27 Haziran 2024 Perşembe
14 İLAHİTAÇIDAN BİLDİRİ
14 İlahiyatçı tarafından bir bildir kaleme alınmıştır. Mocca dergisinin 42. sayısında Almanca ve Türkçe olarak aynen yayınlanacaktır. Önemine binaen kendi sayfamda da paylaşarak siz okuyucularımın istifadesine sunmak istedim.
DİAMOND TEMA SONRASI... 14 İLAHİYATÇIDAN ORTAK BİLDİRİ: ŞERİATIN İNSAN ONURUNA YAKIŞIR KARŞILIĞI YOK
- Bu bildiri; bilimsel bir görüş beyanı olmaktan ziyade politik bir itirazın ifadesi olmuş. İktidarın din siyasetindeki hatalarının belli kesimleri çok yorduğu malum. Ama bunun alternatifi Atatürkçülük olmasa gerektir-
Rüştü KAM
14 İlahiyatçı bir araya gelmişler ve bir bildiri yayınlamışlar. “Diamond Tema sonrası... 14 ilahiyatçıdan ortak bildiri: Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok” başlığını taşıyor.
Öncelikle böyle bir çalışma yapmak için 14 ilahiyatçının bir araya gelmesi ve kavga etmeden bir bildirinin altına hep beraber imza koymaları takdire şayandır. Olması gereken budur. Arzumuz; DİN konusunda sözü olan ilim adamlarının zaman zaman bir araya gelerek “evet bu bizim ortak görüşümüzdür, halkımıza duyurulur” demeleridir. Halkımızın bu birlikteliğe çok ihtiyacı vardır. Ne zaman iki ilahiyatçı televizyona çıksa kanal değiştiren çok insan tanıyorum ben. Kavgadan başka ürettikleri ele gelen bir değer olmuyor. Bu açıdan bakarsak ben bu 14 İlahiyatçıyı gerçekten kutluyorum.
Ancak ürettikleri değer açısından baktığımda hayır olarak üretilen bir değer görmüyorum. Bir değeri inkar ederek yerine başka bir değer konulacaksa en azından kendi cinsinden olmalıdır. “Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok” ne demektir. Bu ifadeyle ilahiyatçılar kendi topuklarına sıkmış olmuyorlar mı?
Bu bildirinin temel hareket noktasına katılmakla beraber Şeriat tanımına ve Şeriat 'tan soyutlanmış İslam tarifine katılmam asla mümkün değildir. İslam hem din hem şeriattır, din sabittir, Şeriat dinamiktir. Bu vazgeçilmemesi gereken kesin bir kuraldır.
"Şeriatın çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu ve otoriter-totaliter bir rejimi öngördüğü" ifadesi eksiktir, sorunludur ve yanlıştır. Öncelikle şunu belirtmek lazımdır ki; bu hükümlerin bir kısmının ve burada zikredilmeyen (hırsızın elinin kesilmesi ve miras ahkamı gibi) başka hükümlerin kaynağı Kur'an'dır. O zaman Kur'an'ı da İslam'ın dışına mı atalım?
Şeriat, metinde anlatıldığı gibi Ortaçağ'da üretilmiş ve dondurulmuş bu fıkıhtan ibaretse, metinde neden Ebu Hanife'ye atıfta bulunuluyor ve gerektiğinde hükümlerin değişebileceğinden/değişmesi gerektiğinden bahseden Mecelle hükmü zikrediliyor? Gerekli değişiklikler yapılırsa ortaya çıkacak sistem yine Şeriat olmayacak mı?
Velhasıl bu bildiri; bilimsel bir görüş beyanı olmaktan ziyade politik bir itirazın ifadesi olmuş. İktidarın din siyasetindeki hatalarının belli kesimleri çok yorduğu malum. Ama bunun alternatifi Atatürkçülük olmasa gerektir.
Arzu edenler için bildiri aynen şöyledir:
Diamond Tema sonrası... 14 ilahiyatçıdan ortak bildiri: Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok
Şeriatla ilgili sözleri sebebiyle hakkında yakalama kararı çıkarılan Diamond Tema'nın tutuklanma talebine giden tartışma üzerine açıklama yapan ilahiyatçılar "Laiklik dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için de yaşamsal önem taşımaktadır" şeklinde bir bildiri yayımladı.
YouTuber Diamond Tema, Yer 6 isimli YouTube kanalında sosyal medya fenomeni Asrın Tok ile yaptığı tartışmada şeriat hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Tema, şeriata neden karşı olduğunu anlatırken Sahih-i Buhârî adlı hadis derlemesinden örnekler sundu.
Tema'nın "Şeriat dışında hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" şeklindeki açıklamaları ve Hz. Muhammed ile ilgili söyledikleri nedeniyle "halkın bir kesimini ve dini değerleri aşağılamak" suçlamasıyla hakkında soruşturma açıldı ve yakalama kararı çıkarıldı.
Hakkında yakalama kararı çıkartılan Tema’nın tutuklanması bir grup şeriatçı tarafından talep edilirken 14 ilahiyatçı şeriat konusuna ilişkin ortak bir bildiri yayımladı.
Bildiride, şeriatın "çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu ve otoriter-totaliter bir rejimi" öngördüğü belirtilerek, bu unsurların şeriatı kabul edilemez kıldığı vurgulandı. "İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan tamamen ayrıdır" denilen açıklamada, laikliğin dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için önemli olduğu belirtildi.
"Şeriat, İslam demek değildir" başlıklı bildirinin tamamı şu şekilde:
"Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladığımız bu dönemde, toplumumuz tehlikeli ve dar bir tartışmanın içine çekilmek istenmektedir. Bu tartışma, adeta dine rağmen din, İslam’a rağmen İslam olarak tanımlanabilecek derecede cehalet içeren bir şeriat tartışmasıdır. Arap dilinde pek çok anlama sahip olan şeriat sözcüğü, terminolojik olarak dilimizdeki hukuk sözcüğünün karşılığıdır. Hem dinsel inanışları referans alan hem de laik ve seküler dünya görüşüne dayanan yasalar Arap dilinde şeriat sözcüğü ile ifade edilir. Bu nedenle, şeriatı din ve İslam ile özdeşleştirmek gerçek dışıdır.
BÜTÜNSEL ŞERİAT ANLAYIŞI OLAMAZ
İslam şeriatı kavramı, İslam’ın kendisi değildir. Şeriat kurallarının çok azı Kur’an ayetlerine dayanmaktadır ve bu ayetlerin çoğu da dönemsel olup esbab-ı nüzul çerçevesinde değerlendirilmesi gereken hükümlerdir. İslam tarihinde bütünsel ve tek yapı halinde bir şeriat anlayışı yoktur. Fıkhî ve itikadi meselelere ilişkin onlarca şeriat yorumu ve uygulaması vardır. Bu yorum ve uygulamalar, sahabilerin farklı görüşlerinden, sıhhati tartışmalı bazı hadislerden ve İslam bilginlerinin çeşitli aklî çıkarımlarından doğan ve çoğu zaman birbiriyle çelişen ictihadî hükümlerdir. Hangi şeriat ekolü olursa olsun, içerdiği kurallar açısından hiçbiri günümüz toplumsal yaşamına, insan ihtiyaçlarına, temel hak ve özgürlüklere ve çağdaş hukuksal sorunlara yanıt verebilecek nitelikte değildir. Bu nedenle, insanlığın ve Müslümanların geçirdiği hukuki evrimi dikkate almayan şeriat taleplerine itibar etmek mümkün değildir.
ŞERİAT KURALLARI GÜNCEL YAŞAMDA İNSAN ONURUNA UYGUN DEĞİLDİR
Birey kimliği, kadın-erkek eşitliği, ekonomik ilişkiler, suç ve ceza kavramı, aile hukuku, siyasi sistem ve bilimsel çalışmalar açısından şeriat hukuku, dönemin Arap toplumunda değişim ve dönüşüme öncülük etmiş olsa da, günümüzde uygulanabilirliği olmayan kurallar yığını olarak yalnızca akademik bir değer taşıyabilir. Şeriat kurallarının güncel yaşamda insan onuruna uygun bir karşılığı yoktur. Çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu, mürtedin idamını ve tekfirciliği içermesi, ekonomik tezleri bağlamında günümüz karmaşık ekonomik ilişkilerini karşılayamayacak kadar basit olması, siyasal sistem açısından ise otoriter ve totaliter bir rejimi öngörmesi, şeriatı kabul edilemez kılmaktadır. İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan tamamen ayrıdır. Şeriat uygulanamasa da, İslam dini iman esaslarıyla, ibadetleriyle ve ahlakî kurallarıyla yüzyıllardır yaşanmakta ve yaşanmaya devam edecektir. İslam azizdir ve şeriatla kısıtlanamayacak kadar değerlidir.
DEVLETİN DİNİ ANCAK ADALETTİR
Büyük İslam bilgini Ebu Hanife’nin dediği gibi, din, Hz. Âdem’den beri gelen tevhid inancıdır ve değişmez. Şeriat ise değişir. Tarih boyunca her ümmet için ayrı bir şeriat olmuştur. Osmanlı’nın Mecelle’sinde de belirtildiği üzere, 'ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü inkar olunamaz.' Ancak bu durum din için geçerli değildir. Din sabittir ve aksi düşünülemez.
Bu gerçekler ışığında, biz ilahiyatçılar olarak halkımızı, aziz dinimiz İslam’ı yaşarken aynı zamanda Atatürk’ün ve şehitlerimizin emaneti olan laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkmaya davet ediyoruz. Laiklik, dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için yaşamsal öneme sahiptir. Devletin dini ancak adalettir anlayışıyla, her türlü dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa karşı ulusal birlik ve bütünlüğümüzü korumalı ve güçlendirmeliyiz. Kamuoyuna saygıyla duyururuz."
İmzacılar:
Cemil Kılıç (İlahiyatçı Yazar)
Şahin Filiz (İlahiyatçı Prof. Dr.)
Mustafa Öztürk (İlahiyatçı Prof. Dr.)
İsrafil Balcı (İlahiyatçı Prof. Dr.)
Hatice Doğan (İlahiyatçı Dr.)
Hakkı Yılmaz (İlahiyatçı Yazar)
Hıdır Temel (Din Bilimleri Dr.)
İdris Şahin (İlahiyatçı)
Yaşar Koçer (İlahiyatçı)
Fikret Eroğlu (İlahiyatçı)
Halis Dinçer (İlahiyatçı)
Emine Yücel (İlahiyatçı)
Mehmet Göl (İlahiyatçı)
Mustafa Sağer (İlahiyatçı)
23 Haziran 2024 Pazar
KURBAN 2024
KURBAN 2024
-Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmez, hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden gelişmez. Gayret etmek lazımdır. İrade ortaya koymak lazımdır. Eyleme geçmek lazımdır.
Almanlar, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir-
“Kurbanlarımızı Amacına Uygun Olarak Değerlendirelim Heder Etmeyelim 2016
22:22 - 01/09/2016
2016 yılında bu başlıkla ha-ber.com sitesi marifetiyle okurlarıma ulaşmaya çalışmışım. Sene 2024 Müslümanların kurban ibadeti konusunda değişen fazla bir şey olmamış. Bana düşen sadece o yazımı aynen yayınlamak. Belki birileri kulak verir yazılanlara da bulunduğu yerde bir adım atar. Yazı aynen şöyle:
Kurban Bayramı yaklaştı. İstenilen seviyede olmasa da bir hareketlilik var. Planı olanlar var, yapılan planların kendilerini de içine almasını bekleyenler var. Ancak Müslümanların ve de Türklerin çoğunlukta olmadığı ülkelerde bayram heyecanı hissedilmiyor fazla. Kurbanlık hayvan alışverişi, bayram eğlenceleri, bayram alışverişleri için koşuşturmacalar yok gibi. Berlin’de 4 milyon nüfus içinde yaklaşık 500.000 Müslüman nüfus (Türk, Pakistanlı, İranlı, Alman ve Arap) kaybolup gidiyor.
Kurban Şenlikleri
Sayı olarak oldukça fazla olan Müslümanların dini bayramlarda aylar öncesinden birlikte hareket etmek için organize olmaları gerekir. Mesela: Berlin’de değişik mekânlarda Kurban Bayramı için programlar düzenlenmelidir. Sokak şenlikleri düzenlenmelidir, Müslümanlar çocuklarıyla birlikte bayramları doya doya yaşamalıdırlar. Bu şenlikte; Kurban ile ilgili hikâyeler anlatılmalı, akraba ziyaretleriyle bayramın önemi fiili olarak çocuklara gösterilmeli, Karagöz ve Hacivat gibi Nasrettin Hoca gibi Kültür değerlerimizle çocuklarımız tanıştırılmalıdır/eğitilmelidir. Çocuklara dağıtılacak olan hediyelerle bu tanışmaya/eğitime verilen önem pekiştirilmelidir.
Almanlar Kurban Sofralarına Davet Edilmelidir
Kurban kesmek isteyenler, Kurbanlarını Berlin’de kesmelidirler. Müslüm ve Gayrimüslim herkes bayramın bereketinden faydalanmalıdır. Bilhassa Almanlar “Kurban” sofralarına, şenliklerine davet edilmelidir. Bu vesileyle aynı zamanda İslâm’ın tanıtımı yapılmış olacaktır. Müslümanlar arasındaki dayanışma, hoşgörü, paylaşım da anlatılmış olacaktır.
Kurban Bayramı, Müslümanlar için önemli günlerdir. Fedakârlık günleridir, teslimiyet günleridir. Bugünlerde kurbanlar kesilir ve ihtiyaç sahipleriyle, dostlarla, komşularla paylaşılır. Verdiği nimetler için Allah'a şükredilir.
Hz. Peygamber, “Hiç bir kimse kestiği kurbanın etini üç günden fazla evinde ve elinde tutmasın” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in koyduğu bu yasağın amacı Kurban etinin geniş halk kitlelerine intikalini sağlamaktır. Bu şenlikler tam da bu paylaşım için bulunmaz fırsattır.
Kurban Kadim Geleneklerdendir
İlkel dinlerde krallar, kâhinler, ölüler ve putlar için kurban kesilirdi. İslâm öncesinde Araplar da putlar adına kurban keserlerdi ( Maide, 5/3, Bakara, 2/173, En’am, 6/145, Nahl, 16/115).
Hz. Adem'in oğullarından Habil ile Kabil birer kurban kesmişler, Allah haklı olan Habil’in kurbanını kabul ettiği halde Kabil'in kurbanını kabul etmemiştir. ( Maide, 5/28).
Hz. İbrahim’e oğlunu kurban etmesi rüyasında emredilmiştir. Ama baba, bıçağı oğlunun boğazına çalacağı anda Allah ona büyük bir koç göndererek oğlu yerine bu koçu kesmesini emretmiştir. Böylece baba-oğul ideal bir itaat, teslimiyet ve fedakârlık örneği vermişlerdir (Saffat, 37/107).
Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ı kurban etmeye niyetlenmiş, fakat yaptığı istişareler sonunda onun yerine yüz deve kurban etmiştir. (İbn Hişam, es-Sire, I- 98)
Kurban kesmek
İslâm Hz. Adem’den beri süregelen bu kurban kesme geleneğini korumuş, insancıl olmayan uygulamalardan arındırmış, hayvanlara gereken şefkat ve merhametin gösterilmesi konusunda düzenlemeler getirmiştir.
Kurban kesmek zorunlu değil, gönüllü bir ibadettir. Kurban kesmek için zengin olmak da şart değildir. İsteyen ve imkân bulan her Müslüman kurban kesebilir.
Kurban kesmenin amacı fedakârlıktır. Sahip olunan maldan fedakarlıktır, bu malların diğer insanlarla özellikle de ihtiyaç sahipleriyle paylaşılmasıdır.
Kurban İbadeti Yaşanan Yerin Dışına Çıkarılmamalıdır
Biz Müslümanların Berlin’de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza karşı görevlerimiz var, hayırlarınızı yaparken, sadakalarımızı verirken, önceliği Berlin’e tanımamız gerekir, bu tercih önemlidir. Yüce Allah “Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın “der. Bu açıdan bakarsak bir zorunluluktur da diyebiliriz.
Yani, Allah bize öncelikli olarak Afrika ülkelerindeki, Asya ülkelerindeki, Ortadoğu ülkelerindeki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. En azından bu hesap öncelikli değildir. Fakat Berlin’deki insanlara, Almanya’daki Müslümanlara, insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır. Bu hesap mutlaka sorulacaktır ve önceliklidir.
Müslüman kendi evinde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemez. Oraya bir kova su gönderebilir, hortumu oraya uzatamaz… Uzatırsa kendisi yanar… Kendisi evsiz kalır.
Yıllardan beri Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da kurbanlar kesiliyor, ama şahit olduğunuz gibi sonuç değişmiyor. Onlar dün de açtı bugün de aç. Yarın da aç olacaklar. Onların kanı dün de akıyordu bugün de akıyor. Onların kurtuluşu kendilerinin gayretiyle mümkündür. Dökme su le değirmen dönmüyor. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse, hürriyet için mücadele edilecekse bir gün et yemenin, yedirmenin anlamı ne olabilir ki?
Sorumluluk Açısından
Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir. O insanlara yapılan yardıma karşı olmak mümkün değildir. O el tutulmalıdır elbet. Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Kendi çocuğumuzu “kuyu”dan çıkardıktan sonra tutalım o eli. Kendi çocuğumuzu ölüme mahkûm ederek o eli tutmanın anlamı olmaz. Öncelikle herkes kendinden sorumludur. O ülkelerin insanlarına dünya devletleri yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor… Ancak Avrupa'da yaşayan Müslümanların çocuklarının elinden kimse tutmuyor. Avrupa'daki Müslümanların geleceği vahimdir. Bu vahameti görebiliyoruz. Çocukların, gençlerin çığlıklarını duyabiliyoruz.
Öncelikle Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize, önce bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için, “kurban etimizden yedirmek“ için organize olalım.
Kurumsallaşmak Gerekir
Zekatlarımızla, Kurbanlarımızla; bulunduğumuz bölgelerde özel okullar, üniversiteler, hastaneler açalım. Bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, onları da okutalım, sadakalarımızla, zekâtlarımızla, kurbanlarımızla destek olalım onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına. Sonra da ülkelerine gönderelim onları. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı iş yapmış oluruz. Kalıcı hizmetler yapalım. Su üzerine yazı yazmayalım.
Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi o ülkelerde aktif görev içinde olan, o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman oralarda hizmet ediyor olurdu.
Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olur. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekmektedir.…
Unutmayalım, oralara gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için kurşun olarak, darbe olarak da geri dönebiliyor. 15 Temmuz'u unutmamak gerek.
Kurban Sadece Et ve Kan Akıtmak Değildir
“Kurban“ı sadece et yedirmek olarak düşünmeyelim. Kurban Bayramı’nı da sadece et bayramı olarak görmeyelim: Çünkü Allah, kurbanın etinin de kanının da kendisine ulaşmayacağını ısrarla söyler. Allah’a ulaşacak olan takvamızdır, duyarlılığımızdır. “ (Hacc 37)
Yani kurbanı, Allah'a yaklaşmak için kulları için yapılan fedakârlıktır, özveridir. Bu fedakârlık ihtiyaç sahiplerine et yedirmek şeklinde olabileceği gibi; kurban parasıyla, zekât parasıyla yurt açmak, üniversite kurmak, burs vermek, araştırma merkezleri açmak, hastaneler açmak, işyerleri açmak herşeyiyle Allah'a teslim olmak şeklinde de olabilir. İhtiyaç sahibi birisinin Müslümanların açtığı ve sadece ihtiyaç sahiplerinin çalıştığı bir fabrikada çalışması Allah'ın rızasına daha uygun bir organizedir. Kurban Allah için sevdiğiniz şeylerden vazgeçebilmektir. Bu konuda Hz. İbrahim ve oğlu İsmail bizim için önemli iki örnektir.
Kısaca bir hesap yapalım
250 bin Müslümanın yaşadığı Berlin’de ortalama 5.000 kişi senede 1.000 Euro sadaka vermiş olsa (zekât, kurban, fitre, bağış) 5.000×1.000= 5.000.000 Euro yapar. Senede tanesi 1 milyon Euro’dan 5 tane kurum inşa edilir. Kurum sayısını aşağıya çekerek o kurumların işletme giderleri de aynı fondan karşılanabilir. Bu durumda senede bir kurum kurmak mümkün. 10 senede 10 kurum yapar. Böylelikle Müslümanlar yaşadıkları ülkelerde hem istihdama ve hem de katma değere katkıda bulunurlar ve parmakla gösterilirler. Saygı görürler. İhtiyaç sahipleri de mutlu olur. Hesap ortada. Bu çalışmanın 3 milyon Türkün ve 6 milyon Müslümanın yaşadığı Almanya’da yapıldığını düşünürsek Almanya’nın Müslümanlara bakış açısının bugünkünden farklı olacağı muhakkaktır.
Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler
50 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane kurumun altına imza atmışlardır? Cevaplanması gereken soru budur.
Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmez, hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden gelişmez. Gayret etmek lazımdır. İrade ortaya koymak lazımdır. Eyleme geçmek lazımdır.
Almanlar, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir.
O zaman yabancılara önyargı ile bakan kötü niyetli insanlar ve kuruluşlar kötü emelleri için Müslümanları malzeme olarak kullanamayacaklardır.
50 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta yaşayan Müslüman; Alman komşusunun Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasında bir değişim oluşturamamışsa sorun biraz da Müslümanlardadır.
Kurban ve Sokak Şenliği
Türk Eğitim Derneği 2009 yılında Berlin’de bir ilke imza atmıştır. Kurban şenliğini kapalı mekânlardan sokağa taşımıştır. Bu şenliği sokak şenliğine dönüştürmüştür. Bu şenlikte kavurma yapılan kurban etleri pilav üstünde ve ayran eşliğinde halka ücretsiz olarak; din, dil, din ve ırk ayırımı yapılmadan herkese ikram edilmektedir. Sokak şenliğinde çocuklar için oyun parkları da vardır. Ayrıca canlı müzik eşliğinde Müslümanlar çocuklarıyla birlikte bayram sevincini doya doya yaşamaktadırlar. İkram edilen Kurban etleridir. Bu kurbanlar Türk Eğitim Derneği’nin çalışmalarını destekleyen Müslüman kardeşlerimizin kurbanlarının etidir. Kurbanlarınızı Berlin’de bu şenlikte değerlendirmeniz mümkündür.
Şenliğin amacı, Kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır.
Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakârlığımızı ve sevincimizi onlarla da paylaşmaktır. Desteğin artması ciddi düzeylere ulaşırsa Türk Eğitim derneği ve ortakları ikinci adımlarını atacaklar ve yukarda sözü edilen yatırımları da yapacaktır.
Türk Eğitim Derneği, Berlin İlahiyatçılar Derneği, Türk Alman Merkezi, Hikmet Kütüphanesi ve Berlin Veliler Topluluğu ve bu amaçlar doğrultusunda çalışmalarını temellendirdi ve bu “Kurban Bayramı Sokak Şenliğini” düzenledi. Arzumuz bu şenliğin gelecek senelerde Berlin’in bütün ilçelerinde düzenlenmesidir.
Türk Eğitim Derneği, Berlin’de yaşayan ve Kurban kesmek isteyen Müslümanların kurbanlarını ve şenlik için gerekli olan bağışlarınızı bekliyor.
Yazımı, Eski Cumhurbaşkanı Sayın Christian Wulff’un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı sözüyle bitirmek istiyorum. “İslamiyet Almanya’nın da bir parçasıdır”.
Bayramınız mübarek olsun, hoşcakalın sağlıcakla kalın…
Selam ve dua ile…
Rüştü Kam
KURBAN 2024 BERLİN STK LER İLE BİRLİKTE KUTLANDI
NİHAYET BERLİN’DE BEKLENEN O BİRLİK SAĞLANDI
-Bayramlar küslüklerin rafa kaldırıldığı, bu dünyadan vaktiyle göçüp giden merhum ve merhumelerimizin hatırlandığı ve yad edildiği, kabirlerinin ziyaret edildiği, büyüklerimizin hürmetle ellerini öptüğümüz, küçüklerimizi sevindirdiğimiz, tüm bunların yanısıra, manevi dünyamız açısından hayli yoğun ve anlamlı dönemlerdir-
Rüştü KAM
Nihayet beklenen o birlik sağlandı. Bu sene Kurban Bayramı özlenen birlik ve beraberliğin sağlanmasına vesile oldu. Teklif IGMG Berlin bölge başkanı Hasan İstanbul’dan gelmiş; “Bayramlar birlik ve beraberliğimizi sağlayacağımız önemli günlerimiz iken bizler ayrı ayrı kutlamalar yapıyoruz, yanlışımızı düzeltelim ve bu bayramı birlikte kutlayalım.” demiş UID Berlin bölge başkanı Sinan Kaplan’a. Bayrama sayılı günler kala telefonda yapılmış bu teklif.
İçtenlikle, bile isteye yapılmış olmalı ki bu teklif; hemen dernek başkanları aranmış ve kısa sürede 11 dernek bir araya gelmiş. Türk halkının yıllardır beklediği birlik ve beraberlik böylece teşekkül etmiş.
Hem derneklerin ilk toplantısı hem de bayramlaşma programı Şehitlik Camii’nin salonunda yapıldı. Çünkü, yağmur, bayramlaşma programın caminin bahçesinde yapılmasına mâni oldu.
Böylesine anlamlı bir oluşumun altına imza atan dernekler şunlardır: Avrupalı İş Adamları Birliği (EUBA), UID Berlin, Berlin Alperen Ocakları Berlin, DITIB Berlin, IGMG Berlin, TGB, İslam Federasyonu Berlin, Vahdet Kültür Derneği, NETU, MÜSİAD ve Berlin Türk Eğitim Derneği. Ümit edilir ki; önümüzdeki dini ve milli bayramların kutlanmasında bu birlik artarak artarak devam eder.
Geçmişte, benim böylesi birlikteliklere şahit olmuşluğum vardır. Seksenli yıllarda, Berlin’de Bulgar zulmünü telin yürüyüşü yapmıştık. Bütün dernekler oradaydı. Sağcısı da oradaydı solcusu da. Kurfürstendamm (Kudamm)’da yapılmıştı o yürüyüş. 1988 yılında sözde Ermeni soykırım mitingi yapıldı Oranienplatz’da. Yine bütün dernekler oradaydı. Rahmetli Deniz Olcayto’nun emeği büyüktür o mitingin yapılmasında. Allah rahmet eylesin. Sonrasında Kutlu Doğum Haftasında dernekler yine bir araya gelmişti. Eski Doğu Almanya’da bir salondaydı. Hatta o kutlamaya eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da gelmişti. Ama tarafımızdan bilinmeyen nedenlerden dolayı orada konuşturulmamıştı.
Birkaç defa da iftar sofralarında bir araya geldi dernekler, davet edilen misafir seçimleri bahane edilerek dağıldılar.
Bu Kurban Bayramı, Berlin’de hizmet veren STK’lerin tekrar bir araya gelmesine vesile oldu. Ne de güzel oldu. Devlet yetkilileri de oradaydı. Anlamlı bir bayramlaşma programıydı. Derneklerin yönetim kurullarının davet edildiği bu bayramlaşma merasiminde yüzler gülüyordu. Herkes lisan-ı halleriyle, “işte budur, olması gereken ol muştur” der gibiydi. Pilav üstünde kurban etinin de ikram edildiği bayramlaşma programına katılanların ortak isteği, “inşallah bundan sonra bu birliğimiz bozulmaz” yönündeydi. Temenni edilir ki; Berlin’de hizmet veren STK temsilcilerinin hepsi bu tip organizasyonlarda hazır olsunlar. Dünya görüşlerine, dinlerine, ırklarına ve dillerine bakılmaksızın herkes davet edilsin. Bilhassa dini bayramlarda Müslümanlar kuruluşlar ihmal edilmemeli.
Organizede dikkat çeken eksiklikler vardı elbet. Mesela; yine kendimiz çaldık kendimiz oynadık. Alman komşularımızı temsilen orada bir dernek veya temsilcisi yoktu. Kiliseyi temsilen kimseyi göremedim. Alman Resmi makamlarını temsil eden bir yetkili de yoktu aramızda. 60 yıldan beri Berlin’deyiz hâlâ bayramlarımızı Almanlarla birlikte kutlamayı beceremedik.
T.C. Berlin Büyükelçiliği Elçi-Müsteşarı Yankı Kocaefe’nin yaptığı selamlama konuşmasından sonra, günün hatibi Başkonsolos İlker Okan Şanlı kürsüyü teşrif ettiler, hazırlıklı gelmişler. Mesaj yüklü bir konuşmaydı. Az ve öz. O konuşmayı aynen istifadenize sunuyorum:
“Sivil toplum kuruluşlarının sevgili başkanları ve sevgili davetliler, bu yıl Kurban Bayramı’na Berlin’de, Türk sivil toplumunun önde gelen kuruluşlarının başkan ve temsilcileriyle, siz kıymetli vatandaşlarımızla birlikte ulaşmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşıyorum.
Konuşmama başlamadan önce, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyor ve mübarek Kurban Bayramınızı en içten dileklerimle kutluyorum.
Birkaç yıllık aradan sonra, bu yılki Kurban Bayramı vesilesiyle gerçekleştirmekte olduğumuz bayramlaşmayı, bayramın ruhuna uygun biçimde, tek bir vücut halinde ve hep birlikte idrak etmekten duyduğum sevinci de müsaadenizle sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu etkinliğe öncülük edenlere ve katılım sağlayanlara ayrı ayrı teşekkürü bir borç bilir, şükranlarımı sunarım. Zira, birliktelik ruhunun başaramayacağı şey yoktur. Biz böyle inanıyoruz.
Sevgili vatandaşlarım,
Bayramlar küslüklerin rafa kaldırıldığı, bu dünyadan vaktiyle göçüp giden merhum ve merhumelerimizin hatırlandığı ve yad edildiği, kabirlerinin ziyaret edildiği, büyüklerimizin hürmetle ellerini öptüğümüz, küçüklerimizi sevindirdiğimiz, tüm bunların yanısıra, manevi dünyamız açısından hayli yoğun ve anlamlı dönemlerdir.
Hepimiz biliyoruz ki, bayramlar iple çekilir, hatırlanır ve zihinlerde yer eder. İster Almanya’da doğmuş olalım, ister Türkiye’de, herbirimizin zihinlerinde yıllar önce yaşadığı ve hasretini çektiği bayram hatıraları vardır ve yıllar geçse de bunlar canlılığını korumaktadır. İşte bu noktada, Türkiye’deki akraba ve tanıdıklarımızla bayramlaşma vesilesiyle yaptığımız bir telefon konuşmasının dahi anlamı, Türkiye dışında yaşayan bizler için, bir başka olur. “Uzakta olmak” gönül tellerimizi şöyle bir titretir. Hal böyle olmakla birlikte, sizler sayesinde Berlin’de adeta memleketimizde gibi olduğumuzdan, burada bu durumun daha fazla katlanılabilir bir seviyede olduğunu da büyük bir memnuniyetle söylemek mümkün. Zira, milli ve kültürel değerlerimizin yurtdışında yaşatılması ve yeni nesillere aktarılması; aynı şekilde yaşadığımız ülkede bilinir ve görünür kılınması sizlerin de fedakâr ve özverili gayretlerinizden dolayı mümkün olabiliyor. Tüm bunlar için hepinize müteşekkiriz. Bu gayretlerin, özellikle yeni nesillerimiz, gençlerimiz üzerine daha da fazla odaklanmak suretiyle önümüzdeki yıllarda da devamı temel dileğimizdir.
Sayın davetliler,
Büyükelçiliğimiz ve bağlı Müşavirlikleriyle, Başkonsolosluğumuz ve bağlı Ataşelikleriyle, Başkonsolosluğumuza kayıtlı 130 civarındaki dernek ve sivil toplum kuruluşumuzla bizler Berlin’de büyük bir aileyiz. Başkonsolosluk olarak, bu durumun ortaya koyduğu potansiyelin bilinci ve beraberinde getirdiği sorumlulukla hareket ediyoruz. Başkonsolosluğumuzun yıllar içerisinde oluşturduğu geleneğe uygun biçimde, insan unsurunu odak olarak alıyor, konsolosluk işlemlerinin sıklıkla dikte ettiği rutin ve mekanik iş akışı karşısında her eylemimize bir “insani dokunuş” katmaya çabalıyoruz.
Faaliyetlerimizde Türk sivil toplumunun desteğini görmek de bizleri ziyadesiyle memnun ediyor. Zira, Berlin’in vatandaşlarımızla ilişkili konular bağlamındaki ağırlığı ve önemi, sivil toplum kuruluşlarımızın çalışmalarımızda etkin bir şekilde mevcudiyetini de zorunlu kılıyor. Bu çerçevede, Türkçemizin gelecek nesillerimize layıkıyla öğretilmesi başta olmak üzere eğitim konusunda, koruyucu ailelik müessesesinin toplumumuz içerisinde yaygınlaştırılmasından engelli haklarına kadar geniş bir yelpazede ilgili alanlarda çalışan sivil toplum kuruluşlarımızla dirsek temas halinde faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Akademik ve kültürel çerçevede de, özellikle Yunus Emre Kültür Merkezimizin çalışmalarına destek noktasında önümüzdeki dönemde elimizden geleni yapmaya çalışacağız.
Son dönemde hız verdiğimiz bir faaliyetimiz ise, vatandaşlarımızı temel konsolosluk konularında ve özellikle Yeniden Türk Vatandaşlığının Kazanılması bağlamındaki işlemler hususunda bilgilendirmek oldu. Malum olduğu üzere, 27 Haziran itibariyle çifte vatandaşlık Alman hukuk sistemi açısından mümkün hale gelecek. Bu çerçevede, Mavi Kart hamillerinin de Türk vatandaşlığına başvurarak, tüm işlemlerin başarıyla sonuçlanmasının akabinde, hem Alman hem Türk vatandaşlığını birlikte muhafaza edebilmeleri sözkonusu olabilecek. İşte bu noktada, Türk Vatandaşlığının Yeniden Kazanılması ve diğer konsolosluk konularında ilave bilgi alabilmek için Başkonsolosluğumuzdan konunun uzmanı arkadaşlarımızı derneklerinize davet edebilirsiniz. Bu ziyaretleri, belirli bir takvim dahilinde gerçekleştiriyoruz. Yine, bu konulardaki olabilecek sorularınıza cevaben Dışişleri Bakanlığımızca hazırlanan kitapçığı sosyal medya hesaplarımızdan paylaşmış bulunuyoruz. Bu kitapçığı da incelemenizi tavsiye ediyoruz.“
Hatıra fotoğrafının çekilmesinden sonra program sonlandırıldı. Allah birlik ve beraberliğimize zeval vermesin…
TÜRK EĞİTİMM DERNEĞİNİN BALKANLAR GEZİSİ /1.5-11.5/2024)
BALKANLAR GEZİSİ (I)
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-
Rüştü KAM
Türk Eğitim Derneği senede bir defa “Kültür Gezisi” düzenliyor. En fazla 30 kişinin katılımıyla düzenliyor bu geziyi. Amaç, 600 sene sonra yerinden yurdundan edilen insanların çektikleri acılara şahit olmak, tarihin o derin dehlizlerine bir an bile olsa girip çıkmak ve bizlere miras olarak bırakılan eserlere dokunabilmek. O topraklardaki yaşanmışlıkların hem acı veren hem de övünç kaynağı olan hikayelerini dinlemek, o insanların kültürel değerleriyle tanış olmak. Tuna boylarında Aliş ile Gülsüm’ün acıklı hikayelerini içselleştirmek.
“Aliş'imin kaşları kare
Sen açtın sineme yare
Bulamadım derdime çare
Görmedin mi ah civan Aliş’imi Tuna boyunda
Sarmadın mı ah aslan Aliş’imi Tuna boyunda”
Bizler bu türkülerle büyüdük. Balkanları hep hatırladık, hiç unutmadık. Tarih hafızamızı yok etmeye çalışanlar oldu. Yer yer, zaman zaman yok etmesini de bildiler. Gerçekleri yok etmeye çalışanlara inat 1 ila 11 Mayıs 2024 tarihlerinde 17’nci gezimizi Balkan ülkelerine gerçekleştirdik. Sekiz ülkenin topraklarında mevcut olan önemli yerleri, Evliya Çelebi’nin torunlarına yaraşır şekilde gezdik, dolaştık.
Balkanlar
Devlet-i 'Aliyye (Osmanlı İmparatorluğu), yaklaşık 600 yıl Balkanlarda adalet üzere hüküm sürmüş (1354-1913). Doğal olarak, yüzyıllar boyu hakimiyetini kurumsallaştırdığı coğrafyalara / milletlere adalet götürmüş. Coğrafyayı kaçınılmaz olarak derinden etkilemiş. Bu etkiler, kaçınılmaz olarak değişik alanlarda değişik düzeylerde miraslara dönüşmüş: Siyasal, iktisadi, kültürel, demografik miraslar... Berlin Türk Eğitim Derneği(TED) işte bu mirasların peşine düştü. Mirasçılardan bir mirasçı olarak düştü. Elde avuçta neler kalmış ve nasıl değerlendiriliyor onları yerinde görmek istedi. Gitti, gördü ve yazdı. Gördükleri ve yazdıkları hayal kırıklıklarıdır. Mirasçılardan büyük çoğunluğu miraslarına sahip çıkmamışlar. Reddi miras yapmışlar. Arkasını bile araştırmamışlar. Araştırmak şöyle dursun yerli işbirlikçileriyle birlikte o 600 senelik mirasları nasıl yok edebileceklerinin peşine düşmüşler. Maalesef başarmışlar da. Ne var ne yoksa silmişler süpürmüşler. Geride sadece birkaç köprü ve cami kalmış…
Yıllardır Türkiye'nin ve dünyanın her yerini keşfetmek, değişik kültürlerden insanlarla tanışmak, her şehrin, her ülkenin kendine has tatlarını tatmak için yollardayız. Gördüğümüz odur ki; kendi tarihine ve kültürüne düşman, başka bir millet görmedim. Gezilerimizde edindiğim tecrübelerimi eksiksiz bir hâlde Mocca Dergisi’nde yayınlıyorum. Oradan da takip edilebilir.
Berlin’den uçuyoruz
İstanbul aktarmalı olarak Sofya’ya uçacağız. Uçak 06.55 de Schönefeld Havaalanı’ndan havalanacak. THY Bürosu’ndan üç saat öncesinde orada olmamız gerektiği konusunda uyarı aldık. Yolculuk sırasında bir aksaklık olmasın diye olmalı bu uyarı. Ben ve Cengiz 04’te belirtilen yerdeydik. Yunus İnci ve eşi bizden önce gelmişler. Birer ikişer arkadaşlar gelmeye başladılar. En son Züleyha ve Dilek hanımlar geldiler. Bir gün önceden havaalanına kendilerini götürme sözü veren arkadaşları gelmediği için gecikmişler. Alana otobüsle gelmişler. Check-in yaptıranlar uçuş salonunda beklemek üzere güvenlikten geçmeye başladılar. Check-in; uçuş saatinden belirli bir süre önce koltuk seçimi ve ek hizmetler satın almak isteyenlerin, uçağa bineceğini beyan etmesine deniyor.
Herkes geçti. Ancak Dilek Hanım’a uçuş izni verilmedi. T.C. Pasaportunu yenilemiş ancak vatandaşlık dairesine gidip oturum kartını henüz almamış. Eski Pasaportu da yanında olmayınca THY uçuş izni vermedi. Havaalanında kaldı. Çok üzüldü. Biz de çok üzüldük. Çaresiz, Dilek Hanımı’ orada öylece bırakarak yolumuza devam ettik. Kendisine;” Pasaport ile ilgili sorununu hallet ve arkadan Sofya’ya gel.” dedik. O da öyle yaptı. O akşam geç vakitte kendisiyle Sofya’da tekrar buluştuk. Ekip tamamlandı. Bütün arkadaşlar mutlu.
Bu yaşadığımız ilk şokmuş. İkinci şoku İstanbul’da yaşadık. Sebahattin ve eşi İstanbul’dan bizlere katılacaktı. Bir gün önceden İstanbul’a gelmelerine rağmen geç kaldılar ve uçağı kaçırdılar. Onlar da yeniden bilet alarak arkamızdan aynı gün Sofya’ya geldiler.
Üçüncü şok da bizi Sofya’da bekliyormuş. Bu sefer turnikelere takılan Gülşah Hanım oldu. Bulgaristan’a giriş vizesi alamadı. Yine pasaport konusu. Gülşah Hanım, bir yıl önce pasaportunu kaybetmiş. Pasaportunun kaybolduğunu ilgili daireye bildirmiş. Bir zaman sonra pasaportunu bulmuş. Bulmuş bulmasına da bulduğunu bu sefer ilgili daireye bildirmemiş. Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı (INTERPOL)’da pasaport kayıp olarak görünüyor.
Gülşah Hanım o kayıp pasaport ile yolculuk yapıyor. ‘Sen kimsin, sen Gülşah mısın değil misin? ‘Tabiatıyla soruşturuyorlar. Sonrasında imzalı bir kimlik beyanı alıyorlar, arkasından fotoğraf çekiyorlar, prosedür uzayıp gidiyor. Bir saati geçti hâlâ bekliyoruz Gülşah Hanım’ı. Ben beklemede kaldım, rehber ile arkadaşları gönderdim. Onların akşam olmadan şehir tutunu yapmaları gerekiyor. Sekiz Balkan ülkesi gezilecek. Zaman çok önemli. Bir yerdeki aksama turun öbür ucunu etkilememeli. Yoksa domino etkisi yapar ki sıkıntı başlar…
Bir zaman sonra Gülşah Hanım kapıdan göründü. Hemen onun geldiği tarafa yöneldim. O da bitkin ve üzgün durumda idi. Geçmiş olsun dileklerimi sundum kendisine. Yol arkadaşlarını rahatsız ettiğini düşünüyor olmalı ki, üzgün görünüyordu. Özür diledi. Bana da onu teselli etmek düştü.
‘Yolculuk hali her şey gelir insanın başına sen üzülme... ‘
Taksiye atladık ve arkadaşların bulunduğu meydana geldik. Büyükçe bir meydan. Meydanın çamuru küçük taşlar döşenerek, tozu-dumanı-çamuru engellemişler. Arkadaşlar dağınık vaziyette, herkes bir yerlerde, kimisi fotoğraf çekiyor veya çekiliyorlar, rehber ise elinde telefon orada konuşuyor, konuşuyor demek yanlış olur muhabbet ediyor. Anlaşılan tura katılanlarla sıcak bir ilişki kurma niyetinde değil. Benim alışık olmadığım bir durum. Firmayı temsilen gelen Ali Bey de ortalıkta dolaşıyor öyle kendi halinde. Grupta bir disiplinsizlik var. Yaklaştım rehbere benim ona yaklaşmam da onu ilgilendirmedi. Biraz sonra konuşmayı bıraktı.
Grup dağınık durumda onları toplayalım zamanımız daralıyor dedim:
“Arkadaşlara serbest zaman verdim” dedi.
Tanıtımı yaptınız öyleyse, dedim.
“Hayır” dedi.
“Önce gezsinler sonra tanıtım yaparım, ayrıca Katedralin içinde tanıtım yasak” dedi.
O zaman sen de dışarıda tanıtsaydın ondan sonra içeri girselerdi daha iyi olurdu, ne olduğunu bilmedikleri yeri gezmenin anlamı olmaz, dedim. Dedim demesine de onu fazla ilgilendirmedi. Anladım ki; işimiz var bu turda rehberle. Paranın tamamını da gezi öncesinde ödediğim için fazla müdahil olmamın gurbet elde zarı olacağını düşünerek, yapılması gerekenleri sessiz kalarak ama siyaset kullanarak çözmem gerektiğini düşündüm. TED üyeleri olarak bu 17. Gezimiz. Böylesi kendini beğenmiş, insan olmanın özelliklerinden uzak bir rehberle ilk defa karşılaşıyorum. Hiç tanımadığım bilmediğim ülkeler var güzergahımızda karşılıklı restleşme turumuza zarar verebilirdi. Sonraki günler benim haklı olduğumu gösterdi. Oysa ben haklı olmak istemezdim.
Arkadaşlar bir müddet sonra toplandılar. Rehber katedrali ve o meydanı tanıttı. O meydanın etrafındaki diğer kiliseleri de. Bilgisi ve retoriği güzel. Ancak istemeyerek anlattığı her halinden belli. Dua ve sabır en büyük yardımcım olacaktı anlaşılan…
BULGARİSTAN
Sveta Nedelya Meydanı
Bu meydan Sofya’nın merkeziymiş. Bu meydanda, üç dinin ibadet evi bulunurmuş. Ortodoks Kilisesi, Yahudi Sinagogu ve Müslümanların Camii. “Hoşgörü üçgeni” olarak da adlandırılan bu meydanda Sofya Piskoposluğunun Katedrali “Sveta Nedelya” Kilisesi de yer alırmış. Kilise 4. Asırda yapılmış. Orta Çağ’dan kalma en eski kilise olmasından dolayı çok kıymetliymiş. O kadar ki, ayakta kalsın diye, 1898 yılında bazı ilavelerle bugünkü haline getirilmiş. Meydanın hemen yanında.
Aleksandr Nevski Katedrali
Aleksandr Nevski Katedrali (Alexander Nevsky Cathedral). Meydanın tam ortasında duruyor. Heybetli bir kilise. Meydan küçük küçük taşlar döşenerek tozdan, çamurdan korunmuş. Adını Rus prensi Aleksander Nevski'den alan katedral aynı zamanda Balkanlar’ın en büyük ikinci katedrali olma unvanını da sahipmiş. Katedralin ana kubbesi 45 metre yükseklikteymiş. Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlayan Rus – Osmanlı Savaşı’nda ölen 200.000’e yakın Slav kökenli asker anısına inşa edilmiş (1882- 1912). İntikam kilisesi demek daha doğru olacak. Kubbesi altın kaplamaymış. Çeşitli büyüklüklerde 12 çanı bulunmaktaymış. Dünyanın en büyük Ortodoks katedralleri arasında yer alırmış. Kilise Sofya’nın sembolüymüş. Bu meydan aynı zamanda Bilinmeyen Asker (meçhul asker) Anıtı’na da ev sahipliği yaparmış.
Katedralin içi büyüleyicidir. İkonlar, resimler fevkaladedir. Özellikle hemen sağ üst duvardaki ''son akşam yemeği'' tasviri, İsa'nın solunda oturan apaçık şekilde gösterilen kadın betimlemesiyle sıra dışıdır.”
Katedralim hemen önünde düğün alayı var. Gelin ve damat fotoğraf çekiliyorlar. O kadar önemli bir Katedral olmalı ki, çiftler nikâhlarına kiliseyi şahit tutmak için buraya kadar gelerek fotoğraf çekiliyorlar. Ne güzel…
Bizler cami evliliğimize şahitlik etmesin diye salonlara kaçarız, Hristiyanlar şahitlik yapması için bilhassa klişeyi koşuyorlar. Mevla’m “yeryüzünde gezin görün ibret alın” (Rum 42) demiş ya, boşuna dememiş. Tabii ki ibret almasını bilenler için geçerli bir buyruk. Bazıları da bu kilisede ne içimiz var diyebilir. Bazıları da tarihi eserleri taş yığını olarak görebilir. İbret almak, ibret gözüyle bakabilmek biraz da bilgi ister, şuur ister. Tarihi eserlere öküzün trene baktığı gibi bakanlardan olmamak gerek.
Ayasofya Kilisesi
Meydanın yukarısında bir kilise daha var. Ayasofya Kilisesi (Hagia Sophia/Church of St. Sophia), kente adını veren kilise. Bizans İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde inşa edilmiş. Haç şeklinde tasarlanmış olan dini yapının tarihi boyunca işlevi hiç değişmemiş. Osmanlı döneminde de ibadethane (cami) olarak görevini yapmaya devam etmiş.
İlk olarak 537 yılında Bizans İmparatoru Justinianus tarafından bir Ortodoks kilisesi olarak inşa edilen bu yapı yüzyıllar boyunca birçok kez el değiştirmiş ve farklı dinlere ev sahipliği yapmış. Kilise, tarihi ve kültürel zenginliği ile her yıl milyonlarca turisti ağırlarmış.
Katedralin ve diğer kiliselerin tanıtımından sonra otobüste yerimizi aldık ve kısa bir şehir turu yaparak önce restorana sonra da otelimize geçeceğiz. Havaalanında kaybettiğimiz zamanı böylece telafi etmiş olacağız.
Sofya'da Kıyafet Balosu
Otobüsle Sofya caddelerinde ilerliyoruz. İlerlediğimiz caddenin bir bölümü kırmızı renkli. Rus-Osmanlı savaşında ölen 200 bin insan unutulmasın diye kan renginde taşlarla döşenmiş. Sağ tarafta bir bina işaret edildi. Bu bina kıyafet balosu olarak kullanılırmış. Mustafa Kemal Sofya'da Ataşemiliter (Askeri Ateşe) iken, Bulgarların 11 Mayıs 1914'deki ulusal gününde verilen bir baloya davet edilmiş. Mustafa Kemal bu baloya gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle katılmış. İçeriye girince bütün gözler O'na çevrilmiş. Orada bulunan Bulgar Kralı Ferdinand, Mustafa Kemal'i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş, kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmiş. Bir de gecenin hatırası olarak gümüş bir tabaka hediye etmiş kendisine.
Sofya’nın heykeli
Yolun tam ortasına bir heykel dikilmiş. Kadın heykeli. Sofya’nın sembolü olan kadının, Sofya’nın heykeli, tam karşımızda. Todor Alexandrov Bulvarı ile Maria Luiza Bulvarının kesiştiği noktada yer alıyor. Heykel, 22 metre yüksekliğindeymiş ve kentin sembollerinden biriymiş. Şehre ismini veren bu heykel Azize Sofya’nın heykeliymiş. 2000 yılında heykeltıraş Georgi Chapkanov tarafından yapılan heykel, daha önce meydanda bulunan Lenin Heykeli kaldırılarak onun yerine dikilmiş. Sofia bilgi demekmiş. Nefertiti' ye benzeyen yüzü ile bir elinde barışın ve başarının sembolü defne, diğer elinde bilgeliğin sembolü baykuş ve başında gücün simgesi altın taç taşıyan heykel 1989 yılında dikilmiş. Komünist rejim sona erince yani. Berlin duvarların yıkılmasından sonra. Bulgar parlamentosu başta kamu binaları olmak üzere Komünist dönemin simgelerinin kaldırılmasına karar vermiş. Lenin heykeli de bu karardan nasibini alanlardanmış. Lenin’in heykeli 1991 yılının Eylül ayında bir gece yarısı operasyonuyla aniden yıkılıvermiş.
Heykelin yeri 10 yıl boş kalmış. Daha sonra buraya heykeltıraş Georgi Chapkanov ve mimar Stanislav Konstantinov’un tasarladığı Sveta Sofia’nın heykeli yerleştirilmiş. Yerleştirilmiş yerleştirilmesine de halk arasında memnuniyetsizlik de başlamış. “Lenin gitti gitmesine de yerine konan heykel de başka bir ideolojiyi bize dayatıyor. Biz kendimiz olamayacak mıyız?” diye başlamışlar tartışmaya. Halk ikiye ayrılmış, heykeli bazıları “seksi” bulurken bazıları da “müstehcen” bulmuş. O günden beri tartışmalar devam edermiş. Sofya heykeli aradan geçen yıllara rağmen gündemden hiç düşmemiş.
Her seçimde adayların “biz iktidara gelirsek ve belediye başkanı olursak bu heykeli kaldıracağız” diye seçim malzemesi olarak kullanılan; Malatya’daki müstehcen Mustafa kemal heykeli gibi. Halka rağmen heykel…
Zulüm ile abad olunmaz demişler ya eskiler. Doğru söylemişler. Sofya’da komünistler 50 yıl iktidarda kalmışlar. İktidarda kaldıkları süre zarfında yapmadıkları zulüm kalmamış. Bulgaristan Komünist Parti yöneticileri 1984 yılının aralık ayında ülkedeki toplam nüfusun yaklaşık %10’unu oluşturan Türklerin isimlerini zor kullanarak değiştirmek için büyük bir kampanya başlatmışlar. Bulgaristan hükümeti bu kampanya ile Bulgaristan’daki Türk varlığını inkâr ederek, Bulgaristan’ı sadece Bulgarların yaşadığı homojen bir ulus devlete dönüştürmek istiyormuş. Beş asırdır Türk ve Müslüman isimleri ile yaşadıkları topraklarda artık atalarının kendilerine verdikleri isimlerle değil, Bulgar Komünist Parti idarecilerinin kendilerine uygun gördüğü Bulgar isimleri ile yaşamaya devam edeceklermiş. Bulgaristan’da uygulanan bu isim değişikliği, aslında dolaylı olarak bir ırk, dil ve din ayrılığının kurnaz bir şekilde tasfiye edilmesiymiş. Ne kadar insani bir karar!
Bulgaristan komünist parti idarecileri aldıkları kararlarla dışarıya haber sızmasını engellemeye çalışırken Türklerin yaşadığı bölgelere de sık sık ziyaretlerde bulunarak Türkleri yatıştırmaya ve yaşananları onlara kabullendirmeye çalışıyorlarmış. Bu ziyaretlerde mesaj her bölgede aynıymış. “Bulgaristan’da Türk yoktur, Müslüman vardır. Pomaklar ve Türkler, Osmanlı zamanında İslam’ı kabul ederek Türkleşen Bulgarlardır.” Bulgarca konuşan Pomaklar ve Türkler gerçek kimliklerine, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gönüllü ve aniden isimlerini değiştirerek kavuşmuşlardır. Bu dava kapanmıştır (Eminov, 1997, s.5).
Bundan sonra isim değişiklikleri bu halkın Türk köleliğinden kurtuluşu adına bir bayrama dönüştürülmelidir (Istinata za “Văzroditelniya Protses”, 2003, s. 26).
Tüylerimiz diken diken oldu. Zulmün bu kadarına söylenecek söz olabilir mi? Olamaz elbet.
Devam edecek
BALKANLAR GEZİSİ (ll)
-Türk Eğitim Derneğinin Balkanlar Turundan 2024-
“Başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan Bulgaristan’da binlerce eser tahrip edilmiş. Sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. 100 yıl içinde hepsi talan edilmiş.”
Serdica Antik Şehrin Kalıntıları
Serdica, eski Trak kabilesi olan Serdilerden gelen bir isimmiş. MÖ 7. Yüzyılda Sofya’ya yerleşen kabileler, kendilerinin kurdukları o şehre Serdi ismini vermişler. Daha sonra Romalılar, şehri Trakyalılardan almış ve şehre Serdica ismini vermiş. Serdica Romalıların egemenliğinde altıncı yüzyıla kadar kalmış. Antik şehrin kalıntıları Seyfullah Paşa Camii’nin hemen arkasında. Yıllara meydan okuyarak günümüze kadar gelmesini bilen o kırmızı tuğlalar haklı olarak böbürleniyorlar. Duvara kollarınızı koyup kalıntılar üzerinde biraz düşünür ve hayal gücünüzü zorlarsanız kalıntıların o gururunu görüyorsunuz. Kazı çalışmaları devam etmekteymiş. Serdica kentinin tamamının gün yüzüne çıkarılması mümkün olur mu bilmem ama önemli bir bölümünün çıkarılacağı kesin.
St. Petka Kilisesi
Antik şehrin öbür ucunda St. Petka Kilisesi var. 14. yy’dan kalma tarihi bir kilise. Alt geçidin hemen yanında. Bulgar halkı için de oldukça önemliymiş bu kilise, küçük ve basit bir yapı olduğu için dışarıdan bakıldığında, sadece bir çatı ve bir çan kulesi görülüyor. Kilisenin hastalara ve zor durumda olanlara şifa dağıttığına inanılırmış.
Bulgarların bu kiliseyi değerli bulmalarının sebebi sadece şifa dağıtması değilmiş; Bulgar halkının milli kahramanı Vasil Levski’nin de burada gömülü olduğuna inanmalarıymış. Vasil Levski, Sırbistan’da eğitim alan ve sonra da Osmanlı yönetimine başkaldıran bir terörist (19.yy.).
Akşam yemeği için restorandayız
Tur sonunda Cami sokağına arabamızı park ederek akşam yemeği için restorana gittik. Camiyi yemekten sonra gezeceğiz. Yer altında bir restoran. Ambiyans fena değil. Ama çalışanlarda güler yüz -tatlı dil yok. Hoş geldiniz, buyurun falan da yok. Nedense içeride bizden başka müşteri de yok. Karnımız aç. Sabah 03 ten beri yoldayız. Günün sonuna gelmişiz. Saat on dokuz. Uçakta yediğimiz yemekle duruyoruz. Hemen oturduk masalara, yemekleri beklemeye koyulduk. Rehber firma temsilcisiyle birlikte arkada bir masaya oturdu ve ellerindeki telefonla meşgul olmaya başladılar. Bir zaman sonra yemek geldi. Bir tabağın içinde biraz pilav ve bir parça kızartılmış tavuk eti. Ne salata var ne de içecek. Tavuk yemeyen arkadaşlarımız da var. Şoke olduk. Herkes birbirine bakıyor. Suna Hanım “ben tavuk eti yemiyorum. Salata falan da mı yok” dedi yüksek sesle. Kimseden ses çıkmadı. Garson gibi ortalıkta mahkeme duvarı gibi dolaşan şahsa sordum bu nedir böyle, sofraya başka bir şey gelmeyecek mi?
Yarım yamalak Türkçesiyle yüzüme bile bakmadan gayet soğuk bir şekilde “bize söylenen budur.” Dedi. Rehbere döndüm ve aynı soruyu sordum. O da “buralar Balkanlar, bunları bulduğunuza şükredeceksiniz…” diye gözünü telefonundan kaldırmadan terbiye sınırlarını aşan bir tarzda cevap verdi. Tam masayı devirme aşamasında geldiğimde, sabır böyle zamanlarda gerek dedim ve kendimi frenledim. Suna Hanım, görmüş geçirmiş bir hanım. O gün aç kaldı garibim. Sağ olsun tur arkadaşlarım da çok olgun davrandılar.
Yemekten sonra tanışma toplantısını nerede yapacağımızı sordum o kifayetsiz muhterise:
“Ne toplantısı yapacaksın ki, senin söyleyeceklerin neler ise bana söyle ben söylerim otobüste, toplantıya gerek yok” demesin mi. Anladım ki bu rehberle işimiz var gezi boyunca.
Restoranda Toplantı
Oturduğum yerden ayağa kalktım ve konuşmamı yapmaya başladım restoranda. Anlaşma yaptığım tur şirketinin asıl sorumlularının vize alamamasından bahisle Ali’yi ve rehberi arkadaşlara tanıttım. Ama arkadaşları onlara tanıtmadım. Recai Şentürk ve Fatma Mıdık kızımızı da tur süresince sorumlu kişiler olarak tayin ettim. İhtiyaç anında onlara başvurulacaktı. Her gezide yaptığımız rutin bir uygulamaydı bu.
Rehber bu görevlendirmeden rahatsız oldu. Ben daha konuşmamı bitirmeden oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi, saygısız bir şekilde, müsaade almadan, “Gezi süresince sorumlu benim, ihtiyaçlarınızı bana söyleyeceksiniz” deyiverdi. Anladım ki; kompleksi de var. Kifayetsiz bir muhteris.
Otelde Toplantı
Restorandan ayrıldık. Otobüse bindik ama restoranın şokunu henüz üzerimizden atamadık. Kısa bir şehir turundan sonra otele yerleştik. Dışarıya çıkmadan önce Ali ve sonra da ikisi ile bir görüşme yaptım. Ali’ye: Sen de biliyorsun ki, Emin ile biz böyle anlaşmadık, daha işin başındayız, birbirimizi tanımıyoruz, böyle olursa maraza çıkar ve gezinin tadı kaçar, ben rehberle muhatap olmayayım, sana söyleyeyim ve sen söylenmesi gerekenleri söyle, yolumuz uzun, sıkıntı çıkmasın, kendin hallet, mümkünse Emin’e de duyurma, Emin rehbere ulaşır ve tadımız kaçabilir. Geziden sonra Emin’e anlatırsın olanları dedim. O da konuların yabancısı olduğu için sadece omuzunu silkerek onayladı beni.
Rehbere de anlaşma şartlarını tek tek hatırlattım. Turdan beklentilerimiz nedir onu da altını çizerek anlattım. Amacımızın turistik bir gezi olmadığından bahsettim. Bizim gezilerimizin adı “kültür gezisidir” ve bu gezi bizim 17’nci gezimizdir dedim. Anlattım anlatmasına da rehber beni dinledi mi dinlemedi mi ondan emin değilim. Sözün daha fazlası deliye söyleneceğinden söylenenleri yeterli buldum.
Elim kolum bağlıydı. Anlaşma yaptığım kişi burada değil. Vekil olarak gelen kişi konuya hâkim değil. Balkanlara yabancıyım. Sekiz ülke gezeceğiz. Gezinin parasını da peşin ödediğim için daha fazlası beni sıkıntıya düşürebilir. Ortalıkta kalakalırız. Karşımdaki kişi, para gözlü, olgunlaşmamış şımarık birisi.
Kendimi geri plana aldım Recai ve Fatma üzerinden yönlendirmeler yaparak geziyi kazasız belasız tamamlamak niyetindeydim, öyle de yaptım. Önceden tespit ettiğimiz gezi güzergahını sözlü ilaveler de dahil olmak üzere, rehberle olan negatif iletişime rağmen eksiksiz olarak tamamladık. Tura katılan arkadaşlarımızın olgun davranmaları çocukla çocuk olmamaları turun ahenginin bozulmamasını sağladı.
İnci Alışverişi
Ohri’deyiz. İncisiyle ün salmış bir tarihi şehir Ohri. Rehberimizin tavsiye ettiği bir inci dükkanına girdik. Önce dükkân sahibi Ohri incisi ile ilgili bir sunum yaptı. Ohri incisi bildiğimiz inci gibi istiridyeden elde edilmiyormuş. Ohrid Gölü’nde yetişen endemik bir tür olan inci balığının pullarından yapılıyormuş. Gerçek inciye göre çok ucuz olmasının sebebi, el yapımı olmasıymış. Pullar özel işlemlerden geçirilerek bildiğimiz hamur haline getirildikten sonra, has halde veya içine sedef katılarak elde edilmekteymiş.
Hediye almak isteyenler aldı inci çeşitlerinden. Kimimiz küpe ve yüzük alırken kimimiz kolye aldı.
Böyle turlarda zaman sınırlıdır. Dükkân dükkân hediye almak için dolaşmaya zaman yetmez. “Ben çok iyi bir yer biliyorum hem kaliteli hem de ucuza mal satar, daha iyisini başka bir yerde bulunmazsınız, ben de orada olacağım zaten, fiyatlarda indirim de yaptırırım…” der rehber. Bizlere de tavsiye edilen o yerden alışveriş etmek düşer.
Bütün rehberler aynı şeyi yaparlar. On yedinci turunu yapan ben, bu işlerin nasıl döndüğünü tahmin edebiliyorum.
Restoran seçimi de aynı mantıkla yapılır. Mesela, o tavsiye edilen restoranın yemeği çok özeldir. O restoran, bizlerin ağız tadıyla yemek yememiz için özellikle seçilmiştir…
Bunlar hep tur tezgâhlarıdır. Hacca gidenler de bilir bu tezgâhları. Rehber veya hoca alır hacı kardeşimizi, götürür bir dükkâna ve yardımcı olur. Dükkân sahibi de rehbere yardımcı olur… Düzen böyle kurulmuştur. Mümkün olursa, turlarda uygulanan bu çirkinliklere seyirci kalmamaktır.
Biz Müşterilerimizi Haramdan Koruyoruz
Ben daha gezinin ikinci günü tur şirketine durumu bildirdim. ‘Yemek öncesinde çorba olması gerek ama yok. Salata yok. Pilav da pilava benzemiyor. Buna çare bulmak gerekir.’ dedim. Dedim demesine de o da yemek konusunu normal gördü, hatta biraz daha ileri giderek yaptıklarının dini bir zaruretten kaynaklandığını ortaya koydu… Gayeleri bizleri haram yemekten korumakmış.
“Başkanım Balkanlarda Müslümanlar yemek konusunda sıkıntı çekiyorlar. Helal ve haram hususunda hassas olmamız gerekiyor. Yemekler, domuz eti pişirilen tencerelerde pişiriliyor. Kosova’da Makedonya’da yemekler düzelecek…” Güler misin ağlar mısın? Almanya’da yaşayan ve de ilahiyatçı olan birisine haram ve helal konusunda ders veriyor sevgili Emin. 12 seneden beri beni tanımamış gibi…
Açıklama aynen böyleydi. Bu açıklamanın adı, Allah ile aldatmakdır. Daha fazla para kazanmak için insanları tavuk etine mahkûm etmek. Bunu da din adına yapmak. “Bizim dini hassasiyetlerimiz var! aynı tencerede domuz eti de pişiriliyor… “ Şu lafa bakar mısınız Allah aşkına. Özürleri kabahatlerinden büyük. Tavuk hangi tencerede pişiyor Emin, tavuk tenceresinde sadece tavuk mu pişiyor, özel bir tencere mi o? Deyince de sustu. Sustu susmasına da sonuç değişmedi. Ertesi akşam masaya çorba geldi. Tel şehriye çorbası. Tencerede şehriyeyi ara ki bulasın. Yağlı ve tuzlu suyun içine atmışlar biraz şehriye olmuş çorba…
Diyeceksiniz ki, bunları ne diye yazıyorsun, turdan sorumlu olan sen değil misin? Evet tur sorumlusu benim. Ancak anlaşma yaptığım tur şirketinin sorumlu elamanı vize alamadı ben de onun yerine tura katılan sorumsuz sorumlu bir görevli ve rehberle baş edemedim. Sekiz tane ülkeyi hem de yabancısı olduğum ülkeyi gezeceğiz. Korktum. Aksi bir durumda tur tarumar olurdu. Bir sebebi de daha var yazdıklarım belki başkalarına yardımcı olur. Bunun için yazıyorum.
Kadı Seyfullah Camii
Cami kaldığımız otele çok yakın. Seyfullah Efendi Camii. Meğer, Seyfullah Efendi Camii 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik, hasret giderdik.
Caminin girişinde hemen sağda bir kulübe var. Genç bir delikanlı oturuyor içinde. Selam verdik ve yaklaştık. O da kulübesinden çıktı ve “aleykümselam hoş geldiniz” diye mukabele etti. Adı Salih. Salih İmam-Hatip Lisesi mezunu. Genç ve güler yüzlü bir delikanlı. Camiyi tanıttı bize. Aslında Caminin ismi Banyabaşı değil Banyobaşı imiş. Bu ismi, arkasındaki hamamdan alırmış.
“Bakın orada, kalıntılarını görüyorsunuz. Cami 1576 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camidir. Kadı Seyfullah Camii ismiyle de meşhurdur.
Cami, Komünizm çöktükten sonra aslına uygun olarak restore edildi. Camide aynı anda 700 kişi ibadet edebiliyor.
Camiye adı verilen Kadı Seyfullah Efendi’nin türbesi, Osmanlı-Rus savaşı sırasında yıkılmış. Bu cami, Avrupa’nın en eski camilerinden biri olarak kabul edilir. Kare planlı ve merkezi kubbeli bir yapıya sahiptir. Caminin kubbesi sekizgen bir kasnak üzerine oturur ve dört yarım kubbe ile desteklenir. Caminin içi, kalem işi süslemeler, çiniler ve hat levhaları ile bezelidir. Mihrap ve minber, mermerden yapılmıştır. Minaresi tek şerefelidir. Cami, tarihi boyunca birçok onarım görmüştür. 1858 yılında meydana gelen şiddetli bir depremde cami hasar görmüş ve minare alemi yıkılmıştır. 1882 ve 1904 yıllarında, Bulgaristan Prensi Aleksander ve Sultan Abdülhamid’in katkılarıyla cami kısmen onarılmıştır. 1915-1917 yıllarında, Osmanlı hükümeti tarafından camiye 15.000 altın ayrılmış ve caminin minaresi, minberi ve kubbeleri tamir edilmiştir. 1983 yılında, Bulgaristan Ulusal Kültür Anıtları Enstitüsü tarafından caminin dış cephesi restore edilerek yeniden ibadete açıldı. Kadı Seyfullah Efendi Camii, Sofya’nın en önemli ve tek kültür miraslarından birisidir.”
Salih kardeşime teşekkür ederek namaz kılmak için içeriye girdik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cemederek kıldık. Gezi boyunca uygulayageldiğimiz bir yöntem bu. Öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı cemederek kılıyoruz ki, abdest almakta sıkıntı çekmeyelim ve zaman kaybımız da olmasın.
Vitoşa Caddesi
Serdica Şehrinin kalıntılarını takip ederek, alt geçitten Vitoşa Bulvarı’na ulaştık. Vitoşa Bulvarı, adını Sofya'nın güneyinde yer alan ünlü Vitoşa Dağı'ndan alırmış. Araçların girmediği, marka mağazaların, cafe ve restoranların bulunduğu, İstiklal Caddesi’ne benzeyen bir cadde Vitoşa Caddesi. Türk baklavacısı ve dönercisi de bu caddede. Kahve içmek için uygun bir yer aradık, Ekrem “burası uygundur” dedi ve caddenin ortalarında bir yere oturduk. Cadde kaynıyor. İnsan seli. Kimisi oraya gidiyor kimisi buraya. Dağın eteğindeyiz. Hava ılıman. Cengiz bizden ayrıldı Vitoşa caddesinde. Akşam yemeğinde restoranda karnı doymadığı için yiyecek bir şeyler bulma peşine düştü. Bizleri de davet etti. Aslında karnımız da açtı. Ama geç saatte yemek yemek istemedik. Cengiz yemekten sonra tek başına caddeyi baştan başa dolaşmış ve oradan otele geçmiş.
Müslümanların Durumu
Bulgaristan topraklarında Müslümanların tarihi 14. Yüzyıla dayanırmış. 20. yüzyıla kadar 600 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmış. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından özerk bir Bulgar prensliğinin kurulmasıyla birlikte bölgedeki Müslüman nüfus kalan Osmanlı topraklarına zorunlu göçe tabi tutulmuş. Sadece 1989 yılında 350 bin Türk, Türkiye’ye zorunlu göçe tabi tutulmuş.
Bu dönemde başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan bu coğrafyadaki binlerce eser tahrip edilmiş. Bu kapsamda sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış.
Günümüzde (2024) Bulgaristan’daki Müslüman sayısı 700 bin civarında olup bunların büyük bir bölümünü Türkler oluşturmaktaymış.
Devam edecek
BALKANLAR GEZİSİ (lll)
Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024
-90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acilen çözüm beklemektedir-
Tarihe kısa bir yolculuk
Macera dolu Balkanlar gezisinin, Bulgaristan etabını tamamladık elhamdülillah. Belgrat yolculuğu başladı. Bakalım bundan sonra hangi sürprizler bekliyor bizi. Otobüsteyiz. Recai grup hakkında tekmilini verdi. Ben dahil üç kişi daha geç kalma cezası ödedik. Cezaya itiraz eden olsa da sonuç değişmedi.
Kaptan bastı gaza. Bulgaristan toprakları ayağımızın altından kayıp gidiyor. Hızla Sırbistan gümrüğüne doğru yol alıyoruz. Atalarımız bu toprakları at sırtında ve de yaya olarak geçip gitmişler. Hem de 100.000 kişilik ordu ile. O, 100.000 kişinin günde iki öğün de yemek yemeleri gerekiyor. O kadar insanın ve bir o kadar da hayvanın su ihtiyaçlarının da karşılanması lazım. Meydana çıkınca da göğüs göğüse çarpışmak ya öldürmek ya da şehit olmak var.
Bizler otobüslerle, değişik araçlarla yol aldığımız halde çekilmez buluyoruz bu yolları.
Bin bir zahmetle yurt edinilen ve 600 sene kalınan bu topraklarda, şimdi küçük küçük devletler kurulmuş ve bu devletler toprakların asıl sahipleri olan bizlerden vize istiyorlar. Sen vatanına sahip çıkmazsan birileri gelir seni yerinden yurdundan eder. Etmişler zaten. 24 milyon km. kare olan vatan topraklarından geriye elimizde sadece 780.000 km. kalmış. Onu da elimizden almak için sabah akşam uğraşıyorlar. Kimisi içeriden kimisi de dışarıdan durmadan çekiştiriyorlar.
Gümrükteyiz
Zaman tünelinde yol almanın zevkine tam olarak varamadan gümrüğe gelmişiz bile. Önümüzde sadece bir otobüs var. Önce Bulgaristan’dan çıkış işlemlerini yaptıracağız, sonra da Sırbistan’a giriş yapacağız. Hızlıca, işlemler yapılır diye bekliyoruz. Neredeyse bir saat bekledik otobüsün içinde. Sıra bir türlü gelmesini bilmedi. Neden sonra sıra gelmesine geldi ama muameleler de oldukça uzun sürdü.
Gülşah hanım yine gümrüğe takıldı. Takılmasına takıldı da Sırp polisinin bıraktığı Gülşah hanıma bu sefer Alman polisi izin vermiyor. “Sana yol verirsem benim işime son verirler” diyormuş Alman polisi.
Almanya’dan çıkışta bir şey söylemiyorlar, Türkiye’de sıkıntı olmuyor, Bulgaristan’da kısa bir soruşturmadan sonra bırakıyorlar, Sırbistan da aynı şekilde yazılı beyan ile giriş izni veriyor; ancak orada gözlemci olarak bulunan Alman polisi geçiş izni vermiyor. Kraldan fazla kralcı olmak buna derler. Olacak şey değil. Ama oldu. Geriye döndürdüler Gülşah hanımı. O da çok üzüldü biz de.
Almanya’ya varır varmaz, ilgili büroya gidip pasaportunun üzerinden kayıp ilanını kaldırtmış ve ilk uçakla Hırvatistan’a gelmiş. Bu arada Recai kendisiyle irtibatı hiç kesmedi. Hırvatistan’dan Mostar’a gelme imkânı da varmış ama o Hırvatistan’da kalmayı tercih etmiş. Ertesi gün Hırvatistan’da buluştuk. Sevindik. O da çok mutluydu. İşleri yolunda gitmiş ve hızlıca tamamlamış. Böylece grup üyeleri tamamlandı. Nadide hanım daha çok mutlu oldu. Oda arkadaşıydı çünkü. Azminden dolayı da Gülşah hanımı kutladık. Pes etmedi, ben bu geziyi tamamlayacağım dedi ve tamamladı. Gülşah ve Dilek hanımlar, tuttuklarını koparan cinsinden. Pes etmiyorlar ve sonunda onlar kazanıyor. Atalarımız “azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” diye boşuna dememişiler.
Belgrad
Belgrat’a yaklaşınca Bayburtlunun yerinde mola verdik. Belgrat’a giderken sağda. Yaz-kış açıkmış. Yol üzerinde böyle bir mekân açıldığına göre Avrupa’da çalışan Türk işçileri
düşünülerek açılmış gibi görünüyor ama öyle değilmiş. Sırplar da alışmışlar Türk mutfağının tadına. Türkiye’de restorana gittiğimizde neler görüyorsak tezgâhta burada da aynıları var. Eee yumulduk tabi. Allah ne verdiyse…Yemekten sonra yola revan olduk.
Belgrad, 1878 Berlin Antlaşması’yla Sırbistan’ın başşehri olmuş. Sırpça da Beo-grad; beyaz şehir mânasına gelirmiş. Kuzey ve Orta Avrupa’yı Karadeniz ve Ege denizine bağlayan yollar üzerinde bulunduğundan eski dönemlerden beri (MÖ III. Yüzyıl) önemli bir yerleşim merkeziymiş.
Belgrad Osmanlılar tarafından üç defa kuşatılmış. İlk defa II. Murad zamanında kuşatılmış. İkinci kuşatmayı Fâtih Sultan Mehmed yapmış. Üçüncü kuşatma Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yapılmış ve de fethedilmiş (1521). Ahalisinin bir kısmı İstanbul’a gönderilerek bugün Belgrad ormanları ve Belgrad Kapısı adıyla bilinen yerlere iskân edilmişler.
Yaklaşık üç asır Osmanlı idaresinde kalan Belgrad’da sayısı yüzleri bulan Türk mimari eserlerinden bugüne maalesef çok az eser ulaşmış.
Evliya Çelebi’ye göre Belgrad, 17. Yüzyılda 98.000 nüfusa sahipmiş Belgrad. O zamanlar Belgrat’ta; 217 cami, on üç mescid, on yedi tekke, dokuz dârülhadis, sekiz medrese ve yedi hamam varmış. Ayrıca, altı kervansaray, yirmibir han ve 3700 dükkândan oluşan Sûk-ı Sultânî adlı çarşı başta olmak üzere, bir dizi çarşı varmış (Evliya Çelebi, V, 377-379).
Nikola Tesla
Belgrat’a giriş yaptık. O kadar da albenisi yok girişin. Yüksek yüksek binalar, üstümüze üstümüze geliyor gibi. Şehir merkezine girince solda Nikola Tesla Müzesi var. Müze solumuzda kalıyor. Nikola Tesla; dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir mucit. Uzaktan kumandanın telsizin mucidi.
Biraz ileride yine solda terazije meydanı var. Adını Türkçe ’den alan meydan. Kentin su ihtiyacını karşılamak için 1840’larda Osmanlı oraya bir çeşme yaptırmış. Kulesi de olan bir çeşme. Türkler tarafından dikilen su kulesi 1860 yılında kaldırılmış ırkçılık bu kadar kötü bir şey. Yerine aynı işi yapacak olan Terazije çeşmesi inşa edilmiş. Bu meydanın güzelliği, Parlamento binasına, Belediye Sarayına, müzelere, kafelere hatta Aziz Sava kilisesine yakın olmasından gelirmiş. Bizler zaman sıkıntısından dolayı, şehir merkezini gezemeden, o güzelliklerle tanış olamadan, oraları fotoğraflayamadan doğru Sava Nehrine indik.
Tekne Turu
Sava nehri üzerindeyiz. Sava Nehrinin Tuna Nehriyle buluşup çoğaldıkları yere kadar ilerledik. Sağ tarafımızda Belgrad kalesi bütün heybetiyle karşımızda duruyor. Yüksekte. “Tuna Nehri akmam diyor, kenarımı yıkmam diyor, Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor.” Marşının doğum yerindeyiz. Heyecanımız dorukta. Yüzlerimiz gülüyor. Deklanşöre basan basana. Plevne kahramanı Osman Paşa’yı ve çerilerini düşünüyoruz. Az askerle, Ruslara kök söktüren Osman Paşa’yı. Savaştan sonra Rus komutanın ayakta karşıladığı, kalkan ve kılıcını kendisine iade ettiği Osman Paşa’yı. Mahmut bey oturmuş teknenin öbür ucuna aynı şeyi düşünüyor olmalı, nehre bakıyor. Zaman tüneline tek başına girmiş tarihe yolculuk yapıyor olmalı. O kadar yoldan sonra tekne turu çok iyi geldi. Teknede çay içenlerimiz de oldu. Plastik bardakla servis ediyorlar. Ben ve Ayhan almadık çaydan. Ayhan Fatma Mıdığı da uyardı; “Plastik bardakla servis edilen o çayı içmesen daha iyi olur, sağlıksızdır.”
Belgrad Kalesi
Anahtar Terslim Anıtı
Tekne turundan sonra fazla oyalanmadan hızlıca otobüse geçtik. Belgrad Kalesine yakın bir yere park ettik. Oradan kaleye yürüyerek gidiyoruz. Knez Mihailova caddesi. Trafiğe kapalı bir cadde. İğne atsanız yere düşmeyecek derler ya, işte o cinsten... Bu caddenin insansız bir anını yakalayana ödül vadedilmiş. Ancak vadedilen ödülü bugüne kadar alan olmamış. Sağlı sollu alışveriş merkezleri var. Restoranlar var. Ara sokaklar da kanlı canlı. Berlin’de trafiğe kapalı böyle bir cadde maalesef yok.
Kaleyi gezdirecek olan Belgradlı rehber meydana girer girmez bizi karşıladı. Hemen başladı anlatmaya. Türkçesi o kadar düzgün değildi ama anlaşılıyordu. Esprili bir kişilik.
“Kale, MÖ 279 yılında Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından inşa edilmiştir.
Belgrad Kalesi’nin bulunduğu alana “Kalemegdan” (Kale Meydanı) denir. Osmanlıdan kalma bir isimdir.
Şu gördüğünüz anıt, Osmanlı’nın, 6 Nisan 1876 tarihinde, Belgrad ile iki kalenin daha, (Smederevo, Šabac ve Kladovo) anahtarlarının Sırplara teslim edildiği yere dikilmiştir. Gördüğünüz gibi yatay bir mermer üzerine yazılmış yazılacak olan. Olayın 100. yılı sebebiyle anahtar değişiminin yapıldığı alana kurulan bu anıt önemli bir olayı gelecek nesillere aktarmak üzere koruma altında tutulmaktadır. Anıt 1967 yılında büyük bir kutlama ile Kalemeydan Parkı içine dahil edilmiştir.”
Yani orada rehberi dinlerken anahtarları teslim törenini sanki biz ediyormuşuz gibi yüreğimiz sızlamadı desem yalan olur.
Fransız anıtı
Hemen ileride solda bir anıt daha var. Fransız anıtı. Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında Sırbistan’a yaptığı destekler ve dostluk anısına 1930 yılında Fransa’ya Şükran Anıtı (Monument of Gratitude to France) olarak dikilmiş. Anıtın merkezinde elinde kılıç tutan kadın figürü, savaş sırasında Sırplara destek veren Fransa’yı betimlemekteymiş.
Bosna savaşı sırasında Fransız medyası Sırpların yaptığı katliamlarla ilgili, Sırp karşıtı haberleri vermek zorunda kalınca ve NATO da aynı sebepten dolayı bombalama yapınca (1999) Fransa ile olan dostluğu bitirmişler.
Ve Kalemeydan Parkı içinde bulunan heykel siyah bir kumaş ile örtülmüş ve “Artık var olmayan Fransa’nın sonsuz zaferi” yazan bir tabela da heykelin önüne konmuş. Tabii bu durum çok uzun sürmemiş ve 2000 yılında kurulan hükümet ile Sırbistan-Fransa ilişkileri tekrar iyileşmiş ve heykel orijinal görüntüsüne dönmüş.
Kaleye Giriyoruz
Belgrad kalesinin iç ve dış surlarında toplam 23 kapı bulunmaktaymış. Surların bazı bölümleri ve kapıların çoğu yıkılmış. Bugün on kapı yerlerini muhafaza edebilmiş.
Belgrad Kalesi’ne giriş çıkışı sağlayan kapılardan birinin adı Stambol Kapija yani İstanbul Kapısı. Surlarla çevrili alana bu kapıdan giriliyor. Ve işte buram buram Osmanlı kokan Belgrad Kalesi. Kim bilir daha kimler geldi kimler geçti buradan.
Saat kulesini geçince, karşımıza “Mora Fatihi” olarak bilinen Damat Ali Paşa’nın türbesi çıkıyor. Aynı zamanda burada, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın 1578’de yaptırdığı bir de çeşme bulunuyor. Sırp olarak doğan Sokullu Mehmet Paşa Osmanlı döneminde devşirme olarak Edirne Sarayına getirilmiş, Enderun’da yetiştirilmiş ve devletin değişik kademelerinde Osmanlı’ya hizmet etmiş ve vezirliğe kadar yükselmiş. Çeşmenin yanında bir de dut ağacı var. Bu dut ağacına ve çeşmeye Sokullu Mehmet Paşa’nın adı verilmiş. “Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi.”
Tuna ve Sava nehirlerinin üzerinde biraz önce tekne ile tur attık, iki nehrin birbirleriyle kavuşmalarının sevinçlerine şahit olduk.
Kaleden, on ülkeye hayat veren, Tuna ve Sava nehirlerinin birbirleriyle kavuşmasına, cilveleşmesine, sarmaş dolaş oluşuna ve evliliklerine şahit oluyoruz. Sonra da çoğalarak Karadeniz’e doğru tüm hızlarıyla yol alıyorlar. Elele tutuşup da Karadeniz’e doğru yol alışlarının coşkusuna şahit oluyoruz ve bu coşkuya el sallayarak eşlik ediyoruz. Karadeniz ile tevhid olmak için bu kadar acele ediyor olmalılar. Evet 2800 kilometre uzunluğu olan o zorlu yolu sadece Karadeniz ile tevhid olmak için katediyorlar. Tuna, Osmanlı Türklüğünün bağrından akan bir nehirdir. Nereden dinlerseniz dinleyin, Tuna size, tarihin derinliklerinden o kılıç şakırtılarının çağıltısını getirecektir. Akınlar, zaferler ve bozgunlar! Ve hepsinin peşinden, ileri veya geriye doğru, bitip tükenmeyen göçler!
İstanbul Kapısı
Kaleye İstanbul Kapısı’ndan girdik. Kale bizleri askeri törenle karşılıyor gibi. Solda o günden kalma silahlar görünüyor.
Kapısının hemen önüne, Orta Çağ’da cezalandırma amacıyla kafa ve kolların geçirilerek bağlandığı ahşap bir işkence aleti var.
İç surların dışındaki ikinci halkada yer alan İstanbul kapısı, Belgrad kalesinin ana giriş kapısı ve en büyüğüymüş. Simetrik bir yapı olan kapının iki tarafında kale muhafızları için odalar bulunuyor. Bir tanesinde eski haritaların satışı yapılıyor.
Kale kapısının kemerine sultan tuğrası yerleştirilmiş, sonra Sırplar on u sökmüş yerine Sırbistan’a ait çift başlı kartal arması yerleştirmişler. Biz tarihe tanıklık eden ne var ise onları insanların intifadasına sunmak için canhıraş çalışıyoruz, Sırplar ise o belgeleri yok etmekle meşguller. Sırp olmak kolay değil…Mehter marşı ile karşılanıyoruz İstanbul kapısında sanki:
“Ceddin deden, neslin baban
En kahraman Türk milleti
Orduların, pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan
Türk milleti, Türk milleti
Aşk ile sev milliyeti
Kahret vatan düşmanını
Çeksin o mel'un zilleti”
Rehber önde, bizler ellerimizde tuğlarımızla içeriye girdik. Mora Fatihi olarak bilinen Damat Ali Paşa karşıladı bizi. 1716 yılında, Tuna nehrinin kıyısında, Avusturya ordusu ile yapılan savaşta askere cesaret vermek için ön saflara atılmış ve alnından vurularak şehit düşmüş. Naaşı, Belgrad’a getirilerek Kale içinde yapılan bu türbeye defnedilmiş. Yanında iki paşa daha var. Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa. Selam verdik onlara, kısa bir sohbetten sonra yolumuza devam ettik. Ne saadet.
Gökyüzü de bu hürmete, saygıya gözyaşlarıyla eşlik etti. O kadar ki, biz oradan ayrılıncaya kadar göz yaşları hiç dinmedi, göz pınarları kuruyacaktı neredeyse, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Meğer kale, 1521 yılından beri bizleri beklermiş.
Biraz daha ilerledik, hafif tepemsi bir yere çıktık. Fikirtepesi derlermiş o tepeye. Fikir Tepesinden Tuna kıyılarına bakıyoruz.
Belgrad rehberimizin anlattığına göre; Belgrad, 1521’den itibaren 347 sene Türk kalmış. Asırlar sonra iç karışıklar başlamış. Ali Rıza Paşa da yapılan anlaşmalarla kale anahtarlarını Prens Mihailo’ya teslim etmiş. Bu haber içimizi acıttı (1868). Acı ama gerçek.
Göklerin daha fazla gözyaşı dökmesine ve ıstırap çekmesine gönlümüz razı olmadı, vedalaştık kale ile. Her birimiz ayrı ayrı vedalaştı. Bazı arkadaşlarımızın vedalaşması uzun sürdü. İkişer üçer gruplar halinde terk ettik kaleyi. Zeynep hanım, suna hanım ve ben gözyaşı sağanağının altında ıslanmanın verdiği mutlulukla ilerliyoruz çıkış kapısına doğru. Fahri bey ve eşi şemsiyenin altındalar, aheste aheste ilerleyerek gezinmin tadına varıyorlar.
Knez Mihailova caddesine ulaştık. Gökyüzü de gözpınarlarının kurumasından mıdır bilinmez, şöyle bir yüzünü gösterdi ve ayrıldı bizden.
Biraz sonra sağa döndük, hemen 50 metre kadar ilerde sağda baklavacı dükkânı var. Kaleye giderken bellemiştik orayı. Baktık herkes orada. Belgrat’ta baklavacı. Antep’ten gelmişler. “Ekmek parası, rızkımız buradaymış” diye kederlendi garsonluk yapan kız. Kaderin sürükleyip Belgrat’a getirdiği gurbetçiler bunlar. Bizleri de Berlin’e sürüklemedi mi aynı kader? Aşağıda solda, otelin altında bir de restoranları varmış. İşleri iyiymiş. Güler yüzlü şen şakrak insanlar. Çayımızı içtik, baklavamızı yedik, Berlin’de yediğimiz baklavalarla kıyas yaptık... birbirimize ikramlarda bulunduk, “Bunlar benden…Yok olur mu öyle bunlar benden olsun.” Türk Milletinin ikram severliği her yerde devam eder. Onun özelliğidir ikramda bulunmak. Gezilerin en güzel ve anlamlı olan özelliklerinden biri de kaynaşmaktır, paylaşmaktır, yeni yeni dostluklar kurmaktır. Sadece eşleriyle birlikte olmayı yeğleyenler de olur böyle gezilerde. Onlar gruba fazla karışmazlar. O da onların tercihidir. Ama tercih edilmemesi gereken bir tercihtir.
Ve doğru otobüse. Geç kalırsak Recai ve Mıdık ceza kesebilirler. Geç kalan, geç kalma süresine göre en az beş Euro ceza ödüyor. Kural böyle.
Müslümanların Durumu
“Sırbistan topraklarına İslamiyet, ilk olarak Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da sürdürdüğü fetih politikaları ile 14. yüzyılın sonlarında ulaşmıştır. 15. yüzyıl boyunca devam eden fetihler sonrasında yürütülen iskân politikasıyla bölgeye on binlerce Müslüman yerleştirilmiştir. Aynı zamanda Hristiyan halktan da İslamiyet’i tercih edenler olmuştur. Sırbistan’ın özerkliğini kazandığı 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren yüzyıl boyunca yaşanan toprak kayıpları ile bölgede yaşayan Müslüman ahali ve özellikle Türkler, zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. Bilhassa 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından bu süreç hız kazanmıştır. Bu süreçte Sırplar, ele geçirdikleri yeni topraklarla birlikte bölgedeki Türk-İslam varlıklarını büyük oranda tahrip etmişlerdir. Ülke toprakları içerisinde Osmanlı döneminden kalan yüzlerce kültür varlığından çok azı günümüze ulaşabilmiştir.
Sırbistan’da yaşayan Müslümanların sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte, ülkede en az 200 bin Müslümanın bulunduğu tahmin edilmektedir (2024). Bunların büyük bir çoğunluğu Boşnak olup, bir kısmı da Arnavut’tur. Ülkedeki sayıları tam olarak bilinmeyen Romanlar içerisinde de hatırı sayılır miktarda Müslüman bulunduğu bilinmektedir.
Ancak 90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acil çözüm beklemektedir.”
Devam edecek
BALKANLAR GEZİSİ (lV)
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-
-Belgrat’a kadar gelmişken, Karlofça’ya uğramadan geçip gitmek olmazdı. Tarihle yüzleşmemiz gerek dedik ve sabah erkenden yola koyulduk. Antlaşma çadırda yapılmış. İmzalar dört ay sonra ancak atılabilmiş. O çadırın yerine sonradan şapel yapmışlar.
Devlet-i Âliye, anlaşma için masaya oturduğu o çadırda ilk kez toprak kaybetmiş. Hem de ne toprak. Bulgaristan’dan beri Uçsuz bucaksız ovalarda yol alıyoruz. Verimli araziler. Bilinçli olarak tarım yapıldığı besbelli. Meyve ağaçları, rüzgârın hafif hafif okşadığı buğday tarlaları. Hayran oluyoruz. Türkiye’nin en verimli ovaları maalesef yerleşim alanı, sanayi alanı olarak imara açılıyor. Balkanlarda benzer arazilere çivi bile çakılmamış-
Karlofça (Sremski Karlovci)
Karlofça Belgrad ile Novi Sad arasında yer alan bir kasaba. Belgrad’a yaklaşık bir saatlik mesafede.
Şehrin girişinde hemen sağda otopark var. Aracımızı oraya Park ettik. Parkın bir köşesine masalar kurmuşlar ve üzerine bal ve meyve koymuşlar, satıcılar arkada duruyor. Sadece duruyorlar, bizim oralardaki gibi “Buyurun, balımız gerçek baldır, meyvelerimiz dalından koparıldığı gibi tazedir…” gibi tezvirat yapmıyorlar. Karlofça, balıyla ve meyvesiyle meşhur olan bir kasaba imiş. Bir kavanoz bal aldım ve Recai’ye teslim ettim. Sağ olsun o da Belgrat’ta sabah kahvaltısında arkadaşlara ikramda bulundu. Öyle ahım şahım değildi ama, adı baldı.
İkişerli üçerli sıralar halinde yürüyerek ilerliyoruz Karlofça Meydanı’na doğru. Meydanın etrafı tarihi binalarla çevrili. Açık hava müzesi gibi. Tam ortada bir çeşme var. Aşk çeşmesiymiş adı. O çeşmeden içen, Karlofçalı bir kızla mutlaka evlenirmiş. İçtik o sudan ama öyle bir şey olmadı. Etrafta insan yok ki, kız nereden gelsin. Her yerde olan batıl inançlar Karlofça’ da da var.
Hemen solda Katedral var. O gün Paskalya bayramı imiş. Fatma Mıdık ile beraber içeriye girdik. İçerisi kalabalık, herkes huşu içinde. Görevli papaz dua ediyor. Aslında papazlar grubu demek lazım. Duaya biz de katıldık. Papazlar dışarıya çıkarken cemaat elleri önden bağlı olduğu halde hafif eğilerek onlara yol verdiler. Din adamına gösterilen saygı. Önemli bir gelenek. Hoşuma gitti. Din adamına saygının olmadığı yerde Yaratan’a ve yaratılmışlara da saygın kalmaz. Bugün maalesef bu erozyona şahit oluyoruz.
Papazlarla ayak üstü tanıştık. Türkiye’den geliyor olmamız dikkatlerini çekti. Sonra müsaade alarak fotoğraflarını çektik. Benim arzum birkaç da soru sormaktı ama arkadaşlar çoktan meydandan uzaklaşmıştı. Bizden başka Katedrale giren de olmamış.
Fatma Mıdık, “hocam röportaj uzun sürer.” dedi. Haklıydı Mıdık. Ve ayrıldık oradan. Meydanın üst tarafında dil okulu var. Dünyanın her yerinden dil öğrenmek için buraya gelirlermiş. Halen devam etmekteymiş bu gelenek. Küçücük bir kasabada ve uluslararası üne sahip bir dil okulu. Örnek alınması gereken bir durum.
Fotoğraflarımızı çektikten sonra grubun arkalarından yola devam ettik. Meydanın sonundan sola dönmüşler ve tepeye doğru tırmanıyorlar. Ulaştık onlara hatta onları geçerek havamızı da attık. Sokaklar daracık daracık. Evler bir ve iki katlı, önlerinde bahçe var. Bir evin bahçesindeki güller dikkatimiz çekti. Kokusu burnumuza kadar geliyor. Ne güzel. Hemen daldık gül bahçesine. O güzelim kokuyu ciğerlerimize doldurmayı ve fotoğraflar çekilmeyi de ihmal etmedik.
Antlaşmanın yapıldığı yerde bugün bir şapel var. Solda tepenin üstünde. Karlofça’ya nazır bir tepe.
Bizi yanında görünce şapelin eli ayağına dolaştı, o kadar mahcuptu ki bize karşı, sanki o antlaşmanın bilerek ve isteyerek yapılmasına sebep olmuş gibi hissediyormuş kendisini. “Ben böyle bir antlaşmanın yapıldığı yer olmaktan utanç duyuyorum, keşke elimden bir şey gelse de o Devlet-i Âliye’nin adaletini Balkanlara tekrar getirebilseniz” diyordu lisân-ı haliyle. “Özledik o günleri” diye de devam ediyordu konuşmasına. Adeta günah çıkartıyordu. Besbelli o da çok acı çekmiş, insana insan olduğu için adalet ile muamele eden Osmanlı gitmiş, yerine, adını tarihe soykırımlarla, engizisyonlarla yazdırmış olan o bildikleri yönetim gelmiş.
Onların tekrar gelmesiyle soykırımlar yeniden hortlamış. Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedilmeye başlanmış. Burunlarının dibinde Bosna’da Bulgaristan’da yaşananlar gözlerinin önünden hiç gitmezmiş.
Elbisesi eski püskü, etekleri ise yerlerde sürüne sürüne paramparça olmuş. Kendisiyle hesaplaştığı her halinden belli oluyor. Kol kola girerek kendisiyle hatıra fotoğrafı çekilmemiz onu çok mutlu etti.
Osmanlılar buraya Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelmiş, ondan önce burada Avusturya-Macaristan Krallığı yaşam sürüyormuş. Osmanlı burayı yurt edinmiş, yatırımlar yapmış buralar. Camisiyle, kervan sarayıyla, medresesiyle… imar etmiş buraları, ancak bugün o eserlerden geriye bir çivi bile kalmamış. Karlofça’ya Osmanlı hiç uğramamış gibi. Hepsini yakıp yıkmışlar. Antlaşmanın yapıldığı yerdeki çadırı da yıkıp yerine şapel yapacak kadar ileri gitmişler. Huylu huyundan vaz mı geçermiş…
Karlofça Antlaşması 1699
Karlofça anlaşmasını bizlere hezimet olarak öğrettiler okullarda, bir utanç belgesi olarak öğrettiler. Zihinlerimize böyle nakşedildi. Halbuki Karlofça Antlaşması 16 yıl süren bitirici ve tüketici savaşlardan sonra yapılmış. Osmanlı Devleti, Viyana Kuşatması’nın arkasından (1698) peş peşe uğradığı yenilgilerle tarihinin en ağır kayıplarını vermiş. Hazine de tam takır ol muş. Geriye tek seçenek kalmış anlaşma yapmak. O da onu yapmış. Kendisini bir anda Karlofça’nın eşiğinde buluvermiş.
Şimdi öğreniyoruz ki; Osmanlı’nın biraz nefes alabilmek için, kendine gelebilmek için mecburen yaptığı bir anlaşmaymış Karlofça. Karşısında dört devlet var kutsal ittifak oluşturmuşlar; Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya.
Anlaşma süresince onurunu hep korumuş Osmanlı. Hiçbir zaman dizinin üzerine çökmemiş, hiçbir zaman yalvar yakar olmamış.
Önemli olan şu ki; Karlofça Antlaşmasına kadar Osmanlı Devleti hiçbir devletle anlaşma için masaya oturmamış. Bazen yenilmiş, ancak o zaman dahi ateşkes yapılmış ve barış antlaşması yapılmamış. Politika şöyle: “Burasını ben nasıl olsa günün birinde geri alacağım.”
Rami Mehmet Paşa
İlk defa Karlofça’da Osmanlı ateşkes ile yetinmemiş ve barış masasına oturup kıran kırana bir pazarlığın içine girmiş. Ancak bu konuda yetişmiş diplomatları yokmuş. Rami Mehmet Paşa heyetin başına getirilir. Paşa bürokrasideki başarısı ile tanınan bir üst düzey bürokrattı.
Devletin gizlisini-çıktısını iyi bilen ve adeta Osmanlı devletinin kilit taşlarından biridir. Heyet başkanı olarak bir anda kendisini Karlofça’da bulur. Hazırlıklarını yapar ve yola çıkar.
Barış görüşmeleri için, Avusturyalılar kendi taraflarında bir yer isterler. Rami Mehmet Paşa itiraz eder ve ‘Hayır!’ der. Barış ancak tarafsız bir bölgede yapılabilir. Dolayısı ile sınırda bir yerin bulunması gerekir. Sınırda olan yer Karlofça’dır. Tam Osmanlı ve Avusturya sınırında bulunan bir kasabadır Karlofça.
Osmanlı tarafı, yanında getirdiği alt yapı ekibiyle oraya bir müzakere çadırı kurar. Bu müzakere çadırı bir Osmanlı icadıdır. Çadırın içerisine de bir müzakere masası yapılır. Yuvarlak bir masa. Bugün hala kullanılan yuvarlak masa ilk defa Karlofça’da, Osmanlı inisiyatifi ile gerçekleşmiştir. Bu yuvarlak masanın dış tarafında ve iç tarafında oturma yerleri vardır. İç tarafta Osmanlı heyeti, dış tarafında diğer dört devletin temsilcileri oturur. Çadırın dört kapısı vardır. Sabah zil çalındığında kapılar açılır ve her devletin temsilcileri kendi kapılarından içeriye girerler ve kendilerine ait yerlere otururlar. Tam karşılarında Osmanlı müzakere heyeti vardır.
Osmanlı Stratejisi
Dört ay devam eden bu müzakereler birkaç kez kesilme noktasına gelmiştir. Gerçekten zorlu bir süreç. Osmanlı ilk defa bu kadar büyük bir toprak parçasını düşmanlarına kendi isteğiyle veriyor. Strateji şöyle: Kaybedilmiş olan, işgal altında olan yerlerden ne kadarını kurtarabiliriz, geriye ne alabiliriz? Osmanlı’dan daha çok toprak ve tazminat alacakları ümidiyle masaya oturanlar istediklerini alamamışlardır.
Bundan sonraki Osmanlı stratejisi Karlofça’nın bir son değil, bir yeni başlangıç olduğunu bize gösterecekti. Nitekim 1739 yılındaki Belgrad Antlaşması’na kadar geçen kırk yılda Osmanlı Devleti, Karlofça Antlaşması ile bıraktığı toprakların bir kısmını geri almayı başarmıştır.
Novi Sad
Yeni bahçe anlamına gelen Novi Sad, Sırbistan’ın ikinci büyük yerleşim alanıymış. Novi Sad’ın en meşhur caddelerinden biri Jovan Jovanovicmiş. Cadde, adını, oldukça popüler olan çocuk şairi Jovan Jovanovic’ten alıyormuş. Meydanda bir de heykeli var. Meydanın çevresi tarihi eserlerle, tarihi yapılarla bezenmiş. Meydanda bir saray dikkat çekiyor. Geçmişte o meydanda bir Katedral varmış. Katedralin din adamı işte bu sarayda kalırmış.
Novi Sad’ın bu güzel havası, özellikle 19. yüzyılda herkesi etkilemiş olacak ki Sırbistan’ın kültür başkenti ilan edilmiş ve bugün de burası Sırbistan’ın Atina’sı olarak isimlendiriliyormuş. Yağmur birden bastırınca sığınmak için bir saçak altı aradık ve biraz sonra bulduk. Rahmetten de kaçmamak gerek. Otobüs gelinceye kadar orada beklemeye koyulduk.
Karşıda bir market var. Şemsiye almamız lazım. Bazı arkadaşlarla gittik oraya ve şemsiyelerimizi aldık. Arkadaşlara vermek için birkaç tane de fazla aldık. Sonra hiç kullanamayacağımız şemsiyeler oldu bunlar. Ekrem de otelde kullanmak için beyaz renkli bir terlik almış. Ödemeleri Mıdık yaptı. Kart ile ödeme yapılıyor. Sırbistan parası bozdurmamıştık.
Petrovaradin ve Kalesi
Yine Osmanlı’nın izlerinin bulunduğu bir başka kasaba olan Petrovaradin’deyiz şimdi de. Osmanlı 1699 yılında Karlofça Antlaşması’nı imzaladıktan sonra buraları hep Haçlılara bırakmış. Ama daha sonra tekrar yerel halk bu toprakları kendi bünyesine almayı başarmış.
Meşhur Petrovaradin Kalesi. Tuna Nehri boyunca inşa edilmiş. Oldukça büyük olan bu kale bugün bile hala sapasağlam ayakta duruyor. Kale çok güzel bir noktaya kurulmuş. Merdivenlerle çıkılıyor zirveye. Tuna Nehri’ni buradan seyretmenin başka bir zevki var. Ayaklarımızın altında. Dümdüz bir ova yorgan gibi yayılmış duruyor aşağıda.
Yemekleri çok lezzetli olurmuş kalenin. Servis tabakları da kendine özelmiş. Biz maalesef burada sadece kahve içebildik, yemek yiyemedik. Çünkü arkadaşlarımızın bir kısmı kaleye çıkmayı göze alamadı, otobüste kalmayı yeğlediler. Onları fazla bekletmemek gerekiyor. Belgrat’a geldiğimizde daha akşam olmamıştı. Antepli hemşerilerimizin mekanına geldik, yemeklerimizi yedikten sonra otelimize döndük. Sabah Bosna var hedefimizde.
Karlofça Antlaşması maddeleri
1. Mora Yarımadası ve Dalmaçya Venediklilere bırakılacaktır.
2. İnebahtı Kalesi Osmanlı Devleti’ne geri verilecektir.
3. Ukrayna ve Podolya Lehistan’a bırakılacaktır.
4. Osmanlı Devleti, Kırım hanlarının Lehistan’a saldırmalarına engel olacaktır.
5. Banat ve Temeşvar hariç Macaristan ve Erdel Avusturya’ya bırakılacaktır.
6. Avusturya, Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşayan Katoliklerin hamiliğini üstlenecektir.
7. Sava Nehri Avusturya ve Osmanlı Devleti arasında sınır olacaktır.
8. İmzalanan bu antlaşma 25 yıl boyunca geçerli olacak ve Avusturya antlaşmanın garantörü olacaktır.
Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarından vazgeçmek zorunda kaldığı, karşı ülkelerinse muhtemelen bayram yaptığı o yerleri görmek sizlere neler hissettirir bilemiyorum. Ama Balkanları imkânı olan herkesin görmesi gerektiğini biliyorum. Osmanlı türedi bir devlet değildir. Bilhassa Avrupa’da yaşayan Türkler izine giderken Balkanları öylesine geçip gitmemelidirler. 24 saatte Kapıkule’ye vardım diye övünmenin kimseye faydası yoktur. Çocukça bir şeydir. İzinlerimizin en az bir haftasını Balkanlara ayırmamız gerekir. Oralardaki yaşanmışlıkları yerinde görmek için bu yapılmalıdır. Geleceğimizi inşa ederken o yaşanmışlıkların ışığında adım atmamız gerekir.
Devam edecek
13 Mayıs 2024 Pazartesi
TEMBELLİK YARIŞMASI YAPILIYOR
TEMBELLİK YARIŞMASI YAPILIYOR
-Dünyanın başka bir yerinde olmayan yarışma; tembellik yarışması. En uzun yatakta kalan kişi şampiyon oluyor. Tembellik tavsiye edilen bir şey-
Rüştü KAM
ha-ber.com
Türk Eğitim Derneği senede bir defa “Kültür Gezisi” düzenliyor. En fazla 30 kişinin katılımıyla düzenleniyor bu geziyi. Amaç tarihin o küflü dehlizlerine bir an olsa bile girip çıkmak ve bizlere miras olarak bırakılan eserlere dokunabilmek. O topraklardaki yaşanmışlıkların hem acı veren hem de övünç kaynağı olan hikayelerini dinlemek, o insanların kültürel değerleriyle kucaklaşmak. Tuna boylarında Aliş’im ile Gülsüm’ün acıklı hikayelerini içselleştirmek.
“Aliş'imin kaşları kare
Sen açtın sineme yare
Bulamadım derdime çare
Aliş'imin kaşları kare
Sen açtın sineme yare
Bulamadım derdime çare
Görmedin mi ah civan alişimi tuna boyunda
Sarmadın mı ah aslan alişimi tuna boyunda”
Bizler bu türkülerle büyüdük. Balkanları hep hatırladık, hiç unutmadık. Tarih hafızamızı yok etmeye çalışanlar oldu. Yer yer, zaman zaman yok etmesini de bildiler. Gerçekleri yok etmeye çalışanlara inat bu sene 1 ila 11 Mayıs tarihlerinde 17’nci gezimizi aynı amaçla Balkan ülkelerine gerçekleştirdik. Sekiz ülkenin topraklarında mevcut olan önemli yerleri, Evliya Çelebi’nin torunlarına yaraşır şekilde gezdik dolaştık. Emin Oruç kardeşimle gerçekleştirdik bu turu da.
Sofya’dan başladık turumuza, şehir turundan sonra ikindi namazında Seyfullah Efendi Camii ile karşılaştık yolda, selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik Seyfullah Efendi’yle. 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Kavuşmamızın şükrünü, rükûa vararak, secde ederek eda ettik.
Ertesi gün Belgrat’taydık. Kaleye İstanbul kapısından girdik. Kale bizleri hürmet ve saygıyla içeriye aldı ve gökyüzü de bu hürmete, saygıya gözyaşlarıyla eşlik etti. O kadar ki, biz oradan ayrılıncaya kadar göz yaşları dinmedi, göz pınarları kuruyacaktı neredeyse, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Göklerin daha fazla gözyaşı dökmesine ve ıstırap çekmesine gönlümüz razı olmadı, vedalaştık. Meğer kale, bizleri 1521 yılından beri beklermiş. Orada, ''Mora Fatihi' olarak bilinen Damat Ali Paşa ile de karşılaştık. Yanında iki paşa daha vardı. Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa. Birlikte kahvelerini yudumluyorlardı. Belli ki savaş maceralarını anlatıyorlar. Sohbetleri oldukça hararetli idi. Biz de onlarla birlikte kahve yudumlama bahtiyarlığına eriştik.
Buraya kadar gelmişken, Osmanlının yıkılışına sebep olan anlaşmaya tanıklık eden Karlofça ’ya uğramadan geçip gitmek olmazdı. Yolumuzun üzerindeydi. Tarihle yüzleşmek gerek dedik ve çevirdik yönümüzü Karlofça’ ya. Anlaşma ogün çadırda yapılmış. Dört ay sürmüş imzaların atılması. O çadırın yerine sonradan kilise yapmışlar. Devlet-i Âliye, masaya oturduğu o çadırda ilk kez toprak kaybetmiş.
Bizi yanında görünce kilisenin eli ayağına dolaştı, o kadar mahcuptu ki, sanki o anlaşmanın bilerek ve isteyerek yapılmasına sebep olmuş gibi. “Ben böyle bir anlaşmanın yapıldığı yer olmaktan utanç duyuyorum, keşke elimden bir şey gelse de o Devlet-i Âliye’nin adaletini Balkanlara tekrar getirebilseniz diyordu Lisan-ı haliyle. Özledik o günleri” diye adeta günah çıkarıyordu. Besbelli o da çok acı çekmiş, aç susuz kalmış, perişan vaziyetteydi. Elbisesi eski püskü, etekleri ise yerlerde sürüne sürüne paramparça olmuş. Kendisiyle hatıra fotoğrafı çekinmemiz onu çok mutlu etti.
Oradan Bilge Kral Aliya’nın ülkesine geçtik. Bosna-Hersek’e. Önce, imkansızın başarıldığı o malum tünele gittik. Bosna’nın Şerife Bacısı, Kara Fatma’sı olan ev sahibi Şida Teyze’mizin elini öptük. Hayır duasını aldık. Avrupa Millî Görüş Teşkilatları Genel Merkezi’nde çalışırken Bosnalı İlyas kardeşimle birlikte lojistik destek sağlayanlardan birisi olarak göz yaşlarımı tutamadım. Allah’ım Sen nelere kâdirsin…
Tünelden sonra da Aliya’nın o mütevazı türbesine giderek kendisine saygılarımızı sunduk… “Beni şehitlerimle birlikte defnedin” diye vasiyet eden Aliya’nın türbesine. Fatih’in Bosna’ya indiği tepenin eteğine kurmuşlar şehitliği. Osmanlının şehitleriyle yan yana defnedilmişler. Aradan bir yol geçiyor Gerçek bir mücahid, Peygamber yolunun yolcusu, dava adamı görmek istiyorsanız yüzünüzü Bosna’ya çevirmeniz yeterli olacaktır. O dava eri, Boşnaklara imkansızlıklar arasında yoktan bir devlet inşa eden, o yiğit adam orada savaş arkadaşlarının tam ortasında sizleri bekliyor ve sadece beklemiyor çağırıyor da…
“Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü.
Hem de çok acı hatıralarla? Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız. Ama sen, bizim yaşadıklarımızı sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!”
Onun bizim duamıza ihtiyacı yoktur. Bizim onun yaptıklarına şahit olarak yolumuzu onun ışığıyla aydınlatmasına ihtiyacımız vardır.
Hırvatistan’da Osmanlı’dan geriye tarihi miras olarak bir şey kalmamış, hepsini yok etmişler. Yüksek tepelerin başına birer haç dikerek minareleri gölgede bırakmanın peşindeler. Aliya İzzetbegoviç onlara hak ettikleri anlamlı cevabı şu şekilde vermiş. “Sizin tepelere diktiğiniz haçlar sadece Hırvatistan’ın her tarafından görülecektir, bu doğrudur ama bizim Ayyıldızımız dünyanın neresinden bakarsanız bakın her taraftan görünecek ve hiç sönmeyecektir.”
Karadağ’dayız. Mehmet Akif Ersoy hak ettikleri sözü söylemiştir o gün orada yaşayan Müslümanlara. Sadece onun şiirinden okuyalım, Karadağ’ı, Arnavutluk’u, Kosova’yı:
“Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı...
Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu.
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa
Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa...
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl...
İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl,
Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti?
Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.”…
Karadağ’da dünyada olmayan bir yarışma yapıyorlar. Garip bir yarışma. Tembellik yarışması. Yatakta uzun süre kalabilen kişi şampiyon oluyormuş. İnanmayacaksınız ama doğru; tembellik tavsiye edilen bir şeymiş Karadağ’da. Tembelliğin önemiyle ilgili tavsiyeler şöyle:
1- İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar.
2- Yatağını kendini öper gibi öp.
3- Geceleri uyumak için gündüzleri dinlen.
4- Çalışma; çalışmak öldürür.
5- Dinlenen birini gördüğünde ona yardım et!
6- Çalışabildiğinin en azını çalış, mümkünse işi başkasına yaptır (itele).
7- Gölgeler kurtuluştur, dinlenmekten kimse ölmez (Tarlada çalışanlar için).
8- Çalışmak ölüm getirir, çalışarak erken ölme.
9- Olur da çalışma isteğin gelirse, otur, bekle göreceksin ki geçecek.
10- Yiyen birini görünce yanaş, çalışanı görünce uzaklaş, rahatsızlık verme.
Karadağ’dan sonra, Kosova’dayız. Prizrende. Sonrasında Mamuşa var. Balkanlar’ın tek Türk köyü olan Mamuşa. Köyün girişinde bir okul var. 1.000 öğrencisi olan bir okul. Anadolu İlköğretim Okulu.
Çocuklar Türkiye! Türkiye! şeklinde tempo tutarak karşıladılar bizi. O nasıl bir duygu seliydi öyle anlatamam. O çocukların sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Türkiye Türkiye.
Kosova’da 365 tarihi eserden, camiden ayakta kalan sadece 25 taneymiş.
Oradan Mazgit köyüne geçtik. Sultan I. Murad'ın iç organları oraya gömülmüş. (1389) Birinci Kosova Savaşı'ndan sonra savaş meydanını gezerken Sırp asker Miloş Obiliç tarafından hançerlenerek şehit edilen Sultan. "Meşhed-i Hüdavendigar." 22 yıllık türbedar Saniye teyzemizin elini öpmek de nasip oldu orada bizlere. Elhamdülillah. Dualarla uğurlandı Mazgit köyünden Saniye Teyzemiz bizi.
Üsküp’e geldiğimizde yine yağmur karşıladı. Hazır bekliyormuş şehre girmemizi zaten. Ama bizler o yağmura inat dolaştık Üsküp sokaklarını. Fazla da bir şey yok zaten orada. Kör Filip ile oğlu Büyük İskender’in selamlaşmasına şahit olduk. Avrupa Birliği 700 milyon Euro vererek bir gecede koydurmuş heykelleri oraya. Protestolar işe yaramamış. Ben yaptım oldu anlayışı. Bunun adına da demokrasi diyorlar.
Oradan Osmanlı Çarşısı’na gittik. Osmanlı’nın döşediği sokak taşlarını sökerek geçmişi yok etmeye çalışmışlar ama halk belli bir yerden sonra bu tarih katliamına mâni olmuş. Sonra Ohri. Rehber Levent tanıttı Ohri şehrini. 1930 yılında nüfus 30 bin iken bugün nüfus iki bine düşmüş. Bir şekilde düşmüş işte…!
Manastır‘da başka bir katliam yapılmış. Osmanlı’dan kalma bir cami bir saat kulesi bir de Askerî İdadî (1847-1934) kalmış. Saat kulesinin tepesine bir haç koymuşlar. Askerî Læisede de odalar sadece Mustafa kemal için tasarlanmış. Bari orada yetişen diğer önemli subayların isimlerine de yer verilseydi olmaz mıydı?
Selanik’te ise sadece Mustafa Kemal’in doğduğu ev var. On seneden beri devam eden bir de cami inşaatı. Osmanlı’ya ait olan eserler birer birer yıkılırken, yok edilirken Mustafa Kemal ile ilişkilendirilen binaların niçin dizayn edildiğini ve yaşatıldığını, tamir edildiğini anlamakta zorlanıyoruz. Anlayan varsa gelsin beri…
11 günün sonunda tarihi malumat heybemize bir şeyler ilave ederek ve de ibret alarak döndük Berlin’e. Bu kısa bir tanıtım yazısı idi. Bu seyahatin detaylı yazısını hazırladığımda onu da siz sevgili okuyucularımla paylaşacağım inşallah…
9 Nisan 2024 Salı
SEVGİLİ DOSTLAR BAYRAMINIZ HAYIRLARA VESİLE OLSUN 2024
Ramazan'ı uğurladık. Ramazan bizden memnun olarak ayrıldığını söyledi. Son çıkıştan el sallarken, gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu.
O kadar memnun olmuş ki; öf bile demeden, yüzümüzü dahi ekşitmeden kendisini bir ay boyunca ağırlamamızdan dolayı, seneye on gün önce gelecekmiş.
Karşılıksız fedakarlıklarda bulunmuşuz, ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmişiz, iftar sofraları kurarak insanları, dil, din, ırk ayırımı yapmadan o sofralarda buluşturmuşuz. Dünyanın değişik coğrafyalarındaki insanlar için maddi fedakalıklarda bulunmuşuz. Bütün bunlar Ramazan'ın çok hoşuna gitmiş.
Evet sevgili dostlar, dostların en güzeli, sevgili Ramazanla bir ay beraber yürüdük bu yollarda; bazen aç kaldık, bazen susuz. Elimizi attığımız zaman ulaşabileceğimiz hertürlü yiyecek ve içecekten bile sırf Ramazan rahatsız olmasın diye vazgeçtik.
Buna rağmen, onu misafir olarak ağırlamaktan yüksünmedik. Ne istediyse onu yaptık. Yeme dedi yemedik, içme dei içmedik. Ver! dedi verdik. Pes etmedik, hep verdik, alan el değil veren el olduk.
Yorgunluğumuz var elbet.
Şimdi biraz soluklanma zamanı. Muhabbet zamanı. Kucaklaşma zamanı. Coşkumuzu devam ettirme zamanı. Ramazan gitti ama yerine Bayram geliyor. Onu da layıkıyla ağırlayalım. O da mutlu olarak ayrılsın aramızdan.
Küskünlüklerimiz varsa nefis yapmayalım barışalım. Fakir fukarayı sevindirelim. Onlar da bayram yapsınlar. Büyüklerimizin ellerinden öpelim. Yanımızda değillerse telefonla görüşelim. Bayramın misafir olarak aramızda bulunacağı günlerde bir ay boyunca biriktirdiğimiz hatıralarımızı, sevincimizi onlarla paylaşalım.
Bayramınız hayırlara vesile olsun.
7 Nisan 2024 Pazar
GURBET ELLERDE KURULAN NİFTAR SOFRALARI 2024
-“Müslümanlar ile Hristiyanlar birlikte yaşamayı öğrenmelidirler”-
-“Almanya’da her geçen gün ırkçılık biraz daha yükseliyor. Geçen hafta Singin’deydim. Bugün bile acılarımız taptazedir. O günlerin tekrar yaşanmamasını istiyoruz.”
Ha-ber.com
Berlin-
Zülfikar Kam
Türk Eğitim Derneği dördüncü iftar sofrasını kurdu. Çok sayıda kadın ve erkek davetlinin katıldığı sofrada T.C. Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen de hazır bulundu. Günün hatibi Katolik Akademisi sözcüsü Dr. Katrin Visse idi.
Moderatörlüğünü doktora öğrencisi Mansur Doğan’ın yaptığı iftar sofrasında, IGMG Berlin Bölge Başkanı Hasan İstanbul, Devlet sanatçısı Metin Akyol, Op. Dr. Mustafa Başyiğit, Prof. Dr. Tahir Durmuş, iş adamlarımızdan Veli Karakaya, Mustafa Kaya, Raşit Tanrıverdi ve Gazeteci Züleyha Öztürk hazır bulundular.
Çok sayıda insanımızın sponsor olduğu iftar sofrasının ana sponsorunun Büyükelçi Ahmet Başar Şen olması misafirler tarafından alkışlarla karşılandı. Şen ayrıca Türk Eğitim Derneği bünyesinde hizmet veren Almanya'nın ilk Türk Kütüphanesine bir çay demleme makinesi ve bir de Türk kahvesi makinesi hediye etti.
Program neyzen Özlem Yıldız’ın üflediği ney eşliğinde Devlet Sanatçısı Metin Akyol’un okuduğu ilahilerle devam etti. Sanatçılar misafirlerden büyük alkış aldılar. Daha sonra Büyükelçi Şen selamlama konuşması yapmak üzere kürsüyü teşrif etti. Şen özetle şunları söyledi:
“Türk Eğitim Derneği Türk Kültürüne çok büyük hizmetlerde bulunuyor. İçinde bugün iftar sofrası kurulan bu kütüphaneyi çok önemsiyorum. Ayrıca üç ayda bir yayınlanan MOCCA dergisini çıkarıyorlar. Eğitim, kültür ve araştırma dergisi. İki dilde yayınlanıyor. Geziler, konferanslar, eğitim kampları düzenliyorlar. Başta Başkonsolosluk görevinde bulunduğum zamandan bu yana tanıdığım kıymetli Rüştü Kam Hocam olmak üzere tüm üyelerine, Türk dilini ve kültürünü yaşatmak için ve her yaştan gençlerimizin eğitimine yaptıkları bu güzel hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum.”
Büyükelçi Şen, konuşmasını Ramazan ayının kurtuluşa vesile olan bir ay olmasından söz ederek şunları söyledi: “Ramazan ayı mübarek bir aydır. Başı rahmet, ortası bereket sonu da kurtuluş olan bir aydır. Bugün de Kadir gecesidir. Bin aydan daha hayırlı olan bir gecedir. Geceniz mübarek olsun. Biz bugün burada, bu mübarek gecede, böylesine güzel bir sofranın etrafında iftar saatini beklerken; Gazze'de ve dünyanın başka bölgelerinde masum insanların yiyecek ekmek, içecek temiz su, başlarını sokacak bir dört duvar bulamadıklarını unutmayalım. Tabiki devletimiz elinden gelenin fazlasını yaparak o insanların yanında olmak için gayret sarfediyor. Gayretimiz o insanların daha fazla acı çekmemesi için acilen ateşkesin sağlanması yönündedir. Bu konuda devletimiz yapılması gereken girişimleri yapmaktadır. Gazze'deki saldırılar karşısında, dünya devletlerinin ve İslam ülkelerinin sessiz kalması insanlık ve demokrasi adına manidardır.”
Büyükelçi Şen son olarak şunları söyledi: “Avrupa’da ve Almanya’da her geçen gün aşırı sağ ve ırkçılık biraz daha yükseliyor. Geçen hafta Solingen'deydim. 31 yıl önceyi hatırlatan bir kundaklama olayı var. Failleri hala bulunamadı. O günlerin tekrar yaşanmasını istemiyoruz. Bu kundaklama olayının tüm yönleriyle açığa çıkarılmasını ve faillerinin en ağır cezalara çarptırılmalarını bekliyoruz. Almanya'da yaşayan insanımıza, hepimize bugün en çok lazım olan şey dayanışmadır. Birlik ve beraberliktir. Birbirimizi ötekileştirmenin, ayrışmanın anlamı yoktur. Almanya'da yaşayan üç buçuk milyon civarındaki Türk olarak her daim dayanışma içinde olmamız gerekir. Bu yıl Ramazan ayındaki yardımlarınızı yaparken Gazze'yi ve Türkiye’de geçen sene depremden zarar görmüş olan kardeşlerimizi de unutmayalım.”
Daha sonra ezan okundu ve kaşıklar çorba ile buluştu. Yemekten sonra Selamlama konuşması için Rüştü Kam takdim edildi. Kam Kadir Gecesi’ni esas alarak bu ayda inen Kur’an’ın özelliğinden ve öneminden bahisle şunları söyledi: “Bu gece bin aydan daha hayırlı olan bir gecedir. Kur’an bu gecede indirilmeye başlamıştır. 23 senede tamamlanmıştır. Mekke'de inen ayetlere Mekkî, Medine’de inen ayetlere Medenî denir. 6236 ayettir. 114 sureden mürekkeptir. Ayetlerin 500 kadarı muhkemdir. Diğerleri müteşabih. Muhkem ayetleri herkes anlar. “Yalan söyleme, haram yeme, zulüm yapma, … gibi. Müteşabih ayetleri ise ilimde derinleşmiş olanlar daha iyi anlarlar. Öncelikle Arapların anlaması için indirilen Kur'an tarihseldir. Kurucu ümmet tarafından evrenselleştirilmiştir. Kıyamete kadar tecdid edilerek evrenselleştirmeye devam edilecektir. Kur’an sadece okumak için değil anlaşılmak için indirilmiştir. Her millet Kur’an’ı kendi dilinde yazılan meallerden okuyarak anlamaya çalışmalıdır. Eğer Kur’an anlaşılmış olsaydı. Bugün Müslümanların başına gelmekte olanlar ile karşılaşılmazdı.”
Moderatör son olarak Katolik Akademisi sözcüsü Dr. Katrin Visse’yi kürsüye davet etti. Katrin Visse’nin konusu, Gelenek ve Tecdid olarak ilan edildi. Yani, Hristiyanlıkta neyin değiştirilebileceği ya da neyin değiştirilmesi gerektiği sorusuyla Hristiyanların nasıl başa çıkmaya çalıştıkları…
Dr. Katrin Visse Müslümanların ve Hristiyanların ortak sorunu olan yenilenme çabalarından bahsetti ve Hristiyanlık perspektifinden konuya yaklaştı. Özetle şunları söyledi:
“Değişim için yapılan tartışmaların temelinde değişime ne kadar izin verilmesi gerektiği sorusu yer alır. Çünkü geçmişte söylenen dini söylem ve öğretiler hiç değişmezse dinin içi boş kalabilir, söylenenlerin çoğunluğu değişirse de bir belirsizlik hali hâkim olur. Bugün Hristiyanlar bir ikilem ile karşı karşıyadırlar: Hem kendilerinden öncekilerin görüşlerine güvenmelidirler hem de onların temelinde de beşer olduklarını ve hatalar işleyebileceklerini hatırlamalıdırlar. Bu bağlamda bir toplumun değişime ne kadar katlanabileceği sorusunu kendilerine sormaları gerekir. Her iki tarafın da amacı aralarındaki görüş farklılıklarına rağmen birlikte ibadet edebilmeleri ve azami ölçüde topluma faydalarının dokunabilmesi olmasıdır. Müslümanlar ile Hristiyanlar birlikte yaşamayı öğrenmelidirler.
Müslümanlar ve Hristiyanlar değişime ne kadar önem veriyorlar?
Bir başka soru da şudur; toplum değişimin ne kadarını kaldırabilir?
Hem Müslümanlar ve hem de Hristiyanlar, değişime ne kadar müsade ediyorlar? Değişim yapılmadan önce bu soruların cevabı mutlaka verilmelidir. Bu çıkmazdan kurtulabilmek için Katolikler 3 yöntem geliştirdiler:
a. Fikirler yeni öğretiler olarak tanıtılmayacak. Onun yerine var olanlar yeni şekilde ifade edilecek.
b. Soğan örneği kullanılarak bir hakikatler hiyerarşisi kurulacak. Buna göre ilk öğretiler soğanın merkezinde yer alıp, sonradan eklenenler sırasıyla soğanın dış kabuklarını temsil edecek.
c. İman sezgisi geliştirilecek. Yani inananlar, çevrelerinin müdahalesi olmadan da hakikati Tanrı’nın onların yanında olduğu bilinci ile içlerinde hissedebilecek.”
Dinin bir paket gibi gelecek kuşaklara aktarılamayacağını açıklayan Dr. Katrin Visse son olarak şunları söyledi: “Yeni fikirler yani tecdid, toplumun inşası ve iyileştirilmesi için bir fırsat ve hatta Tanrı'nın bir lütfu olarak sunulmalı ve algılanmalıdır.”
Sorulara verilen cevaplardan sonra, Büyükelçi Şen ve Katrin Visse’ye dernek yönetimi tarafından hazırlanan hediyeleri verildi ve toplu çekilen hatıra fotoğrafından sonra iftar sofrası kaldırıldı. zk
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)