27 Aralık 2025 Cumartesi

MEHMET AKİF ERSOY VEFATI MÜNASEBETİYLE

 BİR MİLLET AYAĞA KALKTI, BİR ADAM YALNIZ KALDI; MEHMET ÂKİF ERSOY


Rüştü Kam
25.12.2025

Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

Mehmet Âkif Ersoy, bu dizelerle milletine sadece bir temenni değil, bir vasiyet bırakıyordu. Güzel vatanımızın semalarında yankılanan ezanın, bu toprakların şahitliği olarak ebediyen sürmesini istiyordu. Bu, aynı zamanda bir duaydı. Âkif’çe bir dua… Acıdan süzülmüş, iman ile yoğrulmuş bir yakarış.
Mehmet Âkif, acıların şairiydi. İlhamını konforlu salonlardan değil, yangın yerlerinden aldı. Hayatını dinine ve vatanına adayan bir dava adamıydı. Sözüyle eğilmeyen, duruşuyla savrulmayan, adam gibi bir adamdı.

Türk Arapsız yaşamaz, kim ki 'yaşar' der delidir,
Arab'ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsrân-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada, billâhi ne din!
'Medeniyyet' size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken halâ,
Ne bu şûride (bulanık) siyaset, ne bu fâsid dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!..

Onun için aidiyet, kanla değil imanla ölçülürdü. Irkı değil, inancı esas alan bir birlik fikri vardı. “Asım’ın Nesli” dediği o nesil; çağın savrulmalarına kapılmayan, imanla ahlâkı ve aksiyonu bir arada taşıyan ideal bir nesildi.

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Âkif, bu dizelerle de şehitliğin ulaşabileceği en son mertebeyi işaret ediyordu. Mezarı toprağın bağrında değil, Peygamber’in kucağında arıyordu. Şehitlik, onun şiirinde mekânla sınırlı bir ölüm değil; manevî bir dirilişti.
Balkan Savaşı’nın vahşeti, mazlumların uğradığı zulüm karşısında Âkif’in kalbi dayanmaz hâle gelmişti. Nefesi boğazına düğümleniyordu. Adalet arayışı, feryada dönüşmüştü:

Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı?
Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!

Ve o meşhur feryat:
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!

Bu bir isyan değildi; imanın acıyla dile gelişiydi. Âkif, isyanını bile dua cümleleriyle Rabb’ine arz edebilen bir hissiyata sahipti. Kapısını çaldığı tek merci yine Yaradan’dı.
O, sadece yazan bir şair değildi. Kürsülere çıktı, camilerde konuştu, şehir şehir dolaştı. Zağanos Paşa Camii’ndeki konuşmasında Müslümanların içine düştüğü dağınıklığı ve ümitsizliği sert ama sarsıcı bir dille yüzlerine vurdu. Asıl felaketin dış düşmanlar değil; imanın zayıflaması, tembellik ve tefrika olduğunu haykırdı. Batı karşısındaki geri kalmışlığın sebebini dinde değil, dinin terk edilmesinde aradı.
İslâm’ı, hayattan çekilme değil; çalışmayı, ilmi, ahlâkı ve sorumluluğu emreden bir nizam olarak anlattı. “Allah’a dayanıp çalışmayan” bir toplumun ayakta kalamayacağını söyledi. Birlik çağrısı yaptı. Irkın, mezhebin, bölgenin değil; ümmet ve millet şuurunun kurtuluş olduğunu vurguladı. Bu vaazlar bir hitabe değil, bir uyanış çağrısıydı.
İstiklâl Marşı’nın şairi Mehmet Âkif Ersoy, millî mücadelenin en zor günlerinde milletin sesi oldu. Umutsuzluğun kol gezdiği bir zamanda umut aşıladı. Şiiriyle, hutbesiyle, nutkuyla cephe gerisinde bir ordu kurdu. Büyük fedakârlıklarla kazanılan İstiklâl Savaşı’nı mısralarıyla ebedîleştirdi.

Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun,
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!

Ve sonra…
Cumhuriyet ilan edildi.
Ne acıdır ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Âkif’e vefa gösterilmedi. İnancından, duruşundan, eğilmeyişinden rahatsız oldular. İtibarsızlaştırmaya çalıştılar. Ardına hafiyeler taktılar. Kontrol altında bir hayata mahkûm ettiler. Buna sürgün demek daha doğrudur. Mısır’a gitti. On bir yıl süren bir gurbet hayatı yaşadı.
Canından çok sevdiği vatanına, uğruna ailesini ve hayatını ihmal ettiği topraklara hasta hâlde döndü.

Ve acılar içinde bu dünyadan ayrıldı. Mehmet Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936’da İstanbul’da Hakk’a yürüdü. Ardında alkış değil, imanlı bir sükût bırakarak; resmî makamların vefasızlığına rağmen o milletin yüreğinden kopan önde üniversite gençliğinin ardında milletinin omuzlarında Edirnekapı Şehitliği’ne emanet edildi.

İstiklâl Marşı, Mehmet Âkif’in sadece kaleminden dökülen bir şiir değil; yaşadığı hayatın, ödediği bedelin ve inandığı hakikatin sesidir. O marşta korkuya karşı iman, esarete karşı hürriyet, zulme karşı adalet konuşur. Ve belki de en çok, o kadar vefasızlığa rağmen bu milleti terk etmeyen bir yüreğin sadakati yankılanır. Bugün o mısraları her okuduğumuzda, aslında bir şairi değil; imanla dimdik durmuş bir vicdanı selâmlıyoruz.

Mehmet Âkif Ersoy, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” derken; bir şiirin gururunu değil, o şiiri yazdıran ihanetleri, yoksulluğu, sahipsizliği ve bu millete reva görülen acı kaderi hatırlatıyordu. Bu söz, aynı zamanda vefasızlığa karşı suskun ama derin bir sitemdi.

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.




23 Aralık 2025 Salı

BATI TRAKYA'da TÜRK AZINLIK

 BATI TRAKYA'DA TÜRK OLMANIN AĞIRLIĞINI OMUZLARINDA TAŞIYAN BİR TÜRK KADINI: DR.PERVİN HAYRULLAH


RÜSTÜ KAM/2018

Pervin Hayrullah Batı Trakya Azınlığı Kültür ve Eğitim Şirketi (BAKEŞ)’nin Genel Müdürü. Bu şirket, Batı Trakya Türk azınlığının eğitim ve kültürel seviyesinin yükseltilmesi için çalışmalar yürütmeyi amaçlayan bir yapı olarak kurulmuş.
Sesi sakin, cümleleri net. Yorulmuş ama vazgeçmiş değil.
İstanbul doğumlu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu. İnsan hakları uzmanı. Kâğıt üzerinde yazınca sade duruyor belki; ama anlatmaya başlayınca genişliyor hikâye. Eğitim üzerine çalışıyorlar. Araştırmalar yapılıyor, arşivler tutuluyor. Elli bin fotoğraftan oluşan bir bellekten bahsediyorum. Biriktirilmiş, saklanmış, kayda geçirilmiş bir hayat. Kitap çalışmaları var. Henüz tamamlanmamış belki ama başlamış olmak bile başlı başına bir direnç.
Batı Trakya Azınlığı Kültür ve Eğitim Şirketi (BAKEŞ); kar amacı gütmeyen, vakıf niteliğinde bir yapı. 2007 yılında İskeçe’de, kırk dört kurucu üye ile kurulmuş. Amaçları net: Batı Trakya Türk azınlığının eğitim ve kültür seviyesini yükseltmek. Türk dilini ve kültürünü araştırmak, yaymak. Eğitimsel, pedagojik, kültürel ve bilimsel çalışmalar yapmak. Anaokulları, çocuk yuvaları ve eğitim kurumları açmak. Yerli ve yabancı kurumlarla işbirliği yürütmek. Pervin Hayrullah, işte bu çok yönlü yapının genel müdürü.
Kreşler açıyorlar.
İki buçuk ile beş yaş arası çocuklar için.
Ardından okul derslerine yardımcı kurslar açıyorlar… Beş ile on iki yaş arası çocuklar için. Çocuk büyüdükçe ihtiyaç da büyüyor çünkü. Ortaokul açmak için müracaat etmişler. Yıl 2011. Hâlâ cevap bekliyorlar. Aynı dönemde başvuran Yunanlı bir arkadaşın izni 2012’de çıkmış bir sene sonra. Pervin Hayrullah bunu anlatırken sesi yükselmiyor. Zaten gerek de duymuyor buna. Rakamlar yeterince konuşuyor.
Ama resmî makamlarla ilişkiler ise biraz zor. “Bizi yok farz ettikleri için, işlerimizin takibinde zorlanıyoruz. Yok sayılmak, bazen açık bir yasaktan daha ağır geliyor insana.
Batı Trakya’da bir dönem yaklaşık yüz on beş iki dilli azınlık okulu vardı. Kâğıt üzerinde böyle kaldı bu sayı. Zamanla okullar kapandı, birleştirildi ya da işlevsiz hâle getirildi. Oysa azınlıkların kendi eğitim kurumlarını kurma ve yönetme hakkı, yalnızca ikili antlaşmalarla değil; uluslararası azınlık hakları belgeleriyle de güvence altına alınmıştır. Buna rağmen Batı Trakya’da azınlık toplumunun okul açma hakkı hukuken tanınmış olsa da fiilen kullandırılmıyor. Yeni okul talepleri karşılıksız bırakılırken, çözüm olarak sürekli devlet okulları öneriliyor. İskeçe Azınlık Lisesi var, evet; ancak sayı ve kapasite bakımından ihtiyacı karşılamaktan uzak. Medrese-i Hayriye ise bir zamanlar öğretmen yetiştiren bir eğitim kurumu iken, zamanla lise statüsüne çekildi. Eğitim zincirinde bir halka koparılmış gibi; bir eksilme var ama adı konulmuyor.”

Azınlıkların kendi eğitim kurumlarını kurma ve sürdürme hakkı, yalnızca 1923 Lozan Antlaşması’yla değil; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile AGİT azınlık hakları belgeleriyle de güvence altına alınmıştır. Bu metinlerde, azınlıkların dilini, kültürünü ve kimliğini eğitim yoluyla yaşatma hakkı temel bir ilke olarak kabul edilir. Batı Trakya örneğinde ise bu hak, hukuken tanınmış olmasına rağmen idarî uygulamalar ve dolaylı kısıtlamalar yoluyla fiilen sınırlandırılmaktadır.
“Yunanistan, klasik anlamda laik bir devlet yapısına sahip değildir. Eğitim sistemi de bu yapının bir parçasıdır. Devlet okullarının açılmasında ve yönetiminde Ortodoks Kilisesi’nin, özellikle metropolitlerin etkisi belirgindir. Azınlık açısından bakıldığında ise, Lozan Antlaşması’nın tanıdığı haklar çerçevesinde, Müslüman toplumun kendi dinî ve eğitim kurumlarını kendi temsilcileri eliyle yönetmesi gerekirken, bu ilke fiilen işletilmemektedir.
Lozan Antlaşması’na göre Batı Trakya’da on iki bölgede müftülük bulunması öngörülmesine rağmen, günümüzde yalnızca üç bölgede sınırlı ve tartışmalı biçimde seçime izin verilmektedir. Seçilen müftülerin yetkileri ise idarî ve hukuki düzenlemelerle büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Diğer bölgelerde görev yapan müftüler devlet tarafından atanmakta, bu durum azınlık toplumunun dinî özerkliği konusunda ciddi bir sorun alanı oluşturmaktadır.
Yunanistan’da yaklaşık yedi yüz bin Müslüman yaşamaktadır. 2017 yılında müftülük ve şer‘î yetkilere ilişkin bazı yasal düzenlemeler yapılmış olsa da, Türk azınlığın statüsü uygulamada hâlâ “özel” ve çoğu zaman “dışsal” bir unsur gibi ele alınmaktadır. Bu çerçevede azınlık meseleleri, klasik bir iç politika konusu olmaktan ziyade, fiilen Dışişleri Bakanlığı’nın yetki alanında değerlendirilmektedir. Güvenlik bürokrasisi, siyaset ve idare bu alanda eşgüdümlü hareket etmekte; bu durum, azınlık haklarının sivil ve eşit yurttaşlık temelinde ele alınmasını zorlaştırmaktadır.

Avrupa Birliği fonları, kâğıt üzerinde Batı Trakya’daki tüm yurttaşlara eşit biçimde ulaşıyor görünür. Resmî raporlar böyle yazıyor. Programlar var, bütçeler ayrılmış, tablolar tamam. Fakat sahaya inildiğinde başka bir manzara çıkıyor ortaya. Türk azınlığın yaşadığı köylerde, mahallelerde bu fonların izini sürmek zor. Kreşlerde, okullarda, kültür merkezlerinde, yerel projelerde… Eksiklik hissediliyor. Somut, gündelik bir eksiklik bu.
Sorun, çoğu zaman açık bir engellemeden değil; dolaylı mekanizmalarla işleyen bir dışlamadan kaynaklanıyor. Fonlara erişim için gereken idarî şartlar, bürokratik dil, başvuru süreçleri ve onay mekanizmaları azınlık yapıları için fiilen aşılması güç hâle geliyor. Yerel yönetimler ve merkezi idare, projeleri genellikle azınlık dışı kurumlar üzerinden yürütmeyi tercih ediyor. Böylece eşitlik, belgelerde sağlanmış oluyor; ama uygulamada dağıtım kanalları eşitsiz işliyor.

Azınlık kurumları bu fonlardan yararlanmak istediklerinde, ya uzun süre cevapsız bırakılıyor ya da teknik gerekçelerle süreç dışına itiliyor. Aynı nitelikteki projelerin çoğunluk toplumuna ait kurumlarca daha hızlı ve sorunsuz biçimde hayata geçirildiği görülüyor. Bu durum, resmî olarak inkâr edilemeyen ama fiilen hissedilen bir ayrımcılık alanı oluşturuyor.
En çok da günlük hayatta hissediliyor bu fark.
Bir köy okulunun yenilenememesinde.
Bir kültür merkezinin açılamamasında.
Bir kreşin ya da gençlik projesinin sürekli “gelecek yıla” ertelenmesinde.
Avrupa Birliği düzeyinde eşit yurttaşlık vurgusu yapılırken, Batı Trakya Türk azınlığı bu eşitliğin son halkasında kalıyor. Kağıt üzerinde var olan haklar, hayata geçmediğinde bir teselliye dönüşmüyor. Aksine, görünmez bir yük hâline geliyor. Çünkü eksik kalan her hizmet, her proje, her destek; azınlık için yalnızca maddi değil, varoluşsal bir boşluk anlamına geliyor.”

Bir hafta kaldım Batı Trakya’da. Evlere misafir oldum. Kahvelerde halkla birlikte oturdum; vakit namazlarında cemaatin arasına karıştım, Cuma namazı bile kıldım. Yakından bakınca insan daha iyi görüyor. İnsanlar çok dertli. Sürekli tetikte yaşamak gibi bu. Her an diken üzerinde durur hâlde. Söz söylerken, iş yaparken, talepte bulunurken.
Kanaat önderleri de öyle. Bütün güçleriyle çalışıyorlar. Gecelerini gündüzlerine katıyorlar. Lüks bir hayatları yok. Evlerini bile tamir edemiyorlar çoğu zaman. Bir sürü prosedür, bir sürü engel. En basit iş bile aylar sürüyor. Amaç açık: Yormak, bıktırmak, vazgeçirmek. Göç etmelerini sağlamak. Büyük ölçüde de başarmışlar bunu.
İşte tam bu noktada, “eşitlik” meselesi çıkıyor karşımıza.
Uluslararası hukukta ve Avrupa Birliği normlarında eşitlik, yalnızca hakların metinlerde tanınmasıyla ölçülmüyor. Asıl ölçü, bu haklardan fiilen ve etkili biçimde yararlanılıp yararlanılamadığı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Avrupa Birliği hukukunun yerleşik yaklaşımı da bunu söylüyor: Görünüşte tarafsız olan ama belirli bir grubu sürekli dezavantajlı kılan uygulamalar, dolaylı ayrımcılık sayılıyor.

Batı Trakya’da yaşanan tam olarak bu.
Kâğıt üzerinde eşitlik var.
Sahada ise eksiklik.
Avrupa Birliği fonları hukuken herkese açık, ama Türk azınlık için erişilmesi güç. Eğitimde, barınmada, kültürde, gündelik hayatta… Bu fark en çok da yaşamın içinde hissediliyor.
Bir hafta yetti bunu görmek için.
Bir haftada çözülmüyor elbette ama bir haftada anlaşılıyor.
Sorun ne yüksek sesle söyleniyor ne de gizleniyor.
Sessizce yaşanıyor.
Ve belki de en ağır olanı bu.

19 Aralık 2025 Cuma

Bir Nesli Kaybediyoruz: Camiler Nerede Yanlış Yapıyor?

 HAFTANIN HUTBESİ

Camiler: Sadece Namaz Mekânı mı, Yoksa Bir Medeniyet Ocağı mı?
Rüştü Kam
19.12.2025
Aziz Müminler,
Bir toplumun geleceği, sadece sahip olduğu maddî imkânlarla değil; o imkânları hangi amaç için, hangi bilinçle ve hangi ahlâkla kullandığıyla şekillenir. Camiler de bu bilinç ve ahlâkın en önemli taşıyıcılarıdır. Ne var ki bugün camilerimizi yalnızca namaz kılınan, görev saatleriyle sınırlı, duvarları içinde hayatın bütününe dokunmayan mekânlar hâline getirirsek; sadece binaları ayakta tutmuş, ruhu ihmal etmiş oluruz.
Tarih bize şunu açıkça gösterir: Camiler, İslam medeniyetinde sadece ibadet alanları değil; ilmin, eğitimin, istişarenin, sosyal dayanışmanın ve insan yetiştirmenin merkezleri olmuştur. Medine’de Mescid-i Nebevî, bir okuldu, bir meclisti, bir sosyal merkezdi, bir devlet aklıydı. Bugün sorulması gereken soru şudur: Biz camilerimizi bu misyona ne kadar yaklaştırabiliyoruz?
Bu soru sadece dinî bir mesele değildir; aynı zamanda kültürel, toplumsal ve medeniyetle ilgili bir sorudur. Çünkü insan yetiştirmeyen ibadet mekânları, zamanla hayattan kopar; hayattan kopan din dili ise gençlere ulaşamaz.
Aziz Müminler,
Camiler ve mescitler, sadece namaz kılınan mekânlar değildir. Eğer biz camileri yalnızca secde edilen, çocuklara yalnızca “yüzünden Kur’an” okutulan ve birkaç fıkhî bilginin tekrarlandığı yerler hâline indirgersek, geleceğimizi kendi ellerimizle karartmış oluruz.
Kur’an bize camiyi nasıl tarif eder?
إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman edenler imar eder.”
(Tevbe, 9/18)
Buradaki „imar”, sadece duvar dikmek değildir. İnsan yetiştirmektir. Ahlâk, bilinç, istikamet ve sorumluluk inşa etmektir. Camiler Geleceğe Hazırlık Merkezleri Olmalıdır
Kardeşlerim,
Almanya’daki camilerin görevi, sadece namaz kıldırmak olamaz.
Çocuklarımıza yalnızca “namaz hocası bilgisi” vermek yetmez.
Kız ve erkek öğrenciler geleceğe hazırlanmalıdır.
Evliliğe hazırlık kursları açılmalıdır.
Türk mutfağının eşsiz kültürü için yemek kursları yapılmalıdır.
Meslek seçimi konusunda yönlendirme yapılmalıdır.
Üniversiteye gidecek gençlere, hangi alanda, neden okumaları gerektiği anlatılmalıdır.
Üniversitede okuyan abilerle, ablalarla gençler bir araya getirilmeli, tecrübe aktarımı sağlanmalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur: “Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20)
Gençler bizim sorumluluğumuda olan insanlardır. Onları başıboş bırakırsak, hesabını Allah’a veremeyiz.
Aziz Cemaat,
Önce Almanya Tanınmalıdır.
Almanya’da yaşayan genç, önce yaşadığı ülkeyi tanımalıdır.
Bu bir tehlike değil, zarurettir.
Weimar ve Wittenberg başlangıç noktaları olmalıdır.
Hristiyanlığın tüm mezhep ve tarihsel versiyonları gençlere tanıtılmalıdır.
Bu konuda kiliselerle ve Hristiyan kurumlarla iş birliği yapılmalıdır.
İncil’de şöyle yazar:
“Ihr sollt die Wahrheit erkennen, und die Wahrheit wird euch frei machen.”
“Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak.” (Johannes 8,32)
Biz hakikatten korkmayız.
Bilgiden korkan Müslüman, özgüvenini kaybetmiş Müslümandır. Gençlerimize Alman Kültürü Tanıtılmalıdır
Kardeşlerim,
Gençlerimize Almanya’nın:
* mimarisini,
* felsefesini,
* edebiyatını,
* sanatını,
* musikisini
tanıtmazsak, bu toplumla yaşayan değil, sürüklenen bireyler yetiştiririz. Bu amaçla şehir gezileri, kültür programları, müze ziyaretleri yapılmalıdır.
Kur’an bize şöyle emreder:
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا
“De ki: Yeryüzünde dolaşın ve ibret alın.” (En‘âm, 6/11)
Dolaşmak, görmek, anlamak imanı zayıflatmaz; bilakis derinleştirir. Sonra Türkiye ve İslam Kültürü Aynı Paralellikte Tanıtılmalıdır.
Aziz Müminler,
Almanya tanıtıldıktan sonra:
*Türkiye,
*Türk kültürü,
*İslam medeniyeti
aynı ciddiyetle ve paralellikte öğretilmelidir.
Bu işler:
* gezilerle,
* alanında uzman isimlerle,
* periyodik seminer ve sempozyumlarla yapılmalıdır.
Bu işler, “her şeyi ben bilirim” diyen hocaların işi değildir. Bu işler ekip işidir, vizyon işidir, plan işidir. Para Var, Mesele Nerede Kullandığımızdır
Kardeşlerim,
Dini cemaatlerde para vardır.
Ama akıl yoksa, para felakettir.
* Zekât,
* sadaka,
* fidye,
* kurban,
* bağışlar
doğru kullanılırsa, bu projelerin tamamı finanse edilir, üstüne bütçe bile kalır.
Ama biz yıllardır ne yaptık?
* Filistin’e verdik — sonuç ortada.
* Afganistan’a verdik — sonuç ortada.
* Irak’a verdik, Suriye’ye verdik — sonuç ortada.
Ve kendi çocuklarımızın geldiği yer de ortada.
Atasözü gibi bir hakikat söyleyeyim size: Kendi evinde yangın varken, başkasının evini söndürmeye giden; döndüğünde oturacak ev bulamaz. Bu söz serttir ama doğrudur.
Aziz Cemaat,
Camiler“Cami A.Ş.” olmaktan çıkarmalıyız. Aidat toplayan, tabela asan, ama insan yetiştirmeyen kurumların Allah katında bir değeri yoktur. Gençler spor salonu arıyor. Bulamıyor. Müslümanlar yanlış yapıyorlar. Önce camilerde spor alanları kurulmalıdır. Sonra dışarıdaki salonlar gelir. Hatta bu bütçelerle örnek bir hastane bile kurulabilir: „Muslimisches Krankenhaus” Bu bir hayal değil, irade meselesidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
أَحَبُّ النَّاسِ إِلَى اللَّهِ أَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ
“Allah’a en sevimli olan insan, insanlara en faydalı olandır.”
(Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Evsat)
Son Söz
Aziz Kardeşlerim,
Camilerimizi ya geleceği inşa eden merkezler yaparız, ya da geçmişin nostaljisini yaşayan mekânlar olarak bırakırız.
Unutmayalım: Allah, bir kavmi onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez. (Ra‘d, 13/11)
Allah bizlere akıl, basiret ve cesaret nasip etsin. Acele edelim ve gençlerimizi kaybetmeden önce, mutlaka kendimize gelelim.
Camilerimizi konuşurken aslında geleceğimizi konuşuyoruz. Gençlerimizi konuşurken, yarın Allah’ın huzuruna hangi yüzle çıkacağımızı konuşuyoruz. Çünkü cami, sadece secde edilen bir yer değil; yön gösteren, ufuk açan, insanı hayata hazırlayan bir mektep olmalıdır.
Bu hakikat sadece Kur’an’da değil, diğer kutsal metinlerde de açıkça vurgulanır. İncil’de Hz. İsa (a.s.) şöyle buyurur:
“Bir ev kendi içinde bölünürse ayakta duramaz.” (Markus 3,25)
Camilerimiz ibadetle hayatı, ahlâkla bilgiyi, imanla sorumluluğu birleştiremezse; kendi içinde bölünmüş yapılara dönüşür ve ayakta kalamaz. Yine İncil’de şu uyarı yer alır:
“Çocukları bana getirin, onları engellemeyin.” (Matta 19,14)
Bu ifade, çocuk ve gençlerin ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulayan evrensel bir çağrıdır. Gençleri caminin dışına iten değil, caminin merkezine alan bir anlayış; sadece dinî değil, insanî bir zorunluluktur.
Ve yine İncil’de geçen şu söz, sorumluluğumuzu daha da ağırlaştırır:
“Kime çok verilmişse, ondan çok istenir.” (Luka 12,48)
Allah bize imkân verdi, para verdi, insan kaynağı verdi. O hâlde hesap da buna göre olacaktır. İmkânlarımız varken ihmal ettiklerimizin, görmezden geldiklerimizin, “sonra bakarız” dediklerimizin hesabı sorulacaktır.
Sonuç olarak şunu açıkça söyleyelim:
Camilerimizi ya geleceği inşa eden bilinç merkezleri hâline getiririz,
ya da geçmişi anlatıp geleceği kaybeden mekânlar olarak bırakırız.
Bu bir tercih meselesi değil, bir sorumluluk meselesidir. Bugün atılmayan adımların bedelini yarın çocuklarımız ödeyecek. O hâlde gecikmeden; akılla, planla, istişareyle ve cesaretle camilerimizi yeniden düşünmek zorundayız.
Allah bizlere hakikati görme basireti, doğruyu söyleme cesareti ve doğruyu yapma iradesi nasip etsin.
Âmin.

18 Aralık 2025 Perşembe

BAŞÖRTÜSÜ VE TESETTÜR

İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA BAŞÖRTÜSÜ VE TESETTÜR (Tarihselci Perspektiften Değerlendirme) Tarihselci Yaklaşımın Çerçevesi Tarihselci yaklaşım, Kur’an ayetlerinin: • İndirildiği toplumsal yapı, • Mevcut kültürel pratikler, • Çözüm getirdiği somut sorunlar içinde anlaşılması gerektiğini savunur. Bu nedenle “başörtüsü” ve “tesettür” meselesi: • İslam öncesi Arap toplumundaki giyim alışkanlıkları bilinmeden, • Ayetlerin hitap ettiği sosyal gerçeklik görülmeden sağlıklı biçimde değerlendirilemez. Başörtüsü Ne Demektir? Başörtüsü, en genel anlamıyla baş bölgesine alınan bir örtüdür. Bu tanım: • Dinî bir yükümlülükten, • Ahlâkî bir hükümden önce, fiilî bir giyim unsurunu ifade eder. Dolayısıyla başörtüsü: • Tek başına “iffet”, • Ya da “tesettür” anlamına gelmez. Aynı örtü, farklı toplumlarda: • İklimsel, • Kültürel, • Sınıfsal anlamlar taşıyabilir. İslam Öncesi Arap Toplumunda Kadının Konumu a) Kabile Temelli ve Ataerkil Yapı İslam öncesi Arap toplumunda kadın: • Bağımsız bir birey değil, • Kabile ve erkek üzerinden tanımlanan bir varlık olarak görülüyordu. Hukuk, güvenlik ve itibar: • Kadının şahsına değil, • Ait olduğu erkek grubuna bağlıydı. b) Kamusal Alanda Korunmasızlık Kadınlar: • Özellikle kamusal alanda, • Taciz ve sözlü sataşmaya açık durumdaydı. Bu durum, örtünmeye dair ayetlerin Medine bağlamını anlamak açısından önemlidir. c) Özgür Kadın – Cariye Ayrımı Toplumda kadınlar: • Özgür kadınlar • Cariyeler kadınlar olarak sınıfsal biçimde ayrılıyordu. Bu ayrım: • Hukukla sınırlı değildi, • Kıyafet ve dış görünüş üzerinden de okunuyordu. Özgür kadınların kullandığı bazı örtüler: • “Saygınlık” ve “aidiyet” göstergesi olurken, cariyeler bu sembollerden bilinçli olarak yoksun bırakılıyordu. Böylece giyim: • Ahlâkın değil, • Sınıfsal ayrımın dili hâline gelmişti. İslam Öncesi Araplarda Başörtüsü Var mıydı? Evet, vardı. Başörtüsü: • İslam’la ortaya çıkmış bir uygulama değildir. • Kur’an’ın muhatap olduğu toplum, baş örtüsüne yabancı değildi. Kadınlar, himâr adı verilen örtüyü kullanıyordu. Himâr ve Humur Nedir? • Himâr (خمار): Baş bölgesine alınan örtü • Humur (خُمُر): Himâr kelimesinin çoğulu Kökü: خ م ر (ḫ-m-r) → örtmek, kapatmak Kur’an’da Nur 31. ayette geçer: “Humurlarını göğüslerinin üzerine vursunlar…” Bu ifade şunu gösterir: • Örtü zaten vardır, • Ayet yeni bir giysi icat etmez, • Mevcut örtünün kullanım biçimini düzenler. İslam Öncesi Himâr Nasıl Kullanılıyordu? Kullanım Amacı; • Dinî veya ahlâkî bir zorunluluk değildi, • Güneşten, sıcaktan ve tozdan korunma amaçlıydı, • Bazı durumlarda sosyal statü göstergesiydi. Kullanım Biçimi; • Örtü başın arkasına atılırdı, • Saçın bir kısmı örtülür, • Boyun ve göğüs bölgesi açık bırakılırdı. Bu durum: • Klasik Arap şiirlerinde, • Dönemin tasvirlerinde açıkça görülür. Himârın varlığı, onun “tesettür” olduğu anlamına gelmez. Arapça Metin (Göğüs / Cüyup Tasviri) Ömer b. Ebî Rebîa (ö. 93/712) وَأَبْدَتْ لَنَا عَنْ جِيدِهَا وَجُيُوبِهَا فَقُلْتُ لَهَا هَذَا الَّذِي كُنْتُ أَطْلُبُ Türkçe anlam: Boynunu ve göğüs açıklığını bize gösterdi, Ben de dedim ki: “İşte aradığım manzara buydu.” • جُيُوبِهَا (cüyûbihâ) kelimesi: o giysinin göğüs açıklığını / yaka oyuntusunu ifade eder, o Kur’an’daki Nur 31’de geçen “الجيوب” kelimesiyle aynı kelimedir. • Bu beyit: o Göğüs ve boyun bölgesinin örtülmediğini, o Bunun şiirde estetik/erotik bir tasvir unsuru olarak kullanıldığını açık biçimde gösterir. Klasik Arap şiiri, Kur’an’ın hitap ettiği toplumsal gerçekliği açıkça yansıtır. “Cüyûb” (göğüs açıklığı) kelimesi, yalnızca Kur’an’da değil, dönemin şiirinde de kadının boyun ve göğüs bölgesinin açık olduğunu anlatmak için kullanılmaktadır. Bu durum, Nur 31. ayetin mevcut bir giyim tarzına müdahale ettiğini, sıfırdan bir örtünme icat etmediğini göstermektedir. İslam Öncesi Tesettür Anlayışı Var mıydı? İslâm’dan önce bugünkü anlamda ahlâk merkezli bir tesettür anlayışı yoktu. • Kadın bedeni kamusal alanda sergilenebilir bir meta olarak kabul ediliyordu, • Erkek bakışı sorgulanmıyordu, • Dolayısıyla taciz olağanlaştırılmıştı. Bundan dolayı tesettür: • Ahlâkî değil, • Sınıfsal ve aidiyet temelli bir göstergedir. Kur’an Ne Yaptı? Neyi Değiştirdi? Kur’an: • Başörtüsünü yasaklamadı, • Yeni bir örtü icat etmedi, • Mevcut pratiği ahlâkî bir hedefe bağladı. Kur’an, giyimi sınıfsal ayrımın dili olmaktan çıkarıp, kamusal alanda kadının onurunu ve güvenliğini koruyan ahlâkî bir güvenceye dönüştürmeyi amaçladı. Nasıl yaptı bunu: a) Nur Suresi 30–31 Önce erkeklere: Bakışlarını kontrol etmeleri emredildi. “Mümin erkeklere söyle: Bakışlarını sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını sakınsınlar, iffetlerini korusunlar; kendiliğinden görünen kısmı dışında ziynetlerini açmasınlar; örtülerini (humurlarını) göğüslerinin üzerine vursunlar. Ziynetlerini; kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, ellerinin altında bulunanlar, kadınlara ilgi duymayan hizmetçiler veya kadınların mahrem yerlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birlikte Allah’a yönelin ki kurtuluşa eresiniz.” Dikkat edilirse, örtünmeye dair düzenleme, erkeklere yönelik bakış ve iffet sorumluluğundan sonra gelmekte; ahlâkî yükümlülük tek taraflı değil, karşılıklı olarak kurulmaktadır. Sonra kadınlara döndü Allah ve onlardan: • Mevcut örtülerini göğüslerini kapatacak şekilde kullanmaları istedi. Çünkü sorun: • Başın açık olması değil, • Göğsün açık olmasıydı. Nur suresinin 31. ayeti, başörtüsünü emreden bir metin değil; mevcut örtüyü, kamusal alanda göğüs açıklığını kapatacak şekilde ahlâkî bir amaca yönlendiren düzenlemedir. b) Ahzab Suresi 59 • Medine’de kadınlar tacize uğruyordu, • “Cariye sandık” bahanesi yaygındı. Cilbâb: • Kamusal alanda tanınma, • Korunma amaçlı bir toplumsal güvenlik önlemidir. Ahzâb Suresi 59. Ayet (33/59) Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Dış örtülerini (cilbâblarını) üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Ayet, kadınların kamusal alanda tanınmasını ve korunmasını hedefleyen bir düzenleme getirir; amaç, ahlâkî üstünlük değil, incitilmenin ve tacizin önlenmesidir. Cilbâb (جلباب), Arapçada kadının ev dışında giydiği dış giysi / üst örtü anlamına gelir. Himâr gibi başa özgü bir örtü değil; elbisenin üzerine alınan, bedeni dıştan örten ve kamusal görünümü düzenleyen daha geniş bir giysidir. Ahzâb 59’daki “cilbâblarını üzerlerine alsınlar” ifadesi, bu giysinin dışarı çıkarken kullanılmasını anlatır. Ayetin gerekçesi de açıkça verilir: “tanınmaları ve incitilmemeleri” için. Bu yüzden cilbâb, şekli sabit bir kıyafet modeli olmaktan çok, kamusal alanda koruyucu/önleyici işlev gören bir dış örtü anlamı taşır. Cilbâb, başa özgü bir örtü değildir; baştan ayaklara kadar uzanabilen, kişinin kamusal alanda dış görünümünü düzenleyen bir giysidir. Bu yönüyle cilbâb, himâr gibi doğrudan başla ilişkili bir örtüden farklıdır ve daha çok kamusal alan–özel alan ayrımına işaret eder. Ahzâb Suresi 59. ayette geçen “cilbâblarını üzerlerine alsınlar” ifadesi, bu giysinin ev dışına çıkarken kullanılan bir örtü olduğunu açıkça gösterir. Ayetin dilinde dikkat çeken husus, cilbâbın nasıl bir şekle sahip olması gerektiğinden ziyade, hangi amaçla kullanıldığıdır. Nitekim ayetin gerekçesi de doğrudan verilmiştir: “Bu, onların tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur.” Bu ifade, cilbâbın ahlâkî bir üstünlük sembolü değil; kamusal alanda koruyucu ve önleyici bir işlev taşıdığını ortaya koyar. Dolayısıyla cilbâb, Kur’an bağlamında: • belirli bir kıyafet modeli değil, • zamana ve kültüre sabitlenmiş bir şekil de değil, • kamusal alanda güvenliği ve tanınırlığı sağlayan işlevsel bir dış giysidir. Bu yönüyle cilbâb kavramı, Kur’an’ın örtünmeye yaklaşımının şekil merkezli değil, amaç ve bağlam merkezli olduğunu gösteren en açık örneklerden biridir. Hadislerde Dönemin Algısı Hz. Âişe rivayeti: “Ensar kadınları ayet inince örtülerini alıp göğüslerini kapattılar.” Bu rivayet: • Örtünün zaten var olduğunu, • Ayetle birlikte yeni bir ahlâkî anlam kazandığını gösterir. Kur’an’ın Hedefi Nedir? Kur’an’ın hedefi: • Kadının bedenini kontrol etmek değil, • Kamusal alanda: o İffeti, o Güvenliği, o İnsan onurunu korumaktır. Örtünme: • Amaç değil, • Araçtır. Soru: Bütün bu açıklamalardan sonra buradan “başörtüsü farzdır” hükmü çıkar mı? • Ayetler bağlama cevap verir, • Evrensel olan: ahlâkî ilkedir, • Uygulama biçimi tarihsel şartlara bağlıdır. Bu nedenle: • Tek tip kıyafet, • Evrensel ve zamansız bir başörtüsü formu çıkarma iddiası, metnin maksadını aşar. Bitirirken kavramları tekrar hatırlayalım. Nur Suresi 31. ayette geçen humur kelimesi, himârın çoğuludur ve köken olarak “örtmek, kapatmak, gizlemek” anlamlarına gelen خ م ر (ḫ-m-r) fiilinden türemiştir. Bu kök, nesnenin kendisinden ziyade örtme işlevine işaret eder. Himâr, Arap dilinde baş bölgesine alınan bir örtüyü ifade eder; ancak kelime, başın örtülmesini emreden normatif bir kavram değildir. Ayetin dilinden anlaşıldığı üzere humur, muhatapların zaten kullandığı bir örtüdür. Kur’an burada yeni bir giysi tanımlamaz; mevcut olan örtünün beden üzerindeki kullanım yönünü düzenler. Ayetin devamında geçen cüyûb kelimesi, caybın çoğuludur. cayb, klasik Arapçada elbisenin yaka açıklığını, boyun ve göğüs bölgesindeki oyuk kısmı ifade eder. Kelimenin kökü “yarmak, açmak” anlamına gelir ve bu kullanım, giysinin özellikle göğüs aralığını açıkta bırakan kısmına işaret eder. “Humurlarını cüyûblarının üzerine vursunlar” ifadesi, örtünün baştan ziyade göğüs açıklığını kapatacak biçimde kullanılması gerektiğini gösterir. Bu bağlam, İslam öncesi Arap toplumunda başta örtü bulunmasına rağmen boyun ve göğüs bölgesinin açık bırakıldığı giyim tarzıyla doğrudan örtüşmektedir. Ayetin müdahale ettiği nokta, saç ya da baş değil; kamusal alanda göğüs bölgesinin açıkta kalmasıdır. Aynı ayette geçen ziynet kavramı ise “süs, güzellik, cazibe unsuru” anlamına gelir. Ziynet, Arap dilinde yalnızca takı veya aksesuarı değil, bu süslerin bulunduğu beden bölgelerini de kapsayan bir anlam alanına sahiptir. Küpe kulağı, kolye boynu, halhal ayak bileğini çağrıştırır; dolayısıyla ziynet, bedenle birlikte düşünülen bir kavramdır. Ayette ziynetin tamamen yasaklanması değil, kamusal alandaki görünürlüğünün sınırlandırılması söz konusudur. Ziynetin kimlere gösterilebileceği ayrıntılı biçimde sayılarak, düzenlemenin ahlâkî ve sosyal bağlamı netleştirilmiştir. Bu üç kavram birlikte okunduğunda ayetin merkezinde saçın ya da başın değil, kamusal alanda mahremiyetin ve ahlâkî güvenliğin bulunduğu görülür. Humur, zaten var olan bir örtüyü; cüyûb, açık bırakılan göğüs bölgesini; ziynet ise kamusal alanda sınırlandırılması hedeflenen cazibe unsurlarını ifade eder. Kur’an’ın müdahalesi, kıyafeti şekilsel bir zorunluluk hâline getirmekten çok, mevcut giyim pratiğini ahlâkî bir hedefe yönlendirmek şeklinde anlaşılmalıdır. Sonuç Nur Suresi 31. ayette geçen humur, kadının zaten kullandığı baş örtüsünü ifade eder ve ayette bu örtünün göğüs açıklığını kapatacak şekilde kullanılması istenir; düzenleme bedenin belirli bir bölgesine yöneliktir ve mahremiyetin kamusal alanda nasıl korunacağına dair ahlâkî bir çerçeve çizer. Ahzâb Suresi 59. ayette geçen cilbâb ise başa özgü bir örtü değil, ev dışına çıkarken elbisenin üzerine alınan dış giysidir; amacı kadının kamusal alanda tanınmasını ve incitilmemesini sağlamaktır. Bu iki kavram birlikte okunduğunda Kur’an’ın, tek tip bir kıyafet dayatmaktan ziyade, mevcut giyim unsurlarını mahremiyet ve güvenlik hedefiyle yeniden düzenlediği görülür: humur daha çok bedenin mahrem bölgelerinin görünürlüğünü sınırlarken, cilbâb kamusal alanda koruyucu ve ayırt edici bir işlev görür. Kur’an: • Başörtüsünü icat etmemiş, • Var olan pratiği ahlâkî, bilinçli ve koruyucu bir ilkeye dönüştürmüştür. Tesettür: • Bir kıyafet meselesi değil, • Toplumsal adalet, güvenlik ve ahlâk meselesidir.

8 Aralık 2025 Pazartesi

ATATÜRK ANITI MALATYA

MALATYA'DA BİR ATATÜRK ANITI; TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN DOĞU ANADOLU GEZİSİNDEN 2022 RÜŞTÜ KAM Atatürk Anıtı “Anıt, Kışla Caddesi ile Tandoğan Caddesi’nin kesiştiği dört yol kavşağında yer almaktadır. 1945 yılında yapımına başlanmış, 1947 yılında tamamlanarak açılmıştır. Heykeltıraş Nejat Sirel ve Hakkı Atamulu tarafından yapılmıştır. Anıt, taş kaide ve bronz heykellerden oluşur. Kompozisyonda Atatürk ile çağdaşlığı ve medeniyeti temsil eden genç bir atlet yer almaktadır. Atatürk, gençten daha uzun, şapkasız, askerî kıyafetiyle, arkasında pelerini, sol ayağı ileride, yüzü gence dönük bir şekilde tasvir edilmiştir. Sağ elinin işaret parmağıyla ileriyi göstermektedir. Genç figür ise Türk bayrağını tutmaktadır. Kompozisyonun temel vurgusu, “Atatürk ve gençlik”tir. Anıttaki çağdaş medeniyeti temsil eden, “anadan uryan” olarak nitelenen bu çıplak genç heykeli, yıllar içinde Malatya halkı ile resmî makamları zaman zaman karşı karşıya getirmiştir. Bir grup avukat, heykelin kaldırılması için Malatya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne başvuruda bulunmuş, ancak başvuru reddedilmiştir. Müdürlük, verdiği cevapta özetle şu ifadeye yer vermiştir: “Bahse konu Atatürk Anıtı ile ilgili iş ve işlemler, Koruma Kurulu izni doğrultusunda yapılabileceğinden, Müdürlüğümüz tarafından yapılabilecek herhangi bir işlem bulunmamaktadır…” Yaklaşık 75 yıllık bu heykelden duyulan rahatsızlık ise hâlâ zaman zaman gündeme gelmeye devam etmektedir. O tarihten bugüne her seçim döneminde konu yeniden açılmasına rağmen, heykele fiilen dokunulamamıştır. Halk, eserdeki çıplaklığı ortadan kaldırmak için çeşitli formüller aramış, ancak hiçbir girişim sonuç vermemiştir. 2018 yılında Malatya Türk Ocakları Başkanı Nadir Günata, “Madem heykeli kaldırtamıyoruz, bari heykele şort giydirilsin” çağrısında bulunmuştur. AKP’nin önceki dönem Malatya Milletvekili Mustafa Şahin ise şu değerlendirmede bulunmuştur: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal’in yanına konulan genç heykel beni temsil etmiyor. Malatyalıları da temsil etmiyor. O anadan üryan genci şu anda biraz daha mahrem hâle getirmişler. Bunu yapacak kadar bu ülkenin, bu şehrin örf ve adetlerine, ananelerine tamamen ters düşen, özellikle insanlarımızın değer yargılarını dejenere etmeye matuf bir yapıt olarak görüyorum. Bir an önce kaldırılmasından yanayım.” Kentte terzilik yapan Mehmet Ali Yaman adlı bir esnaf da “heykele pantolon dikmeye talip” olduğunu söylemiş, ancak bu çağrıdan da somut bir sonuç çıkmamıştır. Böylece Atatürk Anıtı, hem sanat ve tarih, hem de değerler ve algılar üzerinden süren uzun bir tartışmanın sessiz tanığı olarak yerinde durmaya devam etmektedir. Heykelin Hikâyesi “1945–46 yıllarında Malatya’da bir İsmet İnönü, bir de Atatürk anıtı yapılması için bir bağış kampanyası düzenlenir. Kampanya sonucunda 290 bin lira toplanır. Bu paranın 160 bin lirası Vilayet Konağı’nın önüne yapılan İnönü heykeline, 130 bin lirası ise Atatürk Anıtı’na harcanır. Anıtta yer alan Atatürk, genç atlet ve aralarındaki Türk bayrağı; Atatürk’ün en değerli mirası olan millî egemenliği Türk gençliğine emanet ettiğini sembolize etmektedir. Ancak genç figürün, avret yeri de dâhil olmak üzere tamamen çıplak yapılmış olması, halkın tepkisini çeker. En azından mahrem yerinin kapatılması için heykeltıraşlara başvurulur; fakat onlar bu teklifi kabul etmezler. Bu tartışmalar sürerken bir gece, kimliği meçhul bir kişi heykelin mahrem yerini tahrip eder, koparır. Kısa sürede bu “suikast” haberi Malatya’da duyulur. Üstelik heykelin açılış törenine de az kalmıştır. Valilik, telaş içinde ne yapılacağını düşünürken bir teklif gelir: Mahrem bölge bir yaprak motifiyle kapatılacaktır. Teklif uygun bulunur ve aceleyle başka bir heykeltıraşa bu düzeltme yaptırılır. Bugün gördüğü-nüz heykel, işte bu müdahalenin ardından aldığı hâlidir…” Bu anıt, Malatya’nın Cumhuriyet döneminde yapılan ilk modern heykellerinden biri olarak görülüyor. Nejat Sirel ve Hakkı Atamulu, o yıllarda yaygın olan sanat anlayışına bağlı kalarak insan bedenini “medeniyet, ilerleme ve gençlik” sembolü olarak ele almışlar. Genç figürün çıplak yapılması da daha çok bu estetik tercihin bir sonucu; yani ahlâk tartışmasından önce, dönemin sanat anlayışıyla ilgili bir mesele. Ancak zaman içinde anıt, sadece bir sanat eseri olmaktan çıkmış; sanat ile toplumsal değerlerin çarpıştığı bir yerhâline gelmiş. Halkın bir kısmı kompozisyonu “Atatürk ve gençlik” diye okurken, bir kısmı da özellikle gencin hâlini kendi örf ve değerleriyle bağdaştıramamış. Avret yerini kapatan (Adem Peygamber gibi) yaprağın sonradan eklenmiş olması, heykelin özgünlüğünü zedeleyen acele bir müdahale gibi dursa da, aynı zamanda bu uzun tartışmanın taşa yansımış izlerinden biri artık. Anıt, bugün sadece bronzdan iki figür değil, Malatya’nın 75 yıllık zihni tartışmasının da sessiz bir özeti gibi duruyor kavşağın ortasında. Not: Arzu edenler anıtı arama motoruyla internetten bulup, görebilirler.

5 Aralık 2025 Cuma

ANADOLU ALEVİLİĞİ; NAKİ DE

ANADOLU ALEVÎLİĞİNİ; NAKİ DEDE’DEN DİNLİYORUZ -Türk Eğitim Derneğinin Kültür Gezisinden 2021- Rüştü KAM Aylar öncesinden almıştık randevuyu. Verilen saatte Cemevi’nin ana kapısından içeri girdik. Ziyaretçisi çok olduğu için, buraya ancak randevu ile girilebiliyor. Mütevazı, gösterişten uzak bir Cemevi burası. İçeri girdiğimizde, Naki Dede bizden önceki grubun son üyelerini uğurlamakla meşguldü. “Dede” denince, bizim zihnimizde bambaşka bir görüntü vardı: Aksakallı, başında sarığı, elinde bastonu, üzerinde cübbesiyle yaşını başını almış; belki de başında fötr şapkasıyla pir-i fani bir dede bekliyorduk. Karşımızda, kot pantolonlu, başı açık, gayet şık giyimli genç birini görünce şaşırdık. Elinde bir de kitap v ardı. Naki Dede, yüzündeki tebessümle, saygılı bir tavırla “Hoş geldiniz canlar,” dedi. “Hoş bulduk” efendim. Kendimizi tanıttık. Halimizi hatırımızı sorduktan sonra, hemen ne öğrenmek istediğimizi merak etti ve sözü bize bıraktı vaktinin olmadığı belliydi: “Benden ne öğrenmek istiyorsunuz?” - Tunceli deyince Alevîlik akla gelir. Hazır bir Dede bulmuşken ilk ağızdan, Alevîlik hakkında bilgilenmek isteriz. Alevîlik nedir, nasıl bir inançtır anlatır mısınız? Naki Dede, kim bilir günde kaç gruba anlatıyor Alevîliği. Onun işi de zor. Aynı şeyleri anlatıp durmak sıkıcı olmalı. Yarım ay şeklinde önüne dizildik. Bizden sonra başka grupların varlığından bahisle kısa bilgiler verebileceğini söyleyerek söze başladı: “Alevî”, Hz. Ali ailesinin adıdır. Hz. Ali’ye bağlı olan, O’nu seven, Hz. Ali’nin yolundan giden, Hz. Ali’nin taraftarı olan Müslümanlara Alevî denir. Alevîlik; İslami bir dinsel inanç sistemidir. Alevîlik, İslam kökenli bir mezheptir. Kitabı Kur’an’dır. Allah’a kul, Hz. Muhammed’e bağlı, Hz. Ali’ye talip, Hz. Hüseyin’in yolunu süren, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘eline, diline, beline sahip’ olmayı ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan inançtır. Alevîlik; “Tanrı korkusu” yerine “Tanrı sevgisini benimseyen, “Zâhir’i bâtın’la, bâtın’ı Zahir’le birleştiren”, “Şeriat kapısını aşıp, marifet yoluyla hakikat dünyasına ulaşan”, Kur’an’ın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşma yoludur. Alevîlik; İslam’ın özüdür, anasıdır. Alevîlik; Ehlibeyt ’in yoludur. Kur’an ve İslâm’ı, Hz. Ali’nin anlattığı gibi anlamaktır. Alevîlik, Muhammed’le Hz. Ali’yi birbirinden ayırmamaktır. Alevîler Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in Resul olduğuna ve Hz. Ali’nin Velayet makamına sahip olduğuna inanır. Bu nedenlerden dolayı Alevîlik İslam’ın içindedir. Dışında değildir. Alevîlik; Allah-Muhammed-Ali üçlüsünün sürekli öncelendiği bir inanç biçimidir. Kendine özgü ibadetleri, ritüelleri ve duaları vardır. Alevîler Müslüman olduğuna göre, ibadetlerinde Sünnilerle farklılıkların olmaması gerekir değil mi? “Alevîlikte, Müslümanın insani değerleri, günlük yaşamına ne kadar yansıtabildiği önemlidir. Müslüman Can’ın insanlarla ilişkilerindeki dürüstlüğü, nefsini kontrol altında tutma feraseti, yalan söylememesi, hak yememesi, adaletli olması, kendini kibirden arındırması, içindeki Allah, Muhammed ve Ehl-i Beyt bağlılığını sürekli canlı tutması ve onlara duyduğu sevgiyi içinde büyütmesi çok önemlidir. Alevîliğin inançsal ve sosyal düzeni; mürşit-pîr-rehber-talip sistemi üzerine kurulmuş dört mertebe oluşturmaktadır. Birinci mertebede bulunan mürşit; pîrin pîridir. Her talibin bir pîri olduğu gibi her pîrin de bir pîri vardır. Pîr, inancın yayıcısı, cemdeki on iki hizmetin yürütülmesinde rehberlik eden, yol bilgilerini taliplerine aktaran dini otoritedir. Evlad-ı resuldendir. Bu yolda her talip bir pîre, rehbere ve mürşide bağlıdır. Hiyerarşik bakımdan her talip mürşit, pîr ve rehber tarafından denetlenir. Talibin; suçsuz yere eşini boşama, başkasının namusuna yan gözle bakma, yalancı şahitlik yapma, faizle borç para alma-verme, başkasına iftira atma gibi suçları varsa talip “düşkün” ilan edilir. Toplumdan tecrid edilir. Lokması alınmaz ve ona lokma verilmez. Talibin girdiği yolda kalbi ile ikrar vermesi ve bu ikrarı dili ile onaylaması gerekmektedir. Talip, kibirden, insanları hor görmekten ve incitmekten, hak yemekten, iftira atmaktan, yalan söylemekten uzak durmalıdır. Hakka varmak isteyen talip pîrin eteğini tutar, aynı yolda yürüyen kardeşleriyle bir can olur. Kısaca talibin biricik hedefi bütün ömrü boyunca eline, beline, diline sahip olmaktır. Bu yolda ilerleme süreci, dört kapıyı kırk makamı birer birer geçerek gerçekleşir. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat olarak adlandırılan bu dört kapıdan şeriat zahir, diğerleri batındır. Kırk makam ise bu dört kapının ara basamaklarını oluşturmaktadır. Her makamın on esası vardır. İnsan-ı kâmil olma, edep, erkâna uyma, yedi ulu ozanın inançları, kırklar meclisi, tevella ve teberra, miraçlar, düşkünlük, dâr, barış, esenlik, kardeşlik, eşitlik, toplumsal dayanışma hoşgörü, kul hakkını yememe, iyiliği emretme, kötülükten uzak durma, yalan ve riyadan sakınma, zina vb. çirkinliklerden kaçınma, haksız kazanç edinmeme, zulme karşı çıkma gibi, ahlaksal ilkeleri yaşama egemen kılan tüm değerler Alevî İslâm inancında olduğu içindir ki, Alevîlik İslâm’ın özüdür. Aslında cem törenlerini yürüten her pîrin Alevî şiiriyle ilgili, geniş bir repertuara sahip olması gerekmektedir. Pîr cem törenlerinde, saz eşliğinde özellikle Kerbela zulmünü, On İki İmam’ın ve diğer velilerin kerametlerini konu alan deyiş ve semahlar söylemek zorundadır. Alevîlikte her yıl Muharrem ayında tutulan on iki günlük oruçta da canlar nefislerini köreltmek, dünyevi olandan elini çekmek, yokluğu daha iyi anlayabilmek ve hakla yakınlaşmak için su içmezler, et gibi içinde can barındıran gıdalar tüketmezler, iftarlarını çok basit yiyeceklerle çok az yiyerek açarlar. Alevî inancında çok eski anaerkil toplumların bazı izleri de görülmektedir. Mesela kavga sırasında bir kadının; başörtüsünü çıkarıp ortaya atmasıyla kavga sona erer. Aralarında büyük husumetler bulunan ailelerden suçlu olan taraf eşini alıp düşmanının evine giderse bağışlanır ve düşmanlık son bulur. Ayrıca evin en yaşlı hanımı evin her şeyinden sorumludur, onun rızası olmadan önemli kararlar alınmaz. Kadına, Fatma Ana’nın yüzü suyu hürmetine büyük bir saygı duyulur.” Arkadaşların sorularına da uzun uzun cevap verince Dede, sohbet uzadıkça uzadı. Yarım saatlik randevu bir buçuk saate ulaştı. Ogün, Cemevi’nde taziye yemeği varmış. Sohbetten sonra, Naki Dede bizi de davet etti yemeğe. Canlarla birlikte taziye yemeği yedik. Cenaze sahipleri bize izzet ikram ettiler. Pilav üstü, et kavurma. Yanında ayran. Tabağını bitirenler bir tabak daha aldı. Müthiş bir lezzet. Yemekten sonra Naki Dede bizi dış kapıya kadar uğurladı.

2 Aralık 2025 Salı

Thomas Edward Lawrence

İBRETLİK OLAYLAR; TABİ Kİ İBRET ALANLAR İÇİN Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için çalışan İngiliz ajanları Lawrece ve Gertrude Bell kimdir? -Thomas Edward Lawrence. Birinci Dünya Savaşı´nda Arap topraklarını Osmanlı´dan koparmak için Arapları Osmanlı´ya karşı kışkırtan Arabistanlı Lawrence adlı ünlü İngiliz casusudur. Yarbay Thomas Edward Lawrence, 1888 yılında Britanya'da dünyaya geldi. Arkeolog, askeri stratejist, casus ve yazar olan yarbay, profesyonel olarak T.E. Lawrence veya T.E. Shaw isimlerini kullandı. İkinci ajan ise; Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için çalışan ve sınırları çizen, çöl kraliçesi lakaplı İngiliz ajanı Getrude Bell'dir. Gertrude Bell kadın İngiliz casusudur. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere adına casusluk yapan Gertrude Bell bir çok Arap aşiretini Osmanlı'ya karşı kışkırtmayı başarmıştır. Irak sınırlarını kendi elleriyle çizdmiştir. Irak tahtına Kral Faysal'ı oturttmuştur. Mezarı da Iraktadır. II.Abdulhamit’i tahtan indirenler kimlerdir? Fetva Emini Hacı Nuri Efendi ve İttihatçıların kuklası haline gelen Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’den hal’ fetvası alındı. Hacı Nuri Efendi’ye zorla imzalatılan fetvada Sultanın 31 Mart Vak’ası’na sebep olduğu, dinî kitapları yaktırdığı, devlet hazinesini israf ettiği ve zalim olduğu şeklindeki iftiralar gerekçe olarak sıralandı. 33 sene boyunca hiç kimseyi idam ettirmemiş bir padişaha ‘zalim’ suçlaması yapmak, ancak ona tahttan indirildiğini bildirmeye gelenlerin niyetleri kadar habis olabilirdi. Ellerinde Meclis-i Mebusan'ın aldığı karar, Yıldız Sarayı'nın basamaklarını tırmanan Yahudi Emmanuel Karaso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani ve Gürcü Arif Hikmet Paşa Sultanı tahttan indirmekle görevlendirilmişti. Yalnız ona “Millet seni istemiyor” mesajı vermek için özenle seçilen bu heyetin ortak bir yönü daha vardı: Hepsinin Mason olması. Osmanlı coğrafyasında Siyonizme geçit vermeyen İslam Halifesine tahttan indirme bildirisini okuyan, bir mason ve Yahudi idi. Nitekim Abdülhamid Han, Selanik’te muhafazasına memur edilen Debreli Zinnur’a “Bana en çok dokunan, bu mason taslağı Yahudi’nin hal’ kararını tebliğ edişi olmuştur” diyerek hicranını ifade eder. İçlerinde bir tek Türk yoktur. Yorumsuz...

1 Aralık 2025 Pazartesi

KEMALİSTLER BİR GÜNDE ŞERİATÇI KESİLDİLER; ARKADAŞLAR BİRAZ İNANDIRICI OLSALAR, ORTALIK BU KADAR GERİLMEYECEK

KEMALİSTLER BİR GÜNDE ŞERİATÇI KESİLDİLER; ARKADAŞLAR BİRAZ İNANDIRICI OLSALAR, ORTALIK BU KADAR GERİLMEYECEK Rüştü Kam 30.11.2025 / BERLİN “Papa’nın Türkiye Ziyareti ve Arkasında Bıraktığı Dedikodular” başlıklı yazımı yayımladıktan sonra gelen yorumlar, bu yazıyı da kaleme almam gerektiğini gösterdi. Sosyal medyada algı oluşturmaya çalışan yazıları okudukça o atılan palavralara kanan insanları gördükçe, gerçekten utanç duyuyorum. Koca koca köşe yazarları, hiçbir utanma emaresi göstermeden göz göre göre yalan söylüyorlar. Televizyon kanalları da bunlara ekranlarını açıp zemin hazırlıyor; palavra atmalarına ses çıkarmıyor. Yazıktır, günahtır. Bugün yalan söyleyip algı oluşturacaksınız, peki yarın o palavra ortaya saçıldığında ne yapacaksınız bre gafiller? “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” derler. Ama sizin derdiniz hakikat olmadığı için umurunuzda bile değil. Palavralarınıza üç kişi bile inansa kârdır diye bakıyorsunuz. Sizler Türk Milletinin yüz karasısınız, utanın desem, boşuna nefes tüketmiş olurum, lafım ziyan olur… Neymiş efendim: “1924’te Papa Türkiye’ye gelmek istemiş de, Atatürk izin vermemiş!” Bu cümleyi kuranlar, normalde kendilerini “katı laik”, “Atatürkçü”, “Cumhuriyet muhafızı” diye pazarlayan tipler. Kemalist geçinenler. Ama iş Papa meselesine gelince, bir bakıyoruz, aynı insanlar bir anda “İslâm beldesine gavurun ayak basmasını istemiyoruz” edebiyatına sarılıp ortalığı velveleye veriyorlar. Muhteremler(!), siz gerçekte kimsiniz? Neyin nesisiniz? Tanımak istiyoruz sizi. Şu maskenizi çıkarıp da gelin, kim olduğunuzu açık ve net olarak görelim. Dün laiklik nutku atıyordunuz, bugün Atatürk’ü şeriatın muhafızı gibi pazarlıyorsunuz. Bir günde şeriatçı kesildiniz başımıza. Sizin dengeniz yok mudur? Belge? Yok. Arşiv? Yok. Ama Efsane Var. Oh Ne Güzel Bakıyoruz tarih kayıtlarına: • 1924’te Papa’nın Türkiye’ye gelmek için resmî başvurusu yok. • Atatürk’ün Papa’ya “Hayır, bu topraklar İslâm beldesidir, gelemezsin” dediğine dair tek satır yok. • Ne TBMM tutanakları ne Dışişleri arşivleri ne de dönemin gazeteleri böyle bir “kriz”den bahsediyor. Ama sosyal medyada, kahvede, TV ekranında, sanki Vatikan 1924’te bütün heyetiyle kapıya dayanmış, Atatürk de kapıya dikilip: “Burası Müslüman memleketidir, Papayı sokmam!” demiş… Sevgili Kemalist beyefendiler, kusura bakmayın ama sizin yaptığınıza tarih denmez; buna olsa olsa fantastik bir kurgu denir. Atatürk’ün laiklik politikalarına gelince ağzınıza geleni söyleyip “devletin dini olmaz”, diyorsunuz ve “Atatürk dini siyasetten ayırdı” nutukları atıyorsunuz; konu Papa olunca bir anda Türkiye “İslâm beldesi” oluveriyor, “Müslüman diyarı” oluveriyor. Arkadaşlar sizin ölçünüz yok mudur? Pardon ama siz neyin nesisiniz? Kusura bakmayın ama siz Atatürk’ü dolgu malzemesi gibi kullanıyorsunuz, sizin Atatürk’ü falan sevdiğiniz yok. İsteğinize göre, çıkarınıza göre; • Bazen, Atatürk laik oluyor, • Bazen, Atatürk şeriatçı oluyor, • Bazen Atatürk gâvura haddini bildiren kumandan oluyor, • Bazen de Batı uygarlığının önünü açan reformcu oluyor, İşin en trajikomik tarafı nedir biliyor musunuz? Normalde Atatürk’ün adını duyunca tüyleri diken diken olan kimi çevreler bile, söz konusu Papa olunca bu hayali sahneye sarılıyor ve “Atamız Türkiye’ye Papayı sokmadı kardeşim, adam gibi duruş sergiledi!” diye efelenebiliyor. Dün Atatürk’e küfreden ağız, papa düşmanlığı için, Hristiyanlık düşmanlığı için bugün “Atamız” diye başlayan cümle kurabiliyor. Böylece siyasal yelpazenin iki ucu, aynı yalanın etrafında buluşabiliyor. Biliyor musunuz; Bugün Kemalist, yarın şeriatçı, öbür gün “milli ve yerli” olmak tiksinti veriyor… Bir ülke tarihini belgelere değil de sloganlara dayandırıyorsa, o ülke her sabah başka bir Atatürk, başka bir din, başka bir rejimle uyanır. Papa meselesi bunun basit bir örneğidir. Tarihî gerçeklik açısından içi bomboş ama siyasi manipülasyon açısından son derece kullanışlı bir figür Atatürk. Eğer gerçekten Atatürk’ü, laikliği, dini ve devleti ciddiye alıyorsanız, ilk yapmamız gereken şey çok açıktır: Slogana değil belgeye sarılın; menfaat açısından hoşunuza gideni değil, doğru olanı savunun. Yoksa bugün Atatürk’ü “Papa’ya kapıyı kapatan şeriat koruyucusu bir lider” yapanlar, yarın da aynı rahatlıkla siyasetin öbür ucundakiler, “Atatürk hilafeti geri getirecekti, fırsat vermediler” diye başka bir masal anlatmaya başlarlar. İşte asıl felaket zamandır. Son olarak tekrar edeyim: • TBMM tutanaklarında • Dışişleri arşivlerinde • Vatikan arşiv dosyalarında • Atatürk’ün yazışmalarında • Basın haberlerinde • Diplomatik telgraflarda Hiçbirinde “Papa Türkiye’yi ziyaret etmek istedi ama Atatürk tarafından reddedildi” gibi bir kayıt yoktur.

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI) Rüştü KAM 2025 Nisan BUHARA II Buhara’nın en önemli kültür değerlerinden biri olan Ark Sarayı ve Sitorai Mohi Hosa bugün ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Yavuz ve Fatma Mıdık bu sefer işi sıkı tutuyorlar. Taşkent’te yaşadığımız aksaklıkların tekrarını istemiyorlar. Bu kez geciken ben oldum; ceza: 10 Euro. Eyvallah deyip yerime geçtim. Otobüsün en arkasında Yunus’la oturuyoruz. Önümüzde Şükrü Bey ve eşi Hatice Hanım var. Buhara kusursuz bir şehir desem, yeridir. Caddeleri geniş, yeşilliği bol, tertemiz bir şehir. Bir noktaya kadar otobüsle gittik. Sonrasında yolumuza yaya olarak devam etmemiz gerekiyormuş. Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz, Hüseyin arkayı toparlıyor. En yaşlılarımız Mehmet ve Ramazan amcalar ama maşallah, gençlere taş çıkartacak kadar dinçler. Yıldız’ın hemen arkasından ayrılmıyorlar. Ark Sarayı’nı teğet geçtik; dönüşte ziyaret edilecekmiş. Bolo Havuz Camii Rehberimiz Yıldız, caminin önündeki o ağacın altında toplanmamızı istedi ve maksat hasıl olunca da başladı anlatmaya: “Şimdi tam karşınızdaki bu harika esere bakın. Buhara’nın Emirlik dönemine ait camilerinden biridir bu gördüğünüz yapı. Adı: Bolo Havuz Camii. Halk arasında 'sütunlu cami' olarak da bilinir. Ark’ın hemen karşısında, şehir meydanına hâkim bir noktadadır. Bu, ön cephede sıra sıra dizilmiş ince- uzun ahşap sütunlar caminin en dikkat çekici bölümüdür. Bu sütunların içinde dikildiği günden beri ayakta duran orijinal sütunlar da vardır. Caminin adını aldığı ‘havuz’ ise hemen önünde yer alan gördüğünüz şu küçük, dikdörtgen bir su birikintisidir. Bolo-Havuz Camii, Emir'in eşinin emriyle 1712'de inşa edilmiştir. Bugünkü sütunlu revak kısmı ise 20. yüzyılın başında, Emir Alim Han döneminde eklenmiştir. Emir, cuma namazlarını burada kılarmış. Sütunlar Hindistan’dan getirilen ağaçlardan yapılmış; her biri farklı motiflerle süslenmiş. Tavan, renkli desenlerle bezenmiş. İç kısım ise daha sadedir ve ferahtır. Dışarıdaki keşmekeşe inat içeriye serinlik ve sükûnet hâkimdir. 20 dakika serbest süreniz var.” Havuzun suyuna yansıyan sütunlar zamanı tersine çeviriyor gibiydi. Gösterişsiz ve vakur bir yapı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Loş ışıklar altındayız. Özbek kültürünü yansıtan rengarenk ipek halıların üzerinde yürüyoruz. Müthiş bir duygu. Ses var ama yankı yok. Duvarlar sesimizi emiyor sanki. Caminin içinde sessizlik kendi başına bir varlık. Belki de bu cami, anlamını kalabalıktan değil, sessizlikten alıyor. Ziyaretimizin şahidi olarak, iki rekât şükür namazı kılanlarımız oldu. Dualarımız arş-u âlâya yükseldi. Allah kabul etsin. Dönüş yolumuzda Ark Kalesi var. Ark Kalesi Özbek Türkçesinde 'Buxoro Arki', Türkçe'de ise 'Buhara'nın Gemisi' olarak anılan kaledir. Kalenin o ihtişamlı kapısından içeriye girdik ve yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Her adımda saraya yaklaşıyorduk ve nefes alışverişlerimiz de hızlanıyordu. Yokuş yukarı çıktığımız için midir yoksa saraya yaklaştıkça duyduğumuz heyecandan mıdır kararı varın siz v erin! Yukarı çıkarken bizden önce yukarıya çıkanlarla karşılaştık, aşağıya iniyorlar. Yol vermesi gereken onlar olsa da edeben biz kenara çekildik. “Sevgili Anadolu Kervanı!” dedi Yıldız; “Ark, sadece bir saray değil, yüzyılların tanığıdır. Emirler burada doğdu, burada hükmetti, burada sustu ve bazıları da burada öldü. Ark Sarayı, Orta Asya’nın en eski yönetim merkezlerinden birisiydi. Bu kale de Buhara’nın kalbiydi. Temelleri 5. yüzyıla kadar uzanır. Süreç içinde defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bugünkü formunu 16. yüzyılda kazanmıştır. Kalenin surları kalındır. Güvenlik açısından işte bu yüksek tepe üzerine kurulmuştur. Giriş kapısı heybetlidir. Kapıdan içeri girince kendinizi tarihin ortasında bulursunuz. Bugün yürüdüğünüz bu taş döşemeler; bir zamanlar cariyelerin fısıltılarını, emirlerin sert buyruklarını, vezirlerin endişeli ayak seslerini duymuş olabilir. Dikkatlice dinlerseniz sizler de duyarsınız. Çünkü, tarih susmaz. Hele Ark gibi mekânlar hiç susmaz.” Kale’nin tepesine ulaştığımızda gözlerimiz Buhara’nın eşsiz manzarasıyla karşılaştı. Uzakta yeşil kubbeli Mir Arap Medresesi, hemen yanında Kalan Camii, Abdülaziz Han Medresesi ve görkemli Kalan Minaresi görünüyordu. Dün onlarla tanışmıştık. “Zamanında Cengiz Han’ın bile dokunamadığı minare işte orada zamana meydan okumaya devam ediyor. Rüzgâr burada başka türlü eser. Burası sadece güzel bir saray değil; aynı zamanda düşündürücü bir mekândır. Buhara’daki her kubbe, her minare, Buhara’nın yüzyıllardır sönmeyen kandilleridir.” Kaledeki bazı bölümlerde hâlâ arkeolojik kazılar sürüyor. Özellikle harem kısmında ve eski askerî bölgelerde Emirlik dönemine ait seramik parçaları, günlük eşyalar, mühürler ve bazı el yazmaları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarılıyor. Avluda dolaşırken dikkatimizi çeken yapılar arasında mahkeme salonu, taht odası, cami, harem bölümü ve bir de zindan vardı. Zindan Kısa bir yürüyüşle Ark’ın zindanına ulaştık. Alçak ve kemerli bir kapıdan içeriye girdik. Kalın duvarlarla çevrili o zindana. Bizi rutubetli bir hava karşıladı. Yerde ve duvarlarda işkencede kullanılan ‘paslı’ işkence zincirlerinin örnekleri var. Hücreler basık ve havasız. Hırsızlar, asi askerler ve hatta fikir suçluları burada cezalarını çekmiş olmalılar. Şairin dediği gibi “zindan iki hece...” Zindan, her yönetimin karanlık yüzüdür. Buraya düşmek yalnızca bedenin değil, sözün de susturulması demektir. İçeride fazla kalmadık ama birkaç dakika bile yetti bize. Zindanlar burada da soğuktu; taşlar sadece taş değildi, cansız tanıklardı. Bu yapılar insana, tarihin her zaman adil işlemediğini düşündürüyor. Belki de adaleti sağlamak için bu mekânlara ihtiyaç duyulmuştu. Bilemiyoruz. Cami Zindandan çıktıktan sonra derin bir nefes aldık. Sırada kale içindeki cami varmış. Emir ve saray mensupları burada namaz kılarmış. Cuma hutbeleri burada okunurmuş. Geniş değildi ama düzenliydi. Ahşap sütunlar dikkat çekiciydi. Mihrabı sade, tavan işlemeleri zamanla kararmış ama izlerini koruyordu. “Bu cami, kalenin içindeki zamanı dengelermiş. Savaş zamanı da olsa, barış zamanı da olsa vakit gelince herkes burada Rabbine yönelirmiş.” Hazine Odası Son olarak hazine odasına girdik. Tek kapılı, korunaklı bir oda. Küçük ama titizlikle korunmuş. Camekânlarda birkaç sikke, mühür, eski bir kemer vardı. Bir zamanlar Buhara’nın serveti burada saklanırmış. Her şey kayıt altındaymış, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış. Bu odada insan ister istemez kendine soruyor: Bu kadar ihtişamlı bir yaşamdan sonra geriye ne kalmış? Altınlar mı, kayıtlar mı, yoksa sadece boş raflar mı? Kabul Salonu Emir’in kabul salonu ise kalenin kalbi gibi. Diğer yapılara göre daha geniş ve aydınlık. Tavan yüksek, duvarlarda haritalar asılı. İşlemeli halılar, birkaç ahşap sandalye ve ortada büyükçe bir minder… Emir burada kararlar alırmış, elçilerle görüşürmüş, bazen dostluklar kurulurmuş bu salonda, bazen de dostluklar bozulurmuş. Bir de halka açık bir kabul salonu var. Kral yukarıdan nazar edermiş halka. Açık kapı günü gibi düşünün. Bir isteği olan salona alınırmış. İsteğini halkın önünde dile getirirmiş. Huzurdan ayrılırken de sırtı duvara çarpıncaya kadar arkası arkasına gider, sırtı duvara çarpınca da çıkar gidermiş. Salondan çıkarken, krala sırtını dönmek olmazmış. Sırf bu iş için en arkaya hemen çıkış kapısının yanına bir duvar yapılmış, müstakil. Sırtı duvara değinceye kadar arkası arkasına gider, sonra da salonu terk edermiş. Grup üyelerinden bir kısmı kralın koltuğuna oturarak resim çektirmek için sıraya girdiler. Ben de sıraya girdim ama sıra gelmeyince de fazla ısrarcı olmadım. Ark Kalesi Yorgun Ark Kalesi’nin taşları hâlâ yorgun ama ayakta. Her köşesinde devletin yükü var. Ark Kalesi sadece duvarlardan, odalardan, taş döşemelerden ibaret değil. Her adımda sessizce akan bir zaman duygusu var burada. Zindanında suskunluk, camiinde sükûnet, kabul salonunda endişe hissediliyor. Her yapı bir başka kavramı fısıldıyor: Adalet, dua, hesap ve karar… Bu kale, yalnızca tarihî eser değil; geçmişten bugüne uzanan bir yönetim ahlâkının izlerini de taşıyor. Ark tepesinden şehre baktığımızda taşların yerini kubbelerin aldığına şahitlik ettik. Buhara, yalnızca zamana direnmiş değil; zamana da anlam katmış. Belki de en çok bu yüzden, bu şehirde dolaşırken insan kendini yalnızca bir turist değil, tarihle göz göze gelen bir tanık gibi hissediyor. Deve Keyfi Şimdi yavaş yavaş başka bir yöne, aynı dönemin ama farklı bir duygunun mekânına yürüyoruz. Emirlerin hükmettiği yerden, onların dinlendiği yere…Sitorai Mohi Hosa Sarayı’na. Yani “Ay ve Yıldızın Buluştuğu Yer” e. Ark Kalesinin çıkışında birkaç deve bekliyordu. Yanlarında bakıcılarıyla. İsteyenler bu develere binerek hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Binmek için normalde devenin çöktürülmesi gerekir ama burada öyle değil; merdivenle biniliyor deveye… O Buhara’nın yakıcı sıcağında, açık alanda para kazanmak için bekleyen o karayağız delikanlılar bezgin bir halde. Belki de iççiler. Bizim “Altın Kızlar” ve Sultan, deveye binmek istediler, istekten de öte rica ettiler. Grup otobüse doğru ilerlemeye başlamıştı ama ben onları kıramadım. Yardımcı oldum, deveye bindirdim, hatıra fotoğraflarını da çektim. Tabii bu deveye binme hikâyesinin bir de bedeli oldu: Yavuz affetmedi... Bazen bir fotoğraf için zaman çizelgesinden saparsınız. Ama bazı anlar, programın değil, hatıraların parçası olur. Buhara’da deveye binmek bir turistik etkinlikten fazlası oldu: Çocukluktan gelen bir merakın, bir yolculuğun içindeki küçük sevinçlerin izleriydi bunlar. Yeter ki dönüş yolunu unutmayın; çünkü her Yavuz’un bir ajandası mutlaka vardır. Ay ve Yıldızın Buluştuğu Saray: Sitorai Mohi Hosa Sarayı Ay ve Yıldızın Buluştuğu saraydayız. Sarayın bahçesine kadar otobüsle geldik. İçeriye girebilmek için ücret ödememiz gerekiyormuş. Her müzede olduğu gibi rehber Yıldız bileti yine grup adına aldı ve sıra beklemek zorunda kalmadık. Hem de zamandan tasarruf ettik. Yıldızın dediğine göre bu saray; ihtişam ve güç gösterisi için değil, zarafet için inşa edilmiş. Buhara’nın en gösterişli ama aynı zamanda en duygusal köşelerinden biriymiş. Doğru söylemiş Yıldız; Saray gerçekten etkileyici. Her ne kadar zamanla bazı duvarlarına bakımsızlık sinmiş olsa da ihtişamı hâlâ kendini gösteriyor. Yazın kavurucu sıcağına, kışın ayazına, fırtınasına direnmiş ve böylece yıllardır ayakta kalmasını bilmiş, üstelik her gelen ziyaretçinin karşısına tekrar tekrar çıkmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, özel bir yapıdan söz ediyoruz. İçeriye girer girmez hemen sağda sarayın bahçesinde toplandık ve saray hakkındaki bilgileri rehberimizden almaya başladık. “Bu saray yalnızca bir dinlenme mekânı değil; aynı zamanda değişen zamanın, modernleşme arayışının bir ifadesidir. Emir Alim Han, klasik doğu saray mimarisini koruyarak Batı’dan gelen estetik dokunuşları burada birleştirmiştir.” Sarayın bahçesi, daha ilk adımımızda içimizi açtı. Ağaçlar bir ölçüye göre dikilmiş, özenle dikilen rengarenk çiçekler, harika bir bahçe. Burada yalnızca bir sarayın değil, zarafetin sınırları içinde yürüdüğümüzü hissediyoruz. Bahçe, içeride bizi bekleyen renkliliğe bir hazırlık gibi. Sarayın içine adım attığımızda, ilk dikkat çeken şey ışıklandırma sistemi oldu. Aynalar, mozaikler, tavan süslemeleri... Hepsi ışığı çoğaltıyor; duvarlar sessiz ama gösterişli. Tavanlardan süzülen yansıma, zaman duygusunu kırıyor; insan bir anda hem geçmişte hem şimdide yürür gibi oluyor. Emir’in kabul salonu, sarayın en etkileyici bölümlerinden biri. Tavanlar ince ince işlenmiş ayna mozaikleriyle kaplı. Duvarları alçı süslemeleri çevreliyor. Divanlar desenli kumaşlarla örtülmüş; hiçbir şey rastgele değil. “Bu ihtişam güce değil, görgüye dayalıdır. Emir burada politik ağırlığını değil, medenî inceliğini de göstermiştir. Bu saray, onun yalnızca bir hükümdar değil; aynı zamanda bir zevk sahibi olduğunu da ortaya koyar. Burada güç, estetikle dengelenmiştir.” Sarayın bazı odalarında, döneme ait günlük eşyalar sergileniyor: İşlemeli kaftanlar, yazı takımları, aynalar, el yapımı halılar… Yıldız dediği gibi; bu sarayda elinde sopasıyla sesini yükselten bir güç yokmuş; kendini hissettiren bir incelik, bir nezaket varmış. Böyle bir yerde kim yaşamak istemez ki; bunun için kral mı olmak gerekiyor…? Sarayların sessizliğinden, kalelerin gölgesinden çıkarak şimdi Buhara’nın atar damarlarına karışıyoruz. Esnafın sesi, bakırın tınısı, baharatın kokusu… Söz şimdi sokaklarda. Serbest Zaman 3 saat serbest zamanımız var. Sokakları arşınlayacağız. Esnafı tanıyacağız. Alışveriş yapacağız. Yemek yiyeceğiz, çay -kahve içeceğiz … Çarşıya girdiğimizde ilk hissedilen şey sadece kalabalık değildi; bir düzenin, bir alışkanlığın kokusuydu bu. Yüzlerce yıldır aynı taş döşemelerin üzerinde yürüyen ayaklar, aynı sabırla örülmüş halılar, aynı tınıyla dövülen bakır kaplar… Her biri geçmişten bugüne hiç kopmamış gibiydi. “Bu sokaklarda yürürken aslında zamanla birlikte yürürsünüz, bakın şurada bir bakırcı var; dedesi de buradaymış, onun dedesi de. Hiçbir tabela taşımayan ama kök salmış bir aidiyet var bu çarşılarda.” Sarayın aynalı tavanlarından sonra bu sokakların tozlu taşları daha samimi geliyor insana. Lüks yok burada ama samimiyet var. Bir çocuk elindeki pamuk şekeriyle koşturuyor; bir ihtiyar kumaş tartıyor, Evet, Özbekistan’da ve genel olarak Orta Asya'nın bazı bölgelerinde geleneksel kumaş alışverişinde kumaşlar metreyle değil, ağırlıkla – yani teraziyle – tartılarak satılıyormuş. Sanki Buhara’nın kalbi burada atıyor; taş duvarlar değil, yorgun eller konuşuyor. Kokular, sesler, dokular birbirine karışıyor. Kalabalık ama yorucu değil. Her köşe bir hikâye anlatıyor, sessizce. Buhara çarşılarında dokuma, bakır işçiliği, takı ve seramik atölyeleri yerli halkın el emeğini yansıtıyor. Özellikle sabah saatlerinde esnaflar daha sakin ve sohbet etmeye daha meyyal olurlarmış. Sokaklar kalabalıktı ama karışık değildi. Herkesin kendine göre bir yönü, bir alışkanlığı vardı sanki. Biz de çarşının kalbine doğru yürüyoruz. Dükkanların önü renkliydi. Halılar, takılar, seramikler, bıçaklar… Hepsi göz hizasında ve dokunulacak kadar yakındı. Özlem hanım kaşla göz arasında girmiş halı dükkanlarından birine. Ve de kıyasıya pazarlık yapmış. Güzel bir halı almış hem de ipek. Tabii makine halısı. El ile dokunan halılar el yakıyor. 14 haziranda kızım Dilruba’nın düğünü olacak. Onun için de bir halı almasını istedim. Kabul etti. Çiseleyen yağmura aldırış etmeden halıcı dükkanının yolunu tuttuk. Bir halı beğendik. Özlem hanım hemen pazarlığa tutuştu yine ve sonunda satıcıyı pes ettirdi. Aldık halıyı. Hakikatli kadındır Özlem Hanım. Sonra da buluşma yerinin yolunu tutuk. Baktık, bizim grup orada bir dükkânda çoğalmışlar. Biz de daldık içeriye. Bıçakçı dükkânı. Bıçakları elinde yaparmış. Tezgâhta çeşit çeşit el yapımı o bıçaklardan vardı. Sapları kemik, ahşap ya da boynuzdan; ağızları tek çelik dövmeymiş. "Tek çelik dövme", tamamı tek parça çelikten yapılmış ve geleneksel dövme yöntemiyle şekillendirilmiş anlamına gelirmiş. Desenleri de el ile işlenmiş. Bıçakçı habire anlatıyordu. Gayesi bıçak satmak. Nereden bulacak böyle kalabalık bir grubu bir daha. “Çeliği önce ateşe koyarım. Kızarınca örste döverim. Sapını oyar, yerleştiririm. Desenleri de tek tek işlerim. Hepsi el işidir.” Herkes, birer ikişer bıçak aldı. Hem işçiliği güzel hem de kullanışlı görünüyorlardı. Ben de Recai’ye aldım. Ne de olsa eski müdürümüz. Çarşının çıkışına yakın bir yerde, sade bir restoranda yemek yedik. Buhara pilavı söyledik, yanına da ayran. Ne fazla ne eksik; yerli yerinde bir öğle yemeği oldu. Tam öğle sayılmaz, neredeyse akşam olacak… Verilen saat yaklaştığında herkes buluşma noktasındaydı. Ellerinde küçük torbalar, yüzlerinde yorgun ve de memnun ifadeler vardı. Günün en hareketli kısmı bitmişti. Otobüse binip önce restorana sonra da otele geçtik. Bugün çarşıdan sadece eşyaları taşımadık, bir çok malumat da koyduk heybemize. Sabah erkenden kalkılacakmış ve önce Lyabi-Hauz Meydanına varılacakmış, sonrası Allah Kerim… Talimatı Hüseyin verdi… Devam edecek

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII) - Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil. Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi… Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu. Bir ruh vardı. Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı… İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da- Rüştü KAM 2025 Nisan BUHARA III Otelde yaptığımız mükemmel bir kahvaltının arkasından valizlerimizi aşağıya indirdik. Gezip görülecek yerlerden hemen sonra hızlı tirenle Semerkand’a müteveccihen yola çıkacağız. Önce Leb-i Havuz (Lyabi-Hauz). Havuz başı demek. Lyabi-Hauz Meydanı. “Lyabi” Farsça’da “kenar”, “hauz” ise “havuz” anlamına geliyor. Yani kelime anlamıyla “havuz başı” demektir. Ama aslında sadece bir havuz değil, çok daha fazlası. Meydan, 17. yüzyılda Nadir Divan Beği tarafından düzenlenmiş. O dönemlerde Buhara’da su kaynakları çok olduğundan. Şehirde yüzlerce havuz bulunurmuş. Bu havuzlar yalnızca su ihtiyacını karşılamaz, aynı zamanda halkın buluşma noktası da olurmuş. İnsanlar burada toplanır, sohbet eder, dinlenir, çay içerlermiş. Leb-i Havuz, günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, en büyük ve en bilinen havuzlardanmış. Etrafındaki gördüğünüz çınarların çoğu da asırlıkmış. Meydanın çevresinde üç önemli yapı yer alır. Birincisi, Kukeldaş Medresesi 1568 yılında yapılmış ve Buhara’daki en büyük medreselerden biridir. Sol taraftaki. İkincisi, sağdaki binadır. Nadir Divan Beği Medresesi, 1622 yılına tarihlenir. Gördüğünüz gibi cephesi kuş motifli çinilerle süslüdür. Cami gibi görünüyor ama aslında bir medresedir. Üçüncüsü, Nadir Divan Beği Hanegâhıdır. Dervişlerin inzivaya çekildiği, zikir yaptığı tasavvuf mekânıdır. Burası geçmişte hem âlimlerin hem de halkın bir araya geldiği buluşma noktasıymış. Medrese ilminin ciddiyetiyle hanegâhın maneviyatı, bu havuz başındaki gündelik hayatla iç içe geçmiş. Şimdi de o ruhu yaşatmaya devam ediyorlar. Çayhaneler, kitapçılar, sokak müzisyenleri, yerel sanatçılar... Gördüğünüz gibi hepsi o ruhun peşindeler.” Böyle anlattı rehber Yıldız Havuz Başını ve devam etti. Buhara’nın Nasreddin Hoca’sı “Buhara sokaklarında yürürken bir köşede durup gülümsediğinizi fark ederseniz, muhtemelen Hoca'yı görmüşsünüzdür. Buhara’daki Hoca’nın, başında kavuk yok… Üstelik eşeğe de ters binmemiş, gayet usulüne uygun binmiş. Ama yüzündeki o ifade yok mu? Sanki daha soruyu sormadan cevabını “bildim ben,” der gibi… İşte Buhara'nın göbeğinde, Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen köşesinde, Özbekistan’ın Nasreddin Hoca’sı duruyor. 1979’da dikilmiş bu anıt buraya. Bizim Hoca, sizin bildiğiniz Anadolu fıkralarının ötesindedir. Bizim Hoca hem mizah yapar, hem Özbek pilavı yer! Her yıl, şehrin sokakları onun anısına düzenlenen bir mizah festivaline ev sahipliği yapar. Gülmek serbest, fıkra anlatmak serbest, eşeğe binmek ise özellikle çocuklar için neredeyse şart! Çünkü burada şöyle bir söz vardır: “Bir çocuk Hoca’nın eşeğine binerse, hayatı şaka gibi geçer ama tatlısından! Bu söz Buhara halkının, görgüyü, bilgeliği ve mizahı nasıl iç içe yaşadığını gösterir. Hoca Nasreddin’in mirasıyla dalga geçilmez; onunla birlikte gülünür. Çünkü onda hem akıl vardır, hem kalp. Eğer çocukken gülmeyi, düşünmeyi ve hayata tersinden bakmayı öğrenirsen; hayat seni üzmez. Şaka gibi geçer. O şaka, seni büyüten bir şaka olur. Tatlı bir hayat bilgeliğidir bu. Şunu da unutmayın: Hoca’ya sadece bakmak yetmez. Onunla göz göze gelmektir anlamlı olan. Çünkü o gözlerin içinde öyle bir bilgelik saklıdır ki, sanki fıkranın sonunu sizden önce biliyor gibi. Sanki hafif yana eğilmiş gülümsemesiyle size bir şeyler fısıldıyor gibi: “Dünya ciddiye alınmayacak kadar komiktir, evlat... Yani kavuğu yokmuş, ne olmuş yoksa, varsın olmasın. Eşeğe ters binmemişmiş, varsın binmesin daha iyi ya!” Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen yanı başında, tarihi havuzun kıyısında duran bu heykel ilk bakışta sade ama etkileyici. Hoca genç olmasına rağmen, yaşını almış ama aklını yitirmemiş bir bilge gibi oturuyor eşeğinin üzerinde. Ne gösterişli bir kavuk var başında, ne de abartılı bir duruş. Üzerinde Özbek usulü bir ceket, yüzünde ise “Ben sana bir şey anlatacağım ama önce sen gül bakalım,” der gibi kurnaz bir gülümseme. Eşeği ise en az Hoca kadar bilgece bakıyor insanlara. Sanki o da fıkraların yarısını duymuş, diğer yarısını da o anlatmış gibi. Çocuklar etrafında koşturuyor, gençler selfie peşinde, büyüklerse hafifçe tebessüm edip kendi çocukluklarına dalıyorlar sanki. Heykel susuyor, ama yüzü her şeyi anlatıyor: Mizah burada hâlâ hayatta! Çar Minar Fotoğraf çekilmek için on dakikalık bir serbest zaman verildi. Etrafı saran medreseler bir kenarda dururken, arkadaşlarımızın tercihi Nasrettin Hoca heykeliyle poz vermek oldu. Ardından yaya olarak “dört minare”ye, yani Çar Minar’a doğru yürüdük. Hava hafifçe çiseliyordu. Şemsiyesi olanlar açtı, olmayanlar ise arkadaşlarının yanında kendilerine bir köşe buldu. Dört minaresiyle misafirlerini selamlayan bu zarif yapı ne tam anlamıyla bir medrese, ne külliye, ne de bir camiye benziyor. Sadece dört küçük minare... Rehberimiz Yıldız, bu yapının Hindistan kökenli zengin bir tüccar olan Halif Niyazkul tarafından 1807 yılında inşa ettirildiğini anlatıyor. “Çar Minar, Farsça'da “Dört Minare” anlamına geliyor. Aslında burası büyük bir medresenin giriş kapısıymış, ama medrese kısmı zamanla yıkılmış; geriye sadece bu dört minareli kapı kalmış. Her minare, İslam dünyasındaki dört mezhebi temsil edecek şekilde tasarlanmış. Mimari ayrıntılar farklılık gösteriyor ama hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Aslında bu küçük minareler, mezheplerin farklılığını değil, birlikte ne kadar güçlü olduklarını temsil eder. Her biri kendi üslubuyla ama aynı yapının üstünde birlikte yükseliyorlar göğe. Sanki taşla yazılmış bir mezhep ansiklopedisi gibi. Sözün bittiği yerde taş konuşuyor. Buhara’nın kalabalığından bir adım uzaklaşıp burada birkaç dakika durmak, geçmişin düşünce iklimine kapı aralamak gibi. Çar Minar, sadece mimari bir yapı değil; bir fikir, bir duruş, hatta belki bir çağrı: Anlam, büyüklükte değil; derinlikte. Öyle bakmak lazım. Minarelerin merkezinde kubbeli bir giriş bölümü bulunuyor. Burası bir zamanlar medreseye açılan kapıymış. Minareler, bu kapının üzerine öyle bir yerleştirilmiş ki; göğe uzanırlarken ilim aşıklarıyla gökyüzü meleklerini buluşturmak istemişler adeta. Bugün bu bölümde, maalesef küçük bir hediyelik eşya dükkânı var. Minarelerin süslemeleri dikkat çekici bir incelikle işlenmiş. Mavi çiniler, işlemeli tuğlalar ve minarelerin tepelerindeki zarif kubbecikler... Yapının, küçüklüğüne rağmen etkileyici bir ruhu var. Minareler adeta birbirine “Sakın devrilmeyin, yoksa dengemiz bozulur!” der gibi kenetlenmiş. Sanki her minare bize ayrı bir şeyler fısıldıyor; biri geçmişi anlatıyor, biri geleceği, biri dünyanın çeşitliliğini, biri de huzurun ortasında durmanın sırrını: “Bizler yüksek değiliz ama anlamımız derindir. Çünkü bizler, ilmin giriş kapısının süsleriyiz.” Çar Minar’ın önünde, biraz yukarıda, yüksekçe bir yerde, iri taşlardan yapılmış bir irimin üstünde duruyoruz. Yanımda Yunus var. Elinde fotoğraf makinesi, bir yandan çerçeveyle uğraşıyor, bir yandan da deklanşöre basıyor. Bense olan bitene, geçmişin ve mimarinin bu garip kesişim noktasına dalmışım. Tam karşıdan bakarsanız iki minare görülüyor biraz sağa ve sola hareket ederseniz dört minare görülüyor. İçimden geçen ilk şeyi söyledim Yunus’a: -Bu kadar küçük bir yapı, bu kadar derin bir anlamı nasıl taşıyabiliyor Yunus? Yunus, her zamanki Yunusça tavrıyla gözünü objektiften ayırmadan cevap veriyor: -Soran, sorulandan daha iyi bilir Hocam. Gülümsüyorum ve devam ediyorum. Sevgili Yunusum; dört farklı medeniyetin sesi aynı yapıda yankılanabilir mi? Cevabı gözümüzün önünde duruyor işte. Demek yankılanabilirmiş. Yeter ki niyetler halis olsun. Bir tüccarın hayal gücüyle doğmuş bu küçük yapı, belki de Buhara’nın en derin düşünceli yapısı. İşte Özbekistan! Her bir köşesinde ayrı bir zarafet… Buhara’nın heybetli medreselerinin, göğe uzanan minareleri arasında, Çar Minar ilk bakışta sanki sadece güzel bir esermiş gibi duruyor. Dikkatle bakınca, bir duruşunun olduğunu fark ediyor insan. Gösterişsiz ama kendinden emin. Sanki yüzyıllardır olduğu gibi, yine soranlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Halif Niyazkul adında bir tüccarın hayalinden doğan bu eser, sadece mimarî bir dengeyi değil, sanki dört farklı dünyagörüşüne sahip olan insanların bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğini de anlatıyor. Her biri ayrı bir sesi fısıldıyor gibi: Geçmiş, gelecek, çeşitlilik ve iç huzur. Bu simetrik ama özgün duruş, bize şunu söylüyor Yunusum: “Farklılık içinde denge mümkündür.” Yirmi birinci yüzyıldayız. Bizden 208 yıl önce insanlar, taşla tuğlayla, yalnızca yapı değil, fikir, anlam ve incelik inşa etmişler. Dört minareli küçücük bir yapının içinde bile dünyaya bir medeniyetin imzasını bırakmışlar. Ve biz bugün, o kubbelerin altında magnet ve hediyelik eşyalar satıyoruz…! Dönüş yolunda arkadaşlar da aynı şeyleri tartışıyorlardı. Gezip görmek ve ibret almak böyle bir şey olsa gerek… Havuz Başı’nda Yemek Molası Hem Çar Minar’ı konuşuyoruz hem de yürüyoruz. Havuz Başına gelmişiz. Rehber Yıldız ve Hüseyin, iki saat serbest zaman verdiler. Bu zaman öğle yemeği için verilmişti. Her birimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. İki saat çok fazla zaman gibi geliyor ama öyle değil; önce ne yiyeceğinize karar vermelisiniz, sonra da yiyeceğiniz o restoranı bulmalısınız. Diyelim ki buldunuz aradıklarınızı, yeni bir sıkıntı başlıyor; restoranlardaki çalışanlar ağır kanlı, aceleleri yok. Bir saatte anca önünüze siparişler geliyor. Geriye kalan zamanda da yemek yiyip buluşma yerine gelmek kolay olmuyor. Sebahattin ve Selda hanıma zaman yetmemiş olmalı ki, 20 dakika sonra çıkageldiler…Mazeret gösterdiler ama Yavuz ve Mıdık artık affetmiyorlardı. 20 Euro ceza… Bahâeddin Nakşibend Külliyesi Bu gezi boyunca ilk kez bir şeyhin türbesini ziyaret ediyoruz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin türbesini. Burası sadece türbe değilmiş; Buhara şehir merkezinin birkaç kilometre dışında, yemyeşil ağaçların gölgesinde kurulmuş mütevazı ama derin anlamlar taşıyan bir külliye. Hemen önünde durdu otobüsümüz. Girişte, hemen sağ tarafta toplandık. Sırtımızı duvara dayadık ve oturduğumuz yerden rehberimizi dinliyoruz: “Değerli Anadolu kervanının aziz yolcuları, kıymetli misafirlerimiz...” Rehberimiz, sözlerine her zamanki zarafetiyle başlıyor. “Şu anda yalnızca Buhara’nın değil, Orta Asya’nın manevî kalbindeyiz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin Külliyesi’ndeyiz. 14. yüzyılda bu topraklarda yaşamış olan Şeyh Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Nakşibendiyye Tarikatı'nın kurucusudur. Tasavvuf tarihinde derin izler bırakmış büyük bir sufidir. Onu diğer mürşidlerden ayıran temel ilke şu sözde mündemiçtir: ‘Halk içinde Hak ile olmak.’ Yani o, inzivaya çekilmeden, şehirden kaçmadan; aksine hayatın tam içinde, çarşıda, pazarda, insanlar arasında yaşarken kalbi Allah ile beraber tutmayı öğütlemiştir. Gördüğünüz Külliye; bir türbe, mescid, zikir alanları ve çevresinde adım adım yönelen ziyaret yollarından oluşuyor. Her yıl yüz binlerce kişi buraya geliyor; ama burada ne bir telaş görürsünüz ne de yüksek perdeden seslerduyarsınız… Sessizlik burada terbiyedir, edeptir.” Daha içeriye girmeden, türbenin önünde dua edenler vardı; içeriye girince değişik pozisyonlarda insanları görüyoruz, aslında hepsi dua ediyor. Kimileri ellerini semaya kaldırmış, kimileri sadece oturuyor, kimse konuşmuyor ama herkes sanki kendisiyle hesaplaşıyor. Burası, dış dünyadan çok iç dünyaya açılan bir kapı gibi. Galiba konuşmak değil, dinlemek için geliyor insanlar buraya… Kendini, kalbini, Allah’ı dinlemek için. Rehberimiz, bu mekânın insanda bıraktığı etkiyi şöyle dile getirdi: “Külliyeye girerken iki kapıdan söz edilir: Biri dış âleme kapanan kapı, diğeri kalbinize açılan kapı. Hangi kapıdan girerseniz girin, çıkarken artık siz eski siz değilsinizdir.” Türbe ziyareti sırasında, otuz dört kişilik grubun sanki dili tutuldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir şeylerhissetmiş olmalı. Kendiliğinden oluşan bir edep haliydi bu. Bahâeddin Nakşibend’in türbesi bir taştan ibaret değil; adeta bir ayna gibi. Bakan, kendi kalbini görüyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırdım, gözüm duvarda yazan şu cümleye takıldı: “Kalpte olan dile gelir, dilden gönüle geçer.” Grubun hepsi dua halinde. Rehberimiz Hüseyin telefonla annesini bile aramış ki, annesine; “Ben şu an huzurdayım,” diyordu. Demek ki annesi tarikat ehli. Diyarbakır nere, Buhara nere… Yavuz bile suskundu, ilk kez. Mehmet amca cebinden bir mendil çıkarırken bizlerden gözlerini kaçırıyordu. Hümeyra ise türbenin taşına usulca dokundu ve fısıltıyla ekledi: “Dünya, bu güzel insanlar sayesinde dönüyor olmalı…” Buhara’nın en sessiz yeri, belki de en yüksek sesle şöyle haykırıyordu dünyaya: “Her şey bir edep üzeredir.”İnsanın hayatında bazı duraklar vardır; oralarda, oraya neden geldiğini değil, oradan nasıl ayrıldığını hatırlarsın. Bahâeddin Nakşibend Külliyesi de işte tam öyle bir yer. Sessizlik burada yalnızca dış dünyanın sesinin kısılması değil, iç sesinizin yükselmesi demek. “Halk içinde Hak ile olmak”… Ne kadar çok duyulmuş bir deyimdir; ancak aynı zamanda ne kadar yaşandığı da tartışmalı bir sözdür. Gözüm orada her bir köşede, dua edenlere, öylece kendinden geçmiş halde oturanlara, duvara yaslanarak kendini arayanlara takıldıkça şunu düşündüm: Belki de modern hayat bizi hep görünür olmaya zorluyor; hakikat, görünmeden yaşamayı bilenlerin kalbinde saklıymış meğer. Düşünsenize, aradan yedi asır geçmiş. Yedi yüz yıl! Ama türbe hâlâ capcanlı. Sadece taşlarıyla değil, hâlâ orada edilen dualarla, yaşatılan ahlakla, suskun ama mesaj yüklü bir duruşla… Bütün dünya tanıyor artık Şah Nakşibend’i. Her tarafta müritleri var. Bu kadar zamandır unutulmamış bir ismin arkasında ne vardır dersiniz? Üzerinde düşünmek gerekmez mi? Bu külliyede gösteriş yok, mimarîde abartı yok; her şey yerli yerinde, ölçülü ve anlamlı. Asıl tesir belki de burada saklı: Göze değil, gönüle seslenen bir sadelik. Bazen bir türbe taşı, sana koca bir aynadan daha çok şey gösterir. Çünkü insan, gerçekten bakmaya razı olduğunda en çok kendini görür. Buhara’dan Ayrılırken Şah Nakşibendi’n hocasını ziyaret edecektik, planımız öyleydi ama zaman yetmedi. Treni kaçırmamamız gerekiyor. Hüseyin birkaç kez uyardı, uyardı uyarmasına da insanlar türbeden ayrılmak istemediği için ağırdan alıyorlar. Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil. Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi… Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu. Bir ruh vardı. Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı… İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da. Kalan Minaresi’nden bakarken, sadece yüksekliği değil, direnci gördük. Mir Arap Medresesi’nde suskun duvarlardan bile bilgeliğin sızdığını fark ettik. Nakşibend Külliyesi’nde sessizliğin aslında ne kadar çok şey söylediğini dinledik. Sitorai Mohi-Hosa Sarayı’nda bir medeniyetin zarafetine tanık olduk. Ve Ark Kalesi’nde bir gücün nasıl vakar ve dengeyle yürüdüğünü öğrendik. Ve şimdi… Arkamızda tozlu yollar, yüzyılların yükünü taşıyan kubbeler, içimize işleyen bir sessizlik kaldı. Önümüzde ise mavi çinilerin göğe değdiği, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı başka bir şehir var: Semerkand. Öğle ile ikindi namazımızı cemederek çıktık yola. Yol uzun değil belki, ama anlamı derin. Buhara bize kalbimizin neyle dolması gerektiğini fısıldadıysa, Semerkand da, gözün neyle kamaşacağını gösterecek. Ey Semerkand, geliyoruz bekle bizi! Devam edecek