1 Aralık 2025 Pazartesi

ENDÜLÜS, ACILARIN ŞEHRİ

ACILARIN ŞEHRİ ENDÜLÜS -Türk Eğitim Derneğinin Kültür Gezisinden 2012- Flamenko Flamenko dansını seyretmek için önceden randevu almıştık. On beş kişilik bir gruptuk. Bu gezi Berlin Türk Eğitim Derneği tarafından organize edilen Kültür Gezisinin üçüncüsüydü. Ancak grubun içinde Flamenko gösterisine gitmek konusunda tereddüt yaşayan arkadaşlarımız vardı. Kadınlı erkekli bir eğlence ortamına sıcak bakmayan arkadaşlarımızdı bunlar. “Bizim için uygun olmaz” diye düşündüklerini açıkça söylediler. Biz de anlayışla karşıladık; sonuçta herkesin kendine göre bir ölçüsü bir hassasiyeti vardı. Yine de Flamenko’nun öyle bir “eğlence” olmadığını, daha çok bir halkın acısının ve isyanının sanata dönüşmüş hâli olduğunu anlatmaya çalıştık onlara. Önce omuz silktiler ama ikna girişimlerimize de tam kapılarını kapatmadılar. Sonunda ortak bir karara vardık: Eğer sahne, seyredilemeyecek kadar uygunsuz bir hal alırsa hep birlikte salonu terk edecektik. Bu şartı kabul ettiler. Gösteri başladığında ise hepimiz aynı anda anladık ki, Flamenko sadece bir dans değil; tarih boyunca hor görülen, ezilen insanların ruhunun sahneye taşınmış hâliydi. O ilk gitar tınısı duyulduğunda salonda bir sessizlik oldu. Gecenin ilerleyen dakikalarında, tereddüt eden arkadaşlarımızın yüzündeki ifadeyi fark ettim: Bekledikleri gibi bir eğlence değil, bir hüzün ve isyan sahnesi vardı karşımızda. Flamenko gecesi, Urfa’nın sıra gecelerini andırıyordu aslında, tek farkla: Neşenin yerini hüzün almıştı bu gecede. Dansçıların her adımında, her parmak şıklatışında, her haykırışında birikmiş acılar dile geliyordu. Dans eden kadınların etekleri, ritimle birlikte dalga dalga savrulurken adeta bir hikâye anlatıyordu: Çingenelerin sürgünleri, Arapların dışlanmışlığı, Yahudilerin göçleri, mazlum Hristiyanların çaresizliği… Hepsi bu ritmin içinde vardı. Dansçıların yüzlerindeki ifadeler bizi başka bir zamana götürüyordu. Birden, sahnede dönen bedenlerin arkasında bir halkın hafızası beliriyordu. Ayağın yere vuruluşu sadece ritim değil, bir öfkenin dışa yansımasıydı; kolun yukarı kalkışı bir özgürlük arayışı; gözlerdeki hüzün ise yüzyılların sessiz çığlığı gibiydi. Sahnedeki kadın, elinin kenarıyla havayı yararken sanki “Bizi görmezden geldiniz ama biz buradayız!” diyordu. Erkek dansçının sert adımları, acıya karşı bir meydan okuma gibiydi. Dikkat edince, dansın içinde çok iyi saklanmış bir çığlık vardı: Kırılganlık ve güç, hüzün ve isyan aynı anda anlatılıyordu. Gitarın tize çıkan sesi, canı yanan bir çocuğun feryadını andırırken; derin tok sesi, köle düzenine başkaldıran bir halkın göğsünden kopup gelen bir isyanın nefesiydi. Vokalistin ara ara yükselen hıçkırık tonlu sesi ise daha da acıklıydı, kalplere dokunuyordu. Sanki karanlık bir sokakta kaybolmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi, sonra birden sahnedeki ritim sizi yeniden yola sokuyor. Gecenin ilerleyen kısmında sahneye bir kadın dansçı çıktı. Yüzünde derin bir kararlılık, gözlerinde görünmez derin bir yara vardı. Her dönüşünde, her avuç şıklatışında içindeki fırtınayı dışarı vuruyordu: “Kimse bilmez içimdeki yarayı, Gülüşlerim ateşten bir örtüdür. Dans ederim, ama her adımım Kaderime vurduğum tokattır.” Sahne o an sadece bir dans alanı değil; bir kadının kendi kaderiyle hesaplaşma yerine dönüşmüştü. Gecenin sonunda son bir ağıt duyuldu. Vokalistin sesi titriyordu: “Rüzgâr alır götürür sesimi, Dağlara çarpar döner bana. Ne kadar sustursalar da Şarkım ölmez; Çünkü acım hâlâ ayaktadır.” Salon sessizliğe gömüldü; alkış bile gecikti. Çünkü herkes biraz kendine dönmüştü, biraz da sahnedeki acıya… Gösteri bittiğinde hep birlikte dışarı çıktık. En çok tereddüt eden arkadaşlarımız bile memnuniyetlerini dile getiriyordu. Hepimiz aynı şeyin farkına varmıştık: Flamenko bir eğlence değildi, bir halkın tarih atlasıydı. İsyanın, hüznün, özgürlük arayışının ritme ve bedene bürünmüş hâliydi. Flamenkonun içindeki isyanı, özgürlük arayışını, halkların ortak çilesinin ritme dönüşmüş hâlini görmeden Endülüs halkını anlamak eksik kalırmış meğer. Ve iyi ki o akşam hep birlikte oradaydık… İsyanın çığlığa dönüştüğü o salondaydık. Flamenko’nun, İspanya’ya özgü olduğu bilinmesine rağmen, aslında Endülüs bölgesi kültürünün eseriymiş. Acıyı onlar yaşamış. İçinde acı, hüzün, isyan olan bir dans Flamenko. Halk dansı. Müthiş bir sanat. Dansçıların o kıvrak hareketleri karşısında adeta büyüleniyoruz; iki saatimizin nasıl geçtiğini bile fark edemedik. Flamenko, 14. yy sonrasında dışlanan Çingenelerin, Arapların, Yahudilerin ve toplum dışı bırakılmış Hristiyanların birbirleriyle kaynaşması sonucu meydana gelmiş. O dışlanmış halk grupları, problemlerini Flamenko’yla bir şekilde ifade etmek istemişler. Bunu da müzik ve dans yoluyla yapmışlar. “Yıllarca zulüm gören, yoksulluk çeken, ezilen; toplumsal sorun ve güvenilmez olarak nitelendirilen, tarihleri boyunca mal mülk edinemeyen, adi işlerde, tarım ya da maden ocaklarında çalıştırılan bu insanlar; hırs, şefkat, özgürlük ruhu, isyan gibi etkenlerle Flamenko’yu oluşturmuşlar. Acılarını, mutsuzluklarını Flamenko ile ifade etmişler. Flamenkodaki sert duruşlar, hüzünlü ifadeler, şarkılar bu acıları anlatıyormuş meğer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder