Amasra’yı tepeden seyrediyoruz. Sultan
Fatih’in seyrettiği gibi. Harika bir manzara. Allah sanki Amasra’yı özene
bezene yaratmış. Denizle orman iç içe girmiş, sarmaş dolaş, dans ediyorlar. Adaların
kimisi birbirine köprü ile bağlanarak elele vermiş, gelen gideni selamlıyorlar,
bazı adalar da öylece seyrediyor, yerinden kımıldamadan olan biteni. Hallerinden
oldukça memnun görünüyorlar. Deniz masmavi, zaman zaman adalara kadar gelip
okşuyor onları hafif hafif, incitmeden, sessiz ve sakin. Fatih Sultan Mehmet'in
'dünyanın gözü' dediği yer, Amasra. “Lala Lala!
Çeşm-i Cihan bu mu ola?”
1453 yılında mutlaka bugünden daha
güzeldi Amasra, bakirdi. Ancak insanlar İstanbul’u rahat bırakmadıkları gibi Amasra’yı
da rahat bırakmamışlar. Her tarafına çomak sokmuşlar, delik deşik etmişler. Amasra
feryat ediyor, Fatih’e duyurmaya çalışıyor sesini, Fatih duymasa da belki torunları
duyar ümidiyle yaşıyor tâ o günden beri.
Denizin sıfır noktasına geldiğimizde rutubet
ve küf kokusu karşıladı bizi. Denizin iyodundan içimize bir nefes çekmek için
heveslenmiştik, ne mümkün. Amasra, ey Amasra, seni bu hale getirenlere yazıklar
olsun…
Derinlerden gelen bir ses fısıldadı
bize; Amasra aslında bizi karşılamak için hazırlanmak, Fatih’in torunları
geliyor diye giyinip dökünmek istemiş. Ama o çöplerin, etrafın, sokakların,
denizin pisliğinden ar etmiş, torunlarının karşısına perperişan çıkmayı
gururuna yedirememiş. Bu vefasızlığı, gaddarlığı, vurdum duymazlığı görünce,
Amasra’ya yapılan zulmün acısı içimizi sızlattı.
Doğru Fatih’in yanına koştuk. Orada
hemen girişteymiş. O da bizi bekliyormuş yıllardan beri. “Biz geldik Sultanım”
dedik, yüzümüze bile bakmadı. Sessiz, sakin bir şekilde geleceğe dikmiş
gözlerini öylece bakıyor. Bir ara bize döndü ve “Ben sizlere emanet ettim bu
toprakları, sizler ne yaptınız, benim karşımda kılıç sallayan düşmanlarımla
birlikte iş tutunuz ve güzelim Amasra’yı bu hale getirdiniz, yazıklar olsun
size” diye celallendi. Yer yarılsaydı da içine gireydik… Sultanım İstanbul
Amasra’dan farklı değil…diyesimiz geldi dilimizin ucuna ama diyemedik…Sadece
Amasra ve İstanbul değil ki, Osmanlı coğrafyası paramparça edilmiş.
Amasya’da şehzadeler, Kastamonu’da
Şerife Bacı, Sinop’ta Abdülmecid Han, şimdi de Fatih Sultan Mehmet Han; hepsi şekvacı,
hiçbirine hak ettiği değer verilmiyor… Daha fazlasını söylemeye utandık,
başımızı yere eğdik. Ama o, büyüklüğünü gösterdi ve birlikte hatıra fotoğrafı çekilmemize
yine de müsaade etti. Sonra da bütün gücümüzle Anadolu’yu, kendisinin
düşmanlarından ve düşmanlarıyla iş tutan işbirlikçilerinden kurtarmak için
mücadele edeceğimize söz verdik ve huzurdan ayrıldık…
Rehberimiz Amasra Müzesi’nin önünde önce
Amasra’nın tarihinden bahsetti sonra da müze hakkında bilgi verdi:
Amasra
“Amasra Osmanlı topraklarına 1460
yılında katılmıştır. Amasra’ya ilk görüşte vurulan Fatih Sultan Mehmet,
Lala’sına, “Lala Lala! Çeşm-i Cihan bu mu ola?” diye sorar. Ve ferman buyurur. "Bu kadar güzel bir yeri zarar vererek almak
istemem, tiz bana kalenin anahtarlarını getiresüz!” Anahtarlar gelir ve
savaşmadan şehre girilir.
Sonrasında Fatih, Karabük
ve Eflani yöresinde yaşamakta olan Kıpçak Türkleri’ni buraya yerleştirir.
Ardından yörede yaşayan Rumların büyük bir kısmını da İstanbul’a yerleştirir.
Şehrin antik çağdaki
adı “susam diyarı” manasına gelen Sesamos’tur. M.Ö. 3. yüzyılda kente o dönem
Amasra’yı yöneten kadın lider Amastris’in adı verilmiştir. Osmanlı zamanında şehir
Amasra olarak anılmaya başlanmıştır.”
Amasra Müzesi
Sonrasında serbest
kaldık ve ikişerli üçerli gruplar halinde incelemelerimizi sürdürdük. Verilen
zaman 30 dakika.
Amasra’daki ilk ve tek müze olan Amasra Müzesi, şehrin merkezinde
misafirlerini ağırlamak için bekliyor. O kadar ahım şahım bir müze değil ama
Amasra için yeterli denebilir. Amasra'nın 3000 yılı aşan tarihinin kanıtları
var o müzede. Binlerce tarihi eser sergilenmiş. Müze, 1982 yılında Amasra
Müzesi olarak faaliyete geçmiş. Amasra Müzesi'nde 2 etnografik, 2 adet
arkeolojik olmak üzere toplamda 4 adet sergi salonu var. Ayrıca müzenin
bahçesinde tıpkı içerideki salonlarda olduğu gibi Helenistik, Roma, Bizans,
Ceneviz ve Osmanlı dönemine ait eserler var.
Balık lokantası
Fatih’le
yüzleştik, Amasra Müzesi’ni de rehberimizin anlatımıyla tanıdık,
fotoğraflarımızı da çektik. Sıra şehir turuna geldi. Ama Emin “Önce yemek
yiyeceğiz, sonra şehir turu yapacağız.” dedi. Emin restorandan önceden randevu
almış. Otobüsün lastiğinin patlamasıyla kaybettiğimiz zaman randevuyu sıkıntıya
soktuğu için şehir gezisini yemekten sonraya yapmalıymışız. Makuldür dedik.
Yaya olarak gitmemiz gerekiyor. Çeşm-i Cihan’ın içindeyiz. Manzara harika.
Balık restoranı ikinci
katta. Garsonlardan “Ne arzu edersiniz efendim?” sorusunun sorulmasını
beklerken servis geldi bile. Emin önceden siparişleri vermiş. Neredeyse bütün
balık çeşitleri var tepsinin üzerinde. Hangisinden istersen ondan yiyeceksin.
Üstelik yiyebildiğin kadar yiyeceksin. Tekrar isteyebilirsin de. Yanında
turşusundan salatasına kadar zengin bir menü. Sonunda ödeyeceğin para aynı.
İlavelere ek ücret yok… Bundan iyisi Şam’da kayısı.
Yemekten sonra
Türk kahvesi de geldi. Amasra az da olsa kendisini affettirmesini bildi…Siz
olsanız böyle bir mekândan kalkmak ister miydiniz? Evet biz de öyle düşündük, kalkmak
istemedik…. Ama, ah şu ‘Eminin düdüğü’ olmasaydı…Restoran sahibine
şükranlarımızı sunduk ve ayrıldık mekândan.
Hemen restoranın
yanında cami var. Orada cem ederek namazımızı kıldık. Yanında park var. Biraz
soluklandık parkta. Amasralı orta yaşlı iki kişi oturuyor bankta. Ben de hemen
yanlarına oturdum selam verdim. Başladık Amasra üzerine sohbete. Amasra’da
yaşamaktan hepsi memnun. Laf döndü dolaştı siyasete geldi. “Biz Karaoğlan’ cıyız”
dediler. Karaoğlan çok oldu öleli dedim. “CHP var ya” dediler. ”Amasra’nın
belediyesi de CHP’lidir” dediler. “Belediye hizmetlerinden memnunuz” dediler.
Şehrin pisliğinden, bakımsızlığından söz açtım. “Belediye CHP’li olduğu için
hükümet ödenek vermiyor” dediler. Ona da bahaneleri hazır. Sohbet
hararetlenince etrafımız kalabalıklaştı. Espriler, kahkahalar gırla gitti,
oldukça keyifli bir sohbet oldu. Sonunda kucaklaşarak ayrıldık oradan. Düştük yine
Emin’in peşine. Daracık sokaklardan geçiyoruz. Her taraf tarih kokuyor. Kale
kapısından geçerek Kemere Köprüsü’ne ulaştık. Köprünün üzerine oturarak
manzarayı seyre daldık.
Kemere Köprüsü
“Üzerinde
durduğumuz bu köprünün adı Kemere Köprüsü’dür. Amasra Kemere Köprüsü, ilçenin simgelerinden biri haline gelmiştir. Sağında
ve solunda muhteşem bir deniz manzarasına sahip olan bu köprü Sormagir
Mahallesi ile Boztepe-Zindan Mahallesi'ni birbirine bağlamaktadır. Önceleri
tekneleri zarar gören balıkçıların tekne onarımlarının yapıldığı bu alan, daha
sonra tekne turlarına açılarak turizmin canlanmasına büyük katkı sağlamıştır.
Roma döneminde inşa
edilmiş olan Amasra Kemere Köprüsü tarih boyunca Cenevizlilerin, Bizans ve
Osmanlı'nın hakimiyetine geçmiştir. Köprüde yakın zamanda büyük bir restorasyon
çalışması yapılmıştır.”
Tarihi dokusunu
korumayı başarmış olan köprüden uzun uzun manzarayı seyrettik. Bol bol fotoğraf
çekmeyi de ihmal etmedik. Köprüyü geçip
yukarıya doğru tırmanınca, tepede Tavşan Adası
ve Ağlayan Ağaç varmış. Fazla ilgimizi çekmediler. Daha ileri gitmek istemedik.
Hava da biraz serin idi. Köprünün üzerinden geriye döndük. Biraz sonra sola dönerek
yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Fetihten sonra Fatih’in kılıcını bıraktığı
Fatih Camii var orada.
Fatih Camii
Cami, 9. yüzyılda Amasra Kalesi içinde bir
Bizans kilisesi olarak inşa edilmiş. “Amasra'nın 1460 yılında, Fatih Sultan
Mehmet tarafından fethedilmesiyle camiye çevrilmiş.
Âşık
Paşazâde bu durumu şöyle ifade eder; “Bir eyi kiliseyi cami etti, hutbe-i İslâm
anda dahi okuttu.”
Necdet
Sakaoğlu’nun tespitine göre vakfiyesinde üç köyün aşarı ile Amasra’da çocuksuz
ölenlerin mal ve servetleri camiye bırakılmıştır. Döneminin tüm mimari karakteristiğini yansıtan yapı, 1887 yılında onarım
görmüş.
Cuma hutbesinin kılıç çekilerek okunması
geleneği, günümüzde hâlâ Fatih Camii'nde yaşatılmaktaymış. “Kılıçla hutbe okuma
geleneği Osmanlı döneminde başlatılan bir gelenektir. Bu gelenek Anadolu'daki
bazı camilerde hâlâ devam etmektedir. Amasra’yı savaşmadan kan dökmeden teslim alan Fatih
Sultan Mehmet, savaşın kazanılmasının bir simgesi olarak kiliseden camiye
dönüştürülen Fatih Camii’ne kılıç bırakmıştır. Fatih Camii’nin de o tarihten
bugüne kadar Cuma namazları ve Bayram namazlarında imam hutbeye çıktığında
Fatih Sultan Mehmet’in bıraktığı o kılıcı eline alarak hutbeyi bu şekilde
okumaya devam ediyor.” Rehberimizin Mehmet Doğan Öz’ün açıklaması
böyle.
Anladığımız odur ki; kılıca
veya asaya dayanarak hutbe okumanın amacı hutbede telkin edilen düşüncelerin
etkisini artırmak olmalıdır. Siyasî ve sosyal her türlü güce sahip olunduğunu
gösteren bu uygulama, hutbede istenilenin rahatça söylenebileceği anlamına da
gelmektedir. Kılıç bu anlamda hürriyet, istiklal ve güç sahibi olmanın sembolü
olarak görülebilir.
Amasra’nın görülmesi
gereken yerlerini gördük. Şimdi geldi sıra alışverişe. İstikamet Çekiciler
Çarşısı. 1 saat zaman verildi. 1 saat sonra otobüsün yanında olmamız gerekiyor.
Batı Karadeniz gezimizde Hüseyin Bozkurt ve eşi yok. Hüseyin hastanede kaldı.
Eşi ve oğlu Beyhan da onunla kaldı. Dolayısıyla Fatma Mıdık gecikenlere ceza
verme konusunda fazla mahir değil. Çay keyfi için henüz bir bütçe oluşmamış.
Çekiciler Çarşısı
‘Çekiciler Çarşısı’, Amasra’nın merkezinde bulunmaktadır.
Bu yöreye özgü el emeği, göz nuru hediyelik ürünlerin satıldığı küçük bir çarşı
burası. Bu çarşıda ahşap işçiliğinin nadide ürünleri görülmeye değer.
“Çarşıya adını veren çekicilik, ahşap oymacılığı ve süsleme
sanatıdır. 17.yy'a dayanan ağaç oymacılığı, bugün Amasra ve köylerinde
sürdürülmektedir. Özellikle Amasra'da, bulunduğu bölgenin doğal yapısının da
etkisi ile bu el sanatları oldukça gelişmiştir.
Tarihi Amasra Çekiciler Çarşısı’nda; ıhlamur, şimşir,
dişbudak, ceviz, kiraz ve kızılağaç gibi ağaçlar kullanılarak yapılan ayetler
ve güzel sözler yazılı levhalar, resim ve resimlikler, çerez takımları,
isimlik, anahtarlık, kuş ve hayvan figürleri, baharatlık, tuzluk, nihale,
tepsi, peçetelik, kalem, şimşir kaşık, masaj aletleri, şimşirden yapılmış bal
kaşığı, salata kasesi vb. hediyelik eşyalar Amasra'nın kendi üretimi olarak satılmaktadır.
El emeği göz nuru olan bu ürünler hem yerel ekonomiyi güçlendirmekte hem de
bölgenin kültürel el işi mirasının korumasına yardımcı olmaktadır.” Kendisinden
aşure kepçesi, oklava ve nihale aldığımız esnaf anlattı bunları.
Amasra Kalesi
“Amasra'nın şehir
merkezinde, sahil kenarında bulunan Amasra Kalesi, Zindan ve Sormagir Kalesi
olarak iki ana yapıdan oluşuyor. Kale, stratejik konumu ve şehri koruması
amacıyla Roma döneminde inşa edilmiş. Bizans, Ceneviz ve Osmanlılar
dönemlerinde çeşitli onarımlardan geçirilerek kullanılmış.”
Barış Akarsu
Barış Akarsu Amasralı bir şarkıcı. 28 yaşında
trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Amasra’da bir parkta heykeli var. Biz
Barış’ın mezarını da ziyaret ettik. Gelmişken mezarına gidip bir Fatiha okumayı
ihmal etmedik. Mezarlıktan sonra Zonguldak’a doğru yola çıktık. Akşam Zonguldak’ta
kalacağız. Zonguldak ile ilgili genel malumat yine otobüste verildi.
Zonguldak’a gelmeden Zonguldak’ı tanımış olduk.
Zonguldak
“Zonguldak
ve çevresinin tarihi Hititlerle başlar. Anadolu’da ilk siyâsî birliği kuran
Hitit İmparatorluğu bu bölgeyi de sınırları içine dâhil etti. Bu devirde bu
bölgeye verilen isim “Palla”dır. Hititlerden sonra bu bölgeye Firigyalılar, Lidyalılar,
Persler ve Makedonya Kralı İskender hâkim oldu.
Yıldırım
Bâyezîd Han 1402 Ankara Savaşı’nda Timûr Han’a yenilince, Osmanlı Devleti
“Fetret Devri” denilen bir devre içinde sıkıntılı günler geçirdi. Osmanlı
Devleti taht kavgaları yüzünden neredeyse parçalanma durumuna geldi. Osmanlı
Devleti’nde birliği sağlayan Çelebi Sultan Mehmed Han bu bölgeye hâkim oldu.
Fetret Devri’nden sonra Osmanlı Devleti yeniden eski gücüne ulaştı, seferler ve
genişleme başladı.
Bölge
insanı Osmanlı Devri’nde her türlü istilâ ve savaştan uzak kalmıştır. Bölge târihî,
hiçbir mühim vakaya sahne olmamıştır. On dokuzuncu asır başlarında gemilerde
buhar gücü kullanıldığı için kömür büyük önem kazandı. Ticaret gemileri gibi
savaş gemileri de buharla çalışıyor ve buhar da kömürle temin ediliyordu. Henüz
Osmanlı topraklarında kömür bulunamamıştı. Sultan İkinci Mahmud Han, Osmanlı
toprakları içinde mâden kömürü bulacaklara mükâfat vereceğini bir fermanla ilan
etti. Orduda da askerlere mâden kömürü tanıtılarak terhislerinde
memleketlerinde bu mâdeni aramaları ders olarak anlatıldı.
Kara elmas (Kömür)
1829
senesinde Ereğli ilçesinin Kestanelik Köyünde oturan Uzun Mehmed, bir gün deniz
kenarına inmişti. Bir fırtına sebebiyle “limancık” isimli kuytu bir köşeye
sığındı. Isınmak için ateş yaktı. Az sonra ateş etrafındaki siyah taşların
yanarak kor hâline geldiğini görünce “Buldum, kömürü buldum” diye bağırdı.
Çünkü askerde öğretilenlere çok benziyordu. Bu yerden bir küfe dolusu kömürü
sırtına yükleyip “Alaplı” yolundan İstanbul’a geldi. İstanbul’daki ilgililere
başvurdu. Yapılan incelemelerde bunun kömür olduğu anlaşılarak Padişah’ın
fermanı ile Uzun Mehmed’e 30 altın mükâfat ve ölünceye kadar 6 altın maaş
bağlandı.
Kömür
mâdeni sebebiyle Zonguldak gittikçe gelişti. Cumhûriyet devrinde en çok gelişen
birkaç şehirden biridir. Ereğli Demir ve Çelik Tesisleri ile Zonguldak daha
büyük hızla kalkınmıştır. Cumhûriyet devrinde il olan Zonguldak, demiryolu ile
Ankara’ya bağlanmış ve liman tesisleri yapılmıştır.
Kömür yıkama tesisi
Zonguldak’ta harabe haldeki eski kömür yıkama tesisi, ‘tarihî eser’
olduğu gerekçesiyle koruma altına alındı. Fransızlar tarafından inşa edilerek
1957 yılında işletmeye açılan bina ‘dokunulmazlık’ zırhına büründü. Lavvarlar 200
dönümlük arazi üzerine inşa edilmiştir.”
