Bolu
Önce
Yedigöller, sonrasında Abant. Akşam Bolu’da konaklayacağız. Bolu hakkında genel
bilgiyi rehberimiz Mehmet Doğan Öz otobüste verdi:
“Bolu Batı
Karadeniz Bölgesi’nde bir ilimizdir. Nüfusu 153.783 civarındadır (2017). Tarihi
M.Ö. 1200’lü yıllara dayanır. O zaman bütün Hitit toprakları gibi
Bolu da Friglerin elindeydi. Sonra M.Ö. 6. asırda Persler bölgeye hâkim
oldular. M.Ö. 336’da ise Büyük İskender Persleri yenerek Anadolu’nun birçok
yeri gibi Bolu’yu da ele geçirdi. Büyük İskender’in ölümü üzerine Makedonya
yıkılınca Bolu bölgesinde "Bithynia" Krallığı kuruldu. 1071 Malazgirt
zaferinden sonra Bolu, Horasanlı Aslahaddin tarafından fethedildi. Bolu yöresinin
tümüyle fethi ise Orhan Gazi döneminin ilk yıllarına (1324-1326) rastlar.”
Yedigöller
Yedigöller’deyiz. Otobüs
park alanında kaldı. Bundan sonrasına yürüyerek devam ediyoruz. Ormanların
içinde kuş sesleri ve ağaç hışırtılarının arasında yürüyoruz. Burada sevgililer
el ele tutuşmayacak da nerede tutuşacak. Evet tam da öyle oldu. Belli ki bekar
olanların içi buruk. Onlar da kendi aralarında gruplar oluşturmuşlar,
yürüyorlar. Herkes mutlu. Kimisi huri kimisi gılman olmuş. Burası Cennet’ten
bir köşedir denilse, evet denirdi. İlerliyoruz bir köşeden öbür köşeye, hayran
bakışlarla. Ve sessizliği rehberimiz bozuyor:
“Yedigöller Havzası,
1965 yılında milli park olarak korumaya alınmıştır. Rakım 780. Havza, yüzeysel
ve yeraltı akışlarıyla birbirine bağlı 7 gölden oluşur.
Milli park bünyesinde Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl,
İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 göl vardır. Büyükgöl, canlı alabalık için damızlık
balık yetiştirme amaçlı kullanılmaktadır. Ülkemizde ilk alabalık üretme
istasyonu 1969 yılında burada kurulmuştur.
Yedigöller Milli Parkı
bilimsel inceleme ve araştırmalar için de kuvvetli bir altyapıya sahiptir. Çok
sayıda bitki türünü içeren milli park, yurdumuzun en güzel, karışık doğal
ormanlarına sahiptir. Başlıca ağaç türleri olan kayın, gürgen, meşe, kızılağaç,
akçaağaç, karaağaç, titrek kavak, sarı ve kara çam, köknar, fındık, ıhlamur ve
dişbudak ağaçları vardır bu parkta.
Milli Park sahasında
100’ün üzerinde kuş türü tespit edilmiştir. Bu özellikleriyle Yedigöller Milli
Parkı tam bir doğa cenneti konumundadır. Her yıl mayıs-eylül dönemlerinde
Büyükgöl ve Deringöl’de ücret karşılığı sportif olta balıkçılığı da yapılabilmektedir.”
Öğle yemeği Yedigöller
Cennet’inde yenilecekmiş. Bizler elimizi bile sürmeden yiyecekler ve içecekler
önümüze gelecekmiş. Şırıl şırıl akan suların eşliğinde, püfür püfür esen
rüzgârın verdiği keyifle, ağaç yapraklarının hareketlendirmesiyle çıkan
hışırtıların eşliğinde yiyecekmişiz yemeği... Bizler bu azığı önden
göndermişiz, hakkımız olanı yiyecekmişiz. Belli ki; para ile elde edilemeyecek
nadir mutluluklardan birisini yaşayacağız Yedigöller Cenneti’nde.
Emin Bolu’dan mangal
işi yapan bir ekip ayarlamış. Biz Yedi Göller gezisini tamamladığımızda mangal orada
hazır olacakmış. Öyle de oldu. Ormanda kuş seslerinin de eşlik ettiği güneşli
bir havada mangal keyfi, tarif edilemez bir mutluluğun yolunu açtı bizlere. Servis
10 numara. İşin ehli oldukları besbelli ekibin. Domates, biber, soğan ve
patates de var et çeşitlerinin yanında. Bol oksijenli bir hava. Suyu da dağdan,
ormanların arasından süzülüp gelen çeşmeden içiyoruz... Dayıyoruz ağzımızı
çeşmenin oluğuna iç içebildiğin kadar…32 dişe birden keman çaldıran cinsten bu
su. Buzdolabı halt etmiş yanında…
Emin Oruç kardeşimiz,
gerçekten unutulmayacak olan hatıraların temelini atıyor her gezimizde. Yedigöller’de
olduğu gibi. Tekrarı yok. Böylece her seferinde yeni yeni hatıralarla
zenginleşen bir hatıra haznemiz oluştu.
İlk gezimizi İstanbul ve
Çanakkale’ye yapmıştık. İkincisini Güneydoğu Anadolu’ya, üçüncüsünü Doğu
Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı illerine, dördüncüsünü Selçuklu ve Osmanlı
Başkentlerine, beşincisini Ege ve Akdeniz’e (7 Kiliseler), altıncısını Batı
Karadeniz’e, ölmez sağ olursak yedinci ve son gezimizi Doğu Anadolu’ya
yapacağız. Böylece Türkiye’yi; coğrafyasıyla, tarihi eserleriyle, kültürüyle,
örf ve adetleriyle, mutfak kültürüyle, folkloruyla bütünüyle tanımış olacağız. Sağ
olasın Emin kardeş. İyi ki varsın. Ve Abant.
Abant
Abant resmi toplantıların,
sempozyumların, konferansların verildiği tebliğlerin sunulduğu meşhur yerdir.
Burada Türkiye çapında büyük organizasyonlar yapılmıştır geçmişte. Bu organizasyonlar
ile katılımcıların bilgi dağarcıklarını, yeni bilgilerle zenginleştirmeye
çalışanlar seçimi doğru yapmışlar. Burada konferans dinlenir, sonrasında da
yürüyüşler yapılarak alınan bilgiler hazmedilir. Alınan bol oksijenle beyin
hücreleri yenilenir. Uyku keyfine ise şapka çıkarılır.
15 Temmuz’un temellerinin
atıldığı yerdir aynı zamanda Abant. Abant denince akla hemen onun adı gelir. Fetö,
fetö, fetö…
Önce gölün etrafında grupla
birlikte tur attık. Bu sırada rehberimiz bize Abant ve Abant’ta yapılabilecek
etkinliklerle ilgili bilgiler verdi:
“Abant Gölü
yeraltında meydana gelen tektonik çöküntüler sonucunda büyük taş bloklarının
vadiyi doldurmasıyla oluşmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 1328 m.dir. Abant Gölü’nü dağlardan gelen kar suları ve
bir iki küçük dere beslemektedir.
Abant Gölü etrafında yürüyüş
yapılabilir, her mevsim harika bir manzaraya sahip olan göl izlenebilir, Abant
Doğal Yaşam Müzesi gezilebilir. Yamaç paraşütü yapabilir. At binilebilir veya
gölün etrafında fayton ile romantik bir gezi de yapılabilir.
Velhasıl,
Abant Gölü yılın her ayında büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Abant hem günübirlik
gezip görmek hem de konaklamak amacıyla tercih edilen çok popüler bir tatil
merkezidir. Abant Gölü’nün
kenarları çeşitli su bitkileriyle ve nilüferlerle doludur. Balık meraklıları yılın
belirli dönemlerinde gölde, ücret mukabili olta ile balık avlanabilmektedir.
Göl kenarlarında su samurları da görülmektedir. Göl çevresindeki ormanlarda
yabani hayvanlardan tilki, çakal, kurt, ayı, domuz, geyik, karaca, tavşan,
sincap, gelincik; su kuşlarından yaban kazları, yaban ördekleri, balıkçıl,
sakarmeke, karabatak, turna, yırtıcılardan; şahin, doğan, kara akbaba, kaya
kartalı, atmaca, baykuş, diğer kuş çeşitleri olarak; toygar, alakabak, puhu,
gökdoğan, ağaçkakan, karatavuk, bülbül, ispinoz ve saka görülmektedir.”
Ve bir saat serbest zaman. Yapılabilen
her etkinlik arkadaşlarımız tarafından yapıldı. Köylü kadınlar sergilerinin
başındalar. Alışveriş yapmamızı bekliyorlar. Beklentilerine cevap verdik. Bal
alanlarımız fazlaydı. Abant’a son noktayı toplu hatıra fotoğrafı çekilerek koyduk. Akşama
Bolu’da olmamız gerekiyor. Vakitlice varırsak Bolu’ya, şehri gezme imkânımız
olabilirmiş. Emin öyle dedi.
Bolu’ya
gelince ilk işimiz otele yerleşmek oldu. Yarım saat kadar dinlendik ve yaya
olarak şehir turuna çıktık. Yolda kime rastlasak soruyoruz; Bolu’da gezilecek,
oturulup çay içilebilecek yerler nerelerdedir? İstisnasız herkes “akşam 18:00
den sonra Bolu’da hayat durur” cevabını veriyor. Bize ters geldi bu
söylenenler. Kocaman üniversite şehrinde hayat nasıl durur, burada bir
yanlışlık olmalı dedik. Yürümeye devam ettik. Yaklaşık bir saat yürüdük.
Gerçekten açık yer yok. Derken şehrin merkezinde bir iki açık mekân bulabildik.
Ancak önce Köroğlu’nun anıtını bulmak, o ‘halk kahraman’ına selam
vermek ve sonra da bu mekanlardan birinde oturmak üzere anlaştık arkadaşlarla.
Sonunda Köroğlu’nun anıtını bulduk. Ona yaptığı yiğitliklerden dolayı
şükranlarımızı arz ettik. Hatıra fotoğraflarımızı da çekildik. Tam geriye
döneceğimiz sırada Oğuzhan İnci karşıda bir mekân görmüş. Bakıp gelmesi için
görevlendirdik. Koşa koşa gitti ve oradan el salladı. Mekân bulunmuştu. Hep
beraber yürüdük Oğuzhan’a doğru. Merdivenlerle çıkılıyor. Tarihi bir eser ve mükemmel
bir mekân.
Taşhan
Taşhan Osmanlı’nın son döneminde yaptırılmış. Kesme taş ile inşa
edilmiş, günümüzde görselliği ile ilgi çeken bir han, Taşhan. Taşhan’ın
üzerindeki kitabede şöyle yazıyor: “Taşhan ülkemizde bulunan
sayılı tarihi eserlerden bir tanesidir. Eşsiz bir güzelliğe sahiptir. 1750
yılında Emin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Yaklaşık 300 yıllık geçmişi olan Taşhan
Bolu’nun sembolü olarak bilinir.
Taşhan; kesme, küfeki ve dere taşlarından, iki katlı ve açık
avlulu olarak inşa edilmiştir. Yapıldığı günden beri hiçbir restorasyon
görmemiştir. Bugün kafe ve restoran
olarak hizmet vermektedir. 17 adet odası, 1 avlusu, 1 salonu, 3 adet terası
olan bir handır Taşhan.”
Odaların kimisi küçük
kimisi büyük. Demek ki ihtiyaca göre yapılmış. Bir delikanlı bize odamızı
gösterdi. Şark köşesi gibi dizayn edilmiş. Oturduk ve başladık muhabbete. Yaşar
Cimşit’in soruları bitmediği için muhabbetimiz de uzun sürdü. Recai’nin
performansını da unutmamak gerekir. Menü zengindi. Kimse kalkmak istemiyordu. Geç
saatte Taşhan’dan yaya olarak döndük otelimize…
Köroğlu
Hepimizin bildiği halk kahramanı Köroğlu’nun hikayesini
rehberimiz Sayın Öz şöyle anlattı Taşhan’da muhteşem Türk Kahvesi eşliğinde: “Zengin
ve kudretli Bolu Beyi atlara olan ilgisi ile nam salmış bir beydir. Seyisi
Yusuf da atlar konusunda çok bilgili ve son derece beceriklidir, o da nam
salmış bir seyistir. Bir gün Bey, Yusuf’tan uzak illere gidip kendisine bir tay
almasını ister. Bunun üzerine Yusuf yollara düşer. Birçok tay görür ama hiçbiri
beyine layık değildir. Nihayet Fırat kenarında, beyin isteğine uygun bir tay
bulur. Ufak tefek bir şeydir bu tay. Ama büyüyünce beyin isteğine uygun bir at
haline gelecektir. Seyis Yusuf bu durumu bir türlü beyine anlatamaz, etraftaki
şakşakçılar da beyi provoke edince bey Yusuf’un gözlerine mil çektirir ve
Bolu’dan kovar, getirdiği o tay ile birlikte.
Tayı yanına alan Yusuf büyük bir intikam isteğiyle köyüne dönüp oğluna
her şeyi anlatır. Oğlu Ruşen Ali (Köroğlu) de intikam yemini eder. Gel zaman
git zaman tay, Seyis Yusuf’un istediği o at haline gelir. Ele avuca sığmaz savaşçı
bir at olmuştur. Ruşen Ali de cesurluğu ve
savaşçılığı ile etrafta nam salmış bir babayiğide dönüşür. Bu arada babası Seyis
Yusuf ölür.
Babasının ölümünden sonra Ruşen Ali intikamını almak için dağa
çıkar. Köroğlu’nun öncelikli
hatta yegâne derdi, Bolu Beyi’nden babasının intikamını almaktır. Çamlıbel
Dağı’nı üs edinerek özellikle Bey’in adamlarının, askerlerinin yolunu keser,
onlara baskın düzenler, kellelerini vurur, mallarına el koyar… Bu haliyle
esasen; ‘kanun kaçağı bir eşkıyadır, ancak, zulme uğramış olmasını ve
sevilmeyen zalim Bey’e karşı verdiği mücadeleyi içten içe destekleyen kalkın
gözünde, o bir ‘eşkıyadan ziyade bir ‘halk kahramanı’dır. Üstelik halk,
haksızlık eden başka ağalara karşı, haklarını almak için namı yayılmış olan
Köroğlu’na başvurur. O da mazlumlarla bir olup zalimleri haklamaya başlamıştır.
Dahası, talan ettiği ele geçirdiği malların ihtiyaç fazlasını, yöredeki
muhtaçlara dağıtır…
Köroğlu, bu arada aşık olduğu , Bolu Beyi’nin kardeşi Döne
Hatun’u da kaçırır ve onunla evlenir. Kısa süre sonra da Bolu’yu basıp yakar
yıkar. Bolu Beyi’nin evini yağmalar. Ve intikamını alır. Ancak Bolu Beyi’ni
öldürememiştir. O günden sonra Bolu Beyi de Köroğlu’nun peşine düşer ama bir
türlü ele geçiremez.
Ve yıllar sonra Kırat’ıyla birlikte Köroğlu ortadan kaybolur.
Bunun üzerine birçok rivayet söylenir; bir söylentiye göre, yeni icad dilen tüfekle
oynayan Köroğlu’nun beyleri, birbirlerini vururlar, Köroğlu da ‘Tüfek icat oldu
mertlik bozuldu’ diyerek beyliğini dağıtıp ortadan kaybolur. Ölümü bir sır
perdesi arkasında gizlense ve birçok söylentiye sebep olsa da Köroğlu’nun
destanı yıllara meydan okuyarak bugünlere kadar gelmeyi başarmıştır.
“Benden selam olsun Bolu
Beyi'ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar gümbür gümbür seslenmelidir
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Ak alnıma kara yazı yazıldı
Delik demir çıktı mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
Köroğlu düşer mi yine şanından
Çoğunu ayırır er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çizme dolup şalvar ıslanmalıdır.”
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar gümbür gümbür seslenmelidir
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Ak alnıma kara yazı yazıldı
Delik demir çıktı mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
Köroğlu düşer mi yine şanından
Çoğunu ayırır er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çizme dolup şalvar ıslanmalıdır.”
Ne kadarı gerçek, ne
kadarı ekleme bilemesek de, ‘gerçek olan’ şu ki; bugün, Bolu meydanlarında,
zalim beylerin değil, Köroğlu’nun heykeli vardır. Birçok il ‘o kişiliği’
sahiplenmek istemekte, O’nun menkıbelerini anlatmakta O’nun türkülerini
söylemektedir… Anadolu, ‘Köroğlu dağları, tepeleri yaylaları, çeşmeleri, Köroğlu
belleri, geçitleri’… ile doludur. Köroğlu adına festivaller düzenlenir, kültür
dernekleri kurulur.
Ayvaz
Köroğlu, baskınlarını,
yol kesmelerini genellikle yalnız yapar, ancak, yine de, yaptığı mücadeleye
destek vermek isteyen hayranlarından, zulme uğramışlardan, kanun kaçaklarından…
az da olsa kendisine katılanlar olur. Hiç ayrılmamak üzere kendisini Köroğlu’na
adayan ‘meşhur yaveri’ ve arkadaşı Ayvaz’ın
kendisiyle tanışmasının da ayrı bir hikayesi vardır; Köroğlu gailesinden iyice
bunalan ve itibar kaybeden Bolu Beyi, Köroğlu’nun başarılarındaki en önemli
faktörlerden biri olarak öne çıkan meşhur Kırat’ını çalarak gücünü kırmak
ister. O Kırat ki, kenarda beklemesi gerektiğinde bekleyen, kendisine ihtiyaç
olduğu anda göreve koşan, Köroğlu’nu, en sıkıştığı zamanlarda, salim bölgelere
uçarcasına kaçıran… emsali bulunmaz bir attır. Atın çalınması için, o konuda
maharetli olduğu bilinen Ayvaz isimli birisini görevlendirir Bolu Beyi. Ayvaz,
atı çalmayı başarır. Ancak bu arada gerçekleri de öğrenir. Bolu Beyi’nin, Seyis
Yusuf’un gözlerini kör ettiğini, Köroğlu’nun Yusuf’un oğlu olup, babasının
intikamı için mücadele ettiğini, çaldığı atın o olaya sebep olan ‘tay’
olduğunu, gerçekte, Köroğlu’nun iyi kalpli, mazlum ve muhtaç halka yardım eden
bir yiğit olduğunu öğrenince, fikir ve taraf değiştirir. Hiçbir beklentiye
girmeden, ayrılmamak üzere Köroğlu’nun emrine ve hizmetine girer. Sonuçta, çocuklarını evden uçurmuş olan karı-
kocalar için söylenen, “Bir Köroğlu bir de Ayvaz kaldık” atasözüne malzeme
olurlar.”
Ağva
“Ağva'nın tarihi Roma, Ceneviz, Bizans
egemenlikleri ile geçmiştir. Tarihi
M.Ö 7. yüzyıla kadar uzanan Ağva'da,
Hititlere ve Friglere ait kalıntıları, ayrıca Roma ve Bizans döneminden kalan
kilise kalıntılarını, mezar taşlarını görmek mümkündür.
Ağva günümüzde hafta sonlarında
dolup taşan tatil kasabası haline gelmiştir. Ağva Latince bir isimdir. “İki
dere arasına kurulmuş köy” anlamına gelir.
Ağva, sonbaharın sarı, kırmızı ve turuncu renklerini
denizin mavilikleri ile buluşturan, doğal güzellikleri ile insanı mest eden bir
yerdir. Kilimli Koyu, Göksu Nehri ve temiz plajları ile Ağva, tam bir tatil
kasabasıdır. Şile’ye 28 km uzaklıkta bulunan
Ağva, Göksu Nehri’nin Karadeniz’le buluştuğu yere konumlanmıştır.”
Önce nehir kenarında
yemek yedik. Menüde balık vardı. Ancak Amasra’daki balığa kıyasen tatmin edici değildi. Yemekten sona tekne ile
gezinti yaptık. Kısa bir gezinti. Sonrasında Ağva’da öğle namazımızı ve ikindi
namazımızı cem ederek kıldık. Yukarıda tepede küçük ama şirin bir camisi var.
Hemen sonra da Şile’ye doğru yola çıktık. Şile, beziyle meşhur bir ilçe.
Şile
“İlçede
yaşam, yapılan son araştırmalara göre Cilalı Taş Devri’ne kadar gider. Kefken
ile Bulgaristan sınırı arasındaki Karadeniz sahil kesiminde yapılan tarih
öncesine ilişkin kazılarda, çeşitli yerlerde Paleolitik çağın muhtelif
bölümlerine ve özellikle Epi-Paleolitik döneme ait birçok konak yeri ve işyeri tespit
edilmiştir.
Şile,
antik çağda iki defa istilaya uğramıştır. Roma döneminin izleri hala
görülmektedir. Doğu Roma İmparatoru Diokletianus zamanında (284-305), İnkese,
Sofular gibi Şile mağaraları ilk inanan Hristiyanlar için tabii korunaklar
olmuştur. Gürlek Mağarası, Doğu Roma askerlerinin yakaladığı ilk inanan
Hristiyanları hapsettikleri bir cezaevi olarak kullanılmıştır.
Selçuklu
Türkleri, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile 1090 senesinde Şile'yi ele geçirdiler.
Şile, I. Dünya Savaşı'na kadar 500 yıl boyunca Türklerin yönetiminde rahat bir
yaşam sürmüştür. Daha sonra İstanbul'un işgaliyle birlikte İngilizler'den
cesaret alan Rumlar Şile çevresine yerleşerek Dumlupınar Zaferine kadar
işgallerini sürdürmüşlerdir.
Anadolu topraklarında
farklı kültürler ve tarihler birlikte yaşamış, birçok uygarlık derin izler
bırakarak ve diğerleriyle harmanlanarak tarihteki yerini almıştır. İstanbul’un
güzel beldelerinden biri olan, tarih ve kültürle yoğrulmuş Şile; Hitit, Frigya,
Lidya, Pers, Bitinya, Roma, Bizans ve Selçuklu ve Osmanlı gibi birçok kültür ve
medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bu kültür ve medeniyetlerden Şile’ye miras
kalan unsurların başında ahşap tezgâhlarda dokunan Şile bezi gelir.”
Şile’yi, dünyaya
tanıtan en önemli ürün, bezidir. Şile bezi, geçmiş yaşamların bugüne
taşınmasında önemli bir köprü ve etmen işlevi görmektedir. Şile’de geçmişin
izlerini bezin motiflerinde görmek mümkündür. İnsanların sevinçleri, hüzünleri,
ayrılıkları, özlemleri kadınlarımızın sanatsal yorumları motiflere işlenmiş;
her motifin bir hikâyesi, her hikâyenin adı olmuştur.
Şile bezi almak için
birçok dükkân dolaştık. Sonunda istediğimizi bulamasak da uygun bir şeyler
aldık. Alışverişten sonra, tepede denize nazır bir mekânda eşimle birlikte çayımızı
da yudumladık. Serbest zaman 1 saat
olarak verilmişti. Konaklayacağımız otel de Şile’de olduğu için oldukça rahat
davrandık.
Otele geldiğimizde gün
batmamıştı. Kocaman otelde sadece biz vardık. Sezon açılmadığı için otele bakım
da yapılmamış. Yıldızına uygun bir otel değildi. Gezinin sonuna doğru
yorgunluğumuz arttığı için hemen odalarımıza çekildik. Sabah yine kendi
saatimizde Polonezköy’e uğrayacağız. Sonrasında ‘kelebekler’ diyarına. Daha sonra
ise Süleymaniye Camii ziyaret edilecek ve orada kuru fasulye yenilecek.
Polonezköy
“Polonezköy, İstanbul'un Beykoz
ilçesinde yer alan, eski adı "Adampol" olan Polonyalıların köyüdür.
1938 yılında Polonezköy sakinleri T.C. vatandaşlığına
kabul edildiler. 1968 yılında işledikleri topraklar üzerinde tapu hakkına sahip
oldular. Öte yandan, Czartoryski ailesinin vârisleri ise Polonezköylüler lehine
mülkiyet haklarından/iyelik haklarından vazgeçtiler.
18.yüzyılın sonunda, Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından
bölünerek istila edilen Polonya, Prens Adam Czartoryski başkanlığında 1918
yılında tekrar kuruldu ve özgürlüğüne kavuştu. Bu zaman zarfında sadece Osmanlı
İmparatorluğu, Polonya’nın parçalanmasını kabul etmedi.
Daha sonra Michael Czartoryski ‘Şark Ajanlığı’ adıyla anılan
Polonya Temsilciliği’ni kurdu İstanbul’da. Michael Czartoryski din olarak da İslam’ı
seçti. Neticesinde Mehmet Sadık Paşa isim ve rütbesini aldı.
Sultan Abdülmecit de harp sonrası yayınladığı bir fermanla
savaşa katılan subay ve askerleri ödüllendirdi ve köyde yaşayanlara vergi
muafiyeti getirdi. İşte bu köyün adıdır Polonezköy.
Czestochova
Meryem Ana Kilisesi
Kilise,
tarihin tozlu sayfalarını aralamanıza yardımcı, ayakta kalan tek şahittir. Ne
yazık ki hafta içinde kapalı tutuluyor.
Kelebeğin Hikayesi
Kelebek çiftliğinde rehberliği, orada görevli bir bayan
yaptı.
“Ülkemizde tek, Avrupa'nın ise sayılı kelebek çiftliklerinden
biri, İstanbul Kelebek Çiftliği. Çiftlik, kimya öğretmeni Çiğdem Ünlü ve
akademisyen Nafiz Ünlü çifti tarafından 2014 yılında kuruldu. Çocukların doğa
ile barışık olduğu bir mekân yaratma amacıyla kurulan çiftlikte yaklaşık 20
nadir tür tropikal kelebek yaşıyor.
Kelebekler doğanın en güzel ve en sevilen yaratıklarıdır. Güneşli bir
yaz günü, can alıcı renklerle bezenmiş bir kelebek gördüğümüzde içimize bir
mutluluk dolar. Peki dünyada boyları 1,5 ila 30 cm arasında değişen 200.000
farklı kelebek türü olduğunu biliyor muydunuz?
Kelebekler hakkında en dikkat çekici şey,
hayatlarının çoğunluğunu bir tırtıl olarak geçirmeleridir. Sürünen, bitkilerin
üzerinde yaşayan, bazen bir yaprak veya kuş dışkısına benzeyen bu yaratıklar kâğıt
inceliğinde rengarenk kanatlara sahip uçan böceklere dönüşene kadar, hiç de
ilginç görünmeyebilirler. Acaba kelebekler göründükleri gibi güzel ve dertsiz
midirler?
Kelebeğin hikayesi hayatta kalma hikayesidir.
Yumurtadan kelebeğe dönüşüm yolculuğu, doğanın en inanılmaz mucizelerinden
biridir. Bütün zorluklara ve sayılarını azaltan düşmanlarına rağmen, savunmasız
görünen bu muhteşem canlıların yumurtadan çıkmalarından itibaren gösterdikleri
hayatta kalma mücadelesinin ödülü, renkli bir uçuşla geçen kısacık birkaç
gündür.
Bulunan en eski kelebek fosilleri 50 milyon
yıl öncesine aittir. Böylesine olağanüstü uzun bir zaman soylarını
sürdürebilmelerine rağmen, son yıllarda yaşam alanlarında görünen daralma bu
güzel canlıların birçok türünün geleceğini tehdit etmektedir.
Biz kelebek çiftliğimizi kurarken özellikle
bu noktaya dikkat çekmek istedik. Doğal hayatın devamlılığı kelebek türlerinin
azalmadan soylarını sürdürmeleri açısından çok önemli... Kelebek serasındaki
kelebekler doğal hayattan alınmış değiller. Sadece tüm dünyadaki çiftliklerde
bulundurulmak üzere özel olarak üretilmekteler. Kelebekler, üretim yapılan
köylerdeki yaşayanlar için de önemli bir gelir kaynağı oluşturuyorlar.”
Kelebek bahçesinde dolaşırken bir kelebek
geldi ve benim elime kondu. Korkup kaçmadı da. Kızım Dilruba o anı
ölümsüzleştirdi. Eşim ve kızım çok şanslı olduğumu söylediler. Ben de “Eğer
şanslı olmasaydım sizin gibi iki güzel bayanı Allah bana nasip eder miydi”
dedim, şakalaştık. Ve o kelebeğin kanadında çıktık Berlin yolculuğuna…
Elveda Batı Karadeniz ve elveda İstanbul.
Bitti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder