7 Mart 2024 Perşembe
HUDEYBİYE ANLAŞMASI IV
HUDEYBİYE ANLAŞMASI (IV)
-Elçi bu sefer sinirlenmişti, öfkelenmişti, böyle konuşmalar yakışmazdı Hudeybiye Fatihlerine, dellendi, celallendi ve “Bu, ne kötü bir sözdür, niçin inanmak istemiyorsunuz bana? Tekrar üzerine basa basa söylüyorum ki; evet Hudeybiye Antlaşması bir fetihtir-
Hudeybiye’den Ayrılış
Elçi, arkadaşlarıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı.
Kâbe’yi ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı başta Elçi olmak üzere herkes çok üzgündü. Medine’ye dönüyorlardı dönmesine de başlar öndeydi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kimi sahabe ağlıyor, kimisi yakınlarına kavuşamamanın yasını tutuyordu. Yolda yürümekle yürümemek arasında tereddütlü olanlar bile vardı… Açıktan söylemeseler de içten içe Elçi’ye kızıyorlardı …”Ne diye böyle saçma bir anlaşmanın altına imza attı ki?…”
Devam edip giden sorular art arda geliyordu… Göz yaşlarını göstermemek için gizli gizli ağlayanların sayısı az değildi. Ne kadar da öfkeli olsalar Elçi’nin üzülmesini istemiyorlardı besbelli…
Ordu, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamîm mevkiine ulaşmıştı. Orada mola verildi. Hem bedenen hem de ruhen yorgundular. Ağaç bulabilen ağaçların gölgesine bulamayanlar develerinin gölgesine öylece sere serpe uzanıvermişti. Onların bitkin halini gören Elçi’de üzülüyordu elbet…Ama üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu… Liderlik böyle bir şeydi.
Ümitlerin tükendiği, her şeyin bittiğinin düşünüldüğü sırada Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oluverdi; “Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.”1
Elçi, hemen müjdeyi verdi arkadaşlarına. Gözünüz aydın. Fetih yolu açıldı, fetih yolu açıldı… Şaşkınlık vardı. Bu neyin fethiydi. Herkes birdenbire fırladı yerinden, fırladılar fırlamasına da olan biteni tam olarak anlamış değillerdi. Sahabeler ayaktaydı, birbirlerine sarılıyorlardı, biraz önceki o hüzünlü hava yerini şarkılara, türkülere, danslara bırakıverdi. Kefiyeler havalarda uçuşuyordu, tekbirler gökyüzü boşluğunu dövüyordu, kimileri de çöl toprağıyla banyo ediyordu sanki. Sevinç çığlıklarıydı bunlar… Neye sevindiklerini bile bilmeden atılan çığlıklar. Geride oldukça zor geçen bir 20 gün vardı. Dolmuşlardı. Birdenbire boşalıverdiler. Bir tarafta secdeye kapananlar öbür tarafta ellerini havaya kaldırmış şükür duası yapanlar… Müjdenin mahiyetini anlayıp Elçi’den helallik dileyenler… Bayram yerine dönmüştü Kürâü’l-Gamîm. Aynı manzaralar Medine sokaklarında da yaşanıyordu. Çünkü, Medine’ye sevinç haberi çoktan ulaşmıştı bile.
Elçi’nin rüyası tasdik edildi
Hudeybiye yolculuğundan önce Elçi’nin gördüğü o rüyayı tasdik ediyordu Fetih suresi: “And olsun ki Allah, Resûl’ünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke’nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti.”2
Hz. Ömer, Medine’ye dönüş yolundaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Suresi’nin nazil oluşunu şöyle anlatıyor:
“Hudeybiye’den dönerken, Resûlullah’ın hemen yanında gidiyordum. Acaba bana hâlâ kızgın mıydı? Onu öğrenmek istiyordum. Yaptıklarıma pişman olmuştum. O’na bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum, yine cevap vermeyince kendi kendime:
‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullah’a üç kere sordun, sorularına cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur’an’dan âyet inmesini hakkettin!’ dedim ve devemi mahmuzladım, hızla sürmeye başladım, konvoyun en önüne geçtim. Aleyhimde âyet inmesinden korkuyordum. Sanki herkes beni suçluyordu. Yaptığın yanlıştı diyorlardı bana. Sıkıldım. Darlandım. En önde seyrediyordum. Devem de beni uzaklaştırmak için acele ediyordu. Her zamankinden daha hızlı koşuyordu.
Arkamdan bir münadinin, ‘Ey Ömer bin Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, ‘Ben, zaten biliyordum, demek ki ayet indi’, diye düşündüm. Korkmuştum! Hem de çok. Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, geri dönmek ile dönmemek arasında gittim geldim. Aklı selimim galip geldi ve hemen geriye döndüm. Resûlullah’ın huzuruna vardım. Çekine çekine selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Sevindim, O da sevinçli idi:
Elçi, “Ey Hattab’ın oğlu! Bana bir sûre indi ki; o bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir” buyurdu. Ve o sureyi okumaya başladı: “Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık…”3
Fetih Sûresi’nin nazil olması sırasında bütün Müslümanlar oldukça korkuya kapılmışlardı. Mücemmi’ bin Câriye, o ânı şöyle anlatır:
“Halk, üzgündü, orada sere serpe uzanmışlardı. Bir haber duydular. Kulak kabartmaya başladılar. Ne olmuş, nedir bu telaş? Diyorlardı. Herkes birbirine soruyordu.
Rasûlullah’a vahiy gelmiş’ dediler. Biz de korka korka Resûlullah’ın yanına vardık. Resûlullah ayakta öylece duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara “İnna fetehna leke fethan mübînâ…” diye Fetih Sûresi’nin âyetlerini okumaya başladı. Göz yaşları sel olmuş akıyordu.
-“O sırada, Sahabelerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Ben anlayamadım, yapılan bu anlaşma gerçekten fetih midir, fetih ise bu nasıl bir fetihtir?’ diye sordu.
Elçi, ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu anlaşma, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”4
“Hudeybiye Büyük Bir Fetih’tir”
Elçi, bu anlaşmanın bir fetih olduğunu söylese de anlaşmayı bir türlü içlerine sindiremeyenler vardı hâlâ. Peygamberimizden gözlerini kaçırarak kendi aralarında fısır fısır konuşmaya devam ediyorlardı, hâlâ hazmedememişlerdi bu anlaşmayı.
“Beytullah’ı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Harem’de kurban edilmelerine mâni olunmuş, Müslüman olarak bize gelip sığınanları geri çevirmişiz, bu nasıl ve ne biçim fetihtir?” Homurtuların dalgalar halinde bütün ordunun içine kadar yayılması gecikmedi. Elçi’nin kulağına da gelmişti.
Elçi, bu sefer sinirlenmişti, öfkelenmişti, böyle konuşmalar yakışmazdı Hudeybiye Fatihlerine, dellendi, celallendi ve “Bu, ne kötü bir sözdür, niçin inanmak istemiyorsunuz bana? Tekrar üzerine basa basa söylüyorum ki; evet Hudeybiye Anlaşması bir fetihtir.”
Elçi’nin bu kızgınlığı herkesi şaşkına çevirmişti. O’nun bu kadar celallendiğini o sıkıntılı günler de bile görmemişlerdi…
Elçi, sahabelerini bir daha topladı ve Hudeybiye’nin fetih olduğunu onlara yeniden anlattı. Sesi titriyordu, dudakları da titriyordu, konuşmakta zorluk çekiyordu. Dokunsalar ağlayacaktı. 20 senelik emek boşa mı gitmişti. Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te olup bitenler boşuna mı yaşanmıştı:
“Elçi, evet arkadaşlar! Hudeybiye barışı en büyük fetihtir. Adı anlaşmadır ama o en büyük fetihtir. Bu anlaşmayla; Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuştur, yol emniyetinizi de sağlamaya söz vermişlerdir. Etraftaki kabilelerle de rahat rahat ilişkiler kurulabilecektir, o beldelerdeki insanlar, şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâm’ı kimseden korkmadan, çekinmeden sizlerden öğrenebileceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Mekke’de kalan kardeşlerimiz de orada çoğalacaklardır. Siz bunları anlamıyor musunuz, bunlar küçük şeyler midir? Bu anlaşma, fetihlerin en büyüğü değildir de nedir, derdiniz nedir sizin? Delirtmeyin beni!?”5
Bu duygusal, duygusal olduğu kadar da kararlılık ifade eden konuşmadan sonra arkadaşlarının gönlüne bir ferahlık geldi, yaptıklarından utandılar ve Elçi’den topluca özür dilediler, helallik istediler:
“Yâ Resûlallah, Vallahi bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünememiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin. Bizler yanlış yaptık. Nefsimize uyduk, Affet bizi.”6
Elçi, toplamda bir ay süren bu zorlu yolculuktan sonra Zilhicce ayının başında arkadaşlarıyla birlikte sevinç şarkıları söyleyerek Medine’ye ulaştı.7 Ebu Sufyan’nın kızı Ümmü Habibe de Peygamberimizin yeni eşi olarak çoktan gelmişti Habeşistan’dan. Nikahlarını Peygamberimizin isteği üzerine vekaleten Papaz Necaşi kıymıştı. Peygamberimizin yolunu gözlüyordu. Karşılayanların arasında o da vardı.
Haydi, nereye istersen oraya git!
Müslüman olduğu için Mekke’de esir tutulanlardan birisi de Ebu Basir’di. Müslümanların Hudeybiye’den Medine’ye gelmelerinden hemen sonra, Mekke’den kaçmayı başarmıştı ve yaya olarak Medine’ye gelmişti. Bunun üzerine Mekkeliler, Hz. Peygamber’e anlaşma maddelerini hatırlatan ve Ebu Basir’in kendilerine iadesini talep ettiler. Bu mektubu taşıyan elçi, Ebu Basir’den üç gün sonra Medine’ye ulaştı. Mektup Elçi’ye ulaşınca Ebu Basir’i hemen yanına çağırdı:
– Ey Ebu Basir! Biliyorsun ki, Kureyş ile bir anlaşma yaptık ve onlara bir söz verdik. Dinimize göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz. Haydi, kavminin yanına dön!
– Ya Resulallah! Bana işkence yapsınlar ve dinimden döndürsünler diye mi beni müşriklere geri veriyorsun?!
– Ey Ebu Basir! Git diyorum sana! Hiç şüphe yok ki, Allah senin için ve seninle bulunan Müslümanlar için bir genişlik ve çıkış yolu yaratacaktır. Ebu Basir, Mekke’den gelen elçi ve yanındaki adamına teslim edildi. Ebu Basir’le birlikte bazı Müslümanlar da yola çıktılar ve Ebu Basir’in kulağına şu şekilde fısıldadılar:
– Ey Ebu Basir! Hiç şüphesiz Allah, senin için bir çıkar yol yaratacaktır. Git işini gör! Git işini gör! diyerek, sanki ona, yanındakilerin icabına bakmasını ima ediyorlardı. Zü’l- Huleyfe denen yere geldiklerinde öğlen olmuştu. Ebu Basir, bir fırsatını bulup elçiyi öldürdü. Elçi’nin yanındaki köle de korkuya kapılıp Medine’ye doğru kaçmaya başladı. Hz. Peygamber, ikindiden sonra, sahabeleriyle oturuyordu ki köle mescide girdi, Elçi’nin huzuruna çıktı. Elçi:
– Ne oldu sana!
– Adamınız, sahibimi öldürdü. Ben de elinden zor kurtuldum.
Bu sırada Ebu Basir de çıka geldi:
– “Ya Resulallah! Vallahi, Sen anlaşmadan dolayı üzerine düşeni yerine getirdin. Ama ben de işkenceye tutulup dinimden döndürülmekten kendimi korudum. Allah, beni onların elinden kurtardı.”
Elçi: ”Haydi, nereye istersen oraya git! Ama Medine’de duramazsın.” Dedi.
Bunun üzerine Ebu Basir, deniz kenarında bulunan ve Şam kervanlarının yolu üzerinde olan İs adlı vadiye yerleşti. Zaman içinde, Mekke’den kaçmayı başaran birçok Müslüman da birer birer Ebu Basir’e katıldılar. Sayıları önce 70’i, bir süre sonra da çevre kabilelerden katılanlarla 300’ü buldu. Şam’a gitmekte olan Kureyş kervanlarına saldırıyor, mallarına el koyuyorlardı. Kureyş bu durumdan iyice rahatsız olmuş durumdaydı. Sonunda Hz. Peygamber’e bir mektupla ricada bulundular. Mektupta şunlar yazıyordu:
– “Allah ve akrabalık aşkına! Sen onlara haber gönder ki, bundan böyle, her kim, Medine’ye Senin yanına gelirse, o emniyettedir. Onun için Mekke’ye geri çevrilme zorunluluğu yoktur. Biz antlaşmadaki o şarttan vazgeçtik. Bundan sonra, Mekke’den Muhammed’in yanına gelen kimse geri çevrilmeyecektir.”
Bunun üzerine Elçi, Ebu Basir ve arkadaşlarına, Kureyşlilerin kervanlarına dokunmamaları gerektiğini belirten bir mektup yazdı. Mektup, Ebu Basir’e ulaştığında ölüm döşeğindeydi. Müslümanlar onun cenaze namazını kıldılar ve kendisini oraya gömdüler. Diğerlerinin bir kısmı ailelerinin yanına bir kısmı da Medine’ye döndüler. Medine’ye gelen Müslümanların sayısı 70 kadardı.
Evet, Hudeybiye anlaşması ve getirdikleri... Günlük yaşamda her zaman örnek alınabilecek bir fiili sünnettir. Ben böyle bilir böyle derim.
Sonuç
1-Kendilerini Kâbe’yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan sahabeler, anlaşma maddelerini tam olarak anlayamamışlar ve peygamberimize tavır koymuşlardır. Fakat zamanla sulhun müspet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin, kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar.
2-Her şeyden evvel, İslâm’ın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile Peygamberimizin kurduğu Medine Site devletini resmen tanımış oluyorlardı. Müslümanların da. Bir devleti vardı artık. Diğer devletlerle anlaşmalar yapabilecek bir devlet. Mekke Müşrik devleti tarafından, Medine Site devleti devlet olarak tanınmasaydı Medine’de sığıntı olarak kalacaktı. Amerika tarafından tanınmayan, Filistin ve Kıbrıs gibi…
3-Ayrıca bu barış, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu barıştan, daha doğrusu bu mânevi fetihten, kısa bir zaman sonra Hayber’in fethinin ve ondan sonra da Mekke’nin fethinin gerçekleştiğini görüyoruz.
4-Yine bu barış sayesinde, Müslümanlarla müşrikler arasında diyalog zemini oluşmuştur.
5-Her ne kadar kılıçlar bir müddet kınında sokulu kaldıysa da Kur’an-ı Hakîm’in parlak, mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalpleri ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâm’ın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inat ve taassuplarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Hâlid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.
6-Aynı şekilde sulhun tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den Mekke’ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takip ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâm’a karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi.
7-Hudeybiye Barış Antlaşması’ndan Mekke’nin Fethi’ne kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Elçi’nin peygamber olarak gönderilişinden barış/sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan ve Hudeybiye’den geriye dönen Sahabelerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da Hudeybiye Sulhü’nün ne kadar önemli bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.
8-Kur’an’ın Hudeybiye Barışı’nı “Feth-i Mübîn”, yani apaçık bir fetih olarak tavsif etmesi de dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur’an’ın bunları değil de Hudeybiye anlaşması’nı “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl zaferin mânevî sahada, masa başında olduğu gerçeğine işaret içindi.
Nitekim İmamı Zührî, buna işaretle, “İslâm’da Hudeybiye Anlaşması’ndan/ Musalahası’ndan önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır” demiştir.
İbni Mes’ud’un rivâyeti de aynı meâldedir: “Siz Fetih olarak Mekke’nin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Antlaşması’nı sayıyoruz.”8
9-Hudeybiye Barışı aynı zamanda, büyük bir siyasî zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla Hayber’in fethi de bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur.
10- Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Barışı için Kur’an’ın, “Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik” haber ve hükmünün ne kadar önemli olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım:
“Hoşunuza gitmese de size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazen da sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.”9
Evet Hudeybiye anlaşması fiili bir sünnettir. Müslümanlara örnek olması gereken fiili bir sünnet.
BİTTİ
………………
1. Fetih Sûresi, 1.
2. Fetih Sûresi, 27.
3. Müsned, 1:31; Tirmizî, 5:385.
4. Tabakât, 2:105.
5. İnsanü’l-Uyûn, 2:715.
6. A.g.e., 2:715.
7. Sîre, 3:337; Tabakât, 1:258.
8. İbn-i Kesîf, Tefsir, 4:182.
9. Bakara Sûresi, 216.
2 Mart 2024 Cumartesi
ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM III
ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM (III) -Orucu kasten bozan kimseye verilen kefâret cezası; diğer dinlerden esinlenerek oluşmuş bir anlayıştır. Diğer dinlerde işlenen her suça kefâret cezası veriliyorsa biz de vermeliyiz anlayışı yani... Kur’an’ın buyruklarına göre Müslüman, ibâdet yapıp yapmama konusunda hürdür. İbâdet bu hürriyet içerisinde yapılırsa bir anlam kazanır. Allah kimsenin başına bekçi tayin etmemiştir, peygamberi de dahil- Rüştü KAMHa-ber.com Bu yazımda orucun kefâretini işlemek istiyorum. Önce kefâret nedir? Diğer dinler de de kefâret var mıydı? Varsa nasıl uygulanırdı? kısaca izah edelim: Kefâret nedir?
Kefâret kelimesi, sözlükte, “örtmek, gizlemek, inkâr etmek” manasındaki küfr kökünden gelir. Günah ve hataların üzerini örtücü ve telâfi edici bir anlayışın uygulanmasıdır.
Kefâret kelimesinin Arapça’ya, İbrânca; kappârâ ve onun kökü olan kipperden geçtiği söylenir. İşlenen suça kefâret olsun diye kurbanlar kesilir, sadakalar verilir veya oruçlar tutulur. Örf böyledir, böyle yapılır ki; işlenen günahlar daha dünyada iken affedilsin. Kefâretin kaynağı konusunda dinler arasında farklılıklar vardır. Bazı dinlerde kefâret, Tanrı’nın yapılan yanlışı telâfi etmeye yönelik bir emridir. Tanrı buyruğudur. Bazı dinlerde ise günaha düşenlerin vicdanıdır. Vicdan meselesi. Vicdanı rahatlatmak gerekir. Bu anlayışın en belirgin örneklerine ilkel kabile inançlarında rastlanır. Aslında birçok dinde toplumun başına gelen felâket ve hastalıklar, insanların; Tanrı’nın istemediği bir işi yapmalarından dolayı, O’nu öfkelendirmenin sonucudur. Bu şekilde inanılır, düşünülür. Bu öfkeyi toplumdan uzaklaştırmak lazımdır. Tanrı ile yeniden barışı sağlamak lazımdır. O’nun nimetlerinden mahrum kalmamak için çeşitli kefâret eylemleri yapılması gerekir. Bu eylemler yalvarmaktır, takdimeler sunmaktır, kurbanlar kesmektir. Günah keçileri icad ederek suçu onlara yüklemektir. Örnekler: Hinduizm Hinduizm, günahı dünyanın nizamına karşı işlenmiş bir suç olarak görür. Bu suç bulaşıcı bir hastalık gibidir. Kefâret ile bu hastalıktan kurtulmak mümkündür. Dolunayla başlayarak bir ay süreyle oruç tutmak, bazı kutsal ırmaklarda yıkanmak, hac mekânlarını ziyaret etmek, fakirlere yardımda bulunmak gibi. Zerdüştlük Zerdüştlüğe göre günah işlememek, günahın kefâretini ödemekten daha iyidir. Fakat kişi bir defa günah işlediyse yapacağı en iyi şey vakit geçirmeden kefâretini ödemektir. İnanışa göre, samimi bir duyguyla yerine getirilen kefâret, Ahura Mazda (Baş Tanrı) ile insanlar arasındaki ilişkiyi yeniden düzene koyacaktır. Bunun için, yatmadan önce kısa bir tövbe duası okumak lazımdır. Diğer bir uygulamaya göre günahkâr kişi, rahibin önünde günahlarından tövbe etmelidir. Ayrıca çeşitli hayırlarda bulunmakla da kefâret yerine getirilmiş olacaktır. Şintoizm Japon halk dini olan Şintoizm’de ise kötülük, kirlilik olarak algılanır. Kötülükten kurtulmak tövbe ile olmaz. Arınmak ve temizlenmek gerekir. Kefâret arınmanın şartıdır. Bunun için âyinler yapılmalıdır. Mabetteki sunağa tanrılar için takdimeler bırakılmalıdır.KonfüçyanizmKonfüçyanizm öğretisinde ise günah işleyen mutlaka onun karşılığını görecektir. İnanç böyledir. Kabul edilen ahlak sistemine ve kozmik düzene aykırı davranışlar günahtır. Bununla birlikte Konfüçyanizmde, günahlardan arınmaya yönelik herhangi bir kefaret ayini, günah itirafı veya nefsi riyazetle terbiye etme uygulamaları bulunmamaktadır.İnanışa göre suçlu bir şekilde yaptığı o kötülüğün karşılığını görecektir. Etme bulursun anlayışı.Yahudilik Yahudilik dininde kefâret, kefâret gününde baş hahamın idaresinde çeşitli arınma âyinleri yapılarak ve kurbanlar takdim edilerek yerine getirilir. Başhaham kendisi ve ruhban teşkilâtı için günah itirafında bulunarak kurban sunar ve ardından toplumun günahlarına kefâret olacak âyinlere başlar. Bu amaçla ayin mahalline iki keçi getirilir. Başhaham kura ile keçilerden birini toplumun günahları için kurban eder. Sonra, elini “günah keçisi” denilen diğer keçinin başına koyarak toplumun günahlarını ona yükler. Daha sonra günah keçisini mâbedin kapısına çıkarıp görevlilere teslim eder. Böylece görevliler de günah keçisini çöle sürer ve böylece günahları toplumdan uzaklaştırmış olurlar (Levililer, XVI). Hristiyanlık Hristiyanlıkta aslî günah anlayışı vardır. Hz. Adem’in işlediği günah yüzünden herkes günahkar olarak doğar. Hristiyanlığa göre insanlığın atası Âdem’in işlediği bu ilk günah ve onun cezası olan ölüm, bütün nesillerine sirayet etmiştir (Romalılar’a Mektup, V/12, 19).
Bu günahın kefareti verilmelidir. Verilmiştir. Hz. İsa bu kefâreti bizzat canıyla ödemiştir. Böylece Hristiyanların aslî günahları affedilmiştir. (Matta, XXVI/26-28; Markos, VIII/31; X/33-34, 45).
Doğrudan doğruya Tanrı’ya karşı işlenen böylesine ağır bir günahı ancak Tanrı’nın kendisi affedebilirdi. Bu sebeple Tanrı oğlu Îsâ’yı insan şeklinde yeryüzüne göndermiştir. Îsâ da insanlığın günahlarına kefâret için, tek ve gerçek kurban olarak kendisini sunmuştur. Böylece Tanrı ile insanlık arasında barışı tesis etmiştir.
Bu kurtuluş ve barış ortamına kavuşmak ancak Îsâ’ya iman ederek vaftiz olmakla mümkündür. Vaftizle kişi, Îsâ’nın kefâretiyle oluşan inâyete iştirak ederek bundan pay almakta, böylece aslî suçtan ve diğer günahlarından arınmaktadır (Telfer, s. 18). İslâm İslâm’da kefâret, dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimselere verilen cezadır. Bunlar, köle âzat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve giydirme gibi malî veya bedenî nitelikli cezalardır. Allah’tan af ve mağfiret dileme mânasına geldiğinden geniş anlamıyla tövbenin bir türüdür. Kişiyi gönüllü olarak şahsen olgunlaştırmayı ve eğitmeyi amaçlar. Bu vesileyle de sosyal yapının güçlendirilmesi hedeflenir. Kur’an’da kefâret kelimesi üç âyette dört defa geçer. Mesela, kısastan söz eden âyette, yapılan bağışlamanın ya da malî fedakârlığın işlenen günah için kefâret olacağı bildirilir (el-Mâide 5/45). Diğer ayetlerde ise kefâret, bilerek yapılan yeminin (el-Mâide 5/89) ve ihramda iken avlanma yasağının ihlâl edilmesinin cezası olarak açıklanır (el-Mâide 5/95). Ayrıca Kur’an’da genel bir anlatımla, işlenen günahların ve yapılan kötülüklerin Allah hakkına taalluk eden kısmının tövbe, iyi davranışlar, iman ve sâlih amelle bağışlanıp örtüleceği sıkça tekrarlanır ve müminlerin de böyle dua etmesi öğütlenir (Âl-i İmrân 3/193, 195; en-Nisâ 4/31; el-Mâide 5/12, 65; el-A‘râf 7/153; el-Enfâl 8/29; Hûd 11/114; et-Tegābün 64/9). Oruç ve Kefâret Orucu kasten bozmak suç olarak belirtilir. Kefâretinin ödenmesi gerekir. Ancak bu suç ve cezası Kur’an’da yer almaz. Bu suç ve cezası peygambere fatura edilir. Kurân, oruç ibadetini yerine getirmekte zorlanan kimselere bir dizi kolaylık ve ruhsat getirmiştir. Ayrıca kasten oruç tutmayan veya başladığı orucu bile isteye bozan kimseye de tutmadığı oruç için kazâ etme imkânı tanımıştır. Kur’an, yemin, zıhar, kâtil, hac ve umre ibadetlerindeki kefâretten bahsederken, kişinin hür iradesiyle iftar etmesini/ orucunu bozmasını dışarıda bırakmıştır. Ruhsat yolunu ve kaza yolunu açık bırakarak yapmıştır bunu. Fakat geleneksel fıkıh kitaplarımız orucunu, bile isteye bozan Müslümana verilecek ceza için özel bir bahis açmıştır. Çünkü, bu kişi orucunu bozarak günah işlemiştir. Bu günahtan kurtulabilmesi için de Ramazan ayından sonra kesintisiz olarak 60+1=61 gün oruç tutacaktırBu hüküm Kur’an’a rağmen verilmiştir. Kendi cinsinden bir ceza ile de suçun telafisine gidilmiştir ve 61 gün oruç tutma şartı getirilmiştir. (Geniş bilgi için bkz., TDV. İslâm Ansiklopedisi, Kefâret Maddesi) Bu bilgilerden anlaşıldığına göre hem vahye dayalı olmayan dinlerde hem de vahye dayalı olan dinlerde suç işleyen, kötülük işleyen insanlar için kefâret uygulaması vardır. Tanrı’ya karşı işlenen bir suçun telafi edilmesi için yapılan uygulamalardır kefâret. Suçlu sayılan kişiyi cezalandırma yöntemi. Suç işlemişse cezası da olmalıdır. Ama suç işlemişse… Bu anlayış sözü edilen dinlerden esinlenerek oluşmuş bir anlayıştır. O dinlerde işlenen her suça kefâret cezası veriliyorsa biz de vermeliyiz anlayışı. Hüküm Koyucu, her ne sebeple olursa olsun orucunu bozan Müslüman için bir gün kaza etmesini buyurduğu halde, Peygamberimiz de bu yolu takip ettiği halde; sonradan bu yol terkedilmiş ve Hüküm Koyucu’ya kendi dinini öğretme küstahlığına soyunulmuştur.
Burada Allah adına, O’nun kullarına işlemediği bir suçtan dolayı ceza vermek gibi bir zulüm vardır. Böyle bir zulmün, Allah’ın dinine fatura edilmesi gerçekten manidardır. Oysa, Hüküm Koyucu’nun hükmü oldukça açıktır:
” İçinizden her kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca daha sonra oruç tutsun.” (2/Bakara Suresi 184; çeviri Mustafa Öztürk) Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması mümkün değildir. Mazereti vardır ki, orucunu bozmuştur, iftarını yapmıştır.
Oruçlu bir Müslüman, özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa, orucunu bozar/ iftarını yapar. Bu ruhsattır ve bu ruhsat; mazeretli Müslümana Allah tarafından verilmiştir. Kur’an’ın buyruklarına göre Müslüman, ibâdet yapıp yapmama konusunda zaten hürdür. İbâdet bu hürriyet içerisinde yapılırsa bir anlam kazanır. Allah kimsenin başına bekçi tayin etmemiştir, peygamberi de dahil. Buyruk şöyle, “Biz seni, onlar üzerinde koruma memuru, denetçi ve inzibat olarak görevlendirmedik. Sen onların adına Allah'a karşı savunma yapamazsın; Allah adına onların üzerinde zor da kullanamazsın.”(6/En’am 107; çeviri, Ahmet Tekin)
Katı’ut-tarik (yol kesen, eşkıya), Kur’an’dan kendisine yol bulamayınca, kefâreti O’nun Peygamberine fatura etmiştir şöyle:– Bir adam Peygambere gelerek” Mahvoldum!”dedi,
– Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir ?
– Adam; Ramazan'da hanımımla ilişkide bulundum.
– Peygamberimiz: Köle azâd edebilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt dedi.
– Adam: Bizden fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım?
– Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir dedi.”(Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Prof.Dr.İbrahim Canan c.9 s. 529) Bu hadisin ışığında kefâreti ilim adamları değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler:1- İmam Hanefi, kasten orucunu bozan kişiye; 61 gün ceza verilir, demiş.2- İmam Şafiî, keffâret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, kadının kaza yapması gerekir, demiş.3- İmam Malik, hadisteki sıra takip edilir, demiş.4- İmam Nevevî, keffâret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü keffâret mehir gibidir, mehir de erkeğe mahsustur, demiş.5- İmam Hanbel, kadına da erkeğe de kefâret gerekir, demiş.6- Bazı âlimler de sadaka vermek yeterlidir, demiş. Avf ibn. Malik el-Eşcai, Abdullah ibn. Rihem bunlardandır.Yüce Mevlam bu yol kesicilerin şerrinden bütün Müslümanları korusun. Amin… Sonuç: 1- Kefâret, ilim adamlarının çoğunluğunun ortak görüşüne göre orucu bozan diğer hususlarla ilgili değildir. Sadece cinsel ilişki ile ilgilidir ve de erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir. Her ne sebeple olursa olsun oruç bozulduğu zaman, güne gün, oruç tutmakla farz yerine getirilmiş olur. Fetva da bu yöndedir.2- Kefâretin umûmîleştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi Allah adına hüküm koymak olur, yanlıştır. O sahabe ile Peygamberimiz’in konuşmalarının sonunda hurmalar o sahabeye kaldı. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırıldı. Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döndü ve Peygamberimiz’i de keyiflendirdi.3- Orucu kendi hür iradesiyle bozan/iftar eden bir Müslüman için verilen kefâret cezası, İslâm’dan önceki dinlerden esinlenerek Müslümanların literatürüne katı-ut tarik tarafından özellikle sokulmuş olmalıdır.4-Dolayısıyla orucunu hür iradesiyle bilerek ve isteyerek bozan kimse için kefâret cezası yoktur. Kur’an bu konuda tamamen suskun kalmıştır. Hüküm Koyucu, kişi tutamadığı o orucu Ramazan ayından sonra kaza edecektir, demişse ki; demiştir. Sonrası ‘kraldan çok kralcı olmak’ anlamına gelir…Varın sonrasını siz düşünün… Devam edecek
29 Şubat 2024 Perşembe
ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM(II)
ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM (II)
-Âdemoğlunun her işi kendisi içindir. Oruç müstesna. O, içine riyâ karışmayan bir ibadettir-
Rüştü Kam
haber.com
Kur’an’ın beyanına göre insan, dünyada; inanç açısından, düşünce açısından, çalışma açısından, insan hakları açısından, tamamen hür olarak yaşaması gereken sorumluluk sahibi bir varlıktır. İnsan için ibâdet, bu hürriyet ve sorumluluk çerçevesinde yapıldığında bir anlam kazanır, zorlamayla veya gösteriş olsun diye yapılan ibadetlerin Allah’ın terazisinde bir ağırlığı olmayacaktır.
Dinin buyruklarını, insanlara anlatmak hususunda kendilerini görevli hissedenler, bu konuda sorumluluk üstlenenler, bu çerçevenin içinde kalarak, muhataplarına anlatmalıdırlar.
”Oruç tutmayanın, namaz kılmayanın hapse atılması veya öldürülmesi”(12) gibi garip fetvalar ne yazık ki fıkıh kitaplarımızda yer almaktadır. Hangi amaçla ne zaman ne şekilde bu fetvalar kitaplara girdiyse girmiştir. Müslümanlar, bu garip, insan haklarına ve Allah’ın adaletine uygun olmayan fetvalara itibar etmemelidirler.
Aklı başında hiçbir insan namaz kılmadığı, oruç tutmadığı zaman hapsedileceği ve öldürüleceği bir dine girmek istemez.
İbadetlerle ilgili Allah’ın kullarına lütfettiği ruhsatlar ve kolaylıklar Müslümanlara mutlaka anlatılmalıdır. İbadetleri zorlaştırmakla Müslümana daha fazla sevap kazandırılmaz. Tam aksine onları samimiyetsizliğe ve riyakârlığa itebiliriz.
Allah ibadetlerle ilgili meseleleri Kitabı’nda bizlere açıklamıştır. O Kitap’a rağmen Müslümanlara din anlatılmaz, anlatılırsa o din Allah’ın dini olmaz. Takva adına, azimet adına, iyi Müslüman olma adına, cihad yapma adına, imanı artırma adına Allah’ın dinine çomak sokmanın âlemi yoktur. Bu tip temelsiz kurallarla ne yazık ki din tahrif edilmiştir, hâlâ tahrife devam edilmektedir. Allah din tahrifçilerine, çok nazik bir şekilde, diyeceğini diyor. Yaratıcı açık açık yüksek sesle Benim işime karışmayın, siz kendi işinize bakın diyor. Diyor demesine de dinleyen yok. Anlamak isteyen yok: ”En güzel düzenleyici Allahtır.”(13)
Oruç ibadetiyle ilgili hadisler
Oruç ibadeti, günlük yaşamda yoktur. Günlük yaşamda yok olmasına rağmen nedense İslâm’ın şartlarından biridir. Senede bir ay tutulur. Usulüne uygun tutulursa oruç, hikmetleri ve maddî manevî faydaları çok olan bir ibâdettir. Peygamberimizin hadisleri şöyledir:
”Her hangi biriniz oruçlu bulunduğu gün artık kötü söz söylemesin ve cahilliğe kapılmasın. Eğer tahrik edilirse, dövüşmeye kavgaya sebep olacak olan bir tutum ile karşılaşırsa, yahut hakarete uğrarsa: ”Ben oruçluyum, ben oruçluyum, desin.”(6)
”Âdemoğlunun her işi kendisi içindir. Oruç müstesna. O, içine riyâ karışmayan bir ibâdettir. Onun mükâfatını da doğrudan doğruya Allah verir, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında, muhakkak misk kokusundan daha hoş ve temizdir.”(7)
”Oruç bir kalkandır.”(8)
”Her şey için bir zekât vardır, cesedin zekâtı da oruçtur, oruç sabrın yarısıdır.”(9)
Oruç ibadetinin kolaylıkları
-Oruç, ruhsal yükselişi sağlamak için önceki ümmetlere de farz kılınmıştır.
-Ramazan ayında hasta olanlar, yolcu olanlar, kendine özel mazereti olanlar (kronik hastalığı olmayanlar), tutamadıkları gün sayısınca başka günlerde oruç tutarlar.
-Oruç tutabilecek kadar sağlıklı olan ama çalıştığı işin zorluğundan dolayı oruca tahammül edemeyecek olanlar, güç yetiremeyecek olanlar ise, oruç yerine fidye verirler. Bununla beraber kendileri için oruç tutmaları daha hayırlıdır. Ancak şu unutulmamalıdır ki; Allah’ın temel prensibi, kullarının işini kolaylaştırmaktır, güçleştirmek değildir. Fetva şöyle verilmiştir:
”Rızık temini için zor şartlar altında çalışanlar, çocuklu kadınlar, esir veya hapiste olanlar ve bizim bilemeyeceğimiz, oruç tutmaya mani herhangi bir mazereti olanlar, her gün için fidye verebilirler.”(11)
-Diğer ibadetlerde olduğu gibi, oruç ibadetinde de mazeret tespiti, tamamen şahısların kendilerine aittir. Kur’ân, oruç tutmakta zorlananlara fidye kolaylığı getirmekle iki amacı birden gerçekleştirmiştir:
1- Müslümanın, ‘Ben, oruç ibadetimi yerine getiremedim’ diye, karamsarlığa kapılmamasını sağlamak.
2- Fidye imkânıyla, toplumda yoksulluk ve imkânsızlığa çare bulmak, bir insana diğer bir insanın yardım ulaştırması, sadece kendisinin faydalanacağı ibadetlerden daha hayırlıdır.
Orucun fayda ve hikmetleri
Sadece Allah için tutulan orucun fayda ve hikmetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
-Oruç tutmakla, Allah’ın rızası kazanılmış olacaktır. Çünkü, oruç insanın arınmasına vesile olur. Müslümanı kötülüklerden alıkoyar, nefsi terbiye eder, ihtirasları bastırır ve ruhu yüceltir.
-Oruç tutarak aç kalan Müslümanın, şefkat ve merhamet duyguları gelişir. Böylece Müslüman, fakirlerin, miskinlerin, açların yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini tecrübe ile öğrenmiş olur ve onlara karşı daha insanî yaklaşımlar ortaya koyar.
-Oruç vesilesiyle kişiler, açlığa, susuzluğa ve sıkıntılara tahammül etmeyi öğrenir, sabır, sebat sahibi olurlar.
-Orucun ruhumuz kadar bedenimize de faydası vardır. Ramazan boyunca mide ve kalp daha az çalışır, bütün organlar dinlenir, vücut sağlık kazanır. Bu sebeple oruç, maddî, mânevî hastalık ve kötülüklere karşı bir kalkandır. Velhasıl Allah için tutulan oruç:
- ahlâk mektebidir,
- nefsin isteklerine karşı açılan bir savaştır,
- sabır alışkanlığı kazandırır,
- iradeyi kuvvetlendirir, gayreti biler,
- düzeni ve disiplini öğretir,
- merhamet ve kardeşlik bağlarını güçlendirir,
- toplumsal hastalıkların tedavilerinde önemli bir etkendir,
- vücut için bir rektefe vazifesi görür.
Ramazan orucu kimlere farzdır
Namaz kimlere farz ise oruç da onlara farzdır. Ancak biz yine bir sıralama yaparak bilgilerimizi tazelemiş olalım, oruç, ergenlik çağına girmiş, akıllı, her erkek ve kadın Müslümana farzdır. Yani 18 yaşından itibaren Müslümanlar oruç ibadetini yerine getirmelidirler.
Orucun çeşitleri
Farz olması ve olmaması açısından 3 çeşit oruç vardır:
1- Farz olan oruçlar: Ramazan ’da oruç tutmak farzdır. Bu ayda tutulamayan oruçlar başka günlerde kaza edilir.
2- Nafile olan oruçlar: Ramazan ayının dışında tutulan oruçlar nafile olan oruçlardır.
3- Haram olan oruçlar: Sıhhati kesinlikle oruç tutmaya uygun olmayan kimseye oruç tutmak haramdır. Ramazan Bayramı’nın birinci günü ile Kurban Bayramı’nın dört günü oruç tutmak uygun değildir. Çünkü bayram günleri Allah’ın kullarına ziyafet günüdür. Allah’ın ziyafetinden kaçınmak uygun düşmez.
Orucu bozan şeyler
Orucu bozan şeyler, orucu geçersiz kılan şeylerdir. Üç tanedir: Oruçlu iken bilerek herhangi bir şeyi yemek, içmek, cinsî münasebette bulunmak.
İğne vurulmak orucu bozmaz. Denize girmek, banyo yapmak, kan aldırmak, içerisinde şeker ihtiva etmeyen tabii bir sakızı çiğnemek de aynı şekilde orucu bozmaz. Ağız kokusunu kısmen de olsa gidereceği için toplum içerisinde bulunan ve insanlarla konuşmak durumunda olan Müslümanlara sakız çiğnemeleri tavsiye bile edilir.
Kazayı gerektiren haller
Orucu bozan şeyler, aynı zamanda kazayı gerektiren hallerdir. Herhangi bir nedenle, kendi isteğiyle de olsa orucunu bozan Müslüman, Ramazan ayından sonraki günlerde, orucunu kaza eder. Kefaret orucu diye bir oruç yoktur.
Oruçla ilgili diğer meseleler
1-Kefâret
Kefâret ceza demektir. Hüküm koyucu, her ne sebeple olursa olsun orucunu bozan Müslümana kaza etmesini emretmiştir. Peygamberimiz de bu yolu takip etmiştir. Sonradan bu yol terkedilmiş ve hüküm koyucu devre dışı bırakılarak kefâret uygulaması esas alınmıştır (61 gün). Yanlıştır.
Kur’an ve Sünnet'e göre, her ne suretle olursa olsun orucunu bozana kefaret lâzım gelmez. Kefaret insanlara zulümdür. Allah adına yapılan bir zulümdür.
Kefaret cezası başka konulardaki (zıhar olayı Mücadele 2,3) kefaret uygulamalarının anlam kaydırmaları ile, oruca da tatbik edilmesinden doğmuştur. Burada Allah adına hüküm koymanın da ötesinde, Allah adına, O’nun kullarına ceza vermek gibi bir zulüm vardır.
Biz, böyle bir zulmü, Allah’ın dinine fatura etmekten Allah'a sığınırız. Hüküm ne kadar da açıktır: ”Ramazan günlerinde orucunu tutamamış olanlar, başka günlerde tutarlar.” Bu hükmü anlamsızlaştırmanın manası yoktur. Dine müdahale edilmemelidir. Buyruklar eğip bükülmemelidir: “Buna göre, artık, kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnad ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış ‘bu helaldir, şu haramdır’ demeyin. Çünkü, haberiniz olsun, Allah’a yalan isnad edenler asla kurtuluşa eremezler! (Nahl 116)
Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması zaten düşünülemez.
Oruçlu bir Müslüman özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa hür iradesiyle iftarını eder. Keyfi olarak oruç bozan insan, zaten Allah korkusundan veya ibâdet şuurundan uzaktır. Bu Müslüman kefâret orucundan zaten korkmaz, çünkü onu da tutmayacaktır. Bu durumda ceza iyi niyetli olan mazeretli Müslümana verilmiş olur ki, yanlıştır.
Müslüman ibâdet yapıp yapmamakta hürdür. Bu hürriyet içerisinde yapılırsa, ibadet bir anlam taşır. Herkes Cennet’e girme hürriyetine sahip olduğu gibi Cehenneme girme hürriyetine de sahiptir.
Kefârete delil olarak şu hadis gösterilir:
- Bir adam Peygambere gelerek” mahvoldum”der,
- Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir?
- Adam; Ramazan'da hanımımla ilişkide bulundum.
- Peygamberimiz: Köle azad edebilir misin?
- Adam: Hayır.
- Peygamberimiz: Peş Peşe iki ay oruç tutabilir misin?
- Adam: Hayır.
- Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin?
- Adam: Hayır.
- Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt der.
- Adam: Bizden daha fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım?
- Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir der.”(15)
Bu hadise göre kefâret kabul edilse bile, sadece cinsi münasebetle ilgili olduğu görülür. Kefâretin umûmîleştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi yanlış olur. İkincisi, Adamla Peygamberimiz ’in konuşmalarının sonunda hurmalar adama kalır. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırılır. Üstelik, Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döner. Bu durum, Peygamberimiz’i keyiflendirir ve güldürür.
Bu hadisi ilim adamları da değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler:
- İmam Hanefi, kasten bozulan oruca 61 gün ceza vermiş. (Kefâret)
- İmam Şafiî, kefâret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, demiş.
- İmam Malik, hadisteki sıra takip edilir demiş.
- İmam Nevevî, kefâret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü kefâret Mehir gibidir, Mehir de erkeğe mahsustur.(16) demiş.
Sonuç
Hadis doğru kabul edilse bile, kefâret sadece cinsî ilişki ile ilgilidir ve erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir.
2- İtikaf
Beş vakit namaz kılınan bir camide ibâdet niyetiyle durmaktır. İtikafda olan insan, yeme içme işlerini camide yapar. Devamlı zikirle, tefekkürle, okumakla meşgul olur.
Müddeti, mezheplere göre değişir.
Hanefîler, Şafiiler ve Hanbelîlere göre, en az; ”az bir zaman, bir an”, olarak belirlenen süre, Malîkiler’e göre bir gün, bir gecedir. İsteyen daha fazla da durabilir. İtikâf’ın amacı; belirli bir zaman içerisinde, her türlü dünya meşgalesinden uzaklaşarak, murakabeye dalmak, tabir caizse, Allah’la baş başa kalarak huzur ve mutluluğu yakalamaya çalışmak, hiçliğin şuuruna ermektir. (17)
3- Oruç ve Hilâl
Hilâl, peygamberimizin zamanında Ramazan ayının başlangıcının çıplak gözle belirlenmesinde belirleyici rolünü oynamıştır. ‘Hilâli gördüğünüz zaman oruç tutunuz, hilali gördüğünüz zaman bayram yapınız, hava bulutlu ise takdir ediniz” Başka bir rivayette” Hava bulutluysa veya hilâl’i gözetlemeye mani bir durum var ise, Şaban’ı otuza tamamlayınız” (18) buyurulmaktadır.
Tespit, o günün şartlarında şahısların şehadetiyle yapılıyormuş. Bugün tespit, Astronomi uzmanlarınca, yapılmaktadır. Hassas aletler ve hesaplamalarla yapılmaktadır. Yapılması gereken, Ramazan ayının başlangıcının tespitidir. Hangi şekil ve esas alınırsa alınsın tespit yapıldıysa sorun çözülmüş demektir, oruca başlanır ve bayram edilir.” 29 veya 30 gün oruç tutulur.
Ben derim ki, bugün hilâl tartışmasının altında yatan gerçek dînî değil, siyasîdir.
Mümkünse bütün İslâm âleminde orucun başlaması ve bitimiyle ilgili birlik sağlanmalı ve her sene değişmeyen bir prensip üzerinde anlaşılmalıdır. Aynı zamanda oruca başlanmalı ve aynı zamanda bayram yapılmalıdır. Kimi Müslümanların oruç tutarken kimi Müslümanların iftar etmesi, Müslümanlar arasında sürtüşme, tefrika meydana getirmektedir.
Bayram namazı
- Hanefî Mezhebine göre kılınması vacip olan bayram namazı, cumhurun görüşüne göre sünnettir. Bir özür gereği, bayram namazları, bir gün ertelenerek kılınabilir. Bu şekildeki bir uygulama ile Müslümanlar arasındaki birliği korumak en güzeli olacaktır. Çoğunluğun sünnet olarak belirlediği bayram namazında kavga çıkararak ümmetin birliğini zedelemek haramdır. Ümmetin birliğini sağlamak ise farzdır.
Kaldı ki,
Şafiî Mezhebindeki bazı âlimlere göre, hilâl tespitinde hesaba itibar edilir. Cumhurun görüşü ise; ”onu takdir ediniz”(19) şeklindedir. Kısacası cumhurun görüşü hakikate daha yakındır. Namaz vakitlerinde saati dakikasına varıncaya kadar kullanan Müslümanların, oruç tespitinde hesabı dışlamaları mânidar değil midir?
Oysa teknolojiyi en iyi kullananların, ondan en iyi şekilde istifade etmesi gerekenlerin Müslümanlar olması gerekmez mi? ”Her şeyi bir nizam, bir hesap üzerine yarattığını, feleklerin kendi yörüngelerinde yürüdüklerini, yüzdüklerini”(20) Kur’an altıncı asırda, tüm dünyaya ilan etmedi mi? Böyle bir Kitaba inanan Müslümanlar nasıl olur da Kur’an’ı ve Sünneti dışlayarak oruç tespitinde, hâlâ hilalin çıplak gözle görünmesinde ısrar ederler?
Allah, her çağda dinini omuzlayabilecek, her platformda onu temsil edebilecek, akıllı, yetenekli, ehliyetli aksiyon sahibi düşünen duyarlı Müslümanlar istiyor. ‘Allah Kitabında bu düşüncesini şu şekilde ifadeye koyuyor: … “hâlâ düşünmeyecek misiniz? Aklınızı çalıştırmayacak mısınız? Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içerisinde bırakırım.” (Yunus 100)
4- Niyet
Oruçta niyet şarttır. Niyet kişinin kalbinden oruç tutacağını bilmesidir. İmam Hanefî, Malikî ve Hanbelî’ ye göre şart olan niyet, İmam Şafii’ye göre rükündür. (21)
5- Sadaka-ı Fıtır
Sadaka-ı fıtır, Ramazan Bayramını geçirmemek üzere verilecek olan bir sadakadır. Bayram günü sabah namazına kadar verilmesi gerekir. İmkân bulunamamışsa daha sonrakî günlerde de verilebilir. Zengin (nisaba mâlik) olan hür Müslümanlar, sadaka-ı fıtrı vermelidir. Fıtır Sadaka’sı bakmakla yükümlü olunan şahıs başına hesap edilerek Allah rızası için verilir. Sadaka-ı fıtır, sofraya konan tüm yiyecekler üzerinden zamanın şartlarına göre tespit edilmelidir. Tespit çağın getirdiği zorunluluklar göz önünde bulundurularak fakir lehine yapılır. Sadaka-ı fıtır, bir fakirin akşamlı- sabahlı bir günlük yiyeceğinin tutarıdır. Hesap buna göre yapılır.
6-Orucun fidyesi
Oruç tutmaya güç yetiremeyenler (ağır işlerde çalışanlar, işyeri ile problemleri olanlar, özürlü olanlar, kronik hastalar, kendi açılarından oruç tutmaya mani, herhangi bir mazereti olanlar), farz olan oruç için tutamadıkları her bir oruca bedel bir fidye verirler. Bir fidye, bir sadaka-ı fıtır miktarıdır. Fidye vermekle mükellef olan Müslümanlar, fidye vermeye de güç yetiremezlerse, o zaman Allah’dan af ve mağfiret dilerler.
Fidyeler yaşanılan ülkenin ekonomik şartları göz önünde bulundurularak tespit edilmelidir ve o ülkede yaşayan insanlara verilmelidir. Almanya'da yaşayan Müslümanlar Afrika’daki veya başka ülkelerdeki Müslümanlara, kendi yaşadıkları ülkede ihtiyaç kalmadıysa gönderilmelidir. Hak, öncelik en yakındaki Müslümanındır, insanındır.
7-Oruç tutmamayı mubah kılan özürler
Kendisine oruç farz olan bir mükellefin, aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı, oruç tutmaması veya iftar etmesi mubahtır. Orucunu tutamayan veya iftar eden özür sahipleri, mazeretleri geçince tutamadıkları gün sayısınca oruçlarını tutarlar.
1- Hastalık
Hasta olan ve orucun kendisine zararlı olacağı, doktor tarafından bildirilen kişi hastalığı süresince oruç tutmayabilir.
2- Yolculuk
Ramazan’da yolculuğa çıkacak kimse, oruç tutmayabilir. Eğer yolculuk herhangi bir sıkıntı vermeyecekse oruç tutmak daha iyidir.
3- Kadınların hâmile veya emzikli olması
Hâmile olan veya çocuğunu emziren bir kadın, oruç tutmayabilir. Kadınlar hayız ve nifas hallerinde, isterlerse oruç tutmayabilirler, tamamen kendi takdirlerine bağlıdır. Sonradan kaza ederler. Müslüman gücü yetiyor ve ibadet yapmak istiyorsa Allah ona sen hayızlısın, bana ibadet edemezsin demez. Hayızlı kadınlar kendileri istemedikleri takdirde hiçbir ibadetten uzaklaştırılamaz. Allah, güçleri yetmediği halde kendilerini ibadet yapmak zorunda hissedenlere, sıkıntıya girmesinler diye, isterseniz bu hallerde oruç tutmayabilirsiniz demiştir. Yoksa hayızlı olduğunuz sürece bana yaklaşmayın dememiştir.
Hayızlı kadınlar cahiliye çağında horlanırlar, dışlanırlardı. Fıkıh kitaplarındaki aşağılama ve dışlama da aynı mantıkla, sonradan İslâm’a fatura edilmiştir. (22)
Hayızlı kadın, namazını da kılar orucunu da tutar, Kâbe’yi de tavaf eder. Din bunları yasaklamaz. Aksine teşvik eder.
Kur’an hayızlı kadını- nifaslı kadını hasta kabul etmektedir. Hasta olan, mazeretli olan Müslümanlar ibadetlerini nasıl yapıyorlarsa hayızlı- nifaslı kadınlar da öyle yapacaklardır.
4-Şiddetli açlık ve susuzluk
Oruçlu bir kimse açlık ve susuzluğa dayanamayacak bir duruma düşerse iftar eder, içinde bulunduğu durumdan kurtulduğu zaman, orucunu günü gününe kaza eder.
5-Rızık endişesi ve ihtiyarlık
Bakara Sûresi’nin 184. Âyetinin beyan ettiği mazeretlere, sahip olan insanlar; senenin hiçbir gününde oruç tutamayabileceği gibi, rızık temini için zor şartlar altında çalışan insanlar da aynı şekilde oruç tutmayabilirler.
Oruç tutacağız diye hasta raporu almak tamamen yanlış olur. Allah, insanları kandırarak, yanıltarak kendisine ibadet yapılmasını istemez. Kandırılan kimse gayri Müslim’se vebali, daha büyüktür.
Yukarıda açıkladığımız gibi, bu Müslümanlar fidye vererek oruç ibadetini yerine getirmiş olurlar. Belki de bu usulle oruçtan daha hayırlı bir ibadeti yapmış olacaklardır. Yıllık izinlerini de oruç tutmak amacıyla kullanabilirler.
6-Delilik
Deliler oruç tutmakla mükellef değildir.
7-Zorlama
Oruçlu bir Müslüman, tehdit altında kalırsa, hürriyeti elinden alınırsa oruç tutamayabileceği gibi tuttuğu orucu da bozabilir.
Devam edecek
………………………………………………
(6) M. sıyâm, 160.
(7) Buhârî, savm 9; Müslim, sıyâm, 161
(8) Buhârî, savm, 2; sıyâm, 162
(9) Tefsirul Kur’ân-nül Hakîm 2/156
(11) Islâm’ın ışığında Günün Meseleleri c. 1 s. 110 H. Karaman
(12) Kerimoğlu Yusuf, Emanet ve Ehliyet, Ölçü yay. Ank. 1985, c. 1, s. 413, Ibn. Abidin- Reddü’l-Muhtar Ale’d Dürrü’l Muhtar- Ist. 1983, c. 4, s. 320
(13) Tefsiru‘l Kur’ân‘ı Hakîm 2/156
(14) Bakara 187
(15) Ebû Hureyre’de rivayet edilmiştir. Kütü- i Sitte, c. 9, s. 527, h. no: 3227
(16) Fıkhussire Cilt 2 Shf 47 Seyyid Sâbık
(17) Vehbe Zuhaylî, c. 3, s. 219
(18) Buharî, Savm 2
(19) Ibn. Rüşd, Bidayetü’l Müçtehid, c. 2, s. 25,
– Ege Hasan, Dört Mezhebin fıkıh kitabı, bahar yay.Ist.,c.2,s. 25
– Islâm Ilmihâlleri- Fikri Yavuz- Süleyman Ateş
– Kur’an Meali- Ali Bulaç / Ali Özek ve arkadaşları
– Tefsir- Süleyman Ateş- Prof. Dr. H. Atay Raporlar
– Islâm Fıkhı Ansiklopedisi- Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî
(20) Yâsin 37, 38, 39, 40
(21) Ege Hasan, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, c. 2, s. 15
(22) Bakara 185- 222
10 Ocak 2024 Çarşamba
İNSANLAR TANIMADIKLARI BİLMEDİKLERİ ŞEYİN DÜŞMANIDIRLAR
İNSANLAR TANIMADIKLARI BİLMEDİKLERİ ŞEYİN DÜŞMANIDIRLAR
-Gezdim, gördüm, yazdım-
Rüştü KAM
Ha-ber.com
09.01.2024
Türk Eğitim Derneği dokuzuncu ve son Türkiye gezisini Doğu Anadolu’ya yaptı. Anavatanına yaptı. (2022). Ben de bu gezilerden aldığımız ilhamla memleket sevgisini, Anavatan sevgisini, dilim döndüğünce, nâçizane dile getirmek istedim.
Vatan, sınırları yasalarla belirlenmiş toprak parçasıdır. Ama sadece toprak parçası değildir. Kutsal bir toprak parçasıdır. Kutsallığı değerlerimizi orada koruma altına alabildiğimizden gelir. Kültürel zenginliklerimizi o topraklarda koruma altına alabildiğimizden gelir. Bir milleti millet yapan değerlerin, alametlerin o topraklar üzerinde güvende olmasından gelir.
Toprak, durduğu yerde vatanlaşmaz. O toprağın vatanlaşması için canla başla mücadele edenler olmuştur. O uğurda can verenler olmuştur. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” (Mithat Cemal Kuntay şöyle söyler)
Vatan evdir, vatan hürriyettir, vatan istiklaldir, vatan bağımsızlıktır, vatan bayraktır, vatan şereftir, vatan namustur ve vatan dildir. "Gerçek vatan aslında dildir. Vatandan en hızlı en kolay uzaklaşma dil yoluyla olur. Ve hatta en sessizce gerçekleşen yolda budur." (Wilhelm Von Humboldt)
Bu kutsal değerler için mücadele edenlere kahraman denir, şehid denir. Türkiye’yi vatanlaştıran bu kahramanlardır, şehitlerdir. Alparslan ile birlikte Türkiye topraklarına ayak basmışlardır. Türkiye'nin doğusundan girmişlerdir Anadoluya. Ani’den başlamışlardır iz bırakmaya. Menuçehr Camii, Hasan Harakani Türbesi, Divriği Ulu Camii, İshak Paşa Sarayı, Büyük Ocak Cemevi, Yakutiye Medresesi, Şerafettin Sabûnî Darüşşifası, Sahibiye Medresesi, Buruciye Medresesi, Karatay Medresesi, Mevlana Türbesi, Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi, Selimiye Camii…, yüzlerce köprü, kervansaray, han-hamam, bu izlerdendir.
Nerede bir türbe varsa, yatır varsa, mezar taşı varsa orası Türk Toprağıdır. Kültür ve medeniyetlerin doğup büyüdüğü topraklardır oralar, oralar kudsiyet kazanmıştır ve her zaman vatan olmuştur.
Vatan sevgisi üzerine çok sözler söylenmiş, kitaplar yazılmış, şiirler kaleme alınmıştır. Şöyle ki:
“Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. (Mehmet Akif Ersoy)
“Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak, neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor bak. (Süleyman Nazif)
“Bu vatan toprağın kara bağrında, sıradağlar gibi duranlarındır. Bir tarih boyunca, onun uğrunda, kendini tarihe verenlerindir…(Orhan Şaik Gökyay)
“Ey Türk vur, vatanın bâkirlerine, günahkâr gömleği biçenleri vur; kemikten taslarla şarap yerine, şehidler kanını içenleri vur!” (Mehmet Emin Yurdakul)
“Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan, Vatan , büyük ve müebbet bir ülkedir: TURAN.” (Ziya Gökalp)
“Memleketim. Memleketim ne kadar geniş: Dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum. Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum ve güneye, pamuk işleyenlere gitmek için, Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
utanıyorum.(Nazım Hikmet)
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini; yok mudur kurtaracak baht-ı kara maderini.” (Namık Kemal)
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini; bulunur kurtaracak baht-ı kara maderini.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Evet, bizler 9 senede, Türkiye’nin önemli yerlerini gezdik, dolaştık. Vatan hasreti giderdik. Çeşmelerinden suyunu içtik, havasını teneffüs ettik, değişik yörelerin yemeklerini yedik, endemik bitkilerini tanıdık, türkülerini-şarkılarını dinledik, hoyratlarını dinledik, sıra gecelerine katıldık, aşıkların atışmalarını dinledik..., insanlarıyla sohbet ettik ve sonunda Türkiye'ye hayran olduk.
Allah Türkiye’yi kendi elleriyle sanki özene bezene yaratmış. Kendi bayasıyla boyamış. Dört mevsimin yaşandığı bir ülke Türkiye. İnsanlar meyve ve sebzeleri mevsininde tüketebiliyorlar. Aynı zamanda yarımada.
Türkiye toprakları üzerinde yaşayan, ama nerede yaşadığını bilmeyen, bilse de fark etmeyenlere tavsiye ediyorum: Ne olur Türkiye’yi doğudan başlayarak gezin- dolaşın. Türklerden önceki ve sonraki durumuna şahit olun. O zaman anlayacaksınız; ne kadar büyük bir servetin üzerinde oturup da o servetin kıymetini anlamadığınızı ve Batılıların neden Türkiye üzerinde planlar kurduklarını.
Ey analar, ey babalar, çocuklarınıza tanıtın vatanınızı. Gençlerinize tanıtınız vatanınızı. Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenler; Türk halkı vatanını ve üzerindeki değerlerini tanımıyorlarsa eğer, siz de görevinizi yapmıyorsunuz demektir.
Alıp öğrencileri; İl İl dolaşarak tanıttınız mı Türkiye'yi, Türk mutfağını, Türk insanını? Türk izlerini sürdünüz mü öğrencilerle birlikte bölge bölge? Atalarımızdan kalan mirasların neler olduğunu bizzat yerinde göstererek hatırlattınız mı gençlerimize? Gençlerimiz Türk büyüklerini ne kadar tanıyorlar? Kars’ın peynirini, Erzurumun cağ kebabını, Eğin’in Lök tatlısını, Karadenizin çayını, fındığını, Antep’in fıstığını, Ege’nin incirini, Arapgir’in reyhan şerbetini ne kadar tanıyor insanımız?
Sahil kenarlarına yaptığınız yatırımlar kadar yatırım yaptınız mı diğer bölgelere? Bütün bunları yapmadıysanız, yapmadıysanız şikayet etmeye hakkınız yoktur. Çünkü insanlar tanımadıkları ve bilmedikleri şeylere düşman olurlar. 40 yıldan beri Türkiye halkları arasındaki bu anlamsız düşmanlığı bitirerek kardeşlik bağlarını güçlendirmek biraz da sizin elinizde olsa gerek...
4 Ocak 2024 Perşembe
MUSTAFA ÖZTÜRK'E AÇIK MEKTUP
MUSTAFA ÖZTÜRK’E AÇIK MEKTUP
Rüştü Kam
Ha-ber.com
4 Ocak 2024
Üstadım diye başlamak istiyorum yazıma. Evet, siz benim Üstadım dediklerimdensiniz. Değer verdiğim bir ilim adamısınız. Müfessirsiniz. Bazı ansiklopedilere makale yazacak kadar değer verilen bir isimsiniz.
Sizi Berlin’e davet ettik. Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği seminerlerde sizden istifade ettik. Sizi yaptığımız her oturumda hayırla yad ediyoruz.
“Ehlikitap Kimdir, Onlarla İlişkiler Nasıl Olmalıdır?” konusunda yaptığınız açılımlar Ehlikitap bir ülkede Müslüman azınlıklar olarak yaşayan bizlerin önünü açtı. Memnun olduk. Mutlu olduk.
“Kur’an’ın Tarihselliğini Nasıl Anlamalıyız?” konusunda verdiğiniz seminerler de ufkumuzu açtı. Kur’an hermenötiğinin nasıl olması gerektiğini anlattınız. Anlamamız gereken kadarını anladık. Arada yaptığımız özel sohbetlerin tadı da bir başkaydı.
Esprili bir yönünüz var. O yönünüzle insanlar size yaklaşmakta zorluk çekmiyorlar. Hemen orada, olduğunuz yerde bir sohbet halkası oluşturabiliyorsunuz. Biz bu yönünüze şahit olduk.
Sachsenhausen Toplama Kampı’nda çektiğiniz ıstıraba şahitlik etmişliğimiz vardır. Berlin sokaklarında kol kola yürümüşlüğümüz vardır. Arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde yeri gelince sizlere atıfta bulunuyoruz. Bu hasletler güzel hasletlerdir. Geride bırakılan pozitif izlerdir.
O seminerler aynı zamanda MOCCA DERGİSİ’nde Almanca ve Türkçe olarak yayınlandı. Ha-ber.com internet sitesinde de yayınlandı. Sosyal Medyada da yayınlandı. Tüm dünyadan güzel geri dönüşümler aldık.
Müfessir Mustafa Öztürk’ün bizim kalbimizde özel bir yeri vardır. O orada kalacaktır. İlim Adamı olan, müfessir olan, Mustafa Öztürk.
Ancak sevgili üstadım, bir tarafınınız var ki; o tarafınız insanları yaralıyor. Isınan kalpleri soğutuyor. Tahammül sınırlarını zorlayan sıkıntılara sebep oluyorsunuz o tarafınızla. Bizim haddimize değil sizlere akıl vermek elbette ama sevenin sevdiğine bazı gerçekleri de söylemesi lazımdır.
Üstadım, siz ilim adamı olarak kalınız, müfessir olarak kalınız. Siyasette taraf olmayınız. Tükiye’de artık siyaset yapılmıyor. Çamur siyaseti var Tükiye’de. Karalama siyaseti var. Bu siyaset sadece A mahallesinin siyaseti değil B mahallesi de aynı şeyi yapıyor. Sizin gibi değerli insanları, bazı uyanık gazeteciler ve siyasetçiler dolgu maddesi olarak kullanıyorlar. Etmeyin eylemeyin, bizlere yazık oluyor. Türkiye’ye yazık oluyor. Bir de Avrupa ile Tükiye’yi kıyaslıyorsunuz konuşmalarınızda. Bu tamamen yanlıştır. Bu kıyas-ı batıldır. Türkiye, Avrupa’nın gözünü diktiği ülkedir. Türkiye 40 yıldır savaş halinde olan bir ülkedir. Böyle bir ülkeyi Avrupa ile kıyaslamak haksızlık olur. Avrupalılar geçmişlerine küfretmezler. Gerekirse yüzleşirler. O onların geçmişidir. Türkiye’de bazı mahfiller var ki, geçmişine küfretmek üzere kurgulanmıştır. Geçmişleriyle de yüzleşmek istemezler.
Sevgili Üstadım, hem “Filenin Sultanları”yla ilgili yaptığınız açıklamalar hem “Kızıl Goncalar” dizisiyle ilgili yaptığınız açıklamalar hem de “Galatasaray ile Fenerbahçe arasında Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da oynanması planlanan ancak akim kalan, oynanamayan Süper Kupa” finali ile ilgili yaptığınız açıklamalar hiç de şık durmadı. Açıklamalarınız sadece konu ile ilgili olsa sıkıntı yoktu.
Ancak siz konu ile alakasız yerlere girerek yaptığınız açıklamayı Türk- Arap düşmanlığı haline getirdiniz.
Şöyle ki: Kendi beyanınıza göre, “Süper Kupa” ile ilgili açıklama yapmanıza vesile olan kişi Ruşen Çakır. Ruşen Çakır bu konuyu size ihale ederek amacına kavuşmuş olabilir. Bu mümkündür. Ruşen Çakır’ı Millî Görüş Teşkilatları’nın Frankfurt’ta yaptığı genel kuruldan tanırım. Yanılmıyorsam 1994 yılında idi. Ben icra kurulu üyesi idim. Bana geldi ve “birkaç dakikanızı alabilir miyim” dedi. Kendisini tanıttı ve şu soruyu sordu. “Fethullah Hoca’nın Almanya’da yapılanması hakkında ne söyleyebilirsiniz?” Alakaya maydanoz bir soru idi. Millî Görüş Teşkilatları’nın genel kurulunda bana sorulan soru idi bu. Sanırım Ruşen Çakır’ı tanımanıza biraz da olsa yardımcı olmuşumdur…
Sevgili Üstadım; konu ile ilgili Suudi Arabistan yetkilileriyle yapılan bir anlaşma var. O anlaşmanın tutanakları da var. Tutanaklara sadık kalmayanlar, Galatasaray başkanı ve Fenerbahçe başkanı. Arap yetkililer değil. Araplarla ilgili konularda konuşacaksanız çekersiniz bir video daha, orada anlatırsınız ne anlatmanız gerekiyorsa, hepsini anlatırsınız, sorun yok. Burada konu Araplar değil. Süper Kupa maçı. Bu maçın oynanabilmesi için gerekli olan kurallar kayıt altına alınmış. Kulüp başkanlarıyla yapılmış bu anlaşma.
Anlaşmayı bozanlar da Arap yetkililer değil. Türk takımlarının başkanları. Bu konuda haklı olan Araplar. Siz burada anlaşma tutanakları üzerinden hareket ederek tarafsız ve adil bir açıklama yapmanız gerekirken haklı olanı mahkûm ediyorsunuz.
Bir müfessir olarak Kur’an’ın anlaşmaya taraf olan insanlarla ilgili buyruklarını merkeze koyarak fevkalade bir açıklama yapabilirdiniz. Ama siz gittiniz Araplara, onların Vehhabiliklerine, Birinci Dünya Savaşı’na ve Lawrenc’e…”
Üstadım, Allah aşkına söyler misiniz, ne alakası var konuyla Arapların ve Arap tarihinin. Sonra getirdiniz işi bir de iktidara dayadınız. Üstadım işte bu yaklaşımlarınızdan dolayı gönüllerde yer bulamıyorsunuz. Sonra da kızıyorsunuz insanlar bana niçin küfrediyorlar diye. “Siz onların değerlerine laf etmeyin ki; onlar da sizin değerlerinize laf etmesinler” buyruğuna rağmen. Bu ayeti siz anlatıyorsunuz bizlere.
Birinci Dünya Savaşı’nda; İtalyan’ı, Fransız’ı, Rus’u, Yunan’ı, İngiliz’i Yurdumuzu işgal etmişler. Yapmadıkları çirkeflik kalmamış. Sizler kalkıyorsunuz; Araplar bizi arkadan vurdu diyorsunuz…Bu düşmanlık Arap düşmanlığı olmasa gerektir. Bu düşmanlık İslâm Düşmanlığı olsa gerektir. Benim üstadım dediğim, müfessir dediğim, âlim dediğim, önünde ceketimi düğmelediğim kişiler de kalkmışlar ‘Araplar bizi arkadan vurdu’ diyorlar. Haydi onlar arkadan vurdu diyelim; öbürleri senin namusuna varıncaya kadar her türlü değerine el uzatmışlar. O namus düşmanlarıyla can-ciğer kuzu sarması olacaksın, Araplara gelince ağzına geleni söyleyeceksin, bu insafsızlıktır. Adaletsizliktir. Haddi aşmaktır. Hürmetlerimle sevgili üstadım.
23 Aralık 2023 Cumartesi
KIZIL GONCALAR DİZİSİ!
KIZIL GONCALAR DİZİSİ !
-Tabi ki tarikatların içinde Allah rızasını önceleyen çok tarikatlar vardır. Şeyhler vardır. Müridler vardır. Onları istisna ederek yazıyorum yazdıklarımı-
Rüştü Kam
Dizi FOX TV'de yayınlanıyor. FOX TV, bile isteye seyrettiğim bir kanal değildir. Buna rağmen ben dizinin birinci bölümünü izledim. Oyuncu seçiminde isabet var. Alt yapı çalışması titizlikle yapılmış.
Üç tip aile var dizide. Birisi eğitimli modern bir aile. Ama mutlu değil. Mutlu olmak konusunda o kadar da istekli değiller. Hasta bir baba var. Bakıma muhtaç. Bir de mutsuz bir hanım. Doktor. Ama doktorluk yapmıyor. Mesleğine aşık bir de baba ve arada kalmış bir kız çocuğu. Paraya ihtiyaçları yok bu ailenin ama hepsinin sevgiye ihtiyacı var. Aynı zamanda da tarikat üyesi bu aile. Modern bir tarikat. Fetö gibi duruyor.
İkinci aile de tarikat mensubu. Ancak aile içinde bütünlük var. Bu aileyi bir arada tutan şey, bir şeyhe mürid olmaları. Dinin buyruklarına çok önem veriyorlar. Şeyhe karşı tavır almayı Allah'a karşı gelmek olarak görüyorlar. Deprem mağduru bir aile. Geçim derdine düşmüşler. Ahmet Hüda-i hazretlerine müntesipler. Taşradan davulun sesi iyi geldiği için ve de geçim sıkıntısından biraz olsun kurtulmak için tekkeye sığınıyorlar. Arzuları çalışarak hayatlarını kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan yaşamak. Karın tokluğuna da olsa.
Üçüncü bir aile tipi var, tamamen kaybolmuş bir aile, insanlıktan, insani özelliklerden uzak. O ailede kendi kızına tecavüz eden bir baba var. Kız çocuğu bunalımda. O babanın biletini kesmek isteyen DEAŞ üyesi olduğunu sandığım bir de genç var. Sarıklı, sakallı ve cübbeli. Oldukça da yakışıklı. Tekke’de öğretmenlik yapıyor. Çok zeki birisi. Donanımlı. Entelektüel bir yapısı var. Sıradan bir insan değil.
Bu tiplemelerin hepsi, tekkeyi merkez üssü olarak kullanıyorlar. Tekke ticaretle iştigal ediyor. Ancak tekke helal-haram konusunda duyarlı değil. Kalitesiz üretim yapılıyor orada, amaç çok para kazanmak. Yaptıkları hileyi anlayanlara o merkezde hayat hakkı tanınmıyor.
Tekkenin sahibi görmediğimiz bir şeyh hazretleri. Sürekli adından bahsediliyor. Perdenin önünde oynayan, fırıldağı çeviren, şeyhin vekili. Ağzı laf yapan birisi. Onun kıyafeti de malum kıyafet. Sarık, sakal, şalvar, cübbe. Şeyhin, müridleri üzerinde manevi bir baskısı var. Şeyhin vekili ve orada hizmet eden diğer müridler şebek gibi. Çok iyi fırıldak çeviriyorlar.
Şeyhe itiraz etmek Allah'ın gazabına uğramak olarak algılanıyor. Burada, tasavvuf ile tarikatı birbirinden ayırarak konuya yaklaşmak gerekiyor. Müridler saf ve temiz, iyi niyetli insanlar, vefa sahibi, güvenilir, Allah yolunun yolcusu, yani tasavvuf erbabı kişiler. Hak üzre yol almak istiyorlar.
Müridleri organize eden kurum, o tekke, tarikatın merkezi. Çıkar amaçlı bir merkez burası. Yöneticileri var. Hiyerarşik bir yapıya sahipler. Sıkıntılı bir yapı. Bu yapıyı tasvip etmek elbette mümkün değil. Mümkün değil ama fiili durum da böyledir.
Bu durumda Müslümanların yapması gereken ilk şey diziyi tenkit etmek değil, dinleriyle yüzleşmektir. İnançlarıyla yüzleşmektir. Tarikatlarla yüzleşmektir. Müslümanlar Müslümanlıklarıyla mutlaka yüzleşmelidir. Herkes yüzleşmelidir. Eteklerdeki taşlar dökülmelidir.
Bu yüzleşmeden sonra, herhangi bir kanalda yayınlanan dizilerle ilgili söz söyleme hakkımız doğabilir. Hem suçlu olacaksın, hem de hırsız var diye bağıracaksın. O eskidenmiş. O tip fırıldakları çevirmek şimdilerde o kadar kolay olmuyor.
FOX TV’deki yayınlanan dizideki şeyh tiplemesi çoğumuza tanıdık gelmektedir. Müridler de tanıdık gelmektedir. Elimizi sallasak değer mutlaka onlardan birine.
Tabi ki tarikatların içinde Allah rızasını önceleyen çok tarikatlar vardır. Şeyhler vardır. Müridler vardır. Onları istisna ederek yazıyorum yazdıklarımı.
İlk yapılacak olan şey devletin ilgili kurumlarına- kurullarına düşer. Tekkeler ve zaviyeler acil olarak legal hale getirilmelidir. Gizli olan, denetlenemez olan her ideoloji tehlikelidir.
Sonrasında, dine ve dince kutsal sayılan değerlere uluorta,
pervasızca, düşünce hürriyetinin, basın hürriyetinin gölgesine sığınarak küfredenler, onları aşağılayanlar, karikatürize edenler cezalandırılmalıdır.
Düşünce hürriyeti şemsiyesinin altına sığınarak millete mal olmuş din alimlerine, tarihi şahsiyetlere, mekanlara saldıranlar, mutlaka adalete teslim edilmelidir. Mal bulmuş mağribi gibi her defasında Müslümanlara saldırmak haksızlıktır, terbiyesizliktir. Bu saldırganların masum olmadıkları bellidir, mutlaka ilgililer tarafından araştırılmalıdır. Türk milleti Müslümandır. Müslümanlığı sorgulanabilir ancak sahip oldukları değerleri aşağılanamaz, küçük görülemez, itibarsızlaştırılamaz.
Bu tür sıkıntıların doğmasına sebep olanların, tarikatları ve tekkeleri yasaklayanlar olduğu da unutulmamalıdır. Tarikatlardaki yozlaşma ıslah edilebilecekken yasaklanmıştır. Kol ve bacak kesilerek vücudun kurtarılması mümkün iken, bu yapılmamıştır:
“30 Kasım 1925'te, 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılasına ve Türbedarlıklarla bir Takım Unvanların Yasaklanmasına İlişkin” bir kanun çıkarıldı. 677 sayılı kanun. Bu kanuna göre “cami ve mescit dışındaki”, tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Tarikatlar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi şan ve sıfatların kullanılması yasaklandı. Bu kanun 13 Aralık 1925'te yürürlüğe girdi. 677 sayılı kanuna göre kapatılan, tekke, zaviye ve türbeleri açanlar, bu yerlerde ayin yapanlar, geçici de olsa izin verenler, 3 aydan az olmamak üzere hapis ve 50 liradan aşağı olmamak üzere para cezasına çarptırılacaktı. Bakanlar Kurulunun 2 Eylül 1925 tarihli talimatnamesi ile 773 tekke ve 905 türbe kapatılarak eğitim kurumu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na devredildi.”
Ve bu yasak, tekkelerin tarikatların yer altına girmesine sebep oldu. Haklı olarak yeraltına indiler. Burada büyüdüler, serpildiler. Bugün bunları legal olmadıkları için denetlemek de mümkün olamamaktadır. Günümüzde illegal oluşları kanun ile korundukları için de tarikatlara dokunmaya kimsenin gücü yetmemektedir.
Cumhuriyet döneminde yapıldı bu yanlışlıklar. Bilinçli olarak yapıldı. Tamamen Müslümanların inançlarına, değerlerine karşı tavır alındı. Müslümanlar aşağılandı. Mahkemelerde yargılanmadan asıldı ve sonra yargılandı. Kur’an okumak yasaklandı. Ezan türkçeleştirildi. Başörtüsü yasaklandı. İkna odaları kurularak kız çocukları üniversitelere alınmadı, askeri gazinolara başörtülü ziyaretçiler alınmadı, milletin seçtiği başörtülü vekiller meclisten kovuldu. Anneler ve babalar çocuklarını ziyaret edemediler. Devletin bir engizisyonu diyebiliriz bu uygulamaya. Bu uygulamalar yer altında gizlenen tarikatları yer üstüne çıkardı. Mağdur olan annelerin ve babaların elinden bu kimseler tuttu. Halk da bunlara itibar etti. Haklı olarak itibar etti. Sonra da bu insanlar vatandaşı devletine düşman hale getirdi. Bu iş bilinçli olarak yapıldı.
Bu durumda tarikat merkezlerinde otomatik olarak çoğalmalar oldu. Çıkar amaçlı tarikatlar da bu çoğalmayı çok iyi bir şekilde lehlerine çevirdiler.
Evet ben 'Kızıl Goncalar Dizisi'nin yayınına devam etmesini istiyorum. Belki birilerinin aklını başına getirir de bundan sonra kimse köpeksiz köy bulduğunu zannedip değneksiz dolaşmaya kalkmaz. O köyün sahipleri vardır. Bekliyorlardır. Bakarsınız bir gün olur köşelerden çıkıverirler...
19 Aralık 2023 Salı
SÜRDÜREBİLİRLİK/TABİATI KORUMA
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK / TABİATI KORUMAK
-İslâm İyi İnsan Yetiştirme Projesidir-
Sürdürülebilirlik, mevcut kaynakların etkin bir biçimde kullanılması demektir. Bunu yaparken de bir taraftan doğal kaynakların korunmasını sağlar, diğer taraftan bu kaynakların gelecek nesillere aktarılmasını hedefler. Sürdürülebilirlik, çevrenin ve gelecek nesillerin ihmal edilmemesine dikkat çekerek bir farkındalık yaratır. İnsanoğlunun nefes almak için temiz bir havaya, içmek için temiz bir suya, beslenmek için sağlıklı gıda maddelerine, soğuktan korunmak için ısınmaya, günlük işlerini yerine getirebilmek için aydınlanmaya ve enerjiye, ulaşımını sağlamak için taşıtlara ihtiyacı vardır. Peki, bu ihtiyaçların karşılanmasını ve korunmasını nasıl sağlayacağız? İşte bu noktada sürdürülebilirlik kavramı devreye girmektedir.
Çevre problemlerinin köklü bir şekilde çözümlenebilmesi için "çevresel ahlâk" diye bir kavramın göz önünde bulundurulması gerekiyor. İslâm’da çevre ahlâkı, tüm hayatı kapsar ve insanın yaratıcısı ile ilişkilerini temellendirir. Başka bir deyişle, İslâm çevre ahlâkı, insanın hem yaratıcısına hem sosyal çevresindeki bireylere hem de kendi benliğine karşı haklarını, bir inanç ve anlayış temelinde ortaya koyan bir kurallar bütünüdür. Dolayısıyla İslâm, çevre sorunlarını, toplumsal ve uluslararası problemleri göz önünde tutarak, inanç ve zihniyet bağlamında ele alır. Çünkü çevre kirliliği ancak, "çevresel ahlâk" şeklinde benimsenirse çözümlenebilir. İslâm, insanlığı olumsuz yönde etkileyen çevresel problemlerin önlenmesinde, Kur’an ve sünnetle mutlak tezini ortaya koyarak, ahlâki yapımızı şekillendirir. Ahlâken kötü olan davranış ve fiiller çevre ve kâinatın düzeni için de kötüdürler. İslâmiyet her safhada güzel ahlâkı emretmekle sağlam temellere dayalı bir ahlâkî çevre oluşturmuştur. Ahlâkî çevreyi oluşturanlar insanlardır. İyi ve güzel ahlâklı insanların yaşadığı bir mânevî çevreye elbette ki iyilik ve güzellik hâkimdir. Böyle bir çevrede zulüm, haset, kıskançlık, riya ve rüşvet yoktur. Burada hayâ, adalet, şefkat, yardımlaşma ve kardeşlik vardır.
İslâm, medeniyetlerin kurulmasında ve çevrenin korunmasında her zaman duyarlı olmuştur. İslâm tarihi boyunca, Müslümanlar hangi güzel işin altına imza atmışsa, bunda İslâmın etkisi büyüktür. Çünkü Müslümanın nihâi hedefi yaptıklarıyla Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Kendi yaşadığımız ve miras olarak gelecek nesillere bırakacağımız dünyayı korumak için çevresel temizliğe önem verilmeli, daha az çöp üretilmeli ve bilinçli birer tüketici olunmalıdır. Atıkların geri dönüşümü ve tekrar kullanımı sağlanmalı ve denetlenmelidir. Aksi durumda küresel ısınma ve iklim değişiklikleri gezegenimizi yaşanmaz hâle getirir. Tarihte nice bozguncu, isyankâr ve hudut tanımaz kavimlerin dünyevi afetlerle helak olup yerle yeksan olduklarını Kur’an’daki kıssalardan öğreniyoruz. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen sanayileşmeyle birlikte, insanın ve ekosistemdeki diğer canlıların yaşadığı olumsuzluklar malumdur. Söz konusu olumsuzlukların giderilmemesi halinde üzerinde yaşıdığımız gezegen; “Gayri ben bu kadar gam ve kederi çekemem.” der ve sirenlerini çalmaya başlar.
İslâm çevre problemlerine ciddi ve kalıcı çözümler üreterek mensuplarını çaresiz bırakmaz. Bu doğrultuda Kur’an, insanı mutedil ve makul bir yaşam biçimine davet edici tavsiyelerde bulunur. Başta israf ve fesat olmak üzere, tüm aşırılıkları yasaklayarak ekosistemin korunmasını sağlayacak temel ilkeleri ortaya koyar. Şöyle:
“Sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma. Çünkü, şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/77) (Çeviri: Muhammed Esed)
“Bakın, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.” (Kamer 54/49) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçüde indiririz." (Hicr 15/21) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
“Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman 55/5) (Çeviri: Diyanet Vakfı)
“Ve O, gökleri yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu ki siz, ey insanlar, asla doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmayasınız. Öyleyse yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın.!” (Rahman 55/7-9) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen aşırı gidenlerin emrine uymayın." (Şuara 26/151-152) (Çeviri: Diyanet Vakfı)
"Hatırlayın nasıl olmuştu hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın; kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın." (Enfâl 8/11) (Çeviri: Muhammed Esed)
İsraf ve fesat haramdır/yasaktır
Bugün, bütün çevre kirliliğinin ve tabiî dengenin bozulmasının ana sebeplerinden birisi hiç şüphesiz israftır. İsraf, bugünkü ev ekonomisinde var, üretim ve tüketimde var, sanayi ve teknolojide var. Âdeta insanlık israf için yarışıyor gibi. Fantezi ihtiyaçlar meydana getiriliyor ve tabiî kaynaklar tüketiliyor. Neticede tabiî denge bozuluyor, hava ve su kirletiliyor. İşte bütün bu olumsuzlukların sebebi israftır. Sağlıklı bir çevre için, her türlü israftan kaçınmak gerekir. İnsanlığın, ihtiyaçlarıyla orantılı bir üretim ve tüketim içinde olması gerekir. Onun için Kur’an’da israfla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
"Ey Ademoğulları! Allah’a kulluk olsun diye yapıp ettiğiniz her işte kendinize çekidüzen verin; serbestçe yiyin için, fakat saçıp savurmayın, çünkü kuşku yok ki, Allah savurganları sevmez. (Araf 7/31) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Sakın saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve şeytan, kendi Rabbine nankörlük etmiştir." (İsrâ 17/27) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Görüldüğü gibi israfı yasaklayan; her şeyde ölçülü olmayı emreden, ihtiyaç fazlasını infak ettirerek bencilliği ortadan kaldıran, insanı maddî çıkarların kölesi değil kâinatın efendisi ve en şereflisi sayan, hayvanlara, bitkilere ve bütün kâinat düzenine saygıyı öğreten İslâmî öğreti, bugünkü çöküntüye karşı en güçlü alternatifi oluşturmaktadır.
Ayet, meşru olan her türlü yeme ve içmeyi serbest kılmakla birlikte, yeme ve içme fiiline bir limit getiriyor: İsraf denilen tüm aşırılıklar haramdır/yasaktır. İşte Kur'an, israfı yasaklamakla, eko-sistemin temel unsurlarını oluşturan hava, kara ve denizde, sadece biyotik değil, abiyotik çevreyi de tam bir koruma altına almıştır. "Ve onlar ki, başkaları için harcadıkları zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında her zaman bir orta yol bulunduğunu bilirler." (Furkan 25/67) (Çeviri: Muhammed Esed)
Kur'an’ın bu mesajı ışığında denebilir ki, Allah'ın sunduğu bunca nimetlerden sağlıklı biçimde yararlanabilmek için, ekosistemin tezahürü olan ilahî dengenin gözetilmesi adına, her tür harcamada ifrat ve tefritten kaçınıp, orta bir yol tutmak gerekecektir. Savurganlığın ve israfın kısmen önlenmesi demek, kirliliğin yanında ekolojik sorunların da azalması demektir. Hoyratça tüketilen gıda maddelerinden tutun da ‘bir defa kullan ve sonra at’ anlayışı ile oluşan yığın yığın atıklar, israfın en açık örneğini teşkil etmektedir. Kur'an, sosyal bünyede ağır tahribatlar meydana getiren müsrifleri “şeytanın kardeşleri” diye nitelendirir. (İsrâ 17/27)
Her zerresi Allah’ı tespih ve takdis eden varlıkları koruma ve kollama görevimiz vardır. Anasır-ı Erbaa (dört temel unsur) olarak sayılan su, hava, toprak ve ateş dünya gezegeninin vazgeçilmez ana maddeleridir. Temel unsurların ahenkli bir şekilde oranlarının korunması elzemdir. Suyun, havanın, toprağın ve enerjinin kalitesi, insan hayatının kalitesi demektir. Tüketim azaltılırsa katı, sıvı ve gaz atıklar da azalacaktır. Çevre kirliliğine sebep olan etkenler azaldıkça, sınırlı olan doğal kaynaklarımız daha az zarar görecek ve sürdürülebilirliği kolaylaştıracaktır.
Müslüman birey gönüllü çevre koruyucusudur
İslâm dini sadece çevre korunmasını teşvik etmekle yetinmez, aynı zamanda Müslüman bireylerin çevrenin koruyucusu, kollayıcısı ve takipçisi olmalarını ister. Marufu (iyiliği) emretmekle ve münkeri (kötülüğü) yasaklamakla görevli olan Müslümanlar haddizatında etkili birer çevre korumacısıdırlar. Kutsal kitabımız Kur'an, kirlenmenin maddi cihetini ele alırken, insanın manevi ve ruhi kısmına ait olan kirlenmelere de bigâne değildir. Allah fıtrata müdahale edilmesine, tabii dengenin bozulmasına ve fesat ortamlarının yeşermesine müsaade etmez. “Bugün, hayatın bütün güzel şeyleri size helâl kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir ...” (Maide 5/5) (Çeviri: Muhammed Esed)
Yüce Allah, kusursuz ve eksiksiz bir şekilde yarattığı kâinâtı, en güzel sûrette var ettiği insanın hizmetine sunmuştur. Öte yandan bu nimetleri bir ölçüye göre verdiğini, onların sonsuz olmadıklarını söyleyerek, Kendisinin öngördüğü şekilde dengeli olarak kullanılmaları gerektiğini bildirmiştir. İnsanoğlu yeryüzüne getirildiği günden beri, ekolojik denge yara almaya başlamıştır. Çünkü Kur’an’da belirtildiği gibi insanoğlu kendisine sunulan nimetleri takdir etmez, nankördür. “Allah, Kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Allah’ın nimetini saymaya kalksanız sayıp bitiremezsiniz. Doğrusu şu ki insan gerçekten çok zalim ve çok nankördür.” (İbrahim 14/34) Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Bu nankörlük gitgide ivme kazanmış, nihayet günümüz teknoloji dünyasında ekosistem ciddi kıyım ve yıkımlara maruz kalmıştır. Bencil çıkarları ön planda tutan materyalist zihniyet, insanların problemlerine, dertlerine çareler bulmaktan çok bunlardan yararlanmayı tercih eder haldedir. Mesela, kazanç gayesiyle birçok zararlı alışkanlıklar teşvik edilmekte ve bu nankörlüğe çoğu kez devletler de katılmaktadır. Başka bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı: Bu şekilde Allah, belki doğru yola geri dönerler diye yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını onlara tattıracaktır." (Rum 30/41) (Çeviri: Muhammed Esed)
Bu ayette nankörlüğün neticesinde sözü edilen bozulmayı Zemahşeri; kıtlık, yağmurun kesilmesi, tarım mahsullerinde rekolte düşüklüğü, ticaret kazancında azalma, insanlarda ve hayvanlarda toplu ölümlerin yaşanması, yangın ve su baskınlarının artması, (kara ve deniz canlılarının iyice azalması sonucu) avcıların ve dalgıçların avdan eli boş dönmeleri, her şeyden bereketin kalkması, zararların çoğalması olarak yorumlamıştır. (Bk. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. Vurgu ve ilaveler bize aittir. B k. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224.)
Elmalılı Hamdi Yazır bu bozulmayı: "Fıtrî nizam bozuldu gerek doğal gerek toplumsal düzende uygunsuzluk meydan aldı." (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3833.) şeklinde yorumlayarak yine günümüzdeki insan-çevre ilişkisinin olumsuz boyutunu çok güzel ifade etmiştir.
Aynı ayeti Tantavi şöyle yorumlamıştır; “Karada ve denizde düzenin bozulması bir başka açıdan değerlendirilmekte olup, buna göre teknolojinin kötüye kullanılmasının olumsuz sonuçlarından biri olarak ordular, savaş uçakları, savaş gemileri, torpidolar, denizaltılar vb. vasıtasıyla hasıl olan mikropların çevreye saçılması ve bunların hastalık, kuraklık ve kıtlığa yol açması, insanlığa reva görülen savaşlar, yağmalamalar, zulmün artması ve yasakların çiğnenmesi söz konusu olmaktadır ki, tüm bu olumsuzlukların müsebbibi ve sorumlusu yine insandır.” şeklinde yorumlamıştır. (Tantavi, Cevheri, el-Cevfihir, Mısır 1931, XV, 77)
Nankör insan tarafından çevre kirlenmesiyle sürdürülebilirlik sonlanırken, paralelinde ruhî kirlenmeyle insanlık dejenere edilmektedir. Ruhî kirlenmeyle, aileler dağılmakta, uyuşturucu alışkanlığı yaygınlaşmakta, müstehcen yayınlar çoğalmakta ve haksızlıklar katlanarak artmaktadır. İnsanlığın ve çevrenin korunması yolunda atılacak ilk adım, insanın ihtiraslarından arındırılarak temizlenmesidir.
Kur’an’da ekoloji
Kur’an, insana kâinatın nasıl yaratıldığı, niçin yaratıldığı, ondaki çeşitli varlıkların yapısı hakkında çok çeşitli genel bilgiler verdiği gibi, insanın onunla nasıl bir münasebet içerisinde olması gerektiği hakkında da bilgi vermektedir. Kur'an’ın kâinatla ilgili olarak ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi de ekolojik denge meselesidir. Kur’an, yaratılmış her şeyin bir ölçü, düzen, adalet ve denge içinde yaratıldığını insana sık sık hatırlatmaktadır:
“Bakın, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.” (Kamer 54/49) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçüde indiririz." (Hicr 15/21) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
“Ve O, gökleri yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu ki siz, ey insanlar, asla doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmayasınız! Öyleyse yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın!” (Rahman 55/7-9) (Çeviri: Muhammed Esed)
"İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dâir sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah'ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez." (Bakara 2/204-205). (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Âyette de açıkça belirtildiği gibi, fesatçı olan kimseler, sadece insan ve toplumlara zarar vermek ve kötülük etmekle kalmazlar, aynı zamanda tabiî çevreye de zarar verirler. İşte bunun için, Allah insanların fesatçı olmalarını yasaklıyor. Onların çevreye karşı olumsuz tesir edebileceklerine dikkatimizi çekiyor.
Kur’an, ekolojik dengeyi korumayı ibadetlerin ön şartı olarak koymuştur. Hac ibadeti ekolojik dengeyi korumaya en fazla önem veren ibadetlerden biridir. Çünkü hac ve umre için Mekke’ye çok sayıda insan gelmekte ve bu durum oradaki doğal hayatı tehdit etmekteydi. Bugün bu sayı milyonları aşmaktadır. Hac veya umre için ihrama giren kimselerin, Harem dâhilinde hayvan öldürmesi, ağaçları kesmesi, otları koparması yasaktır. Bu yasak fiillerin İslâm hukukundaki adı cinayettir. Bu cinayetleri işleyen insanlar, mutlaka günahlarının affı için Rablerine yalvarıp yakarmak zorundadırlar. Tevbe, bu günahın affedilmesi için asıl şart iken, bundan başka bir de insanın sadaka vermesi dinî bir hükme bağlanmıştır. “Ey iman sahipleri! İhramda olduğunuz zaman av öldürmeyin. Sizden kim kasten onu öldürürse cezası şudur: Öldürdüğü hayvana denk deve-sığır, davar cinsinden, Kâbe'ye varacak kurbanlık bir hediye ki, içinizden adalet sahibi iki kişi belirleyecektir. Yahut yoksullara yedirme şeklinde bir keffâret, yahut buna denk oruç. Taki yaptığının vebalini tatsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim bir daha yaparsa, Allah ondan öç alacaktır. Allah çok güçlüdür, öç alıcıdır.” (Maide 5/95) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Sünnette ekoloji
Sünnet; Peygamber Efendimizin fiilî olarak yaptıkları, sözlü olarak anlattıkları ve takrirlerinin hepsidir. "Sünnette ekoloji" derken, Allah Resûlünün, insanın yakın ve uzak çevresiyle, bu çevrenin temiz ve sağlıklı tutulması ve korunmasıyla ilgili fiilen yaptığı ve sözle ifade ettiği şeyler kastedilmektedir. Peygamber Efendimizin kendi devrinde çevreciliği bir ahlâk ve âdet hâline getirdiğini ve bunun için de çevreyle ilgili bizzat faaliyetlerde bulunduğunu görüyoruz. “Allah Mekke’yi haram bölge ilan etmiş ve dokunulmaz kılmıştır. Benden önce kimseye helâl kılınmamış ve benden sonra kimseye de helâl kılınacak değildir. Bundan sonra artık buranın otları biçilmez, ağaçları koparılmaz, av hayvanları ürkütülmez.” (Buhârî, Cenaiz, 77, II, 95.)
Peygamberimiz, Medine yakınlarında boş bir araziyi ormanlaştırmış ve: "Kim buradan bir ağaç kesecek olursa, onun karşılığı bir ağaç diksin." diye emretmişlerdir. (el-Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Beyrut 1958, I,17)
Sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, belli ölçüde yeşillik olsa da tam dengenin olmadığı Medine'ye hicret eder etmez, "Allah'ım! Hz. İbrahim, Mekke'yi haram bölge ilan etmişti. Ben de Medine'yi haram bölge ilân ediyorum. Otları koparılmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları öldürülmez.” (Müslim, Hac 458) buyurmuşlardır. Haram bölgenin bugünkü karşılığı "sit alanı" veya "millî park"tır.
Peygamberimizin önerdiği ve uyguladığı mesken tipi, tek katlı ve geniş odalardan oluşan ve odaları geniş bir avlu içinde veya etrafı bahçeli şekildedir. (Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İstanbul, II,84 vd.)
Peygamberimiz “Kim bir ağaç dikerse, Allah Teala o kimseye ağaçtan hâsıl olacak ürün ve fayda miktarınca sevap verir.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/415.) buyurmaktadır.
"Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, evcil veya vahşî hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer." (Müslim, Müsâkât 7,8-9; Buharî, Edeb 7.)
"Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri sulamak, ağaçlandırmak ve ekim suretiyle ıslah ve ihyâ edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır." (el-Münavî, Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurraûf, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, VI,39.)
"Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin." (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, Kahire,1959, s.168.) buyurmuşlardır.
İbn Ömer: "Allah Resûlü, hayvanlara işkence yapanlara lânet etti." (Buhari, Zebâih 25.) demiştir. Peygamber Efendimiz fazla yükten dolayı kalkamayan bir deve görünce: "Allah bu dilsizler (hayvanlar) hakkında hayırlı olmanızı tavsiye etmektedir, onlara güçleri ölçüsünde yük vurun." (el-Askalânî, İbn Hacer, Metâlibü'l-Âliye, Kuveyt 1973, II,156.) buyurmuştur.
"Haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Allah kıyamet gününde hesap soracaktır." (Dârimî, Sünen, Kahire 1966, II,84.) buyurmuşlardır.
Kuşların yuvalarının bozulmamasını, yumurta (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, s.139.)
ve yavrularının alınmamasını (Ebû Dâvûd Edeb 176.) da emretmiştir.
Görüldüğü gibi bu hadisler ve benzerlerinden, Peygamberimizin hayvanlara eziyet edilmemesini, onların temizlik ve bakımlarının yapılmasını, yaratılışlarına uygun işlerde kullanılmalarını, kendilerine fazla yük yüklenmemesini emrettiğini ve av yasağı koyarak insanların eğlence için avlanmalarını yasakladığını açıkça görüyoruz. Bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek için karantina uygulamasını başlatması, (Buhari, Tıb 30.) hasta hayvanların sağlam hayvanların arasına karıştırılmaması gerektiğini bildirmesi, halkın geçeceği yol üzerine veya gölgelenip istifade edeceği yerlere ve durgun sulara abdest bozmayı (tuvalet ihtiyacını görmeyi) kesin olarak yasaklaması, herkese evinin önünü temizlemesini emretmesi, (İbn-i Kayyim, Şemsü’d-din, et-Tıbbu’n-Nebevî, 216, Kahire 1957, s.216.) yollarda insanlara eziyet veren şeyleri kaldırmaya teşvik etmesi, (Müslim, Îman 58.) suların, toprağın, havanın korunmasına ehemmiyet vermesi Peygamber Efendimizin çevre konusuna verdiği önemi anlatır. Ayrıca ısrarla israftan menetmiş, hattâ nehir kenarında abdest alan kimsenin, ibadet için bile olsa suyu israf etmesini yasaklamıştır. (İbn Mâce, Beyrut 1975, II,147; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, I,197.)
Temizlik
İslâm, temizliğe büyük önem vermiş, onu bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, öncülü ve anahtarı yapmıştır. İslâm’da temizlik, insanın günahlardan, haramlardan uzak durması ve yaşadığı yeri, bedenini, elbisesini temiz tutması anlamına gelir. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Namazın anahtarı tahâret, başlangıcı tekbir, tamamlayıcısı da selamdır." (İbn.Mace Taharet 3)
Temizlik bâzı ibâdetlerin ön şartıdır: ”Bugün, hayatın bütün temiz şeyleri size helâl kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir...” (Maide 5/5) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Hatırlayın nasıl olmuştu hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın; kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın." (Enfâl 8/11) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak (ağız temizliği için kullanılan malzeme) kullanmayı emrederdim." (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42); "Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir." (Tirmizî, Et'ime, 29)
Elbise temizliği
“Temizle giysilerini.“ (Müddesir 74/4) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
“Ey ademoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. “ (Araf 7/31) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminlerin daima temiz ve bakımlı olmaları ve her konuda olduğu gibi en iyisini aramaları Allah’ın beğendiği bir tavırdır.
Yaşanan yerlerin temiz tutulması
Kendilerini ve giyimlerini temiz tutan Müslümanlar, aynı şekilde yaşadıkları ortamların düzenine de son derece titizlik göstermelidirler. Kur’an'da bu konuda verilen örneklerden birisi Hz. İbrahim ile ilgilidir. Allah Hz. İbrahim'e Kâbe’yi, orada ibadet edecek olan müminler için temiz tutmasını emretmiştir: "Çünkü, İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman ona demiştik ki: "Bana kimseyi ortak koşma. Ve Benim Mabedimi, onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde Rablerini tazim ve tefekkür ederek dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut."(Hac 22/26) (Çeviri: Muhammed Esed)
Ayetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Allah bu temizliğin öncelikle o mekânı kullanacak ve orada Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla ibadet edecek olan kimseler için yapılmasını bildirmiştir. Bu nedenle Hz. İbrahim'den sonra gelen tüm müminler de aynı onun uyguladığı gibi, yaşadıkları mekânları temiz, estetik ve göze en hoş gelecek şekilde muhafaza etmek zorundadırlar.
Yiyeceklerin Temiz Olması
Müminlerin, İslâm ahlâkının bir gereği olarak titizlik gösterdikleri bir başka konu da yiyeceklerin temiz olanlarını seçmeleridir. Bu, Allah'ın Kur’an'da müminler için bildirmiş olduğu bir emridir. Bu konuya dikkat çeken pek çok ayetten birkaçı şöyledir: "Size rızık olarak verdiklerimizin en temizlerinden yiyin, dedik... "(Bakara 2/57) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (Bakara 2/168) (Çeviri: Diyanet Vakfı)
Mekân temizliği
Müslümanların bulundukları evleri ve işyerlerini temiz tutmaları emredilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyururlar: ”Allah güzeldir, güzeli sever. Temizdir, temizi sever. İkram edicidir, ikram edilmesini sever. Cömerttir, cömertliği sever. Evlerinizi, işyerlerinizi ve çevrenizi temiz tutunuz.” (Et-Tıbbün Nebavi s.216)
Dinî ölçüler halk sağlığını tehdit eden lâğımları açıkta bırakmanın haramlığını da açıklamaktadır. İnsanın kullandığı her türlü eşyası, evi, sokağı, bahçesi, işyeri, camisi, okulu, hastanesi, umuma ait yerleri tertemiz olmalıdır. Temiz tutmayanlar ikaz edilmelidir. Bilhassa hava, deniz ve toprak kirletilmemeli, kirletene de mâni olunmalıdır. Kur’an’da “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara 2/195) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) ikazı çevreyi yaşanmaz hale sokanlar kadar buna mâni olmayanlar için de geçerlidir. Dünyamızı kendi bencillikleri sebebiyle kirleterek yaşanmaz hale sokanlar, ilahi adalet günü hesap vereceklerdir.
SONUÇ
1. Kur’an her şeyin bir ölçü içerisinde yaratıldığını söyler ve bu ölçünün insanlar tarafından bozulmaması gerektiğini sık sık vurgular.
2. Kur’an israfı ve fesadı yasaklar, doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesi ve tahrip edilmesini israf ve fesat olarak değerlendirir.
3. Doğanın kirletilmemesini, canlıların öldürülmemesini, ekolojik dengenin bozulmamasını tembih eder.
4. Kişisel temizlikten işyeri, sokak ve çevre temizliğine varıncaya kadar her yerin ve her şeyin temiz tutulmasını emreder.
5. Kur’an her türlü temizliği ve canlılara zarar vermemeyi ibadet olarak görmüş ve bazı ibadetlere de ön şart olarak koymuştur.
6. Kur’an; güzel ahlâk kitabıdır, bireysel ve toplumsal ahlâkı geliştirmeyi hedefler. İslâm, iyi insan yetiştirme projesidir. Çevre ahlâkı da Kur’an’ın güzel ahlâk sahibi, iyi insan projesinin içinde yer alır.
7. Peygamberimiz Kur’an’ın bu buyruklarını bizzat uygulayarak sahabesine örnek olmuştur.
Kaynakça
1. Bk. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. Vurgu ve ilaveler bize aittir. B k. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224.
2. Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3833.
3. Tantavi, Cevheri, el-Cevfihir, Mısır 1931, XV, 77; Meniği, Tefsiru'l-Merfiği, XXI, 55.
4. Buhârî, Cenaiz, 77, II, 95.
5. el-Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Beyrut 1958, I,17
6. Müslim, Hac 458
7. Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İstanbul, II,84 vd.
8. Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/415.
9. Müslim, Müsâkât 7,8-9; Buharî, Edeb 7.
10. el-Münavî, Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurraûf, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, VI,39.
11. Buhari, el-Edebü'l-Müfred, Kahire,1959, s.168.
12. Buhari, Zebâih 25.
13. el-Askalânî, İbn Hacer, Metâlibü'l-Âliye, Kuveyt 1973, II,156.
14. Dârimî, Sünen, Kahire 1966, II,84.
15. Buhari, el-Edebü'l-Müfred, s.139.
16. Ebû Dâvûd Edeb 176.
17. Buhari, Tıb 30.
18. İbn-i Kayyim, Şemsü'd-din, et-Tıbbu'n-Nebevî, 216, Kahire 1957, s.216.
19. Müslim, Îman 58.
20. İbn Mâce, Beyrut 1975, II,147; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, I,197.
21. İbn.Mace Taharet 3
22. Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42
23. Tirmizî, Et'ime, 29
24. Et-Tıbbün Nebavi s.216
7 Aralık 2023 Perşembe
İSLAM DÜŞMANLIĞI ZEHİRDİR
İslam düşmanlığı zehirdir
Ahmet KÜLAHÇI
Mocca dergisi 7 Ekim 2023 ten beri Gazze’de devam eden saldırılara sessiz kalamazdı. Ölen ve öldürülen savunmasız insanların cığlıklarına duyarsız kalamazdı. Kalmadı da. Mocca dergisi, 41. sayısında yayınlanmak üzere Hürriyet Gazetesi Avrupa Koordinatörü Duayen Gazeteci Ahmet Külahçı ile bir röportaj yaptı. Röportaj aynen şöyledir.
Rüştü KAM: Ahmet Bey, Gazze'de neler oluyor. Bu saldırıların Almanya’ya yansıması nasıl olacaktır?
Ahmet KÜLAHÇI: Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’de giriştiği saldırlarla birlikte Almanya’da gözler ülkede yaşayan Müslümanlara çevrildi. Başkent Berlin’de Arap kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı Neukölln kesiminde 60-70 kişinin Hamas'ın saldırılarını “kutlaması”, birkaç kişinin sokaklarda “tatlı dağıtması” ve daha sonraki günlerde İsrail’in Gazze’ye bomba yağdırmasını protesto etmek için düzenlenen gösterilere katılanların sayısının artması üzerine, Almanya’da neredeyse tüm Müslümanlara “Hamas sempatizanı”, “Hamas yanlısı” gözüyle bakılmaya başlandı. 84 milyon nüfuslu Almanya’da 2.5 milyondan fazlası Türkiye kökenli olmak üzere 5.6 milyona yakın Müslüman neredeyse “Yahudi düşmanı” ilan edildi.
Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, Arap kökenlilere Hamas’la aralarına mesafe koymaları çağrısında bulunurken, tüm Müslümanlara “şüpheli” gözüyle bakılmaması gerektiğini de özellikle vurguladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier de, Şansölye Olaf Scholz da, Hamas saldırılarının Almanya sokaklarında “kutlanmasını” kınarken, “Almanya’da Yahudi düşmanlığına yer yok” görüşünü yinelediler.
Rüştü KAM: Sayın Külahçı, İçişleri Bakanı Nancy; “Biz insanlara saldıranların, insanların özgürlüklerini gaspedenlerin düşünce ve ifade özgürlüğü kalkanının ardına sığınmalarına kesinlikle izin vermeyiz, vermeyeceğiz de” dedi. Bu çıkışı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ahmet KÜLAHÇI: Almanya SPD’li Federal İçişleri ve Yurt Bakanı Nancy Faeser, Hamas’ın 7 Ekim’de giriştiği saldırıları “Soykırımdan bu yana Yahudilere girişilen en büyük katliam” olarak niteledi. Hamas’ın saldırılarının Almanya’nın bazı kentlerinde kutlanmasını şiddetle kınarken, Yahudi düşmanlığına karşı kararlı bir biçimde mücadele vermeyi sürdüreceklerini söyledi. Son dönemlerde Almanya'da Yahudi kökenli insanların çocuklarını yuvalara ve okullara göndermekten korktuklarını belirtirken;
“Biz devlet olarak, hükümet olarak böyle bir şeye izin veremeyiz, vermeyiz de. Biz bu ülkede yaşayan herkesin, Yahudi kökenli insanlarımızın da güvenliğinden sorumluyuz. Biz insanlara saldıranların, insanların özgürlüklerini gaspedenlerin düşünce ve ifade özgürlüğü kalkanının ardına sığınmalarına kesinlikle izin vermeyiz, vermeyeceğiz de” dedi. Almanya’nın çeşitli kesimlerinde düzenlenen gösterilerde geçerli yasalara aykırı davranışta bulunanların ve suç işleyenlerin hak ettikleri cezalara çarptırılmaları gerektiğini de söyledi. Aynı zamanda, Yahudi düşmanı Hamas ile Samidoun’un faaliyetlerini Almanya’da yasakladıklarını hatırlatırken, “Yahudileri korumak Almanya’da hepimizin görevidir. Toplumun görevidir bu. Biz kin ve nefret kusanlardan daha güçlüyüz. Sesimiz onlarınkinden daha yüksek” açıklamasında da bulundu.
Rüştü KAM: Alman politikacılarından, Almanya'da yaşayan Müslümanlara ortak bir çağrı geldi. Hamas’la aranıza mesafe koyun çağrısı. Bu çağrıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ahmet KÜLAHÇI: Evet. Hamas’ın saldırılarının ardından Almanya’da her kesimden politikacılar, ülkede yaşayan Müslümanlara, İslam dernek ve cemiyetleri ile çatı kuruluşları temsilcilerine Hamas’la aralarına mesafe koyma, terörü kınama çağrısında bulundular.
Almanya’daki Müslümanlar yıllardır bu ülkede barış içinde yaşamaktadırlar. Toplumun her kesiminde olduğu gibi onlar arasından da zaman zaman, “kara koyunlar” çıksa da, bu insanlar özgürlükçü demokratik hukuk devletinin ilkelerine saygılı bir biçimde yaşamaktadırlar. Üstalik bu ülkedeki Müslümanlar, Hamas’ın da, İsrail’in de giriştikleri terörü de, çoluk çocuk, kadın, sivil demeden suçsuz günahsız insanları öldürmelerini de kınamaktadırlar.
Rüştü KAM: Antisemitist olanlara vatandaşlık verilmesin çağrısı var. Hatta çifta vatandaş olanlardan vatandaşlığı geri alınsın deniyor.
Ahmet KÜLAHÇI: Almanya'da Yahudi düşmanlığı tartışmalarına paralel olarak Yahudi düşmanlarına ve Yahudi düşmanı eğilimli yabancılara Alman vatandaşlığı verilmemesi de gündeme yerleşti.
Koalisyon hükümetini oluşturan Sosyal Demokrat Parti (SPD) de, Yeşiller de, Hür Demokrat Parti (FDP) de, ana muhalefet Hristiyan Demokrat/Hristiyan Sosyal Birlik Partileri de (CDU/CSU), sağ popülist Almanya için Alternatif (AfD) de, Sol Parti de bu yöndeki önerilere tam destek verdi.
SPD Eş Başkanları Lars Klingbeil ile Saskia Esken de, CDU lideri Friedrich Merz de, CSU Federal Meclis Grup Başkanı Alexander Dobrindt de, FDP’li Federal Meclis Başkan Yardımcısı Wolfgang Kubicki de, Yeşiller Genel Sekreteri Bijan Djir-Sarai de, Yahudi düşmanlarına Alman vatandaşlığı verilmemesini ve bu yönde suç işleyenlerin sınır dışı edilmelerini istediler. Baştan beri Yahudi düşmanı bir tutum sergileyen sağ popülist AfD’liler bile. Hatta çifte vatandaş statüsündeki göçmen kökenlilerin Alman pasaportlarına el konulmasını isteyen Alman politikacılar bile oldu.
FDP’li Federal Adalet Bakanı Marco Buschmann, “Biz şu sıralar Almanya’da İkamet İzni ve Alman Vatandaşlık Yasası’nda reform yapıyoruz. Sınır dışı etmeyi kolaylaştırıyoruz. Yahudi düşmanlarına Alman vatandaşlığı verilmemesi için gereken önlemleri alıyoruz” açıklamasında bulundu. Bekleyip göreceğiz.
Rüştü KAM: Demokrasinin beşiği bildiğimiz Almanya'da, yabancılara gösteri yasağı da getirildi. Bu yasaklama ne kadar hukukidir?
Ahmet KÜLAHÇI: İşte bu mantığı anlamak mümkün değildir. Hele hele yıllarca Federal Adalet Bakanı olarak görev yapmış birinin böyle bir yaklaşım sergilemesini kabullenmek kesinlikle mümkün değildir.
Nitekim, Yeşiller’li KRV Adalet Bakanı Benjamin Limbach ise Leutheusser-Schnarrenberger’in bu yöndeki önerisine karşı çıktı. Limbach, Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Yasası’na göre vatandaşlıklarına bakılmaksızın isteyen herkesin barışçıl gösteri yapma, toplanma ve bir araya gelme hakkına sahip olduğunu vurguladı.
FDP’li Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Anti Semitizm Sorumlusu Sabine Leutheusser-Schnarrenberger, yabancılar için toplanma özgürlüğünün kısıtlanmasını bile gündeme getirdi. Almanya'nın eski Başbakanları Helmut Kohl ve Angela Merkel kabinesinde Federal Adalet Bakanı olarak görev yapan Leutheusser-Schnarrenberger;
“Herhangi bir gösteri düzenlenmek istendiğinde başvuru yapanların vatandaşlıklarına da bakılmalı. Çünkü gösteri düzenleme, bir araya gelerek toplanmak sadece Almanlara özgü temel bir haktır” dedi.
Alman Anayasası’nın 8. maddesinde “Bütün Almanlar bildirimde bulunmadan, ya da izin almadan barışçıl ve silahsız olarak toplanma hakkına sahiptir” denildiğine işaret eden Leutheusser-Schnarrenberger, yabancılar için gösteri özgürlüğünde bu maddenin gözardı edilmemesi gerektiğini söyledi. Eski Adalet Bakanı, bu söylemiyle dolaylı da olsa yabancıların gösteri düzenleme özgürlüklerinin kısıtlanmasını önerdi.
Resmi verilere göre 7 Ekim’den bu yana Almanya'nın çeşitli kesimlerinde 536 “Filistin’le dayanışma” ve 587 “İsrail’le dayanışma” gösterisi düzenlendi. Almanya genelinde “İsrail karşıtı tutum sergileneceği, halklar arasında kin ve nefretin körükleneceği şüphesiyle” 103 “Filistinle dayanışma” gösterisine izin verilmedi. Bu gösteriler sırasında polise direnç gösterme, halkı kışkırtma, kin ve nefret yayma gibi 3 bin 346 suç işlendiği belirlendi.
Gösteriler sırasında “Nehirden denize kadar, Filistin özgür olacak!” (From the river to the sea, Palestine will be free!), “Yahudilere ölüm” gibi sloganlar atılması ve pankartlar taşınması yasaklandı. Yasağa riayet etmeyen birçok gösterici hakkında suç duyurusunda bulunuldu.
Rüştü KAM: Medyanın tutumunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Ahmet KÜLAHÇI: Evet, Almanya Naziler tarafından girişilen ve 6 milyondan fazla Yahudi kökenli insanının yaşamını yitirdiği soykırım (Holokost) nedeniyle İsrail’e “borçludur”. Alman politikacıların İsrail'in saldırılarını açık bir şekilde eleştirmelerini, daha doğrusu “eleştirememelerini” bir yerde anlayışla karşılamak gerekir. Ancak “tarafsız, bağımsız, özgür basının” yaklaşımını da, tutumunu da anlamak mümkün değildir.
Alman medyası da tıpkı Alman politikacılar gibi 7 Ekim’den bu yana yaşananlarla ilgili olarak “tek yanlı” bir tutum sergilediler. Yalnız ARD ve ZDF gibi devlet televizyonları değil, özel televizyon kanalları, radyolar, gazeteler ve dergiler, Hamas’ın saldırılarda aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu bin 200’e yakın kişiyi öldürdüğüne, 230’un üzerinde kişiyi rehin aldığına yer verirken, İsrail’in giriştiği operasyonlarda 4 bin 500’den fazlası çocuk olmak üzere 12 binin üzerinde Filistinli’nin öldürülmesini adeta görmezden, duymazdan geldiler. Başka ülkeler söz konusu olduğunda haklı olarak her türlü eleştirel yorumda bulunan Alman medyası, Alman politikacıların, yıllardır burada yaşayan ve çoktan “buralı” olan göçmen kökenlilere yaklaşımlarıyla ilgili olarak, Alman Anayasasının demokrasi, hukuk devleti, özgürlük, eşitlik gibi temel ilkelerini ayaklar altına almalarına sessiz kaldı.
Rüştü KAM: INSA(Institut für neue Soziale Antworten) tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasına göre Almanya'da İslam düşmanlığının arttığı söyleniyor.
Ahmet KÜLAHÇI: Evet, Hamas’ın saldırılarının ardından Almanya’da İslam düşmanlığı artış gösterdi. INSA tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasında, Almanların yüzde 71’inin İslam ülkelerinden gelenlerin Almanya için büyük bir güvenlik riski oluşturdukları görüşünü paylaştığı saptandı. Ankete katılanların yüzde 20’si bu görüşe karşı çıkarken, yüzde 9’u görüş belirtmedi. Almanya’da köklü partilere destek verenlerin çok büyük bir bölümü, Müslümanların tehdit ve tehlike olduğu görüşünü paylaşırken, yalnız Yeşiller’lilerin yarıdan fazlasının böyle düşünmediği de kaydedildi.
INSA’nın kamuoyu yoklamasında Almanların yüzde 58’inin Almanya’da yaşayan Müslümanlar arasında İsrail’e karşı terörü destekleyenlerin bulunduğu görüşünü paylaştığı, yüzde 18’inin ise buna karşı çıktığı da saptandı.
Öte yandan Almanların yüzde 63’ünün Hamas’ın giriştiği saldırıları kutlayanların cezalandırılmasından yana olduğu, yüzde 17’sinin buna karşı çıktığı ve yüzde 20’sinin de görüş belirtmediği de belirlendi.
Bu veriler Almanya’da İslam düşmanlığının arttığını göstermektedir. Nitekim Federal İçişleri ve Yurt Bakanı Nancy Faeser da “Almanya’da İslam düşmanlığı var” demektedir. 19 Şubat 2020’de Almanya'nın Hanau kentinde ırkçı bir Alman’nın aralarında Türkiye kökenlilerin de bulunduğu göçmen kökenli 9 kişiyi öldürmesini şiddetle kınayan dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Irkçılık zehirdir” açıklamasında bulunmuştu. Evet, “Irkçılık zehirdir. Ama Müslüman ve İslam düşmanlığı da zehirdir”. Bu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Rüştü KAM: Tabii Almanya'da Müslüman deyince ilk akla gelen Türkiye kökenliler ile Arap kökenliler oluyor. Son gelişmeler üzerine Türkiye ve Arap kökenlilerin, Almanya’ya uyum sağlamak istemedikleri yönündeki iddialar yine gündeme geldi.
Ahmet KÜLAHÇI: Bu tamamen “uyduruk” bir yaklaşımdır. Nitekim Almanya’nın eski Başbakanları Helmut Kohl ve Angela Merkel’in genel başkanlıklarını da yaptıkları CDU güdümlü Konrad Adenauer Vakfı adına 2000'li yılların başlarında yapılan bir araştırma da, zaten bunun böyle olduğunu yıllar önce ortaya koydu. Bu araştırmada, Almanya'da yaşayan Türklerin yüzde 45’inin, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının da yüzde 55’inin Almanya’yı “vatanları’’ olarak gördükleri yer aldı. Hatta Irak ve Libya gibi bir İslam ülkesinin saldırması halinde, Türklerin yüzde 45’inin, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının da yüzde 50’sinin Almanya’yı savunmaya hazır oldukları da. Alman toplumsal düzeni savunmaya hazır Doğu Almanların oranının yüzde 42’de, Batı Almanların oranının yüzde 72’de kaldığını da. Aynı araştırmaya göre, Almanya'da yaşayan Türkler ve Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının yüzde 90’ı “Adil bir toplumda yaşıyoruz” derken, bu oran “saf kan” Almanlarda yüzde 50’yi zar zor buluyor. Demokrasiye bakışta da öyle. Almanya’da yaşayan Türklerin yüzde 76’sı, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının da yüzde 84'ü demokrasiye tam destek verirken ve “Demokrasiden memnunuz” derken, bu oran Almanlarda yüzde 72’de kalıyor. Türklerin yüzde 88’i, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının yüzde 87’si “Demokrasi en iyi toplumsal ve politik sistemdir” derken, bu oran Almanlarda yüzde 80'i bile bulmuyor.
Rüştü KAM: Sayın Külahçı, Son olarak neler söyleyeceksiniz?
Ahmet KÜLAHÇI: Yukarıdaki veriler, Türklerin ve Türkiye kökenlilerin severek, isteyerek, huzurlu bir biçimde, barış içinde Almanya’da yaşadıklarını ve yaşamaya da devam edeceklerini gösteriyor.
Her ne kadar bu insanların yüzde 65’i ayrımcılık yaşadıklarını söyleseler de, “Bu Türkler uyum sağlamaz”, “Bu Türkler uyum sağlamak istemiyor” diyenlere söylenecek tek şey var.
Daha nasıl sağlanacak bu uyum?
14 Kasım 2023 Salı
BERLİN’DE CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMALARI DEVAM EDİYOR
Berlin’de Cumhuriyet Bayramı kutlandı. Hem de birkaç yerde kutlandı. Ben, büyükelçiliğin organize ettiği kutlamaya da katıldım. Kutlanan Cumhuriyet Bayramıydı. Salonda yerini alan sayı 2.000 civarındaydı. Berlin Filarmoni Orkestra Salonu’nda Kültür Bakanlığının gönderdiği Senfoni orkestrası bir konser verdi. Dinledik.
T.C.Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen burada bir konuşma yaptı. Konuşmasında, yıkılan bir cihan imparatorluğunun küllerinden, çağdaş ilkelere dayanan modern bir ulus devlet doğduğunu söyledi. Devamla Şen, "Bugün girdiğimiz ikinci yüzyılımız, her alanda küresel düzlemde en ileri seviyeye getirecek bir yol haritasını içermektedir. Bu vizyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yeni nesillere bırakacağımız en büyük mirasımız olacaktır" dedi. Anlamlı bir konuşmaydı. O kutlamayla ilgili olarak daha önce yazmıştım.
Bir de Ergün Bey’in organize ettiği kutlama vardı. Ona da katıldım. Ergün Bey güzel bir organize yapmış. Açılışta kısa bir konuşma yaptı. Savaş karşıtlığını da konuşmasının bir yerine iliştiriverdi.
Konserde Türk sanat Musikisinden örnekler seçilmiş. Ne güzel. Birbirinden güzel eserler. Performanslar üzerinde kritik yapmanın anlamı yoktur. Sonuçta bu insanlar şartlarını zorlayarak gönüllülük esasına dayalı bir eğitim almışlar. Bu insanlar merak etmişler ve boş zamanlarını Eski Dostlar Musiki Derneği’nde değerlendirmişler. Ne de güzel yapmışlar. Alkışlanacak bir durum. Mutlaka o kişiler evlerinde de musiki ile meşgul oluyorlardır. Kültürümüze sahip çıkmak böyle birşeydir. Fedakarlık isteyen bir şeydir. Sahnede disiplinlerini hiç bozmadılar. Şımarmadılar da. Halka ve sanata saygılıydırlar.
Hangi alanda olursa olsun fedakarlık yapamıyorsanız geleceğinizi inşa edemezsiniz. Bedel ödemezseniz; kimlikli bir nesil yetiştiremezsiniz. Kimlikli nesil, bizim olana, bizden olana sahip çıkan nesildir; musikimize sahip çıkan nesildir, dini değerlere örf ve adetlere sahip çıkan nesildir. Camii’ne, minaresine, mezar taşlarına, ebru sanatına, Dede Efendi’ye, Itri’ye, Hafız Burhan’a ...sahip çıkan nesildir. Karadeniz’in horonuna, Ege’nin zeybeğine sahip çıkan nesildir. Reddeden veya küçümseyen değil...
Cumhuriyet kutlanacaksa ki; kutlanacak. O zaman o kavramın içi, yani CUMHUR kavramının içi, cumhurun değerleriyle doldurulmalıdır, cumhur’a rağmen doldurulmamalıdır.
Ergün Bey, sen bugün sahneye çıktın ve oradan halkımıza bir mesaj verdin. O mesaj umarım muhatapları tarafından alınmıştır. Ben seni ve korodaki bütün arkadaşlarını teker teker kutluyorum. Tabiki sazendeler de dahil. Güzel bir iş yapıyorsunuz, yapmaya da devam ediniz.
Berlin’de bir kültür merkezimiz yok. Bu açığı Sivil toplum Kuruluşları(STK’ler) olarak sizler dolduruyorsunuz. Belki ilerde sizlerin mirasçıları o kültür merkezini kuracaklardır.
Ancak bir konunun altını çizmem gerekiyor müsadenizle. Sunucu olan beyefendi dersine iyi çalışmamış. Sık Sık takıldı. Belki heyecandandır. Konuşmasının bir yerinde de şöyle bir cümle kurdu: “Diktatörlüğün olduğu bir dönemde Atatürk demokrasiyi seçti.” Bu cümle kurulmasa daha iyi olurdu. Bizim tarihimizde diktatör yoktur, diktatörlük de yoktur. Diktatörlük zulme dayanır, diktatörler zalim yöneticilerdir, halkını köleleştirenlerdir, engizisyonlarda insanların derilerini yüzenlerdir, soykırım uygulayanlardır, çoluk- çocuk demeden, kadın- kız demeden, yaşlı-genç demeden herkesi öldürmekten zevk alanlardır. Türk tarihinde diktatör yoktur.
Kastedilen Selçuklu ve Osmanlı dönemi ise orada hiç yoktur. Bu konularda daha hassas davranırsanız 4 milyon nüfusun içinde yaşayan 300 bin Türkün arasındaki kardeşlik bağlarını zedelememiş olursunuz. O zaman arzu ettiğimiz, hepimizin arzu ettiği birlik ve beraberliği çok daha kısa sürede yakalarız. Her oturduğumuz mekânda birlik ve beraberlikten bahsederiz. Dağınıklığımızdan şikayet ederiz. Birbirimizin kutsallarına dokunursak o birliği yakalayamayız. Bizden olmayan insanların algılarıyla hareket edersek, muğlak bilgileri gerçek bilgi sayarak hareket edersek birlik ve beraberliği yakalayamayız. Siz de bilirsiniz ki; geçmişini küçük gören ve geçmişini yok sayan bizden başka bir millet daha yoktur. Bizler birbirimizi kusurlarıyla sevmek zorundayız. Hele bir de gurbetteysek bu konulara iki kere dikkat etmemiz gerekir...
Günün mânâ ehemmiyeti konusunda ise Başkonsolos İlker Okan Şanlı açıklamalarda bulundu:
“Cumhuriyet, Türk milletinin Büyük Atatürk önderliğinde verdiği mücadelenin, onurlu duruşunun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, “çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma” vizyonuyla geleceğe özgüvenle, heyecan ve şevkle bakan bir neslin bugünkü nesillere yadigarıdır. Atalarımızın yadigarının kıymetini bilmeliyiz.
100. yılda, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, ülkemizin bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden tüm aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi, 100 yıllık süre içerisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin yücelmesine katkı sağlamış herkesi derin minnetle anıyoruz.
Anavatanımızdan binlerce kilometreler uzakta olsak da, burada bizlere düşen Cumhuriyetimizin kuruluş sürecinde yazılan destanı çocuklarımıza, genç nesillerimize layığınca anlatabilmektir. Heyecanımızı paylaşabilmektir. Zira, bu anlayış yeni nesillerde pekiştiği ölçüde gençlerimiz de “muhtaç oldukları kudretin” aslında bizzat kendilerinde olduğunun daha da bilincinde olacak, kendi geleceklerine daha da özgüvenle bakabileceklerdir. Bizdeki içi boş bir özgüven değildir, şovenizm hiç değildir. Bu çerçevede, Almanya Türk toplumunun kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya’ya, hem Türkiye’ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiç şüphemiz bulunmamaktadır.
Sözlerime burada son verirken, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını bir kez daha rahmetle anıyor, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)