Zonguldak’ı grupla birlikte gezmek mümkün
olmadı. Hem rehberimiz hem de sorduğumuz Zonguldaklılar, Zonguldak’ta gezilip
görülecek bir yerin olmadığını söylediler. Recai’nin bir arkadaşı varmış
Zonguldak’ ta. Aradı arkadaşını. Aldı bizi ve onun arabasıyla şehir turu
yaptık. Tepelerin üzerine kurulmuş bir şehir Zonguldak. Döne döne çıkıyoruz.
Önce Bülent Ecevit Üniversitesi. Denize nazır bir tepede kurulmuş Üniversite.
İçeriye girip gezemedik. Üniversitenin etrafında düzensiz bir yapılaşma olmuş.
Daracık daracık sokaklar. Akşam üstü olmasına rağmen sokaklar çok kalabalık, yürümekte
zorlanıyoruz. Recai’nin arkadaşı üniversite öğrencilerinin dolaştığı bu
sokaklarla ilgili içimizi açan bilgiler vermedi. Zonguldaklılar da durumdan
memnun değillermiş.
Bazı binalar var, temellerinde çöküntü olmuş.
Aslında Zonguldak’taki bütün binalarda üçer beşer santimlik çökmeler varmış.
Çünkü o gördüğümüz tepelerin altında kömür ocakları varmış.
Fener
Fener diye bir mevki var. Deniz feneri. Oraya
kadar tırmandık. Çok güzel çay yapıyorlar fener lokalinde. İçtik. Atmosfer
güzel. Sonra fenerden Zonguldak’a tepeden baktık. Işıl ışıl bir şehir. Çok güzel
görünüyor ama canlı değil. Sahil kenarında oturacağımız bir mekânı bile yok.
Biz Nisan ayında oradaydık. “Yazın biraz canlanır” dediler.
Lavvar
Kapatılmış maden ocaklarını gördük dışardan.
O haliyle bile ürküntü veriyor. Ocağın çökmesi durumunda insanların ölümlerini
hatırlamamız bu korkumuzun sebebi olabilir. Kömür yıkama kuleleri var ana cadde
üzerinde. Onlara lavvar deniyor. Öylece ucube gibi duruyorlar ortada. ‘Tarihî
eser’ diye koruma altına alınmışlar. Doğru yapmışlar. Bize göre de tarihi eser.
Zonguldak’ın kaderini değiştiren lavvarlar onlar. Tarihi eser olması için ev,
bina, cami, köprü, kervansaray olması gerekmiyor. Evet, tarihi eser olmasına
tarihi eser de öyle terkedilmiş halde ortalık yerde durması da şehrin
güzelliğini bozuyor. Oysa lavvarlar çok güzel birer restoran olarak
düzenlenebilirler. Kahve olarak düzenlenebilirler. Okuma salonu olarak
düzenlenebilirler. Bilinçli bir restorasyon ile şehrin güzelliğine güzellik
katar o aman bu lavvarlar. İstenilirse olmayacak şeyler değil bunlar. Anladığımız
kadarıyla siyaset Zonguldak için iyi şeylerin yapılmasına mâni oluyor. Amasra’da
da aynı anlayış vardı.
Oteldeyiz. Teşekkür ederek ayrıldık Recai’nin
arkadaşından. Mocca Dergisi’nden de verdik kendisine…
Gökgöl Mağarası
Sabah kendi saatimizde kalktık ve kahvaltımızı yaptık. Hedefimizde Bolu
var, önce Devrek. Yol üzerinde Gökgöl Mağarası varmış. Zonguldak-Ankara
karayolu üzerinde, hemen şehrin çıkışında.
Recai’nin arkadaşı tavsiye
etmişti. Tur sorumlusu Emin Oruç itiraz etmedi teklifimize. Çünkü programımızda
yoktu. Açılış saatinden 30 dakika önce gelmişiz mağaraya. Bekledik. Görevli
açılış saatinden oldukça geç geldi. Özür diledi, kabul ettik. İnsanlık halidir
dedik. Türkiye’de alıştık bu tür mazeretlere. Aynı durum Afyonda da başımıza
gelmişti. Sorumluluk duygusu fazla yok gibi görevlilerde. Belki denetleme de
olmuyordur. Veya denetleyen kişi de aynı mantıkla hareket ediyordur. “Devletin
malı deniz, yemeyen domuz…” derler ya. Özel şirket tarafından işletiliyor
olsaydı bu mağara veya Afyon’daki cami, yine de geç gelebilirler miydi
çalışanlar acep…
Mağara girişi geniş ve yüksek, içeriye büyük bir fosil ağızla kaya
bloklar arasından girilmekte. Sel sularının getirdiği sarı bir çamurla kaplı
olan zeminde yer yer su birikintileri bulunmakta. Buradan sonra mağara son
derece zengin ve güzel oluşumlar arasından suyun gelişi yönünde 2 kol halinde
devam ediyor. 3200 m. uzunluğundaki mağara kavisler çizerek ilerliyor.
Mağaranın içi damlataş birikimi yönünden son derece zengin, sarkıtlar
muhteşem. Gelişim halinde olan bu damlataşlar, mağaradaki oluşumun hala devam
ettiğini gösteriyor.
Gökgöl Mağarası’nın ilk 875 metresi turizm amaçlı kullanıma açılmış.
Aydınlatması yapılan bu alanda yürüyüş parkuru, köprüler ve seyir terasları
bulunmakta. İçerisi soğuk. Fazla vakit geçirmeden çıktık mağaradan. Hedefimizde
Devrek var. Şu bastonuyla ünlü Devrek.
Devrek ve baston
Devrek küçük bir ilçe ama bastonuyla dünya çapında ün yapmış bir ilçe.
Devrek bastonları... “Devrek'in eski adı 'Hamidiye'dir.' Yörede yaşayan en eski
topluluk Etilerdir. Devrek, sırasıyla Pontus İmparatorluğu, Roma ve Bizans
İmparatorluğu’nun egemenliğine girmiştir. 1079’da Anadolu Selçukluları’nın
egemenliğine giren Devrek, 1348 yılında Orhan Bey tarafından Osmanlı
topraklarına katılmıştır. Toplam nüfus 58 bin civarında. Yöreye has bir ürün
olan baston, ilçenin ilk akla gelen gelir kaynağıdır.” Devrek’e bir organize
sanayi yapılmamış olması büyük bir eksikliktir. Belediye ne iş yapar Devrek’te?
sorusuna doyurucu bir cevap alamadık.
“Devrek bastonculuğunun tarihi 1892 yılına
kadar gider. Sanatsal boyutu ile dikkat çeken Devrek bastonu 7 Temmuz 1984
tarihinde düzenlenen Baston Festivali ile halka tanıtılmış ve bu festival
Devrek baston sanatının günümüze kadar gelmesine katkıda bulunmuştur. Devrek
bastonu için slogan cümle şudur: 'Sanatı ve kültürü içermeyen bir baston kadar,
bastonsuz bir kültür de yaşatılamaz.' Devrek bastonu sanat ve kültürün
yoğunlaştığı bir sanat eseridir. 'Sanat nedir' sorusuna Devrek bastonuna
bakarak cevap bulmak mümkündür. Devrek bastonu kullananlar için, dünyada
benzeri olmayan nitelikte sanatsal ve Yerel Kültür birikimini üzerinde taşıyan
zarif, şık bir destektir.”
Bastonculuk
mesleğinin gelecek nesillere düzgün, kurallarına uygun şekilde aktarılması
gerekir. Bunun yolu da bastonculuk mesleğine yeni çırak ve ustalar kazandırmaya
devam etmektir. Meslek okulları açmaktır. Ancak, baston esnafını desteklemek ve
meslek okulları açmak da devletin görevidir.
Elveda Devrek. Bekle bizi Bolu…
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder