olup biteni hemen ulaştırdı. Peygamberimiz de son hazırlıkları yaparak arkadaşı
Ebubekir’le birlikte yola koyuldu.
Ebubekir daha önce Abdullah b. Uraykıt’la mihmandarlık için anlaşmıştı, oğlu
Abdullah’ı istihbarat için görevlendirmişti. Üç gün kadar Sevr Mağarası’nda saklandılar.
Bu süre içinde Ebubekir’in kızları yol hazırlığı yaptı. Çünkü Resulüllah
müşriklerin kendisini öldüreceklerine dair planı halası vasıtasıyal öğrenmiş ve
apar topar şehri terk etmek zorunda kalınca hiçbir hazırlık yapamamıştı. Dolayısıyla
bu süre içinde hem izlerini kaybettirdiler hem de yol hazırlığı yapılarak üçüncü
gününün gecesinde yola koyuldular.
Hicretle ilgili anlatıların çoğu mitolojik ve ezoterik anlatılarla süslenmiştir.
Örneğin izlerini kaybettirmek amacıyla, Ebubekir’in çobanının koyunları
peşlerinden sürmesi, müşriklerin mağaranın ağzına kadar geldiği halde,
gördükleri örümcek ağı nedeniyle dönmeleri, mağara ağzında bir kuşu yuva
yapması, mağaranın içindeki delikleri Ebubekir’in elbisesindan parçalar yırtıp
tıkaması ve son bir deliğe parça yetmeyince ayağını dayaması, bu delikten bir
yılanın onu ısırması ve ardından Resulüllah’ın bir tükrükle yarasını
iyileştirmesi gibi anlatılar bunlardan bir kaçıdır. Üzülerek belirtmek gerekir
ki, yolculuk bu tür asılsız hikayelerle süslenirken gerçek hicretin anlamı
buharlaştırılmış ve hicret yolculuğu olağanüstü rivayetlerin anlatıldığı
hikayelere dönüştürülmüştür.
Olağanüstülükler yol boyunca da devam etmiştir. Sürâk b. Cu’şûm’un kafileyi
takip edip öldürmek istemesi, Reulüllah’ın yolda rastladığı Ümmü Ma’bed adlı
bir kadına ait olan ve zayıflıktan ayakta duramayacak kadar çelimsiz bir
keçiden bol miktarda süt çıkarması gibi iddialar bunlardan bazılarıdır. Oysa
Süraka Müdlic kabilesindendir. Bu kabile Mekke’ye değil Medine’ye daha
yakındır. Kadının keçisiyle ilgili anlatılar da yine olayı gizemli hale
getirmek için ortaya atılmış içi boş hikayelerdir. Oysa Resulüllah kadından
yiyecek istemiş, o da yiyecek olmadığını söylemiş ve keçisinden süt sağmalarını
önermiştir.
Dolayısıyla hicret sırasında anlatılan mucize iddialarının hiçbirisi
gerçekte yaşanmış tecrübeler değil, sonradan uydurulmuş içi boş hikayelerdir.
Mucizeler bizim gündemimizde nereye oturur
Şunu hatırlatalım ki, Resulüllan’ın sireti (hayatı) ve onun bize örnekliği
göz önüne alındığı zaman mucizeler dinî yaşantı bakımından hiçbir temele
oturmaz. Vahye inanan bir Müslüman zaten onun peygamberliğine de iman etmiş
olur. Zira baştan da belirttiğimiz gibi, klasik tanımına göre mucizeler,
nübüvveti ispat için gösterilir. Dolayısıyla inanan bir kimse için ayrıca
mucize ile Peygamberimizin nübüvvetine delil oluşturmasına gerek yoktur.
Peygamberimize bu tür iddialarla bazı olağanüstü payeler verilince, bunun
bir adım ötesinde, kendilerini peygamber varisi gibi gören/gösterilen kişiler
bazı özel yeteneklere sahip oldukları iddiası üzerinden güç devşirmektedirler. Tıpkı
peygamberlerin gaybı bilmesi veya bazı olağanüstülüklere sahip olması gibi
belli otoritelere de bu payeler tanınınca istismara kapı aralanmaktadır.
Nitekim yakın geçmişte yaşanan FETÖ yapılanması bunun tipik bir örneğidir. Rüyayla,
kerametle insanlar kandırılarak umutlar çalınmıştır. Böylece işin ucu Cennet
parsellemeye kadar varmıştır. Mucizeler üzerinden sürüklendiğimiz yer işte tam
da burasıdır.
Bir siyerci olarak tavsiyem şu ki, Resulüllah bizim gibi bir beşerdi.
Bizden farkı vahiyle olan ilişkisiydi. Onun haricinde bize normal bir beşer
olarak örnek oldu. Güzel ahlakı, sevgiyi, merhameti, nezaketi, samimiyeti,
doğruluğu, adaleti, hakkaniyeti, çalışkanlığı, özgürlüğü ve her şeyden öte
sadece Allah’a kul olmayı miras bıraktı. Ayrıca şu da bilinmeli ki, Allah
evrende her şeyi belli bir nizama göre yaratmıştır. Zaten buna da kader diyoruz.
Bu yüzden hiçbir bireyin bir başkasından gizli güç anlamında zerrece farklı bir
yeteneği olamaz. Çocuklarımıza insanlara değil, sadece Allah’a kul olmayı
öretelim ki özgür yetiştirelim, onları vahiyle donatalım ki bu şarlatanların
peşine takılmasınlar. Böylece geleceğimizi emin bir şekilde inşa edebilelim.
DEVAM EDECEK
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder