8 Ağustos 2025 Cuma
LOZAN VI
LOZAN VI
LOZAN’DAN YAZIYORUM
-Lozan’da Hilafet Gitti, Patrikhane Kaldı-
Rüştü Kam – 09.08.2025
Lozan’dayım. Lozan Antlaşması’nın müzakere edildiği ve imzalandığı mekânları geziyorum. “Beau-Rivage Palace” sarayında düzenlenen uluslararası Beau-Rivage Konferansı -bizde bilinen adıyla Lozan Konferansı- görkemli bir sarayda yapılmış. Şu an beş yıldızlı otel olarak hizmet veriyor. Göl kenarında, manzarası etkileyici bir mekân. O günleri, bahçesinde oğullarımla kahvemizi yudumlarken andık.
Müzakere salonunda, o günleri hatırlatacak pek bir şey kalmamış. Sadece koridorlarda o döneme ait bazı fotoğraflar yer alıyor. Müzakere salonu ile imza töreninin yapıldığı salon farklı yerlerde. İmza salonu günümüzde müzeye dönüştürülmüş. Ne var ki kapalı olduğu için içeri girip fotoğraf çekme imkânımız olmadı.
Koridorlarda dolaşırken, konferanstan sonra o güzel memleketimde meydana gelen o bildik olaylar aklıma geldi. Mesela Halifeliğin kaldırılması. Halifelik niçin kaldırıldı ki;
Düşündüm. Zihnimde, Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının tarihsel sürekliliği ile Halifelik kurumunun kaldırılmasının İslam dünyasına etkileri belirmeye başladı. Bir kıyaslama yapayım dedim ve yaptım:
Tarih sahnesinde uzun süre varlığını koruyabilmiş iki büyük imparatorluktan bahsediyorum: Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu (Devlet-i Âliyye-i Osmaniye).
Roma İmparatorluğu, parçalı bir yapıya sahiptir. Farklı dönemlerde ve zamanlarda farklı yönetim biçimleri ve uygulamalarıyla varlığını sürdürmüştür. Özellikle Orta Çağ’da Batı Avrupa’da engizisyon süreçleri yaşanmış, dinî ve toplumsal baskı mekanizmaları ön plana çıkmıştır. Batı Roma 476’da yıkılırken, Doğu Roma (Bizans) 1453’te İstanbul’un fethiyle sona ermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ise tek parçadır. Merkezi bir yönetim yapısına sahiptir. Yaklaşık altı asır boyunca siyasi ve hukuki istikrarını korumuştur. Osmanlının tarihinde, “engizisyon” dönemi bulunmamaktadır. Yoktur ki bulunsun. Bu durum, birçok tarihçi ve düşünür tarafından devletin dayandığı inanç sistemi ve adalet anlayışıyla ilişkilendirilmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından önce, Osmanlı’nın sona ermesi sürecinde Lozan Antlaşması (1923) ile şekillenen yeni uluslararası düzenin, yalnızca sınır ve toprak meseleleriyle sınırlı olmadığı; aynı zamanda Osmanlı’nın temsil ettiği İslami kimliğin de dönüştürülmeye çalışıldığı bilinmektedir.
1924 yılında kaldırılan Halifelik, İslam dünyasında siyasi bir otoriteden ziyade, birlik ve temsil sembolü olarak önemli bir konuma sahipti. Bu kurumun ortadan kalkmasıyla birlikte Suriye Fransa’nın, Irak ve Hindistan İngiltere’nin, Kuzey Afrika Fransa’nın egemenliğine girmiş; İslam dünyası hem siyasi hem de inanç birliği anlamında ortak bir liderlikten mahrum kalmıştır.
Halifelik, her ne kadar tüm sorunları çözecek bir “kurtarıcı” mekanizma olmasa da Müslüman toplumlar arasında ortak kimlik ve aidiyet duygusunu pekiştiren bir çatı işlevi görmüştür. Bu kurumun kaldırılmasının ardından İslam dünyası parçalanmış, ülkeler kendi iç dinamiklerine hapsolmuşlardır.
Son yüzyılda Osmanlı mirası, ulusal tarih yazımlarında olumsuz bir perspektifle aktarılmış; “Hasta Adam”, “despotik rejim” veya “gericiliğin sembolü” gibi nitelemelerle ön plana çıkarılmıştır. Bu yaklaşım yalnızca Osmanlı’nın siyasi mirasını değil, onun temsil ettiği kültürel ve dini değerler sistemini de tarihsel hafızada tartışmalı bir konuma yerleştirmiştir.
Bir imparatorluk düşünün:
Fasılasız, 600 yıl hüküm sürsün, üç kıtada adalet dağıtsın, dini, dili, ırkı farklı olan onlarca milletten bir araya gelen halkı yönetsin, ama mirasçısı olarak sizin eğitim sisteminizde hâlâ onun sadece çöküş dönemi, sefalet yılları okutuluyor, anlatılıyor olsun...
Garip değil mi? Neden garip?
Çünkü Osmanlı’nın İslam’la kurduğu ilişki, bugünün dünyasında “millî kimlik” inşasına engel oluyor da ondan.
Çünkü Osmanlı, sadece bir devlet değildi, aynı zamanda bir ümmet fikrinin somut haliydi.
Onu itibarsızlaştırmak, onun bu fikrini toprağa gömmekti. Gömdüler. Evet, içerideki işbirlikçileriyle bunu da başardılar.
Bugün İsrail’in, Gazze’yi yerle bir etmesini konulu film gibi izleyen, Doğu Türkistan’da asimilasyona uğrayan milyonlara el uzatamayan, Yemen, Sudan, Suriye v.b. Coğrafyalarda param parça olmuş halde kurtarıcı bekleyen bir İslam coğrafyası var. O, Osmanlı topraklarındaki devletçikler bunlar. Etleri ne butları ne? Döşüne basılmış ve gırtlağı sıkılmış halde, öylece bekliyor, sesi soluğu çıkmıyor, çıksa da kimse duymuyor.
Hilafetin kaldırılmasını yalnızca “reform” olarak görmek, bugünün krizlerini anlamamıza engel olur. Oluyor da zaten. Yanlıştır.
Bugünden sonra hilafet geri gelmeyecektir; ancak o makamın temsil ettiği birlik, adalet, rehberlik ve itiraz gücü yeniden inşa edilebilir. Bu mümkündür.
Sorarım siz kıymetli okuyucularıma: Osmanlı eğer Müslüman değil de Hristiyan bir imparatorluk olsaydı;
Alfabesi değişir miydi?
Kiliseleri kapatılır mıydı?
Manastırları ve vakıfları lağvedilir miydi?
Osmanlı, inancından dolayı değil de yalnızca “geri kalmışlığından” dolayı mı tasfiye edildi, yoksa asıl mesele mensubu olduğu dini miydi?
Cevabını ben vereyim: Mensubu olduğu diniydi, İslam’dı hedefe konan. Çünkü Lozan’da alınan ama resmi tutanaklara geçmeyen kritik kararlardan biri de şuydu: “Fener Rum Patrikhanesi İstanbul’da kalacak. Üstelik yalnızca kalmakla yetinmeyecek; resmî olarak “ekümenik” (evrensel) sıfatı olmasa da fiiliyatta uluslararası arenada rol oynamayı sürdürecekti.” (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi c.10. s.1-2)
Sürdürdü mü? Evet Sürdürdü. Sürdürüyor da.
İngiltere Başbakanı Lloyd George’un danışmanı şöyle diyordu:
“Hilafet devam ettikçe İslam dünyası birleşme hayali kuracaktır. Türkiye, bu otoriteden arındırılmalıdır.”
Arındırıldı mı? Evet arındırıldı.
Artık geldiğimiz yerden baktığımızda, Halifeliğin kaldırılmasının doğrudan sonucunu net olarak görebiliyoruz. İslam dünyası liderlik boşluğuna düşmüştür. O tarihten sonra hiçbir İslam ülkesi, ne siyaseten ne de fikren ümmetin öncüsü olmayı üstlenememiştir. Her biri kendi içine kapanmıştır ve milliyetçilik tuzağına düşmüştür. Ümmet, milletlere bölünmüştür. Kıble birdir, secde birdir ama yönler ayrı ayrıdır. Ümmet hastadır. Bu ümmetin Kur’an hastanesinde tedavi edilmesi gerekir.
Bugün İslam dünyasında yaşanan dağınıklığın, birliğe duyulan hasretin ve kimlik krizlerinin kökeninde bu hastalık yatmaktadır. Liderlik makamı yıkıldı ama yerine hiçbir şey konulmadı. Ortadoğu’da kurulmaya çalışılan yeni düzen, bu yıkımın üzerine inşa edilmektedir.
Tarihçi-yazar Mustafa Armağan, “Lozan bir zafer değil, bir kapanıştır” derken, hilafetin kaldırılmasını da bu kapanışın son perdesi olarak değerlendirmektedir.
Ona göre hilafetin tasfiyesi, Batı’nın uzun vadeli hedeflerinin bir parçasıdır:
“Lozan’da masada görünmeyen ama asıl pazarlığı yapılan şey, hilafetin kaldırılmasıdır. Batı, Türkiye’nin laikleştirilmesini sadece kendi güvenliği için değil, İslam dünyasının zihin haritasını da yeniden çizmek için istemiştir.”
Düşünür ve yazar Yusuf Kaplan da, hilafetin kaldırılmasını medeniyet perspektifinden ele alır:
“Hilafetin kaldırılması, sadece siyasi değil; epistemik bir kırılmadır. İslam düşüncesinin merkezi çökmüş, akıl başka yerlere ipotek edilmiştir. Bu, bir tür ruh kaybıdır.”
Kaplan’a göre, hilafetin ilgasıyla İslam coğrafyası parçalanmış, her ülke kendi içine kapanmıştır. Bu da emperyalizmin istediği şeydir: Birlik değil, ayrılık. Bu başarılmıştır.
Meclis’ten sürgüne gönderilen ve hilafetin kaldırılmasına en sert muhalefeti yapan isimlerden biri de Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'dir. Mısır’da yazdığı “Hilafetin Yıkılışı” adlı eserde şunları yazar:
“Türk milleti hilafeti yıkmakla kendi ayağını kesmiş, ümmetin itimadını ve duasını kaybetmiştir. Aslında zalimler, hilafeti değil, İslam’ı hedef almıştır.”
Mustafa Sabri Efendi’ye göre, hilafetin kaldırılması, Batı’nın İslam üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmak içindi. Ona göre bu karar, Türk milletine değil, İngiltere’ye hizmet etmiştir. Etmeye de devam etmektedir.
Başörtülü, seçilmiş bir milletvekiline (Merve Kavakçı), Türkiye Büyük Millet Meclisinin çatısı altında;
“Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildirin” diyerek Milletin Meclisinin Kürsüsünden, Millet’e rağmen avazının çıktığı kadar bağıran, yırtınan, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı, aynı zihniyetin ürünü değil midir?
Yorumu sizlere bırakıyorum…
Devam edecek
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder