1 Aralık 2025 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE

TÜRKİYE İLE AVRUPA BİRLİĞİ NİKAHLANABİLİR Mİ; NE DERSENİZ…? Rüştü Kam 22.11.2025 Berlin Avrupa Birliği meselesi son günlerde yeniden alevlendi; televizyon ekranlarında hararetli tartışmalar peş peşe geliyor. Ben de AB içinde yaşayan bir Müslüman Türk olarak, konuya kendi penceremden bakmak ve gözlemlerimi siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Türkiye’nin Avrupa Birliği(AB) üyeliği yıllardan beri Avrupa birliğinin çekmecesinde öylece duruyor. Türkiye arada bir çekmecenin açılmasını istiyor, istiyor istemesine de AB bu isteğe sıcak bakmıyor. Ayıp olmasın diye de bazen tamam haklısınız ama yerine getirmeniz gereken yükümlülükler var deyip çalıyı dolaşmayı tercih ediyorlar. Konu, Ankara’nın gündeminde de zaten öylesine duruyor desek yanlış olmaz. Konunun diplomasiyle çözülme durumu çoktan geçmiş durumda. Artık bu, sadece bir üyelik başvurusu olmaktan çıkmıştır. Avrupa’nın güç haritasının, kimlik algısının ve jeopolitik yönünün yeniden şekillenmesini gerektiren derin bir tartışma haline gelmiştir. Türkiye’de yapılan tartışmalar ise, izleyebildiğim kadarıyla çoğu zaman oldukça sığ ve içi boş. Ekrandaki konuşmacılar, Türkiye’nin gerçek çıkarlarını masaya yatırmaktan çok, kendi siyasi görüşlerini karşı tarafa kabul ettirme derdine düşmüş görünüyor. Kimi zaman bu programlar, seviyeli bir müzakereyi değil, adeta sokak kavgasını andıran sahneleri ekranlara taşıyor. Tartışmacıların önemli bir kısmı akıllarıyla değil, hisleri ve önyargılarıyla konuşuyor. Bir yanda Kemalist reflekslerle AB’yi “muasır medeniyet” mercii olarak görenler, bir yanda her dış meselede “emperyal oyunu” arayan kesimler, bir yanda azınlık ve kimlik tartışmalarını Avrupa politikasıyla karıştıranlar, bir yanda da dışarıdaki belirli odaklarla uyumlu şekilde Türkiye'nin zayıflatılmasını bir strateji zanneden muhalefet damarları… Bütün bu karmaşa, meselenin sağlıklı biçimde tartışılmasını engelliyor; seviyeyi olması gereken yerden koparıp adeta kaosa kapı aralıyor. Oysa Türkiye–AB ilişkisini ele alırken kullanılan mercek ne ideolojik öfke olmalı, ne de romantik bir hayranlık. Bu dosyayı hakkıyla değerlendirebilecek tek yaklaşım, serinkanlı ve realist bir bakış açısıdır. Olur mu dersiniz? Doğrusunu isterseniz, ben emin değilim… Gelin, önce arka plandaki yaşanmışlıkları, temel bilgileri sahneye çağıralım; sonra da sakin sakin şu soruya birlikte cevap arayalım: Bu evlilik gerçekten gerçekleşir mi, yoksa hiçbir zaman nikâh masasına oturamayacak iki tarafın uzun bir nişanlılık hikâyesi olarak kalır mı? Sovyetler Birliği dağıldığında, Batı’nın yıllarca “kırmızı tehlike” diye andığı düşman sahneden çekildi ve NATO’nun, hatta tüm güvenlik mimarisinin anlamı sorgulanır oldu. Tam da o dönemde, siyasi raporlarda, konferans salonlarında, siyasetin mutfağında ve gazete köşelerinde yavaş yavaş başka bir renk dolaşıma girdi: “Yeşil tehlike.” Bu ifade, çoğu zaman açıkça telaffuz edilmese de, İslam dünyasının ve Müslüman ülkelerin yeni bir “sorun alanı” olarak kodlanmasının simgesine dönüştü. Eski NATO Genel Sekreteri Willy Claes’in “fundamentalist İslam komünizm kadar tehlikelidir” sözü, bu zihniyetin resmî dilden sızmış bir işareti gibiydi; medya da bu yaklaşımı basitleştirerek “kırmızı gitti, yeşil geldi” formülüne indirdi. Soğuk Savaş yıllarında Sovyet tehdidini en sert dille anlatan isimlerden biri de Margaret Thatcher’dı. Margaret Thatcher, İskoçya’da yapılan bir NATO bakanlar kurulu toplantısında benzer bir çerçeve çizmişti. O konuşmasında Batı’nın güvenliğini tehdit eden “kırmızı tehlike ”Sovyetler Birliği’’ tarihe karışmıştır. Artık yeni tehditleri görmemiz gerekir. Bu yeni tehlike İslamcılık tehlikesidir. “Yeni Bolşevizm.” Böylece renkler değişmiştir, kırmızının yerini yeşil almıştır; ama tehdit algısını üreten zihniyet, özünde fazla değişmemiştir.(7 Haziran 1990) Ayrıca, Soğuk Savaş’ın hemen ardından Münih Güvenlik Konferansı’nda da benzer bir değerlendirme gündeme gelmişti. Konferansın 1990’ların başındaki oturumlarında birçok Batılı güvenlik uzmanı ve siyasetçi, Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla İslam dünyasının yeni bir “risk alanı” olarak ele alınmaya başlandığını dile getiriyordu. Diplomatik analizlerde de sıkça vurgulanan bu hava, “kırmızı tehlike bitti, şimdi yeşil tehlike konuşuluyor” şeklinde dile getirildi. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, dönemin ABD Başkanı George W. Bush, Beyaz Saray’da yaptığı bir açıklamada teröre karşı başlatılacak mücadeleyi anlatırken, bunun bir “crusade” (haçlı seferi) olacağını söyledi(2001). Bu ifade, özellikle Müslüman dünyasında derin bir rahatsızlık ve güvensizlik oluşturdu. Çünkü “haçlı seferi” sözü, tarihsel hafızada sadece teröre karşı bir operasyonu değil, doğrudan Hristiyan Batı’nın İslam dünyasına karşı topyekûn saldırısı çağrışımını taşıyordu. Artık “teröre karşı savaş” diye sunulan şey, çoklarının gözünde, eski haçlı zihniyetinin modern bir devamı gibi okunmaya başlamıştı. Bugün Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye hep kapıda bekletilen misafir muamelesi yapmasını anlamak için, sadece teknik kriterlere değil, işte bu renklere bölünmüş tarihsel hafızaya da bakmak gerekir. Bu durumda AB’ne Türkiye’yi almaları mümkün müdür? Türkiye’nin yalnızca nüfusu değil, aynı zamanda İslam dünyasıyla olan tarihsel ve kültürel bağları da bu kimlik katmanlarını zorlayan bir unsurdur. Türkiye içeri girdiğinde, AB’nin demografik dengesi kökten değişecek; parlamentonun güç dağılımı yeniden şekillenecek; hatta AB’nin “kimliğimizi neye göre tanımlıyoruz?” tartışması yeniden açılacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye alınmayışı sadece teknik gerekçelerle açıklanamaz; mesele, AB açısından adeta bir varlık-yokluk meselesidir. Çünkü Türkiye’yi içine kabul ettiği anda Avrupa, kendi kimliğini, sınırlarını ve “biz kimiz?” sorusunu yeniden tartışmak zorunda kalacaktır. Buna ek olarak, Türkiye artık "aday ülke" kategorisinden çok daha fazlasıdır. Savunma sanayiindeki yükselişi, bölgesel operasyon kapasitesi, NATO’daki pozisyonu ve özellikle Avrasya coğrafyasındaki Türk devletleriyle kurduğu güçlü bağlar; Ankara’yı sadece Avrupa'nın değil; Rusya, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu dengelerinin tam merkezine yerleştiriyor. Bugün Türkiye, Moskova'yla rekabet ve işbirliğini aynı anda yürütebilen, Azerbaycan’dan Somali’ye kadar uzanan bir etkinlik alanı kurabilen, Balkanlar’da ve Doğu Akdeniz’de oyun kurabilen ve yeri geldiğinde bu oyunun kuralını kendi lehine değiştirebilen bir aktördür. Böyle bir ülkenin AB’ye tam üyeliği yalnızca bürokratik uyumla açıklanamaz. Bu, AB’nin sınırlarını İran’a, Irak’a ve Suriye’ye kadar uzatması anlamına gelir ki, Brüksel’in bunu kolayca hazmetmesi beklenemez. Boğazına kılçıklar dizilebilir… ürkiye için asıl tehlike ise meselenin içeride bir “dış politika romantizmi”ne dönüştürülmesidir. Bir yanda AB üyeliğini neredeyse tek başına bir “kurtuluş reçetesi” gibi sunanlar, diğer yanda Batı karşıtlığını iç politikada kullanışlı bir manevra alanına çevirenler var. Bu iki uç yaklaşım da Türkiye’nin stratejik gerçekliğine zarar veriyor. Oysa Türkiye artık kimsenin periferisinde duracak bir ülke değildir; ne AB’nin kapısında süresiz bekleyecek kadar güçsüz, ne de AB’yi bütünüyle gözden çıkaracak kadar yalnızdır. O kendisi hakkında verilen kararlara uyan değil, karar vericiler hakkında karar verebilen bir ülkedir. Bu nedenle mesele ne “AB bizi alır mı?” basitliğine, ne de “Biz AB’ye muhtaç mıyız?” sığlığına indirgenebilir. Asıl soru şudur: Türkiye ile AB, birbirlerini gerçekten nereye kadar taşıyabilir, hangi aşamada birbirlerini bırakmak zorunda kalırlar? Ve o noktaya kadar atılan her adım, iki taraf için sahici bir kazanım mı olacaktır, yoksa gecikmiş bir kopuşun faturasını ağırlaştıran bir yük mü? Türkiye AB meselesini, ithal ideolojilerle değil; stratejik akılla, özgüvenle ve tarihsel rolünün farkında olarak masaya yatırmalıdır. Gelinen noktada, AB’nin Türkiye’yi nereye koyduğundan çok, Türkiye’nin kendini nereye koyduğu belirleyici olmalıdır. AB mi, Türk Birliği mi, İslâm Ülkeleri ile oluşturulacak güçlü bir birlik mi? Türkiye’nin önünde seçenek oldukça fazladır. Son tahlilde, Türkiye–AB ilişkisi ne bir aşk hikâyesidir ne de bir nefret masalıdır. Bu ilişki, güçle, kimlikle ve coğrafyayla ilgilidir. Ve bu üç başlık soğukkanlı analiz ister, berraklık ister. Velhasıl Türkiye ile AB nikah masasına oturamaz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder