-Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile hayat
bulan şehir; Safranbolu. O dokunuş Safranbolu’ya hayat suyu olmuş.
Safranbolu’da yeni bir süreç başlamış o dokunuşla. Safranbolular o dokunuşu
yapan ruhun ne kadar farkındalar acep-
Hıdırlık tepesi
Türklerin
Safranbolu'ya geldikleri zaman konuşlandığı yermiş Hıdırlık Tepesi. Yağmur
duası ile Hıdırellez kutlamaları burada yapılırmış. Manzara muazzam. Bu
tepeden temaşa eylediğinizde, Safranbolu size tüm çıplaklığıyla güzelliklerini
gösteriyor. Birkaç dakika kendi halinizde oturup eski bir şehre bakmanın tadını
çıkarabileceğiniz bir tepe Hıdırlık. Safranbolu ile ilgili genel malumatları da burada alıyoruz
rehberimizden. Rehberimiz hem anlatıyor hem de eli, anlattıklarına eşlik
ediyor.
Safranbolu
“Yörede sırası ile
Hititler, Frigler, Persler, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar egemenlik
kurmuşlardır. Selçuklular 1196 yılında gelmişler
Safranbolu’ya. Selçuklulardan sonra da Osmalı hakimiyetine girmiştir Safranbolu.
Safranbolu için “Osmanlı’nın arka bahçesi” deyimi kullanılmıştır.
Safranbolu, 17.yy.’da Sinop-Gerede-İstanbul ticaret yolu üzerinde önemli
bir konaklama merkezidir. Safranbolu’da, Köprülü Mehmet Paşa, İzzet Mehmet Paşa, Kaptan-ı Derya
Salih Paşa, Kazasker Cinci Hoca gibi birçok sadrazam ve
devlet adamı ikamet etmiştir.
Safranbolu, evleriyle, doğal güzellikleriyle, safranıyla, lokumuyla, Cinci Hanı ve Hamamı’yla, İncekaya Su Kemeriyle,
Eski Hükümet Konağı’yla, Saat Kulesi’yle, tarihi çeşmeleri ve arastalarıyla, İpek
Yolu’yla tarihe tanıklık etmektedir.
Safranbolu evleri kışlık “Şehir” ve
yazlık “Bağlar” olmak üzere ikiye ayrılır. Yazlık evler bağ ve bahçeler
arasında sayfiye yeri konumundaki evlerdir. Kışlık evlerin bulunduğu ve iki
derenin oluşturduğu vadi, diğer bir tanımla çarşı; dericilik, yemenicilik,
demircilik, bakırcılık, semercilik, saraçlık, nalbantlık, keçecilik ve kereste
ticaretinin yapıldığı kesimdir.”
Hıdırlık Tepesi’nden saldık kendimizi
Safranbolu’nun merkezine. Yokuş aşağı yürüyoruz evlerin arasından. Daracık
sokakları var. Toprak yol. En ufak bir dikkatsizlikte düşme ihtimalimiz oldukça
yüksek. Ayağımız kayabilir, taşa takılabilir. Düşme korkusundan birbirinin
koluna girenler de var. Hepimiz bu yürüyüşten keyif aldık. En azındın nereye
bastığımızı görerek basıyoruz.
Düzlüğe tam varmıştık ki, rehberimiz örnek
bir Safranbolu evini görmemiz gerektiğini söyledi. İçeriye girdik. Sunum 3.
Katta yapılacakmış. Ahşap merdivenlerle çıktık. Görevli bayan sunum için
bekliyormuş orada. Şark köşesi gibi döşenmiş bir oda:
Safranbolu evleri
“Safranbolu evlerinin üç özelliği vardır. Çok nüfuslu büyük aile yapısı,
yağışlı iklim, kültürel ve maddi zenginlik. Normal bir ailede iki ya da üç çocuk
vardır. Erkek evlat evlendirilince ona ayrı bir ev açılmaz, gelin aynı eve
getirilir. Amcalar, yengeler, halalar ve torunların da dahil olduğu aile hep
birlikte bir evde yaşarlar. Evin kadınına ev işlerinde yardım etmek amacıyla
evlerin çoğunda evlatlık kız bulunur. Evlatlık kız evin kızı gibi görülür. Evlerin
haremlik ve selamlık bölümü vardır.
Ailelerin sahip olduğu hayvanlar evin zemin katındaki ahırlarda barındırılır.
İnsan ve hayvan yiyecekleri, yakacak odunlar hepsi evin uygun bölümlerinde
muhafaza edilir.
Evin girişinde zemin katta “hayat”
vardır. Bu bölüm eğer taş kaplıysa “taşlık”
adını alır. Burada ışık almayı sağlayan “gliste” mevcuttur.
Üst katlara ahşap ustalığının üstün örneklerini sergileyen merdivenlerle
çıkılır. İkinci kat diğer katlara göre daha basıktır. Bu katta gerektiğinde
yatak odası olarak da kullanılabilen bir mutfak bulunur. Gündelik yaşam orta
katta geçer. Soğuk kış günlerinde bu katın ısıtılması daha kolay olur. Üçüncü
kat, evlerde mükemmelliğe varılan noktadır. Bu katta tavanlar daha yüksektir.
Odaların giriş kapıları köşelerdedir ve oda ile doğrudan teması kesen özel
ahşap paravana düzeni bulunur. Odaların her biri bir çekirdek aileyi ya da bir
aile yakınını barındırabilecek tüm unsurlara sahip, bağımsız birim olarak
tasarlanmıştır. Bu doğrultuda her odada ahşap dolapların (yüklük) içerisinde
bugünün duş kabinlerini andıran gusülhaneler mevcuttur. Evlerin pencereleri çok
özel biçimde tasarlanmış olup dar ve uzuncadır. Ahşap kanatlı pencerelerde
ayrıca “muşabak” denilen kafesler bulunur.
Evlerde ısınma, ocaklarla sağlanır. Ocaktan alınan közler mangala konarak
taşınır. Katlar arasında zaman zaman tecrit malzemesi kullanılmış olsa da ahşap
evlerde ısının muhafazası güçtür. Bu nedenle prensip mekânın değil insanın
ısıtılmasıdır. Aydınlatma aracı gaz yağı lambasıdır. Evlerin bazılarının
içlerinde serinlik vermesi ve yangından korunmak amacıyla yapılmış olan
havuzlar bulunmaktadır.
Safranbolu’da; doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece
düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar komşuya da saygı egemendir. Hiçbir
ev diğerinin görünüşünü engellemez. Evlerin yapımında taş, kerpiç ahşap ve
alaturka kiremit kullanılmıştır. Bahçeler sokaktan taş duvarlarla ayrılmıştır. Din
ve gelenekler evi dışarıya kapatır, bu yüzden ev içi ve bahçeler yüksek
duvarlarla ayrılmıştır, pencereler kafeslidir, kadın yabancı erkeğe görünmez.
Bazen aynı evin içinde bile, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yaşarlar.
Safranbolu´da evler selamlık ve haremlik olarak ikiye bölünmüştür.”
10 dakika fotoğraflama zamanını iyi kullanmak zorundayız. Daha görülecek
çok yerimiz var. Zaman ise kısa. Bu sefer vadinin öbür yakasına doğru
ilerliyoruz. Hemen yolun başında Uzak Doğu’dan gelmiş turistler var. Oturmuşlar
müzik yapıyorlar. Sözlerini anlamıyoruz ama melodileri dinlemeye değer cinsten.
Yokuşa tırmanıyoruz. Yol dar. Bu dar yolun sağıda dükkân solu da. İnsanlar
üst-üste yürüyorlar gibi. Sesler uğultu şeklinde geliyor kulaklarımıza. Her
esnaf kendine çağırıyor müşteriyi. Harika bir şehir. Bizler de girdik havaya. İsterseniz
safranlı dondurma da var. Ev tekstili açısından Safranbolu çok zengin. Çeşidi
bol. Hanımlar alışveriş yapmak istediler ama, 30 kilo yük hakkı olması
alışveriş zevkini tatmamıza mâni oluyor. Yine de fiyatlara bakmak, modeller
hakkında bilgi sahibi olmak için dükkanlara müşteri gibi girip çıkıyoruz.
Hatıra olması için ufak tefek de olsa alışveriş yapılıyor.
Safranbolu Lokumu
Emin, önceden randevu
almış işletme sahibinden. Randevuyu kaçırmamamız gerekiyor. Safranbolu’da
lokumun tarihi hakkında bilgi alacağız. İmren lokumlarındayız. 1942 yılından
beri lokum imalatıyla uğraşırlarmış.
Lokum, 15. yüzyıldan beri Anadolu’da bilinmekteymiş.
Özellikle 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaygınlaşmış.
Osmanlı’da rahat-ül hulkum (boğaz rahatlatan) adıyla anılırmış. 19. yüzyılda
tanınmaya başlanmış. Daha önceleri bal ya da pekmez ve un bileşimi ile yapılan
lokum, 19. yüzyılda ‘kelle şekeri’ olarak bilinen rafine şeker ve özellikle
nişastanın bulunup ülkeye getirilmesi sayesinde bugünkü tat ve lezzetine
kavuşmuş. Halkla ilişkiler
müdürü verdi lokumun tarihi ile ilgili bilgileri.
Lokumu sadece tanıtmak için seminer verilmedi anladığım kadarıyla,
alışveriş yapılsın diye verildi. Biz de gerekeni yaptık. Uçak 30 kilo yük hakkı
vermiş o bizleri ilgilendirmiyor zaten. Bir gün Temel’i zorla imamlığa
geçirmişler. Temel namaz kılarmış kılmasına da hep imama uyarak kılarmış. İmam
olunca işler değişmiş. Başlamış bildiği duaları okumaya kıyamda. Sübhaneke, Ettehıyyâtü,
Allahümmesalli, …Arkada namaz kılmayı bilen birisi varmış. “Oku oku, oturduğun
zaman ne okuyacaksın merak ediyorum” demiş. Ben de bizimkiler havaalanına
vardıkları zaman ne yapacaklar onu merak ediyorum.
İmren lokumun karşısında Safran heykeli var. Safran ile birlikte
kendisini ölümsüzleştirmek isteyen arkadaşlarımız gerekeni yaptılar.
Safran
“Safranbolu’ya adını veren “Safran”
çok eski çağlardan beri baharat ve gıda boyası olarak kullanılan soğanlı bir
bitkidir. Çiğdemle yakın akraba olan bu bitkinin anayurdunun İran olduğu
sanılmaktadır. Ortalama 20-25 cm.’ye kadar boylanabilen safran bitkisi Ağustos
ve Eylül aylarında ekilir. Safran, Ekim ayında huni biçiminde mor çiçekler
açar. Çiçeklerin tam ortasında üç parçalı, kırmızımsı turuncu tepecikler yer alır. Sabah güneş
doğmadan toplanıp kurutulan ve baharat olarak kullanılan safran, bileşimindeki
koyu sarı renkli boyama maddesinden ötürü içine katıldığı yiyeceği sarıya
boyar. Yaklaşık 10 gram safran elde
etmek için 1430 tepecik gereklidir. Bu nedenle pahalı ve değerli bir üründür. Safranın
tanınması ve çeşitli amaçlar için kullanılması 5.000 yıl öncesine
dayanmaktadır. Çok eski çağlardan beri İran ve Keşmir’de tarımı yapılan safran
yalnızca baharat olarak değil, çeşitli dönemlerde hastalıkları iyileştirici
koruyucu bir madde olarak da değer görmüş, hatta renginden ötürü kutsal bile
sayılmıştır.
Kendi ağırlığının 100.000 katı suyu
sarıya boyayabilecek kadar kuvvetli bir boyama özelliğine sahip olan safran,
halen Safranbolu’ da üretilmektedir.
Yemeniciler Arastası
Emin şimdi kahve içme zamanı dedi ve bizi taktı peşine. Yemeniciler Arastası’na
gidiyoruz. Kahvesini öve öve bitiremedi. Çarşı içinde ağaçların altında zevkle
döşenmiş bir mekân. Yerel kıyafetler giymiş kızlar ve erkekler hizmet
ediyorlar. Közde kahve pişiriliyor. Yanında lokum ve su ile ikram ediliyor.
Bizlere ihtiramda da bulundular. Kahve Emin’in övdüğü kadar varmış. Kahve
gerçekten harikaydı.
Benim dikkatimi çalışanlar çekti. Fazla mutlu görünmüyorlardı.
Tebessümleri ve hürmetleri yapmacık gibi geldi bana. Ya çok yorgunlar ya da az
paraya çalışıyorlar…
Evet şimdi Safranbolu’yu Safranbolu yapan bir mekâna gideceğiz. Cinci
Han.
Cinci Hoca
Cinci Han’ı Kösem Sultan yaptırmış.
Han’ın ismine Cinci Han ismini de o vermiş. Sebebi şöyle. Rehberimizden
dinliyoruz:
“Cinci Hoca aslında çok zeki, adı gibi
cin fikirli birisidir. İnsanları kolayca ikna eder ve etkiler, bazı otlardan
ilaç yapmayı da bilirdi. Hoca’yı Mahpeyker Kösem Sultan’a tavsiye ederler.
Kösem Sultan’ın oğlu ve Hanedanın tek varisi Sultan İbrahim’in çocuğu
olmamaktadır. Doktorların tedavilerinden sonuç alınamamıştır. Cinci Hoca’nın
eski Türk geleneğindeki Şamanlar gibi olağanüstü bir enerjisi vardır. Telkin
gücü çok yüksektir. Safrandan ve diğer bitkilerden elde ettiği macunu da
eklediğinde Sultan İbrahim’in evlat sahibi olması mümkün olur. Hem de erkek
evladı olur. İşte Cinci Hoca’nın talih yıldızının yükseldiği andır o an hem
Cinci Hoca için hem de Safranbolu için. “Olacak
bir kimsenin bahtı kavî, tâlihi yâr/Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun işine
yarar” demiş ya şair. İşte onun gibi.
Cinci Han
Ve böylece Cinci Han da Kösem Sultan
tarafından Cinci Hoca’ya hediye edilmiş. Bu Han aynı zamanda Safranbolu’nun da kaderini
değiştirmiş. Han sayesinde İran ve yakınındaki memleketlerle yapılan ticaretin
önemli uğrak noktası olmuştur Safranbolu. Ticaret, şehrin çehresini değiştirir
kısa zamanda. Dericilik güçlü bir sektör olarak adını duyurur. Hanın yanına bir
de hamam eklenmiştir. Safranbolu Anadolu’nun tozlu, topraklı, kerpiç duvarlı
kasabalarının arasında bir yıldız gibi parlamaktadır. Halkın da kaderi
değişmiştir.
Padişahın tedavisinde şifa olduğu için,
Safran bitkisinin ekimi teşvik edilmiştir. Bu tarihten sonra Safranbolu
bitkisel tedavinin merkezlerinden biri haline gelmiştir.”
Masalsı hayatlar
Çıplak ayakla yürünse bile, ayağa taş
değmeyecek Arnavut kaldırımlı yolları var Safranbolu’nun. Ve billur gibi serin
suların aktığı sayısız çeşmeler yer alır süslü kitabeleriyle sokak başlarında. Evlerine,
dantel gibi ince bir işçilikle işlenmiş ahşap tavanları vardır Safranbolu’nun.
Özel odalarda ruha ferahlık veren su şırıltılarının nameye döndüğü havuzlar,
taş duvarların ardındaki avlularda yaşanan masalsı hayatlar. Günümüz
yazarlarının kayıt altına alarak kitaplaştırdığı gelenek görenekler… Bağ
evleri, Safranbolu’nun yamaçlarına güneşi görmek için saygıyla dizilmiş sarı,
beyaz, menekşe renkli mütevazı evler. Ki hiçbiri saygısından diğerinin önüne
geçmez, ışığını kesmez. Arasta çarşısı başka bir dünyadır Safranbolu’nun. Cıvıl
cıvıldır Safranbolu.
Evet Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile
olmuştur bütün bunlar. O dokunuşla Safranbolu için yeni bir süreç başlamış ve
tılsımlı, büyülü bir dünya kurulmuştur. Kurulmasına kurulmuştur da Cinci Hoca’yı
unutmuştur Safranbolulular.
Tanımazlar, saygı göstermezler ona. Onu tanısalardı onun yaşadığı devri de
tanıyacaklardı. Osmanlı’yı tanıyacaklardı…Cinci Hoca’nın Safranbolululardan
beklediği sadece bir Fatiha’dır. Tüm Safranbolu adına, ruhu şad olsun…
Safranbolu akşamları
Cinci
Han’dan sonra hedefimizde otel var. Konaklayacağımız otel Safranbolu’nun girişinde. Butik otel. Sımsıcak bir konaklama
yeri, saygı ile karşıladı bizi. “Hazır gelmişken yatın dinlenin artık, çok
yoruldunuz” diye yalvardı. “Sabahtan beri ayaktasınız, kendinize
acımıyor musunuz?” dedi.
Ancak Emin rahat bırakmadı bizi. “Programda akşam yemeğinden sonra türkü
bara gidilecek diye yazıyormuş. Onu atlayamazmışız. Orada bizi bekliyorlarmış.
Gitsek de gitmesek de parasını ödemek zorundaymışız.” Mecburen gittik. Üstelik
bir de yürüyerek gittik. Yolda birbirimizi kaybettik. Kimimiz hızlı kimimiz yavaş
gidince olacağı buydu. İyi ki cep telefonu varda buluşmamız zor olmadı.
Mekân yol üstünde. Havanın sıcak olmasından olacak galiba, açık bir
mekân. Bizim için ayrılan yerlere oturduk. İkramlar geldi. Halk türkülerinden
ve sanat musikisinden örnekler sunuldu. Biraz sonra oyun havaları çalınmaya
başlandı. Oynayanlar oldu arkadaşlardan. Sebahattin mükemmel bir performans
sergiledi. Ramazan Gezer ve Neşe hanım ondan geri kalmadı. Oğuzhan da öyle. Ama
biraz kurs alması gerekiyor. Daha genç ne de olsa. İslamoğlu Zeybeğini
oynadılar. Türkülere eşlik edenler de oldu. Bana da mikrofon tuttular. Emin
ayarlamış. Çanakkale Marşı’nı okudum. Ama saz ile uyumu bir türlü
tutturamadığım için okumaktan vazgeçtim…Sonra arkadaşlar koro halinde sazlara
eşlik ettiler. Mekânda fazla kalmadık, ayrıldık.
Tatsız bir olay
Bazı arkadaşlara ödedikleri para fazla
gelmiş. Mekân sahibi ile tartışmışlar. Biz sonradan öğrendik. Doğru
yapmamışlar. Kişi başı ne kadar ödeyeceğimiz önceden belli idi, Emin
söylemişti. Menü de belli idi. Neymiş efendim menü kendilerine sine sormadan önlerine
gelmiş, onlar da hepsini yiyememişler, içememişler. Dolayısıyla yediklerinin ve
içtiklerinin parasını ödeyeceklermiş. Ödeyecekleri para da para olsa. Velhasıl
iyi bir intiba bırakmadık o mekânda. Arkamızdan ne dediler kimbilir.
Ulvi İntepe
Saydığım, hürmet ettiğim, büyüğüm Ulvi İntepe’yi ziyaret etmem
gerekiyordu Safranbolu’da. Telefonunu eşim Saniye Temelyurt’tan almış. Programıma
da almıştım. Saniye hanım komşumuzdu. Ulvi İntepe’yi Berlin’den tanıyorum.
Yıllar önce kesin dönüş yapmıştı. Uzunca bir süre Berlin Ayasofya Camii’nin
başkanlığını yaptı. Oğlu Âdem Berlin İslâmî ilimler Okulu’ndan öğrencimdi. Sesi
çok güzeldi ve de çalışkandı. Çok istememe rağmen, gruptan ayrılıp kendilerini
ziyaret edemedim. Grup sorumluluğu ağır bir yükt. Bütün gün hiçbir şey olmaz,
bir dakika ayrılırsın herkes birbirine girer. Adem’i telefonla aradım, en
azından selamlaşayım istedim. Âdem, “telefonla olmaz hocam, sen Berlin’den
buraya kadar gelmişsin, ben sabah otele gelirim, görüşürüz” dedi. Bekledim, en
azından birlikte kahvaltı yaparız diye düşündüm, gelemedi. İstanbul’dan bir
tüccar gelecekmiş ve onunla buluşacakmış, önceden sözleşmiş, onunla buluşacağını
sonradan hatırlamış… Telefonda öyle dedi ve vedalaştık…
Sabah erken kalkmamız gerekiyor.
Kahvaltıdan sonra hedefimizde Safran tarlaları, İncekaya Su Kemeri ve Kristal Teras
var.
İncekaya
Su Kemeri
Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından
Tokatlı Kanyonu üzerine yaptırılan bu eser günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.
İlçe merkezine 7.5 km uzaklıktadır. 116 metre uzunluğunda, 6 kemerli ve 220 cm.
genişliğinde görkemli bir yapıdır. Su kaynağından ilçeye su getirmek amacıyla
yaptırılmıştır.
Kristal Teras
Kristal
Teras, Safranbolu turizmine katkıda bulunmak amacıyla yapılmıştır Tokatlı
Kanyonu üzerine. Yerden 80 metre yükseklikte ve 11 metre genişliğindedir. 75
ton ağırlığı taşıyabiliyor. Roketatar mermisiyle dahi kırılmıyormuş Kristal Teras.
Her
bir gözeneği 750 kilogram ağırlığı taşıyabilirmiş. 3 santimetre kalınlığında 3
parça camdan oluşuyormuş. Yaklaşık 400 kişiyi taşıma kapasitesine sahipmiş.
Alan 100 metrekareymiş. Bir seferinde sadece 30 kişi bulunabilirmiş üzerinde
Terasın. Eşsiz bir manzara. Yükseklik korkusu olanlar terasa çıkmamalıdır.”
Elveda
Safranbolu
Safranbolu’ya doyum
olmaz. Ancak Amasra bizleri bekler. Yolcu yolunda gerek. Fazla gecikmeden
Amasra’ya intikal etmek lazımdır. Hedefimizde Amasra var. Otobüste Safranbolu izlenimlerini anlatıyorduk heyecan oldukça yüksek. Birdenbire
bir ses duyduk, çat çat... Otobüs şöyle bir sallandı. Kaptan Sezgin tecrübesini
konuşturdu, hemen yavaşladı. Paniklemeyelim diye hiçbir şey yokmuş gibi yavaş
yavaş yoluna devam etti. Otobüs sanki bir yere sürtünüyor da oradan sesler
geliyor gibi. Sesler rahatsız etmeye başladı. Kaptan Sezgin telaşa gerek yok
diyerek bizi sakin olmaya davet etti.
Az sonra bir yerleşim merkezine vardık. Küçük
bir yer, Abdi Paşa. Bartın’a fazla uzak değilmiş. Otobüsü çektik sağa. Lastik
patlamış. Yola devam etmek mümkün değil. Biz aramızda o günün bittiğini konuşurken,
Emin Oruç, önce bir araç ayarlamış, sonra otobüsün lastiğini sipariş etmiş. Lastik
Bartın’dan gelecekmiş.
Biz lastiği beklemeden kiralanan araçla önden
gidecekmişiz. Otobüs, lastik takıldıktan sonra arkadan gelecekmiş. Vazife aşkı
ve işletme sorumluluğu böyle bir şey. Aferin Emin. Emin araç kiralamayabilirdi.
Biz de tabiatıyla ona bir şey söyleyemezdik. Durum ortada derdik… Tebrik ettik,
kucakladık Emin’i…Otobüsü kaptan Sezgin’le birlikte bıraktık Abdi Paşa’da,
yolumuza devam ettik…
Ve Amasra…
“Lala
Lala Çeşm-i Cihan bu mu ola?”
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder