1 Aralık 2025 Pazartesi

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN BATI KARADENİZ GEZİSİNDEN 2018: SİNOP

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN BATI KARADENİZ GEZİSİNDEN 2018: SİNOP RÜŞTÜ KAM Teselli Ağacı ...Hapishanenin çıkışına yakın küçük bir kafede soluklanırken, bahçedeki yaşlı dut ağacının hikâyesini anlattı bize mekânın sahibesi: “Hüseyin Pehlivan mahkûmlardan biridir. Kafkas göçmeni bir ailenin oğludur. Henüz yirmi bir yaşındayken kan davası yüzünden idama mahkum olmuş ve Sinop Cezaevi’ne düşmüştür. Cezası bir müddet sonra, müebbete çevrilmiştir. Buna rağmen kendini salmamış ve içeride okuma yazma öğrenmiştir, yaşama sevincini hiç yitirmemiştir. 1959 yılında cezaevi müdürüne bir dilekçe yazar: ‘Bahçeye bir dut ağacı dikmek istiyorum,’ der. Müdür şaşırır: — ‘Neden?’ diye sorar. Hüseyin Pehlivan gülümseyerek cevap verir: — ‘Müdürüm, yıllar sonra buraya gelen mahkûmlar, “Bu ağacı diken idamlıkmış; cezası müebbete çevrilmiş; sonra da hürriyetine kavuşmuş,” desinler de onlara yaşama umudu olsun. Ben umudumu yitirmedim; onlar da yitirmesinler.’ Müdür, bu sözlerden etkilenir, insanlık duygusu ağır basar: — ‘İstediğin yere dik ağacını,’ der. İşte bugün bahçede gördüğünüz o kocaman dut ağacı, Hüseyin Pehlivan’ın diktiği ağaçtır. Mahkûmlar ona “Teselli Ağacı” adını vermişlerdir. Yıllar geçtikçe nice yorgun gönül, o ağacın gölgesinde umut bulmuştur. Gel zaman git zaman, on yıl sonra af çıkar. Müebbet cezası alan Hüseyin Pehlivan da bu aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuşur. O gider, ama diktiği dut ağacı görevini yapmaya devam eder. Bugün hâlâ oradadır; gövdesiyle direnç, yapraklarıyla umut fısıldar.” Teselli Ağacı'nın hikayesi etkiledi bizi. Ağacın altında teselli arayanlar da gelince Emin harekete geçti. Çaldı düdüğünü. Cezaevinin hüznünden çıkıp şehrin göbeğinde, fıçısındaki Diyojen’e gidiyoruz. Diyojen Orada tepenin başında, yol üzerinde fıçının içinde bir adam. Filozof Diyojen. Etrafında toplandık heykelin ve rehberimiz Doğa Öz'ü dinliyoruz. "MÖ 412 dolaylarında Sinop’ta doğan filozof Diyojen, babasının kalpazanlığının anlaşılması üzerine Atina’ya sürgün edilirler. Babasının işlediği sahtekârlığın utancını sırtında taşımak istemeyen Diyojen dünyadan el etek çeker; sade bir hayatı seçer. Evden de ayrılmıştır. Evsizdir; bir fıçının içinde yaşamaya başlar. Elindeki tası bile, avucuyla su içen bir çocuğu görünce “demek buna da gerek yok” diyerek onu da bıraktığı anlatılır. Gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda dolaşır; soranlara kısa ve o sarsıcı cevabını verir: “Adam arıyorum.” Bir gün karşısına Büyük İskender çıkagelir. Ona sorar, sen kimsin? — “Ben İskender’im.” — “Ben de Diyojen.” — “Benden korkmuyor musun?” — “Sen iyi misin, kötü mü?” — “İyiyim.” — “Öyleyse niye korkayım?” — “Dile benden ne dilersen.” der İskender. — “Gölge etme; başka ihsan istemem senden.” Der. İskender oradan ayrılırken maiyetine döner ve şu sözü söyler: “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.” Sinop, görülmeye değer sürprizlerle dolu bir şehirmiş meğer. Akşamki hayal kırıklığı bizi yanıltmış. Sokaklarında her adımda yeni bir hikâyeye rastlıyorsunuz. Biliyor muydunuz? 2018’de şehirde trafik lambası yoktu; korna sesine de rastlamıyoruz. Herkesin yol hakkına riayet ettiği, dingin bir şehir Sinop… “Türkiye’nin en mutlu insanları” unvanını boşuna vermemişler meğer. Şehrin rüzgârı yüzünüzü okşarken, fenerli bir filozofun gölgesi sanki hâlâ dar sokakların kıvrımlarında dolaşıyor. Burası Sinop. Sinop Mantısı Öğleye yaklaşırken Emin, yüzünde o tanıdık tebessümüyle, “Sinop mantısı yemeden buradan gidilmez,” dedi ve devam etti; hem de teyzenin mekânında yenmelidir diye de vurguladı. Emin öyle diyorsa öyledir, onun sözü, bu yolculuklarda bir tür kanundur — kimse itiraz etmez. Düştük peşine. “Teyzenin Yeri” dedikleri küçük, sade bir lokanta. Kapıda karşılandık. Yerimiz ayrılmış. Servis açılmış. Garson refakat etti masamıza kadar ve hemen; “Buyurun efendim ne arzu ederdiniz? Birebirimize bakıştık. Garson anlamış olmalı ki kararsızlığımızı hemen devreye girdi ve ben karışık öneririm” dedi. Bize de evet dedik. Mantılar geldi. Meğer Sinop usulü karışık mantının yarısı yoğurtlu, yarısı cevizli olurmuş. Cevizler, tereyağında kavrulup mantının üzerine dökülüyor — o koku, insanı çocukluğuna, mutfağın huzuruna götüren cinsten bir koku. Nefis. Gözlerimizi yumarak içimize çekiyoruz. İlk lokmada anladık ki; bu sadece bir yemek değil, bir kültürün inceliği, bir memleketin nezaketi. Yemekten sonra, yine Emin’in tavsiyesine uyarak, yolun öbür tarafındaki dükkândan Boyabat ezmesi de aldık; Sinop’a veda tatlısı anlamında. Her şehirden ayrılırken uyguladığımız sünnetimizi Sinop’tan ayrılırken de uyguladık. Birer birer mikrofona gelerek sıcağı sıcağına Sinop’un bizlerde bıraktığı izleri anlattık. Mikrofona her gelen, Recai’nin hikayesiyle başladı söze. Sinop duygularımızı altüst etmişti. Bir tarafta Sinop Cezaevi ve teselli ağacı, öbür tarafta Dijojen’in hikayesi ve şehirde trafik lambasının olmayışı ve Sabahattin Ali…Elveda Sinop. Kaptan Sezgin dururmu, hemen bir türkü havalandırdı: “Aldırma Gönül aldırma.” Bir anda herkes sustu; türkü sadece kulağımızda değil, yüreğimizde de yankılandı. Hüzünlendik, türkü hepimize hitap ediyordu. Gözlerimiz nemlendi. Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma... O an anladık ki; bu türkü sadece bizden yana değildi, Sinop’tan da yana söyleniyordu. Sanki şehir kendi kendine arkamızdan su döküyordu ve hafifçe fısıldıyordu kulağımıza: “Başınız öne eğilmesin…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder