1 Aralık 2025 Pazartesi

ISFAHAN, İRAN

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN İRAN GEZİSİNDEN 2015 Rüştü KAM İsfahan İsfahan’a vardığımızda saat 13.30’du. Güneş tam tepedeydi, hava berrak, yolun yorgunluğu ise üzerimizde. Hiç vakit kaybetmeden Nakş-ı Cihan Meydanı’na indik. Meydan, şehir planlamacılığının şahane bir örneği. Cennet’te bir bahçe gibi. 500 metre uzunluğunda, 160 metre genişliğinde; çevresi sütunlu yapılarla çevrilmiş, ortasında geniş bir havuz parlıyor. Sanki şehir, bütün ruhunu bu meydana bırakmış. Meydandaki İmam Mescidi, Şah Abbas’ın emriyle tam 18 yılda tamamlanmış; 1629 tarihli. Her bir çinisi, sabırla dizilmiş bir dua gibi. Meydanın etrafında kapalı çarşılar uzanıyor. Dükkanlardan sedef kokusu, bakır tınısı yükseliyor. İnce İsfahan sanatı her yerde: Minyatürlerde sabrın, kakmalarda zarafetin, metal işlemelerde ustalığın izi var. Bu pazar haftada bir gün erkeklere kapatılıp yalnızca kadınlara açılıyormuş. O gün, şehrin renkleri değişiyor olmalı; kadınların sesleri, kahkahaları, çarşının taş duvarlarına karışıyordur. İsfahan’ın ruhu, mavi çinilerinde saklı. Her cami, her kubbe, her mihrap… gökyüzünden bir parça koparılmış gibi. Şehrin mimarisi kadar havası da yumuşak; Tahran’ın gerginliği yok burada, Kum’un sertliği de yok. Huzurlu, dingin, neredeyse mistik bir sessizlik hakim. Devrim ateşinin harareti değil, sanatın içtenliği sarmış insanlarını. İran’ın üçüncü büyük şehriymiş İsfahan; nüfusu iki milyon civarında. Yeşili bol, suyu bol, her taraf tarih. Bulvarlarıyla, köprüleriyle, saraylarıyla, minareleriyle bir açık hava müzesi gibi. Her köşeden tarih bir şeyler fısıldıyor ziyaretçilerine; taşlar bile geçmişi anlatmak için sıraya girmişler, birbirleriyle yarış ediyorlar. Selçuklu hanedanının kurucusu Tuğrul Bey, 11. yüzyıl ortasında burayı başkent yapmış. Torunu Melikşah döneminde şehir büyümüş, güzelleşmiş; o dönemde Mescid-i Cuma’nın yapımına başlanmış. Ardından 13. yüzyıl gelmiş—Timur’un orduları. O güzelim şehir yağmalanmış, tarumar edilmiş. Yine de küllerinden doğmuş İsfahan. 17. yüzyılda Nakş-ı Cihan Meydanı inşa edilmiş; bugün UNESCO Dünya Mirası listesinde. Zayende Nehri, şehrin kalbinden geçiyor. Üzerindeki köprülerden en meşhuru Siose Pol—“33 Gözlü Köprü.” 300 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde. Akşamüstü ışığında taşları sanki canlanıyor. Biz gündüz gözüyle göremedik köprüyü; ama o köprünün gece ışığında nasıl bir şiire dönüştüğünü görmek lazım, tahmin etmeniz zor değil. İsfahan, adeta İran’ın kalbinde atan bir sanat nefesi. Her sokak, her kemer, her çini… sabrın, inceliğin ve derin bir ruhun tanıklığı gibi. Dedim ya İsfahan gerçekten Cennet’ten bir köşe. Biz o cenneti çevreleyen çepeçevre saran binaların birinci katında bir sofraya oturduk. Yer sofrası. Harika bir tasarım yapılmış. Tabağımızda İsfahan’ın sade lezzetleri; aşağıda suyun serinliği. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi ile baş başa vererek uzun bir sohbet ettik. Dopdolu bir insan Hüseyin Hoca. Şii külliyatına hâkim ama öyle hatır için konuşanlardan değil. Yeri geldiğinde eleştirel yaklaşabiliyor. Revakların üzerinden, kalabalığı yukarıdan seyrediyoruz. Sanatın sabrı, mavi çininin dili, Şah Abbas’ın şehir tasavvuru ve Hüseyin Hatemi’nin dilinden şu cümleler dökülüveriyor. “Bu meydan İslam medeniyetinin şehir anlayışını temsil eder. Bu meydan, sadece taş ve sütunlardan ibaret bir mimari düzen değil; bir dünya görüşünün, bir yaşam felsefesinin mekâna yansımış hâlidir.” Başımızı salladık. Cümlenin tadı damağımızda kaldı. İmam Mescidi’ne çevrildi gözlerimiz; 18 yılda sabırla örülen, 1629’un imzası. Her çini, bir dua. Her mihrap, gökyüzünden inmiş bir parça gibi…İsfahan sen bir başkasın… Otele dönünce arkadaşlar istirahate çekildi; biz ise Veli Karakaya kardeşimle yine İsfahan caddelerine düştük. Şehri keşfetmek gerekiyordu. Cuma olduğu için alışveriş merkezlerinin çoğu kapalıydı. Vardığımız sonuç: İsfahan gerçekten harika bir şehir. Cennet’te İsfahan’dan daha güzel ne ola ki;…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder