15-24 Nisan 2011 Rüştü Kam
Berlin Türk Eğitim
Derneği’nin düzenlediği rutin seyahatlardan biri olan Umre gezisi için 15 Nisan
2011 de Tegel Hava Limanı’ndan Medine’ye müteveccihen yola çıktık. Oldukça
heyacanlıydık, sevinçliydik, yüzler gülüyordu: Umre’ye gidiyorduk. Allah’ın“Benim
evimdir“ dediği Kâbe’yi ziyaret edecektik, Peygamberimiz’in Tevhid mücadelesini
yaptığı toprakları görecek ve birebir yaşamaya çalışacaktık o mücadeleleri,
hicret edecektik, Uhud’da savaşacak , Hudeybiye’de diplomatik bir atak yaparak
yapacağımız antlaşma ile varlığımızı tescil ettirecektik. Sonra bütün
gücümüzle haykıracaktık dünyaya ve
gezegenlere: „Hak gelince Bâtıl zâil
olur!…“
Altı kişi, sallama çayları 90 TL’ye içtik
İstanbul’da birgün
konakladık. Akşam deniz kenarında çay içmek istedik. Taksici bizi öyle bir yere götürdü ki, orada deniz de
yoktu, kenarı da. Denizi olmayan bir kenarda 90 TL ’ye birer sallama Türkçayı(!)
içtik altı kişi, ilave olarak bir künefe ve iki de ayva tatlısı vardı. İstanbul’un
turfanda ayvayısını böylece yemiş olduk.
Bu hava alanı Medine’ye yakışmıyor
Hostesin „İniş için
kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik konuma getirin“ anonsuyla Medine Havaalanı’na
iniş yapmak için alçalmaya başladığımızı anladık. Tarih 16 Nisan. Medine Havaalanı’ndayız.
Havaalanı mı yoksa hangar mı? Ne
olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir terminal vardı önümüzde. Uçağın
merdiveninden terminale kadar olan mesafe 50 metre kadar olmasına rağmen
otobüse bindirildik. Çok komik bir olaydı bu. Hep birlikte gülüştük.
Pasaport kuyruğuna
önce karışık olarak durduk, uzunca bir zaman sonra görevli polisler kadın ve
erkek olarak ayrı ayrı sıraya girmemizi istediler. On parmağımızın onunun da izlerini
aldılar, üstüne üstlük bir de fotografımızı çektiler ve psaportlarımızı scan
yaptılar. Yaklaşık üç saat sonra çıktık Medine Havaalanı’ndan. Dışarısı oldukça
sıcaktı. Alevler yüzümüzü dağlıyordu.
Krallıkla yönetilen bir ülkedeyiz
Engellilere bir
ayrıcalık tanımadan onları da normal sıraya sokmaları oldukça canımızı sıktı,
ama yapılacak birşey yoktu. Tuvaletleri oldukça mide bulandırıcıydı. Durmadan bağıran, nezaketten uzak alan görevlileriden bir an önce uzaklaşmak istiyorduk…Çünkü,
ne zaman ne yapacakları belli olmayan tavırlar sergiliyorlardı…Krallıkla yönetilen
bir ülkedeydik…O insanların iki dudağının arasından çıkan cümle kanun sayılıyordu.
Halk fakir, gecekonduda yaşıyor
Şirketin bizler
için tahsisi ettiği otobüslere binerek
Medine’ye hareket ettik. Yol boyunca uzanan gece kondular boyunları bükük vaziyette
bizleri selamlıyorlardı. Gecekonduların utanmalarına gerek yoktu. Bunca
zenginliğe rağmen onları o hale getirenlerdi elbette suçlu olanlar.
Arada bir de Avrupai
lüks binalar vardı. Onlar da, bizleri görünce sevinmiş olmalılar ki bizleri ayakta selamlıyorlardı,
ne de olsa bizler de Avrupalıydık.
Samimiyetleri her hallerinden belliydi. Oldukça gururluydular.
Petrol zengini bu
ülkenin insanları oldukça eğitimsiz ve fakir
görünüyor. Halk gecekonularda yaşıyor belli ki. İlk izlenimlerimiz can sıkıcıydı.
O’nunla hasret giderdik
Otelimize
yerleştik. Biraz soluklandıktan sonra Mescid-i Nebev’î’ye gittik. Beş dakikalık
bir mesafedeydi Mescid-i Nebevî. Peygamberimizi ziyaret ettik. Kapıda karşıladı
bizi; kucaklaştık O’nunla, hasret giderdik. Avrupa’daki müslümanların durumunu
sordu bizden, anlattık, usanmadan sıkılmadan can kulağıyla dinledi bizi. Sonra
da, Ehl-i Kitap’la yapacağımız mücadeledede nasıl davranmamız gerektiğiyle
ilgili ipuçları verdi bize. Kendi hayatından, deneyimlerinden örnekler sundu.
Biraz da dertliydi, Kur’an’a rağmen kendi sözü olmayan hadislerin O’na mal
edilmesinden oldukça rahatsızdı. Kabir ziyaretlerindeki taşkınlıklardan,
mezarlara ellerini yüzlerini sürenlerden, ölmüş insanlardan medet umanlardan oldukça bizar olduğunu söyledi.
Vedalaştık ve
tekrar buluşmak üzere sözleştik.
Cebrail’in vahiy getirdiği delik
Ertesi gün saat
14.00’ te şirket yetkilileriyle ancak temas kurabildik. Pırıl pırıl üç delikanlı geldi otelimize, içlerinden birisi
kartlarımızda da ismi yazılı olan bizim grubumuzun rehber hocası imiş.
Rehberimiz o günden
sonra bize eşlik etti Medine’de. Mescid-i Nebeviyi tanıttı(!)…“Bu sütun Hz.Aişe
validemizin namaz kıldığı sütundur, burada iki rekat namaz kılmanın 1.000
derece sevabı vardır. Şu sütun savaşa katılamadığı için üzüntüsünden kahrolan
ve peygamberimiz kendisini affedinceye kadar direkte bağlı kalan sahabenin sütunudur,
burada kılınan namaza şu kadar sevap yazılır. Minber ile Peygamberimizin evi
arasındaki yeşil halının üstünde kılınan namaz cennette kılınan namaz gibidir. -Cibril
kapısının çıkışında, tavanı göstererek- „şu tavandaki delik Cebrail’in vahiy
getirdiği deliktir, şu Peygamberimizin kabridir, şu Hz. Ebu Bekir’in, şu da Hz.
Ömer’in…“
Mescid’in tanıtımı
bu kadarla bitti…Arkasından çok sevap kazanmak açısından vakit namazlarımızı
orada kılmamız tenbih edildi…O gösterilen yerlerde namaz kılmak için müslümanlar
kaos ortamı yaratıyorlardı. O, onu itiyor, şu ötekini. Aman Allah’ım bu ne
rezalet…Müslümanlar orada secdeye varmak için itişip kakışıyorlardı. Namaz
kılmak mı? Hak getire…Namaz kılmayı yatıp kalkmak olarak görenler için belki…
Osmanlı’nın yaptırdığı tren istasyonu
Sabah namazını
mütakip Cennet’ül-Baki’deydik. Buraya kadınlar alınmıyor. Kimin mezarının hangisi
olduğu belli değil. Fotoğraflarımızı çektik ve birer Fatiha okuyarak ayrıldık
mezarlıktan. Mezarlıkta olup bitenleri gördükten sonra, Suud Krallığı belki de
doğru yapmış diye düşündük. Mezarlar belli olsaydı, orayı da Telli Baba’ya
çevirirlerdi müslümanlar herhalde…Mezarlıktan toprak alarak çantalarına
koyanlar ve mezar topraklarından üzerlerine sürenler vardı orada. Ziyaretimiz
kısa sürdü.
Sırada Hz. Ebu
Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın ve Ali’nin Mescidleri vardı ve bir de Mescid-i
Gamame. Sonra da Abdulhamid’in yaptırdığı tren istasyonuna ve Anberiye Mescidi’ne
gittik. Mescitler adlarını aldıkları şahısların bayram namazı kıldırdıkları yerler
olarak tanıtıldı. Mescid’ül Gamame’nin olduğu yerde de peygamberimizin bayram namazı kıldırmış. Namaz
süresince bulut onu gölgelendirmiş, bunun için bu mescid yapıldıktan sonra bulut
mescidi ismiyle isimlendirilmiş.
Bulut ikinci kez karşımızda
Bulut burada ikinci
kez karşımıza çıkıyordu. İlki Şam ticaret yolunda Busra mevkiindeydi. Bedir’de,
Uhud’da Hendek’te kendisine en fazla ihtiyaç duyulan mekan ve zamanlarda
ortalıkta görünmeyen bulut, nedense bayram namazı kılınırken burada görünmüş.
Bazı kaynaklarda bu
mescidlerin eğitim merkezleri olduğu yazılıyor. Özel eğitime tabi tutulacak
müslümanlar veya İslam’a yeni girenler o zaman buralarda eğitiliyorlarmış. Bu
mescidleri günümüzdeki eğitim mekanları gibi düşünmek lazım. Bu yaklaşım daha mantıklı gibi geliyor bana.
Tarihe saygısızlık
Tren istasyonunun
restore edilmesinde Türkiye’nin önemli
rolü olmuş. Ancak ziyarete kapalı. Anberiye mescidi yolcuların geliş ve
gidişlerinde namaz kılmaları için inşa edilmiş. Fazla bakımlı sayılmaz…Hatta
iki pencesinin demirleri kesilerek oraya trafo monte edilmiş…
Fahrettin Paşa’nın
Medine savunması sırasında kullandığı askeri karargahın yerine de, belediye
binası yapılmış…Tarihe ve tarihi eserlere olan saygısızlığın açık örneklerini
görüp hayıflanmamanız mümkün değil…
Müslümanların ayıbı
Bizim
kızgınlığımıza şahit olan rehberimiz, „Ben Arabım Arap da bendendir“ uydurma
hadisini okuyarak Araba saygılı olmamızı bize öğütlemekte gecikmedi. Oysa tamamen
ırkçı bir mantıkla söylenen bu sözün hadis olması mümkün değildir. Öte yandan
hata yapan, yanlış yapan kim olursa olsun hatası yanlışı söylenmelidir. Aksi davranış
zulme davetiye çıkarmak olur. Arkasından „Burada çalışan insanların çoğu Arap
değildir onları Arap zannedip Araplara öfkelenmeye gerek yoktur „ diye de
konuyu yumuşatmaya çalıştı rehberimiz…Farkeder mi Arap olması veya olmaması o yanlışı
yapan insanların…O insanlar müslüman, ister Arap olsun isterse de Pakistanlı veya
Afrikalı olsun…Bu ayıp müslümanın ayıbı değil midir?
Sıcak savaşın bizzat içine girdik
Kahvaltıdan sonra
yönümüzü Uhud’a çevirdik. Burada, Uhud savaşının önemini, orada çekilen
sıkıntıları, Ayneyn Geçidi’nin bu savaştaki stratejik önemini, Peygamberimiz’in
yaralanmasını, sahabenin ganimet sevdasıyla orduyu ve Peygamberimizi ne hale
getirdiğini, Peygamber buyduğunu dinlemeyen okçuların, emre muhalefet
etmelerinin faturasının ağırlığını, kadınların bu savaştaki rolünü anlamaya
çalıştık. Anladık da. Sıcak savaşın bizzat içine girdik ve böylece Ayneyn Geçidi’nin önemini kavradık. Hissedilen
sıcaklık neredeyse 60 derece civarındaydı.
Her mekanda
anlatılan uydurma hikayeler burada da anlatıldı bize. Rehberimiz, yaralanan Peygamberimizi
kurtarmak için, Uhud dağının savaş alanına kadar geldiğini ve peygamberimizi
alıp götürdüğünü, üzüntüsünden ağlayan Uhud dağına, Peygamberimizin ayağının
topuğuyla vurarak ağlamaması gerektiğini söyleyerek onu teselli ettiğini anlattı.
Bu hikayeyi
dinleyince, O Uhud Dağı savaş sırasında
neden müşriklerin üzerine yıkılmadı da, savaş sonrasını bekleyerek Peygamberimizi
alıp götürdü diye sormadan edemiyor insan?..
Mağaradaki taşlara kimisi elini, kimisi yüzünü sürüyor
Peygamberimiz’in yaralandıktan
sonra saklandığı mağarayı görmek için gittik. Yaklaşık 2 km. kadar uzaklıktaydı savaş alanından.
Yukarıya çıktık çıkmasına da, mağaranın içine girmek mümkün olmadı. Mahmut
Ustaoğlu ve müridleri de oradaydı biz Umre’deyken. Mağaranın önüne kamp
kurmuşlar sanki. Onları geçip mağarayı görmek ne mümkün. Kimisi yüzünü kimisi
elini sürüyor taşlara, kimisi göz yaşı döküyor, kimisi de epeyce sıkılmış
olacak ki beklemekten, sıranın kendisine gelmesi için diğerlerinin acele
etmesini istiyordu… Sesini duyurmak için de olanca gücüyle bağırıyordu
arkadaşlarına. Aman Allah’ım tam bir tiyatro. Anlattıklarına göre o mağarada
Peygamberimizin kokusu hâlâ duruyormuş. İnsanların ısrarlı bekleyişleri o
kokuyu koklamak içinmiş…
Bütün bu
anlatılanlardan ve gördüklerimden sonra, grubumdaki arkadaşlarıma dedim ki; „Buraya müslüman olarak geldiniz, dikkat
edin de müşrik olarak geriye dönmeyin.“
Medine, üç tarafı volkanik kayalarla
çevrili bir ova
Sırada müşriklerle
yapılan üçüncü savaşın yapıldığı yer vardı: Hendek savaşı diye bilinen savaş. Hendeğin
yapılma fikrini Selman-ı Farisî vermişti. M.Hamidullah, hendeğin 5,5 kilometre
uzunluğunda, 9 metre eninde ve 4,5 metre derinliğinde olabileceği tahmininde
bulunuyor.
Rehberimiz bu
hendeğin nereye kazıldığı konusunda ikna edici bir bilgi veremedi. Ancak biz
buraya kadar gelmişken hendeğin yerini öğrenmek içim sıvadık kolları ve bazı
bilgilere ulaştık:
Medine, üç tarafı volkanik kayalarla
çevrili bir ova. Normal koşullarda burada ne insan, ne at ve ne de deve
yürüyebilir. Sadece kuzey ve kuzey-batı tarafları saldırının başlatılmasına
izin veriyor. Hal böyle olunca, lav kayalarıdan oluşan bu üçgenin kuzey ve
kuzey-batıya bakan iki ucunun bir hendekle kapatılmasına karar verilmiş.
Hendeğin tamamı, sonunda büyükçe bir “N” şeklini almış. Kuzey-doğuda Şeyheyn
burçlarından itibaren kazıya başlanmış. Bugün buraya büyükçe bir mescid
yapılmış ve buradan Zûbâb tepesine kadar
inilmiştir. Bugün burada da Zûbâb Mescidi bulunmaktadır. Daha sonra, nispeten
daha alçak tepelere doğru hendek kazımı sürdürülmüş ve nihayet kuzeydeki Vedâ
tepesi denilen yere ulaşılarak, burası stratejik bir yer olan Sel dağıyla
birleştirilmiş. Yol boyunca rastlanılan alçak tepelere, keşif ve gözcü
birlikleri konuşlandırılmış.
Ancak bugün bu
hendekten maalesef eser kalmamış, Suud Krallığı oraları da iskana açmış ne
yazık ki...
Kıbleteyn Mescidi
Sırada Kıbleteyn Mescidi
vardı: İki kıbleli mescid olarak anlattı rehberimiz burayı. Peygamberimiz namazını
Mescidi Aksa’ya doğru yönelmiş
kılıyorken, kıble olarak mescidi Haram’a doğru dönülmesi ile ilgili olan vahyi
almış ve hemen yönünü çevirmiş Mescid-i Haram’a. Bu durum kıblenin tam karşısında kapının üstünde bir mihrap
yapılarak korunmuş.
İsrailiyat
Bu türden yanlış
bilgiler dinimizin içine sokulmuş maalesef. Hem de din adına, peygamber üzerinden
sokulmuş bu bilgiler. O tarihte Kudüste bir mescid yok zaten. Kudüs’teki mescid
638 yılında Hz. Ömer tarafından yapılmış. Namaz kılarken herhangi bir yöne
doğru namaz kılınması gerektiği ile ilgili bir ayet de inmemiş. Bu durumda bir
yere dönülmesi gerekiyorsa orasının Kâbe olması gerekir. Arap örfünde Kâbe’ye
yönelerek ibadet etmek var zaten. Kıble ile ilgili bu bilgi muhtemelen
yahudiler tarafından dinimize hadis olarak sokulmuş olmalıdır. Çünkü, yahudileri
biz Miraç’ta da görürüz. Şu an kıldığımız
namazı 50 vakitten(!) beş vakte indirtenler de Yahudiler olmalıdır. Bu tür
uçuk bilgilere “israiliyat” deniyor.
İtibar edilmemesi gerekiyor. Bu bilgiler dinimize hadis adı altında sokulmuştur.
Peygamberimizin bize ziyaretimiz esnasında, bazı hadisler “bana istırap
veriyor” dediği türden hadislerdi bunlar.
Kıble ne demektir
Namaz konusunda
açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü
bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin, “yönelişte birliği
sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be'ye çevrilmesi şartını getirdiği” ni
söylemektedirler. Oysa kıble konusunun
namaz ile uzaktan-yakından bir alakası bulunmamaktadır.
Burada hemen belirtelim ki, Kur’ân'da
konu edilen “kıble”nin, bu nakillerde yer alan “namazda yönelinen yön” ile;
kıble değişikliğinin de, Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Harâm'a dönmekle hiçbir
alakası yoktur. Bu anlayışlar, müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe
yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiştir. Çünkü, kulluk
için bir yön tayin etmeye kalkışmak, her şeyden önce Kur’ân'a aykırıdır:
„Ve doğu, batı yalnızca Allah'ındır.
Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah,
vâsi'dir, O, en iyi bilendir. „Bakara/115
„ Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram'a
çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki, insanların elinde
sizin aleyhinize bir delil bulunmasın. Onların zulme sapanları müstesna. Artık
onlardan korkmayın, benden korkun. Yüzünüzü Mescid-i Haram'a dönün ki,
üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Ve bu sayede güzeli ve iyiyi bulmanız da
umulmaktadır. “
Bakara 150
Durum böyleyken kıble olarak Peygamberimiz namaz için Kudüs’e niçin
yönelsin. Doğruyu bulmak için şu tespitleri yapmak gerekir:
Bu ayetlerin indiği
sırada Seleme oğulları mahallesinde bir mescitte namaz kılan peygamberin, namazın ortasında kıblesini
Kudüs’ten Kâbe’ye döndürdüğü anlatılır. Bu yüzden o mescide Kıbleteyn Mescidi ( iki kıbleli mescit ) denilir.
Ancak Rasulullah’ın
Medine’ye ilk geldiğinde inşa ettiği Mescidi Nebevi’nin kıblesinin
değiştirildiğine dair bir rivayet yoktur.
Kuba Mescidi’nin
kıblesinin değiştirildiğine dair de bir
rivayet yoktur.
Akâbe’de yeni bir dünya için sözleşen Medineliler
Bu mescitte de iki
rekat tahıyyetül mescid namazı kılarak Kuba’ya doğru yola çıktık. Kuba
yeşillik, hurma bahçelerinin içinden geçip gidiyorsunuz. Yeni yerleşim alanları
oluşturmak için hurma ağaçları katliamı yapılmış olsa da yeşili bol olan bir
yerleşim alanı Kuba. Peygamberimiz hicret esnasında Medine’ye girişte burada
karşılanmış. Müslümanlar talaalbedru aleyne[1] şarkısıyla onu burada
karşılaşmışlar. Kucaklaşmışlar, hasret gidermişler, sevinç çığlıkları atmışlar
burada. AKâbe’de yeni bir dünya için sözleşen Medine’liler sevgililerine
kavuşmuşlar onu göğüslerine basmışlar burada. Bu açıdan fevkalade bir öneme
sahip Kuba. Şu anda Medine’nin zenginleri oturuyor burada.
İki rekat namaza Umre sevabı
Rehberimiz burada
kılınan namazın bir umre sevabına denk geleceğini anlattı bize, iki rekat
namazlarımızı kıldık kılmasına da, ancak Umre sevabı alacağız diye kılmadık. Yola
devam ettik. Biraz ileride Cuma mescidi diye bir mescid var. Buraya Ranuna
vadisi deniyor. Söylenenlere göre peygamberimiz ik Cuma namazını burada kılmış.
Ancak bu söylenenlerin doğru olmaması gerekir diye düşündük. Hem Cuma namazı
farz kılınmamış daha, hem de Kuba ile arası çok yakın, Cuma namazı kılınacak
idiyse Peygamberimiz bu namazı Kuba’da kılardı ve ondan sonra yola çıkardı diye
düşündük.
Medine’de kırk vakit namaz
Hacca gidenlerin
neden Medine’de kırk vakit namaz kılmaları gerekiyor diye düşündüğümüzde, bu
kararın ekonomik olduğunu anlıyoruz. Yoksa orada kırk vakit namaz kılmanın
başka bir tutarlı izahı yok.
Hurma pazarı
Medine’ye dönerken
Medine hurma pazarına uğradık. Rehberimiz üç hurma çeşidi tevsiye etti bize.
Peygamber hurması Ajva, Halavi, Bal
Hurması. Tavsiye edilen bu hurmalardan aldık. Hurmaları Kemal Zeyveli ve Ünal
Oğuz’la otele gönderdikten sonra alışveriş için hanımlar çarşıya daldı ve
bizler de arkalarından...
Göz yaşlarımız akıyordu
Mekke’ye yola
çıkmadan önce Peygamberimizle vedalaştık. Kıbleye yönelerek dua ettik.
Peygamberimiz’in Medine’de yaptığı mücadeleleri tekrar hatırladık ve O’nun
yaptığı mücadelenin aynısını yapmamız için Yüce Mevla’dan yardım diledik, sabır
diledik, cesaret diledik, ilim sahibi olmayı diledik. Hak ve Bâtıl
mücadelesinin Peygamberimiz’le birlikte başlayıp bittiğine inanmadığımız için,
bu mücadelenin devamını getirmek için yardım diledik…Bu duaları yaparken çok
samimi idik…Kalbmiz Allah ve Rasülünün sevgisi ile dopdoluydu, göz yaşlarımız
akıyordu yanaklarımızdan.
İhram elbise demek değildir
Saat 17.00 yi
gösterdiğinde Mekke yoluna çoktan revan olmuştuk. Medine’nin hemen dışında Zu’l
-Huleyfe denilen yerde ihram giyilmesi gerektiğini söyledi rehberimiz. Biz
ihramın elbise demek olmadığını anlıyoruz, dolayısıyla ihram giymeyeceğiz
dedik. İhram; haram kılınan bölge demektir ve orada „yeşile zarar vermemek,
canlı öldürmemek, kavga döğüş yapmamak demektir dedik. “ İki havludan ibaret
olan o kıyafetin içine girmedik.
İhram, İslâm
öncesinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf eden Arapların, geleneklerinin devam
etmesi için bugüne uyarlanmış şeklinden başka birşey değildir. İhramlıyken koku
sürünmeyeceksin, dikişli bir giysi giymeyeceksin, kaşınmayacaksın gibi... Oysa
huzura güzel kokular sürünerek varmamız gerekiyor, biz öyle düşünüyoruz. İhram
giyerseniz huzura ter ve kir kokusuyla varıyorsunuz…Yolda- belde otururken,
kalkarken uygun olmayan durumlarla karşılaşabiliyosunuz, ihramın üst bölümü
düşerse fazla problem olmuyor ama, alt kısmı düşerse problem oluyor. Kadınlar
için durum değişik. Onlar dikişli elbise giyebiliyorlar. Çifte standart...
Karadenizli Müftü
Say yaparken,
Karadenizli olduğunu şivesinden anladığımız ve bize müftü olduğunu söyleyen bir
beyefendi, bizi durdurdu ve “bu elbiselerle say yapamazsınız, dolayısıyle say
bölgesinden çıkmanız gerekir “dedi. Oldukça da sinirliydi…Kendisini Allah’a
havale ettik…
Zülhuleyfe’den
ayrıldık ve yolda uygun bir yerde yemek için sözleştik şoförümüzle. Köyleri
gördük dağların eteklerinde, taşların arasında, o sıcakta orada nasıl
yaşadıklarını ve de neden orada yaşamak zorunda olduklarını düşündük. Bir tane
bile ağacı olmayan o köyler ve Suud krallığı. Halk çok fakir ve perişan.
Dinlenme tesisleri
İhtiyaç molası için
durduğumuz yer en uygun olan yermiş. Pislikten geçilmiyordu. Mekke ve Medine
arasında bir yer burası. Milyonlarca insan gelip geçiyor buradan, gel gör ki
doğru dürüst bir dinlenme tesisi bile yok.
Minibüsle gittik
450 km. yolu. Oldukça yorucuydu. Otele
yerleştikten iki saat sonra Umremizi yaptık. Saat 2’ye gelmişti. Rehberimiz
sakin sakin, oldukça feyizli bir Umre yaptırdı. Duamız onunladır.
Ondan ötesi yok
Dünyada fizik mekan
olarak varılabilecek en son nokta Kâbe.
Ondan ötesi yok. O’nu ilk olarak görünce heyacanlanıyorsunuz. Şaşkın oluyorsunuz,
sanki hızla duvara çapmış gibi başlıyorsunuz dönmeye. Ondan ötesi yok çünkü. O
ilk duygu bambaşka bir şey. Orası zirve, siz de zirvedesiniz. Başınız dönüyor. Aklınıza gelen bütün duaları
başlıyorsunuz okumaya…Duygulanıyorsunuz ve ağlıyorsunuz…Yorgunluğunuz da bir
anda geçiveriyor. Dünya meseleleriyle ilgili hiçbişey düşünmüyorsunuz orada.
Aklınıza gelmiyor ki düşünesiniz. Para kazanmak gibi bir derdiniz yok, elektrik
parası ödemeyeceksiniz, kira ödemeyeceksiniz, akşam eve ekmek
götürmeyeceksiniz… Bütün bu kaygılardan uzak olmanın verdiği rahatlık içindesiniz…Duygulanmanızın
sebebi biraz da psikolojik olsa gerek: Çünkü, ikinci kez aynı duyguları
yaşamanız mümkün olmuyor.
Müslümanlar Kâbe’nin
örtüsüne dokunmak, yüz sürmek, Hacer-ül
Esve’de dokunmak, yüz sürmek için birbirlerine sıkıntı veriyorlar. İbrahim
makamında namaz kılabilmek için çiğnenmeyi göze alanlar bile var. Hacer’ül
Esved siyah bir taş, başka hiçbir özelliği yok oysa.
Safâ ve Merve
tepeleri arasında say yaptıktan sonra tıraş olarak Umremizi tamamladık. Aslında
Mekke’yi terk ederken tıraş olmak gerekiyor ama, biz de bu konuda geleneğe
uyduk ve tıraşımızı olduk. Allah kabul etsin.
Tekerlekli sandalye mafyası
Kâbe’nin içinde
tekerlekli sandalye mafyası var. İlk gün 250 riyale kiraladığımız sandelyeyi
ikinci gün 50 riyale kiraladık, üçüncü günü ise bu arabaların Bab’us-Selam
kapısından ücretsiz olarak alındığını öğrendik. Oradan sandalyeyi alıyorlar
bedavaya, sonra da, kaça
tutturabilirlerse... Elerinde
telsizlerle mafya elamanları cirit atıyor Kâbe’nin etrafında…
Pervaneler mikrop saçıyor
Dışarıda hissedilen
sıcaklık 50, 60 derece iken, Kâbe’nin içine bir giriyorsunuz 30 derece birden
düşüveriyor. Bir de başınızın üstünde dönen o pervaneler var. Binlerce insanın
nefesini oradan oraya savuruyorlar, hasta olmamanız için hiçbir sebep yok.
Osmanlı revakları
Osmanlı revakları Kâbeye
o kadar yakışmış ki, o kadar da sade bir duruşu var ki, çok hoş. Ancak Suud
Krallığı yer genişletmek bahanesiyle yıkacakmış o revakları…Tarih katliamı…
Kâbe nefes alamıyor
Mekke’ye geldiğimiz
ilk gün hep Kâbe’deydik, oradan hiç çıkmadık desek yeridir. Hele bizim genç (!)
kızlarımız, onlar hiç yorulmadılar,
tavaf üstüne tavaf yaptılar…Allah kabul etsin…
Günah mezarlığı
Kâbe birliğin sembolüdür. Orada ancak Allah birlenir,
övülür, O’nun yüceliği karşısıdaki hiçliğimiz hatırlanır. Biz de öyle yaptık.
Tevhide karşı duranlarla yapacağımız mücadelenin planlarını gözden geçirdik
orada. Oraya bir güç gösterisi için gidildiğinin şuurunda olarak, var olşumuzun
gayesini anlamaya çalıştık. Kâbeyi ve Mescid-i Nebevîyi, Arafatı ve Rahman Dağı’nı,
günah çöplüğü/mezarlığı olarak görmedik. Günahlarımızı orada bırakmayı ise hiç
düşünmedik. Böyle batıl bir inancımız da yoktu zaten. Orasının günah çöplüğü/mezarlığı
olmadığını bliyorduk. „Yeryüzünü gezin görün ve ibret alın“ buyruğuna uygun
olarak hareket ettik ve ibret almaya çalıştık.
Dilenci mafyası
Arafat’a
geldiğimizde ikinci bir şok yağadık. İnsanlığın yaratıldığı ve son Elçi’nin
insan haklarıyla ilgili söylediği son sözlere şahitlik eden bu mekanı keşke hiç görmeseydik. Bir tarafta satıcılar,
öbür tarafta dilencilik yapan elleri ve ayakları çapraz olarak kesilmiş küçük
kızlar ve dilenci mafyası, bir tarafta motorsiklet pisti, öbür tarafta taşlara,
kayalara günahlarının dökülmesi için ellerini yüzlerini süren insanlar, tamamen
paradoks. Allah böyle müslümanlara niçin yardım etsin ki?…
Saygı duruşu
Arafatta, kendi yaratılışına tanıklık yapmak için, saygı
duruşunun şuuruna varamayan, son Elçi’nin burada verdiği mesajın anlamını içine
sindiremeyen mülümanlara Allah niçin yardım etsin ki?...
Yardımı Allah’tan değil de taştan, yatırdan, kayadan
bekleyen insanlara Allah niçin yardım etsin ki?…
Hicreti anlamak
Sevr Dağı ve Mağarası
hicrete tanıklık ediyorlar. Orada saklanmış Peygamberimiz tedbir olsun diye
hicret esnasında… Almış alınması gereken ömlemleri ve Allah’da O’na örümcek ve
güvercin mucizesiyle yardım etmiş. Eğer O “Ben peyamberim Allah beni nasıl olsa
koruyacaktır” diye yan gelip yatsaydı, o örümcek oraya ağını örmeyecek ve
güvercinde oraya gelerek yumurtasını bırakmayacaktı.
Hicret’i anlamaya
çalıştık Sevr’e geldiğimizde. Medine’nin ters istikametinde bir dağ burası.
Tamamen hedef şaşıtmaya yönelik bir tavır var. Yanında yol arkadaşı var. Hz Ebu
Bekir. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah ve kızı Esma hem yiyecek içecek getiriyor dağa,
hem de istihbarat bilgisi getiriyorlar üçgün süreyle oraya. Ebu Bekir’in çobanı
Amir bin Fuheyra da onların arkasından koyunlarını otlatmaya gidiyor gibi
sürerek izlerini kaybettiriyor onların ve müşrikler iz süremiyorlar.
Hz. Ali, peygamberimize
koruması için müşrikler tarafından emanet olarak bırakılan kıymetli eşyaları sahiplerine
vermek için Mekke’de bırakılmıştır. En son Mekke’yi terkeden Elçi ve
arkadaşıdır. İşte gerçek bir lider...
Abdullah bin
Uraykıt da anlaştıkları gibi, dördüncü günü sabahı develerle gelerek onları bulundukları
yerden alıyor ve hedeflerine ulaştrıyor. Abdullah bin Uraykıt bir müşriktir.
Ama işinin ehli ve sözünün eri bir müşriktir.
Vahiyle yıkanmak
Nur dağı ilk vahyin
geldiği yer olarak biliniyor. İlk vahyin geldiği yerin Cirane mescidi olduğunu
söyleyenler de var. Vahyin tazeliğini hissetmeye çalıştık burada. „Oku, seni
Yaratan Rabbinin adıyla oku..“ Okumak gerekiyor. Müsümanın okuması gerekiyor.
İlk alınan ilahi emir oku diye başlıyor. İki buçuk milyar sayıya ulaşan dünya
müslümanlarını düşündük burada. Müslümanların bu emirden nasiplerini almadılkarını
aklımıza getirince de hayıflandık. Okuyanın kazandığı bir dünyada yaşıyorduk
çünkü.
Ebabil’in kuş olmadığını anladık
Ebrehe’nin ordusunun
helak olduğu Muhammes vadisini inceledik. Volkanik patlamanın olduğuna şahitlik
eden taşları görüyorsunuz oralarda. Bir başka mucizenin gerçekleştiğine şahitlik
etmiş oluyor o taşlar Peygamberimizden önce. „Ebabilin kuş“ olmadığını
anlıyorsunuz bu tanıklıktan sonra… Ebrehe ve ordusunun bir volkanik patlama
sonucunda helak olduğu gerçeğine ulaşıyorsunuz böylece.
Ebrehe’den kurtuluşun bayramını kutlamak
Sırada Müzdelife,
Mina ve Cemreler var. Cemrelerin de muhtemelen Ebrehe’nin ordusuna karşı koyan
Mekkelilerin ilerleme noktaları olduğu düşünülüyor. Cenrelere taş atarak Mekke’nin
kurtuluşu, zafer bayramı olarak
kutlanılıyor. Bu kutlama, Ebrehe’nin ordularına karşı sembolik olarak atılan taşlarla
yapılıyor. O günkü taş ve ok yağmurlarını sembolize ediyor bu taşlamalar. Bunu
anlamakta güçlük çekmiyorsunuz. Dolayısıyla cemrelerin, Hz. İbrahim ve İsmal’in
hikayeleriyle örtüşmediğini anlamak o kadar da zor olmuyor.
Çadır restoranda yemek zevki
Öğle namazını Kâbe’de
eda ettikten sonra yemek için Mekkelilerin yaşadıkları bölgelere gittik. Abdulaziz
Caddesi’nde lüks bir lokantaya girdik. Ancak hanımlarımızı içeriye almadılar. “Kadınların
girmesi yasak” dediler. Kadın, halâ insan olarak görülmüyor Mekke’de anlaşılan.
İslâm öncesi adetlerini aynen yaşatıyorlar Mekkeliler. Bu kez, müslümanlığa
malederek yaşatıyorlar.
Oradan başka bir
lokantaya gittik. Çadır içinde, yer sofrasında yemek yenilen bir lokantaydı
burası. Çadırın içine başka müşteri gelmeyeceği için olacak ki, kadın erkek
bizler birlikte olabildik. Tepside pilav üstü kızarmış et geldi önümüze. Kaşık
çatal yok dediler. Ellerimizle yiyecektik. İsrar ettik, plastik kaşık bulup
getirdiler. O kadarına da şükrettik.
Peygamberimizin doğduğu ev
Ertesi gün sırada
Cennet-i Mualla, Peygamberimiz’in evi ve Cin Mescidi vardı ziyaret için sırada.
Ben çok hasta olduğum için bu ziyaretlere katılamadım. Arkadaşlarımız da bu ziyaretlerden
fazla memnun olarak geriye dönmediler. Peygamberimiz’in doğduğu söylenen evi görünce
herkes şoke olmuş zaten. Beton yığını bir çöplükmüş…Suud krallığı, burada bir
kez daha tel’in edilmiş arkadaşlarımız tarafından…
Medine site devletinin meşruiyet kazandığı yer
Öğleden sonra Hudeybiye
ziyaretimiz vardı. Çok merak ediyorduk orayı. Şirin bir köy, yeşillik. O zamanlar
daha da yeşillik imiş. Meke’ye uzaklığı 30 km. Ancak burası da oldukça
bakımsız. Hele antlaşmanın yapıldığı yer, yazı filan yok. Rehberiniz yoksa
orayı bilemezsiniz zaten. Oysa burası Medine site devletinin varlığının kabul
edildiği yer. O güne kadar Mekke müşrik
devleti tarafından varlığı kabul edilmeyen Medine site devleti, bu antlaşmayla
burada tescil edildi. Bir çağ kapandı ve
yeni bir çağ açıldı bu antlaşmayla. Bu
kadar önemli bir yer Hudeybiye. Maalasef burası da unutulmaya terkedilmiş
vaziyette.
Taze deve sütü
Geriye dönerken
deve çiftliklerine gittik ve taze sağılmış deve sütü içtik. Kokusu olmayan hoş
bir süt… Önce içmeye çekinen arkadaşlar, tadını aldıktan sonra ikişer üçer bardak
içtiler. Afiyet olsun…
Made in China
Son gün alışveriş
günü idi. Çarşıya çıktık, dükkanları gezdik. Gördük ki, pazara Çin markaları
damgasını vurmuş durumda. Ne alırsan Made in China yazıyor. Seccadeler,
saatler, tesbihler, başörtüleri v.s. Çok acı bir gerçek…Bazen de Türk malları
görmeniz mümkün. Biz hurma, biraz da koku aldık. Üzerinde çnemli yerlerin
baskılı resmi olan bir T-Shirt bile bulamadık. Arafat, Rahman Dağı, Sevr Dağı,
Hudaybiye, Uhud v.b. yerlerin fotografları mesela...
Seri imalat
Dönüşümüz Cidde’den... 00:2’de yola çıktık. 00:7’ de uçmamız
gerekiyor. Hava alanı değil sanki sirk. Çadırlardan müteşekkil bir hava alanı.
Tamamen nezaketten uzak, kaba- saba
memurların aynısından burada da var. Sanki seri imalat yapılmış. Bir
tane güleryüzlü insan olmaz mı koskoca havaalanında…Mumla ara ki bulasın…
Oturacak ve
dinlenecek bir yer burada da yok. Engelli iseniz yandınız. Sizi yine de
kuyrukta bekletiyorlar, geçiş önceliğiniz yok.
Kaç müslümanlardan sığın müslümanlığa
Son din olan
İslâm’ın geldiği bu mekanların sakinleri bu gezimizde sınıfta kaldı. O din ki;
hoşgörü dinidir, nezaket dinidir, güleryüz dinidir, yardımlaşma dinidir,
temizlik dinidir. Okumayı emreder, dünyayı imar etmeyi emreder, geçmişten ibret
alarak geleceğe yönelmeyi emreder, bid’at ve hurafelerden uzak durmayı emreder,
yatırlardan türbelerden yardım istemeyi men eder, taştan kayadan, topraktan
medet umanları şiddetle kınar…
Sözü Muhammed
İkbal’e bırakmak gerekiyor burada…”Kaç
müslümanlardan sığın müslümanlığa.”
[1] Taleal bedru aleyna
Minseniyyatil veda
Vecebeş Şükrü aleyna
Madea lillahida
Eyyühel Meb üsü fiyha
Citebil emril muta
Cite şerreftel medine
Merhaba ya hayrada
Ay doğdu Üzerimize
Veda tepelerinden
Şükür gerekti bizlere
Allah'a davetinden
Sen Güneşsin Sen Aysın
Sen nur üstüne nursun
Sen süreyya ışığısın
Ey Sevgili Ey Rasul
Minseniyyatil veda
Vecebeş Şükrü aleyna
Madea lillahida
Eyyühel Meb üsü fiyha
Citebil emril muta
Cite şerreftel medine
Merhaba ya hayrada
Ay doğdu Üzerimize
Veda tepelerinden
Şükür gerekti bizlere
Allah'a davetinden
Sen Güneşsin Sen Aysın
Sen nur üstüne nursun
Sen süreyya ışığısın
Ey Sevgili Ey Rasul