10 Haziran 2014 Salı

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VI)


-Sulara gömülmüş tarihin küflü kokusu-




Şanlıurfa’ya doğru yol almaya başladık. Yollar oldukça güzel yapılmış. Fıstık bahçeleri, zeytin bahçeleri, üzüm bağları selamlıyor bizleri. Muhabbet güzel. Akşam sıra gecelerini konuşuyor arkadaşlar. Emin mikrofonu her eline aldığında Antep’in hamamlarını söylüyordu Antep’ten önce, Antept’en sonar da aynı türküyü söyhleyince tad vermemeye başladı. 
Bu yolculukta; “Urfa’nın Etrafı Dumanlı Dağlar/ Ciğerim Yanıyor Aney Gözlerim Ağlar/ Benim Zalim Derdim Cihanı Dağlar/ Gezme Ceylan Bu Dağlarda Seni Avlarlar/ Anandan Babandan Yardan Ayrı Koyarlar” söylenmeli değil miydi?

Baktım Emin’den iş çıkmayacak, ben aldım mikrofonu peygamberler diyarına yaklaşırken. ‘Ben bir Yakup idim kendi halimde’…ilahisinden sonra, ‘Şehitlerin Serçeşmesi’ni söyledim. Arkasından ‘Medineye varabilsem/ Mübarek ravzasın görsem/ Eşiğine yüzüm sürsem/ Sürsem ağlayu ağlayu’ ilahisini de Tevhid’e bağladım. Hüzün kapladı otobüsü, gözler nemlendi. Dedim “Alkış yok mu?” ‘Hocam bizde alkışlayacak hal mi bıraktın’ dediler, ben de zaten öylesine sormuştum. Bir de dua yaparak mikrofonu teslim ettim Emin’e. O da hüzünlenmişti besbelli, mikrofonu aldığı gibi koyuverdi yerine. 

Fıstık bahçeleri



Yolun sağı da fıstık bahçesi, solu da. Öyle geçip gitmek olmazdı. Fıstık bahçelerini yakından görmek lazım. Otobüsü durdurduk. Fıstık ağaçlarının arasında yürüdük ve fotoğraflar çekildik. Ben ilk defa fıstık ağacını bu kadar yakından gördüm ve dokundum, meyvesi olgunlaşmamış daha, taze taze tadına bakamadık. Mevlam ne nimetler vermiş, şükretmek lazım. Hedefimizde Halfeti var. Karagül’ün anavatanı Halfeti. 



Halfeti

Meyveleriyle sebzeleriyle, Karagül’üyle, Şamut balığıyla, Rumkalesi’yle, dünya harikası manzarasıyla, geçmiş medeniyetlerin kendilerini ispatlamak için yarış yaptığı sanat eserleriyle, tam bir dünya cenneti Halfeti. Şanlıurfa’ya bağlı. Fırat Nehri’nin kenarına kurulmuş bir yerleşim bölgesi. İlk defa Romalılar tarafından, Fırat Nehri’nin doğu yakasında, ‘Ekamia’ adıyla kurulmuş. Çok eski zamanlardan beri yaşam devam ediyor Halfeti’de. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılmış. Cumhuriyet’ten sonra 1954’te ilçe yapılmış.


Halfeti’nin adını duyan, nerede olduğunu bilen, tarihe olan tanıklığını hatırlayan olmamış, taa 2000’lere kadar. Birecik Barajı inşaatı başlayınca 1996’da, Halfeti gazetelerde, TV’lerde gündeme gelmeye başlamış. 
Neden baraj yapılıncaya kadar kimse hatırlamadı Halfeti’yi de, barajla birlikte birden bire gündeme oturuverdi? Manidar değil mi?  Sanatçılar tarafından gündeme getirilmesi daha da manidar. Yapımcılar o güne kadar görmemişler, duymamışlar Halfeti’yi. Turizm şirketlerinin haberi bile yok Halfeti’den. Aman ne âlâ(!) 
Eline borusunu alan çıkmış yola “Baraj istemezük!” diye. Herkes Medeniyet aşığı kesilivermiş birden bire. Timsahın gözyaşları. Siyasi yaklaşım bu olsa gerek.

İki Halfeti var. Yeni Halfeti ve eski Halfeti. Yenisi tepede, çorak, yeşili bile olmayan bir tepeye kurulmuş. Eski Halfeti Fırat’ın kenarında. Nice medeniyetlere şahitlik etmiş bir yerleşim merkezi. Eski Halfeti’ye yeni Halfeti’nin içinden geçerek gidiyorsunuz. Devlet biraz uzağına konutlar yapmış yeni Halfetililer için, ama kimse oraya gitmemiş. Bomboş duruyor o güzelim konutlar. Bu tavır da siyasi olsa gerek. 
Birecik Barajı, Meşhur Zeugma'yı da sular altında bırakmış ve  Halfeti'nin de içinde yer aldığı vadi tamamen sular altında kalmış. Elektrik direkleri, yüksek binalar ve minareler suyun altından, nefes almak için boyunlarını uzatmışlar suyun üstüne doğru, besbelli onlar da yaşamlarını sonlandırmak istemiyorlar. Manzara acıklı. 



Fırat çok canlar almış, çok canlar yakmış bir nehir. Nice anaları evlatsız, nice evlatları anasız-babasız bırakmış. Yetmemiş ona aldığı bunca canlar. Şimdi de yıllarca birlikte yanyana olduğu, içiçe olduğu, kol kola gezdiği, omuzuna yaslandığı can dostlarını başlamış almaya birer birer.  Biraz dikkat kesilirseniz sevgilisini kaybedenlerin attıkları zılgıt seslerini duyar gibi oluyorsunuz. Fırat türküsü eşliğinde atılıyor bu zılgıtlar:
”Ahbapların gelmiş ağıtlar yakar/Ölem ölem Derdo ölem ağıtlar yakar/ Söyletmeyin beni anam yaram derindir/Ölem ölem yaram derindir nasıl gülem”

Eski- püskü, kırık-dökük bir tekne ile çıktık Fırat’ın üzerine. Hedefimizde Rumkale ve Savaşanlar Köyü var. Çalgıcılar de çıktı bizimle birlikte tekneye. İtiraz ettik ‘Bunların ne işi var burada?’ diye. ‘Urfa Türküleri çalacaklar ve söyleyecekler.’ dedi Emin. Tekne yol almaya başlayınca onlar da çalmaya başladılar. Arkadaşlar da eşlik ettiler oyunlarıyla. O güzellikleri ve orada kurulan o medeniyetleri hayal etme yerine oyun havası çalmak ve oynamak neyin nesiydi şimdi? 

İmran birkaç kez denedi, anlatmak istiyordu Fırat kenarında kurulan medeniyetleri. Bir türlü dinletemedi oyun meraklılarına. Belki de akşam gideceğimiz sıra gecesinin provasını yapıyorlardı arkadaşlar. Baktı ki olmayacak İmran da başladı halay çekmeye. 
Eğer çalgıcılar olmasaydı, rehberimizin kısmen anlatabildiği  tarihi değerler hakkında daha çok bilgiler elde edebilecektik.


Emine hanımın çığlığıyla sessizlik çöktü birden bire tekneye. Oturduğu kanepe kırılmıştı. Neredeyse düşecekti. Bir anda hepimiz panikledik. 
Sordum Emin kardeşime, “Bu teknenin sağlam olanı yokmuydu?” diye. Tekne sahibinin kendisini kandırdığını söyledi ve defalarca özür diledi. Üzerinde durmadık. Çok saygılı bir kardeşimiz Emin. Onu kırmak bize yakışmazdı. Yanımızdan geçen lüks tekneleri görünce de komplekse kapılmadık değil hani.


Aslında hüzün nehri Fırat. Oysa bizler, saz heyetinin çaldığı oyun havalarıyla oynamayı coşmayı yeğledik. Böylesine güneşli bir havada Berlin’den 3 bin km. uzakta Fırat’ın sularında yüzüyosunuz. Hayal bile edilemeyen bir gerçek var ortada. Arkadaşlara da haksızlık etmemek lazım. Nice canları alıp götüren, yutan katil Fırat, bizim hayal dünyamızdaki o hüzünlü havayı da yutuvermişti birden. 

‘İşte Rumkale karşımızda duruyor’ dedi İmran. Manzara muhteşem. Ve başladı anlatmaya: “Kalenin, MÖ 840 yılında Hititler tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. M.Ö 855 de Asurluların eline geçmiş, sonra Yunanlıların daha sonra Süryanilerin, Arapların, Perslerin, Mısırlıların, Sasanilerin, Emevilerin, Abbasiler ve 1146’da Romalıların, sonra  Osmanlıların ve şimdi de Fırat’ın elinde.” 

Rumkale'yi gizemli ve ilginç yapan şeylerin başında, İsa'nın 12 havarisinden biri olan Johannes'in İncil'i buradaki bir mağarada yazmış ve çoğaltmış olmasıdır. Aziz olarak tanınan, son patrik Aziz Nerses’in de Rumkale’de, adına yapılmış bir  kilisesi ve mezarı var. Bu kilise daha sonra camiye çevrilerek kullanılmaya devam edilmiş. 
En önemli kalıntılardan biri de, kaleden spiral bir merdivenle Fırat Nehri seviyesine kadar inilerek suya ulaşılan kuyudur. Yukarıdan bakmakla bile başınızın döneceği bu kuyu, binlerce yıl Rumkale'nin içecek suyunun temini için kullanılmış.
Nergis çiçeği de adını bu kuyuda yaşanan bir hadiseden almış. Efsane şöyleymiş:“Kralın Nergis adında çok yakışıklı bir oğlu varmış ve bu oğul kuyudaki suda kendine bakmayı çok severmiş. Günün birinde yine suyun aksinde kendini izlerken biraz fazla eğilip kuyuya düşmüş ve Fırat’ın sularına karışmış gitmiş. Sonra, onun boğulduğu yerde çok güzel bir çiçek açmış. İşte o çiçeğin adını Nergis koymuşlar. Bizim Nergis, işte o Nergis’miş.  

Kale ile ilgili bir başka efsane de şöyle: Gel zaman git zaman, günlerden bir gün, Rumkale kralının kızı yöre halkından fakir bir çobana âşık olmuş. Babasından istemiş kızını, ama her defasında reddedilmiş. ‘Davul bile dengi dengine’ denilmiş. Gönül bu, ferman dinler mi? Sonunda 2 âşık birlikte kaçmışlar, kral peşlerine salmış askerlerini. Onları, işte bu mağarada kıstırmışlar, fakat ne yaptılarsa mağaraya girememişler. Çoban ve müstakbel eşi öyle savaşmışlar ki, mağaraya sokmamışlar askerleri. 
Bakmışlar olmuyor, emir vermiş kral. Mağaranın önünde büyük bir ateş yaktırmış, ateş sönüp de içeri girdiklerinde 2 sevgilinin birbirine sarılmış halde ölü bedenleriyle karşılaşmışlar. İşte bu acıklı hikâye dilden dile aktarılmış gelmiş yıllardır.”

Restorasyon çalışmaları olduğu için, kaleye çıkamadık.


Halfeti’de neler yok ki; Şabut balığı var mesela. Sadece Fırat Nehri’nde çıkan bir balık bu. Haşhaş kebabı da varmış Halfeti’nin. 
Karagül’ünü unutmamak lazımmış. O da sadece Halfeti’de yetişen bir gülmüş. Adı gibi kendisi de karaymış. Tabi biz yiyemedik bu Şabut balığını ve haşhaş kebabını. Karagül’ü de göremedik. ‘Mevsimi değil’ dediler. Neşide olmasaydı Halfeti mutfağının tadına da bakamadan ayrılacaktık Halfeti’den. Halfeti’nin damak tadı benim için, sadece Neşide’nin ikram ettiği gözlemeden ibaret kaldı.

Rumkale’ye yaptığımız yolculuktan sonra, ikinci durağımız, tamamı sular altında kalan Savaşanlar Köyü oldu. Yarıya kadar suyun içinde kalan minareyi seyrediyoruz içimiz burkularak. Yaklaştıkça daha büyük bir hüzün sarıyor benliğimizi... yaşanmış bir tarihin, anıların sonu gelmiş ve biz o sondayız… sokaklarında insanların olmadığı, çocukların koşuşturmadığı, kahvesinden tavla seslerinin çınlamadığı, boynu bükük üzgün ve gözü yaşlı bir köy Savaşanlar Köyü…
Köyün önüne kadar gelip duruyor bizim o eski teknenin kaptanı. Yavaş yavaş sessizliğin içinde ilerliyoruz motor sesinin azalmasından sonra. 1150 sene ayakta kal sen. Tanıklık et tarihe, 1151‘nci senede birileri gelsin ve bir baraj yapsın, gömüversin seni suyun altına… Sulara gömülmüş tarihin küflü kokusu duyuluyor adeta o evlerin çatlamış duvarlarının arasından. Ne demeli bu işe bilemedim. Umarım atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiştir.


Minareyi seyrediyoruz uzun uzun Savaşanlar Köyü’nde. Tarihe bir not da biz düşelim diye, bol bol fotograf çekiliyoruz, Savaşanlar Köyü’nün oradaki varlığına şahitlik eden, işaret parmağı gibi gökyüzüne doğru uzanan o yalnız, kimsesiz, yetim bırakılmış minarenin önünde. İnsan böyle bir manzara karşısında ne hisseder ki... 

Allak bullak olduk. Bizim burukluğumuz, tarihe olan düşkünlüğümüzdendir. Minarenin hüznündendir. Zamanında yapması gerekenleri yapmayıp da, bugün niçin yaygara kopardıkları bile belli olmayan sanatçıların yaygaralarıyla, biz sade vatandaşların feryadını aynı kefeye koymamak lazımdır.

Kaya kilisesi var karşıda diyor İmran ve kilisenin yerini işaret ediyor parmağıyla, gözlerimizi oraya bile çevirmeden ‘Boşver İmran diyoruz, boşver’... Kaptırmışız kendimizi yakın tarihin küllenmeye başlamış tozlu sahifelerindeki terkedilmişliğe, ayrılmak istemiyoruz bu rüyadan… Duygularımızın arasındaki boşlukları doldurmaya çalışıyoruz.

Ve Savaşanlar köyünü Fırat’ın sularıyla başbaşa bırakıp dönüyoruz Halfeti‘ye. Halfeti’ye vardığımızda, Rumkale’nin ihtişamı, Savaşanlar Köyü’nün terkedilmişliği, Fırat’ın azgın sularına boyun eğen medeniyetler tamamlıyor bu melankoliyi.


Birinci katı suların içinde kalmış olan Halfeti’deki tarihi cami, bir daha bizi göremeyeceğini bildiği için olacak, göz yaşları içinde vedalaştı bizimle: “Ziyaretinizle beni memnun ettiniz, belki bir daha görüşmek nasip olmaz, uğurlar ola, yolunuz açık olsun…”

Son virajı dönmeden bir daha bakıyoruz Halfeti’ye yukarıdan. Karagül’ünün yapraklarına, nostaljik taş konaklarına, terkedilmiş evlerine, Şabut Balığı’na, haşhaş kebabına, Rumkale’ye, Nergis’e, Çoban’a ve Kralın kızına, Savaşanlar Köyü’ndeki minareye, o haliyle bile bizi Fırat’a teslim etmeyen eski tekneye, spiral merdivenlere ve Fırat’ın yeşil mavi sularına hoşçakal diyoruz sessizce. 

Harran evleri, diğer tarihi evlere göre daha farklı bir mimariye sahip.


Ben, Harran evlerini görünce ve etrafındaki harabelerin neler olduğunu öğrenince rehberimiz sevgili İmran’dan, dertleniyorum. Sinirlerim tepeme çıktı derler ya, gerçekten tepeme çıkıyor. Derdimi arkadaşlarımla paylaşıyorum. İslâm Medeniyeti‘ni yok sayanlara ve  bize  Müslüman ilim adamlarını ve onların ilme katkılarını, medeniyetlerin oluşmasındaki gayretlerini  unutturanlara sayıp döküyorum. ‘Bu ne aymazlık böyle! Aklı başında olan insan geçmişini tarihe gömer mi? Bu ihanetler affedilemez, biri gelir hesap sorar elbet birgün. Keser döner sap döner, birgün gelir hesap döner demişler.’ 

Bahçe kapısından içeriye girdik, ev sahipleri karşıladı bizi Harranevlerinde. Bahçesi şark usulü döşenmiş. Üzerinde gölgelik var. Oturduk. Delikanlı kahve getirdi bana. Adına Mırra diyorlar bu kahvenin. İmbiğe konuluyor ve kulpsuz fincanla servis ediliyor. Bir imbik kahve sekiz saatte ancak kıvamına gelirmiş. Zahmetli bir içecekmiş yani. 
Mırrayı içince Fincanı elinizle kapatmazsanız ve de yere koyarsanız Mırra ikram eden kişi devamlı doldurururmuş. Tecrübe ile sabit. Böyle bir hatayı yaparsanız bakın başınıza neler gelirmiş neler: Mırra içtiğiniz o Fincanı altınla doldurmalıymışsınız veya kahveyi servis edenle evlenmeliymişsiniz veya onun çeyizini düzmeliymişsiniz. Bu durumda en iyisi Mırra’yı içmemek herhalde.


Konuklara Mırra sunmanın da özel şartları varmış. Öyle herkes Mırra servisi yapamazmış. Daha önce hiç Mırra sunmamış bir ailenin çocuğu gün gelir de Mırra sunmak isterse; usülüne uygun olarak komşu yörenin ileri gelenlerini evine davet etmek zorundaymış. Bu davet Mırra sunmak için destur (izin) alma davetiymiş. Büyük bir yemek şöleniyle kutlanırmış bu destur. 

Hoşuma gitti Mırra, bir daha istedim derken bir daha bir daha, herkes bana bakıyor. İmran uyardı; „Hocam sonra Mırra fena çarpar“ dedi. Önce anlamadım ne demek istediğini. Ağır gelir anlamında dedi herhalde diye düşündüm. Mırra hakkında İmran’ın yolda anlattığı hikâyeyi çoktan unutmuşum bile.
Mırra, ağa içeceğiymiş. Aslında herkese Mırra ikram edilmezmiş. Beni ağa yerine koymuşlar, sanırım bu Emin‘in tezgâhladığı bir iş olmalı. 
Üçüncü Mırra’dan sonra anladım olayı. Mırra ikram eden delikanlıyı evlendirmedim ama, bahşişini verdim. Ağaya yakıştı mı yoksa yakışmadı mı verdiğim bahşiş onu bilemedim. Sanırım yakışmadı. 10 Euro vermiştim çünkü.

“Bizim bahçesinde oturduğumuz bu ev, Kubbeli ev geleneğini günümüze kadar devam ettirmiş nadir yapılardan biridir. Evler, yazın serin ve kışın sıcak olur. Bu tarihi evler, ancak 1979 yılında sit alanı olarak ilan edilip koruma altına alınabildi nihayet. Bu tür yapılar MÖ.6000 yıllarına kadar tarihlendirilmekteymiş. 
Kubbeli evler ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve altılı gruplar halinde yapılıyor. Bunlar içeriden kemerlerle birbirlerine bağlanıyor ve böylece geniş mekânlar elde ediliyor. Bu kubbelerin bir özelliği de üzerlerinin açık bırakılmış olmasıdır. Bu açıklık içerideki dumanın dışarıya çıkmasını sağladığı gibi aynı zamanda da iç mekânın aydınlanmasını sağlar.”  Bu bilgileri ev sahibini oğlu verdi bize.


Ben ev sahibinin buraya gelen ziyaretçilerden oldukça yüksek kazançlar elde ettiğine inanıyorum. 
Bu durumda ev sahibi görevini hakkıyla yapmıyor demektir. Temizlik açısından ve evlerin dekorasyonu açısından bu böyle. Tarihi değeri olan yataklar, karyolalar açıkta duruyor dışarda. Sıcak da üzerinden geçiyor kar da yağmur da. Çok kısa zamanda çürüyüp yok olup gidecekler.  Fotoğraf çekilmek için giyilen yöresel giysilerde de ter kokusu var. Hergün yıkanmalı. Madem oradan ekmek parası kazanılıyor, o ölçüde de duyarlılık gösterilmeli o tarihi eşyalara. Yolları düşerse eğer, İmran ve Emin kardeşlerimin bir daha Harranevleri’ne, benim bu emanetimi/uyarılarımı sahibine teslim ederler inşallah. 

İlk Üniversite 

Yerel kıyafetlerle fotograflar çekildikten sonra İmran aldı sözü: „Dünyanın ilk üniversitesi Harran’da kurulmuştur ve Harran bilgi üretim merkezidir. Eserleri Latince’ye ilk çevrilen, dünya ve ay arasındaki mesafeyi ilk ölçen Müslüman bilgin El-Battani’dir ve  burada yetişmiştir. Batılılar O’na Albategnus (el-Battânî) adını vermişler. 
Harran’lı bir diğer bilgin de modern kimyanın kurucusu sayılan Câbir bin Hayyan’dır. Sabit bin Kurra ise Harran’ın yetiştirdiği önemli bir başka bilgindir, birçok eski Yunan klasiği ve bilimsel eseri Arapçaya tercüme etmiştir . Böylece Harran; Yunanca ve Süryanice’den Arapça’ya yapılan tercümelerin merkezi durumundadır.


Felsefe, mantık, astronomi, geometri, hukuk ve tıp, Harran bilginlerinin vâkıf olduğu ve geliştirdiği temel ilimlerdir. Bugün bu bilgi şehrinin yansımaları var ucu bucağı görünmeyen Harran Ovası’nda. 
Antik kültürün temsilcileri Sabiiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar Harran‘da büyük bir uyum içerisinde birlikte yaşamışlar yıllarca, buradaki okullardan dünyaca ünlü âlimler yetişmiş.
Emevi hükümdarı 2. Mervan, Harran' ı devletin başkenti yapmış. Harran başkent olunca(744-750) buradaki bilimsel çalışmalar daha da bir hız kazanmış.
Tarihi geçmişi İslam öncesine dayanan dünyaca ünlü “Harran Üniversitesi” Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında daha da gelişmiş, hız kesmemiş. 

Ne yazık ki, Harran 1260 yılında Moğol istilasından nasibini de almış. Harran Camii’ni, surlarını, kalesini, üniversitesini  yakıp yıkarak kenti tahrip eder Moğollar. Bundan sonra Osmanlı döneminde dahi Harran eski parlak günlerine bir daha geri dönemez. Bugün bile coğrafyamızda Harran, unutulmuş bir noktadır.”

Sanatçılara, film yapımcılarına, roman yazarlarına, üniversitelere, kanaat önderlerine sesleniyorum buradan: Ağa filmlerine, kan davası filmlerine, töre cinayetlerine, gezi olaylarına biraz ara verin de bu kaybolan değerleri çıkartın yeryüzüne ve biz de sizleri alkışlayalım, sizlerle beraber yürüyelim o yollarda. 

Bir zamanlar güzelliği ve özgün mimarisiyle dillere destan olan Harran; her ne kadar günümüzde harabe görünümünde ise de, dünyanın ilk şehirlerinin, ilk mâbetlerinin ilk üniversitelerinin inşa edildiği ve tarımcılığın ilk başladığı önemli bir bölge olarak, saygınlığını bütün bu hoyratlıklara rağmen devam ettirmektedir. 

Verimli topraklarının altı üstünden daha zengin Harran’ın. Bu kadim kentte, görkem asırlar öncesine uzanıyor. Tarih Mezopotamya’da; Harran Ovası’nda başlamış ve yazılmış. Mezopotamya’nın bilge âlimlerini yetiştiren ve insanlığa armağan eden bu topraklar; dünyadaki yüzlerce nokta, bilgisizliğin karanlığında yollarını ararken, insanlığı aydınlatan bir bilgi feneri olmuş. Biz, o Harran bilginlerinin önünde hürmetle eğiliyoruz.

Devam edecek


Rüştü Kam

29 Mayıs 2014 Perşembe

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (V)


İbret almak lazım. Bilhassa Güneydoğu’da oynanan oyunların farkında olmak lazım. Düşman aynı düşman, o gün işgal edilen ve bugün işgal edilmek istenen topraklar aynı topraklar. Sadece figüranlar değişik. 

Eski Antep

Eski Antep’e gidiyoruz. Rehberimiz Selçuk  anlatıyor Eski Antep’i. Mustafa Kemal Antep nüfusuna kayıtlıymış. Antep’i ziyaret ettiğinde kaldığı ev müze haline getirilmiş. Bugünkü adı Anı Evi. Antep sırf bu yüzden ziyaretçi akınına uğruyormuş.  
O daracık sokaklar restore edilmi, sağlı sollu kahveler, hediyelik eşya satan dükkânlar var. Kapıları açık o evlerin. Bahçelerinde çiçekler var, görüyorsunuz dışarıdan. Besbelli ki, içerisi tarihi motiflere uygun bir şekilde dizayn edilmiş. Bu tip evleri Endülüste de görmüştük. Taş döşemelerin üzerinden yokuşu tırmanırken sanki zaman tünelinde gibi hissediyorsunuz kendinizi. 
Derken Selçuk’un sesi geliyor kulaklarımıza. Eliyle işaret ederek, bu konak “Karagül Dizisi”nin çekildiği konaktır. Diziyi izleyenler yaaa  gerçek mi? Şeklinde hayranlıklarını izhar ederek telaşlanıyorlar ve hemen hemen herkes bir anda deklanşöre basıyor. Sanki konak kaçıyormuş gibi. Karagül ilk baharda ve son baharda Halfeti’de yetişirmiş ve ömrü çok kısa olurmuş. Adı gibi siyah renkli bir gül.



Siyah renkli bir gülü dalında göreniniz var mıdır bilemiyorum. Ben kendi adıma söyleyeyim, görmedim. “Urfa’nın Halfeti ilçesinin Kara Gülü” diye adlandırılan bu gül, Mezopotamya Sümbülü, Güllerin Efendisi, Arap Gelini ve Arap Güzeli diye de adlandırılırmış. Kara Gül’ü görmek isterseniz eğer, sizin ona gitmeniz gerekir. Kara Gül size gelmez, çünkü o güllerin efendisidir.



Biraz ötede hemen sağda “Anı Evi” var. Evi rehberimiz değil, müze görevlisi bir hanım kız tanıttı. Mustafa Kemal Antep nüfusuna kayıtlıymış. Nüfus cüzdanının bilgileri duvara resmedilmiş. İki katlı bir ev burası. Daracık merdiveninden çıkılıyor üst kata. Orada bir karyola var. Mustafa Kemal o karyolada yatmış. Ancak yatılan ev konusunda şüpheler varmış, başka bir ev de olabilirmiş kaldığı ev Mustafa Kemal’in. O karyolayı bir Antepli getirmiş, Mustafa Kemal’in yattığı karyola bu demiş ve anı evine hadiye etmiş.  Ben soruyorum o görevli hanım kıza; ” Mustafa Kemal gerçekten bu karyolada yattıysa,  bunu da bir Antepli getirdiyse, o zaman yattığı ev de bellidir, niçin hangi evde kaldığı belli değil deniliyor? Cevap, “Bilmiyorum’.





Antep Evleri

Gaziantep'in eski evleri kendilerine özgü bir mimariye sahipler. Rehber Selçuk’un anlattığına göre;  yumuşak kalkerli taşlardan inşa edilen bu evler, kentin eski semtlerinde bulunuyorlar. Antep evleri, genelde bir ya da iki katlı, üç katlı olanlara da rastlanırmış. Kalın duvarlı olan bu evlerde zemin katların altında kayaların içine oyulmuş mahzenler bulunuyormuş. Mahzenlerde pekmez ve zeytinyağı gibi yiyecekleri depolamak için özel bölümler bulunurmuş.



Büyük dış kapıdan eve girildiğinde ilk olarak "hayat" denilen geniş bahçeli alan görülüyor. Hayatın değişik yerlerinde farklı amaçlar için kullanılan odalar yer alıyor. Sokak yerine avluya açılan evlerin pencerelerinin üzerinde ''kuş tağası'' denilen küçük pencereler de bulunuyor. Evin havalandırılmasında kullanılan bu pencerelerden odaların aydınlatılmasında da yararlanılıyormuş. Anı Evi de bu evlerden biri. 

Yuvarlama

Karnımız acıktı. ‘Öğle yemeğini  yemeyeceğiz’ diye aldığımız bir karar da var. ‘Bari birer çorba içelim’ denildi. Yuvarlama adı verilen bir çorbası varmış Antep’in. Sadece bayramlarda ikram için pişirilirmiş. Zahmetli bir çorbaymış, tavsiye edildi. Gittik tavsiye edilen o yere. Bilye gibi oldukça küçük küçük yuvarlamışlar hazırlanan harcı. “Makinede mi yoksa elde mi hazırlanıyor yuvarlamalar?”  diye sordum; “Elde hazırlanıyor” dediler ama, ben  inanmadım; çünkü hepsi aynı büyüklükteydi. Malzemesi, pirinç, nohut, yoğurt  ve et. Bol baharatlı bir çorba.  Oldukça lezzetli, tavsiye edilir. 





Gördüğümüz kadarıyla, Gaziantep düzenli bir şehir. Caddeleri geniş,  Türkiye standartlarına göre temiz. İnsanları bakımlı. Sokakta, çarşıda gördüğümüz insanların yüzü gülüyor. İlk bakışta zengin bir şehir olduğunu fark edebiliyorsunuz. 

Gaziantep Kalesi



Kente hâkim bir konumda Antep kalesi. Kale çevresinde, bir hendek bulunmaktaymış ve buradan kaleye geçiş köprü ile sağlanırmış. Bir sene önce bu kale köprüsü yıkılmış, hâlâ tamiri yapılamadığı için kale içine giriş yapamadık. Sadece dışardan görmekle yetindik. Kale içinde 13. yüzyıla ait bir hamam ve mescit mevcutmuş. 
Gaziantep kalesi, M.S. VI. yy' da, Bizans imparatoru Jüstinianus tarafından yapılmış. Kale, Bizanslılardan sonra sırasıyla, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Moğollar, Dulkadiroğulları, Memlukler ve Osmanlılar'a da ev sahipliği yapmış.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında tamir edilmiş. Kale bedenleri üzerinde 12 adet kule yer almakta olup, dördü değişik padişah ve emirler tarafından yaptırılmış. 17. yüzyılda Evliya Çelebi kalede cami, hamam ve Gazali’nin makamı olduğundan bahsetmiş.

Naib Hamamı



Kaç sefer önünden geçtik, fotoğraf bile çekildik önünde. Ancak hamama girip terlemek nasip olmadı bize. Akşam gelmek üzere sözleştik bazı arkadaşlarla. Otele gelip yemekleri yiyince kimsenin hamama gitme keyfi kalmadı. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Naib Hamamı’nın  1640 yılında yapılmış olduğunu kaydetmiş.  Osmanlı hamam geleneğini günümüze kadar taşıyan önemli bir yapı Naib Hamamı.  
Naib Hamamı bir yandan adıyla tarihe tanıklık etmeye devam ederken, diğer yandan Gaziantep hamam kültürünü canlı tutarak, yerli ve yabancı turistlere bu kültürü tanıtmaktadır. Ayrıca hamamın çevresi güzel bir şekilde bahçe düzenlemesi yapılarak açılmış, böylece tarihsel güzelliğin ve inceliğin ortaya çıkması sağlanmış. 

Tarihi eserlere sahip çıkarak geçmişle aramızda samimiyet köprüleri oluşturan belediye yetkililerine minnettarız. Şükranlarımızı sunuyoruz.

Orhun Yazıtları



Orhun Yazıtları, Göktürk İmparatorluğu'nun ünlü hükümdarı Bilge Kağan devrinden kalma altı adet yazılı dikilitaştan ibaret. Antep Kalesi’nin eteklerine dikilmiş bu sembolik anıtlar. Anıtların anayurdu değil Antep. Anayurt Moğolistan. Bunlar oradakilerin birebir kopyalarıymış.  Geçmişin unutulmaması ve canlı tutulması için yapılan anlamlı bir çalışma. 
Yazıtlar Türk dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, töresi hakkında önemli bilgiler vermekteler. Türk ve Türkçe adı, ilk kez Doğu Göktürkler dönemine ait bu yazıtlarda geçmekte.

Bedestenler



Osmanlı'da, kumaş, mücevher ve kıymetli eşyaların alım satımının yapıldığı, eşit büyüklükte kubbelerle örtülü, bir çeşit kapalı çarşı olan bu yapılar, Osmanlı devrinde, günümüzdeki banka ve borsaların görevini görürmüş. Yani bugünkü Alışveriş Merkezleri(AVM).



Bedestenler, her sabah duacı başı denilen bölükbaşlarından biri tarafından açılır, akşamları da gene törenle kapanırmış. Bedestenlerde alış veriş yapan esnafa, tacir anlamında da kullanılan hacegân denilirmiş. 
Gaziantep'te değişik dönemlerde altı bedesten yapılmış. Bunlardan yalnızca Zincirli Bedesten ve Kemikli Bedesten, günümüze kadar ulaşabilmiş.



Zincirli Bedesten, dolaşmaktan çok keyif alacağınız bir çarşı. Esnaf, son derece samimi ve misafirperver. 

Baharatçılardan, tespihçilere rengârenk birçok dükkân var bedestenlerde. Tamamen el işi olarak işlenmiş bakırlar var. Hanımlar hemen başladılar alışveriş yapmaya. Zaman kısıtlı, çarşı oldukça büyük ve çeşidi çok.


Ben Hüseyin’e, “Gel biz çıkalım dışarıya birşeyler içeriz, hanımlar yapsın alışverişlerini” dedim. Hüseyin kaşla göz arasında yanımdan kayboldu. Oysa Hüseyin alışverişi sevmeyen biridir. Sebebini bilemedim bu ani ayrılışın ve alışveriş sevdasının. Bir süre sonra hışımla çıktı dükkandan, arkasından da Zeynep hanım. Zeynep hanım da öfkeli görünüyor ama ses çıkarmıyor. Sonradan öğrendiğime göre, alacağı bakır kahve takımını almamış, bırakmış orada. Gözü kaldığı belli. Sessiz kalmanın bu durumlarda her zaman ortalığın yatışmasında rolü büyüktür. Ben de öyle yaptım.



Menengiç(Menengeç) Kahvesi

Gaziantep‘e gelip de Menengeç kahvesi içmemek olmazdı. “Menengeç kahvesi en iyi nerede yapılıyor?” diye sorduk rehberlerimize, Tahmis’i tavsiye ettiler. Şark köşesi dediğimiz tarzda döşenmiş. Oturduk ve Menengeç kahvemizi zevkle içtik. O kadar yolu gelmemize değdi doğrusu. Değişik bir tad. Hanımlardan da tam not aldı menengeç kahvesi. Tahmis’ten ayrılırken yanımıza birer kutu menengeç kahvesi almayı da ihmal etmedik.
Ali Aksoy elinde iki torba fıstıkla girdi içeriye kahvemizi içerken Tahmis’e. „Bunun birisi pahalı, diğeri ucuz. Kaliteden dolayıymış bu fark. Buyurun yiyin lezzetinden farkı anlayabilecek misiniz?„  dedi. Evet pahalı olanın lezzeti farklıydı. Söylenen doğru. Tahmis’ten sonra gittik o dükkana hepimiz. Satıcı bize de güven verdi. “Kaliteli olanın fiyatı pahalı, kalitesi düşük olanın fiyatı ucuz.” Tercih sizin. Olması gereken de bu. 

Fıstık aldık, pestil aldık, sucuk aldık, nar ekşisi aldık o dükkandan. Hepsini de pahalı olanlardan aldık. Sonunda memnun da kaldık.  “Ucuz etin yahnisi yavan olur” diye boşuna dememiş atalarımız. Tecrübe ile sabit. Böylesine dürüst esnaflarla karşılaşınca Fatih’in İstanbul’u fethe çıkmadan evvel esnaf kontrolü yaptığı geldi aklımıza; „Efendim komşum siftah yapmadı şekeri de lütfen ondan alınız.“ Bunlar, Fatih’in torunları olmalıydı.
Bu kadar alışveriş yaptık. Kendimize göre gerekli olan alışverişlerdi bunlar. Hanımların da gözüne girecektik. Hanıma anlattım yaptığım alışverişleri. Biraz da böbürlenerek anlattım. Hanım, teşekkür etme yerine, ”Ben sana benim haberim olmadan bir şey almayacaksın demedim mi?” diye çıkışmayı tercih etti. Sadece sustum ve dinledim. Yapacak başka bir şey yoktu. 

14 Şehit Anıtı



14 Şehit Anıtı, Antep'i işgal eden Fransız askerleri tarafından, Dokurcum Değirmeni'nde şehit edilen küçük yaşlardaki 14 çocuğun anısına yaptırılmış. Antep’e gazi ünvanı verilmesinin nedenlerinden biri de anlatılıyor bu anıtta. Rehberimiz İmran’ın anlattığına göre hikayenin özeti şöyle:

"Kilis yolunda Fransız işgal kuvvetlerine karşı savaşan Kuvayı Milliye Komutanı Şahin Bey ve arkadaşlarına yiyecek getiren Antep’li çocuklar, karanlık bastırınca Dokurcum Değirmeni'nde geceyi geçirmek isterler. Sabah yollarına devam edeceklerdir. 
Ancak aynı gün Şahin Bey, Elmalı Köprüsü'nde kahramanca savaşarak şehit düşmüştür. Çocuklar bu olaydan habersiz sabahı beklerlerken; Fransız askerleri de değirmene girerler. Yaşları 12-14 arasında değişen 14 çocuğu bir çırpıda acımasızca kurşuna dizerler. Hırslarını alamayan vahşi Fransızlar, çocuk şehitlerin vücutlarını süngüleriyle delik deşik ederler."




'Antep Müdafaası', Türk Milleti'nin istiklâl ve hürriyet şuurunun tarihe geçen bir destanıdır. Bu savunma 11 ay devam etmiş ve bu zaman zarfında tam 6317 Antep‘li şehit düşmüştür. O yıllarda Gaziantep'in Türk nüfusunun 25 bin civarında olduğu düşünülürse, şehrin dörtte birinin şehit edildiği anlaşılmaktadır. Antep halkı, 'Fransız’a esir olmaktansa şerefli bir şekilde ölmeyi tercih ederiz' diyerek kanının son damlasına kadar savaşmış; Fransız ve Farnsızlarla iş birliği yapan Antep’li Ermenilerin zulmüne asla baş eğmemiştir.

Dokurcum Değirmeni'nin suları 14 çocuk şehidimize ninniler söyleyerek akmaya devam ediyor bugün. '14 Şehit Anıtı', Türk Milleti'nin istiklâli ve hürriyeti için göze aldığı fedakârlıkların boyutunu gösteriyor. 

İbret almak lazım. Bilhassa Güneydoğu’da oynanan oyunların farkında olmak lazım. Düşman aynı düşman, o gün işgal edilen ve bugün işgal edilmek istenen topraklar aynı topraklar. Sadece figüranlar değişik.

Şahin Bey (Mehmet Sait)



Şahin Bey, Milli Mücadele yıllarında büyük yararlılıklar gösteren ve etrafına adeta ışık olmuş bir kahramandır. Asıl adı Mehmet Sait’tir.
Şahin Bey, Sina Cephesi’nde çarpışmış, gösterdiği başarılardan ötürü terfi ettirilmiş ve döndüğünde memleketi olan Gaziantep’in Nizip ilçesine Askerlik Şube Başkanı olarak atanmıştır. Şahin Bey, Gaziantep’i işgal etmek isteyen Fransızlara engel olabilmek amacıyla, düşmanın şehre geliş istikameti olan Kilis yönünde üç müdafaa hattı kurmuştur. Yanında, sadece 200 kişi vardır. 

25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şahin Bey düşmana ağır kayıplar verdirmiştir. 26 Mart sabahı çatışma tekrar başlamıştır. Şahin Bey ve arkadaşları eşine az rastlanır bir kahramanlık örneği göstermişlerdir. Akşama doğru hem asker sayısı azalmış hem de kurşunu kalmamıştır. Takviye de gelmediği için yapılacak tek bir şey vardır, O da, onu yapmıştır: Tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmana karşı savunmasını devam ettirmiştir. Ta ki, şehit oluncaya kadar. “Müsterih olunuz, düşman, cesedimi çiğnemeden Antep’e asla giremez.” diyen Şahin Bey’in bu sözü gerçek olmuştur.

Böylece Şahin Bey, Antep’te istiklâl meşalesini tutuşturmuş, on binlerce Şahinler, tutuşturulan bu meşaleyi söndürmemek için var güçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır. 11 ay süren bu zorlu mücadelede, düşmana kan kusturmuşlar ve din için, namus için, millet için, vatan için 6.000’den fazla şehit vermişlerdir.

Şahin Bey’in naaşını, yörenin diğer bir kahramanı olan Karayılan orada bırakmamış, Şahin Bey’in verdiği mücadelenin büyüklüğünü önce Fransızlara ve sonra da Antep’lilere anlatmak için, kucağında şehre kadar taşımıştır. Bu hüzünlü olay, yöre halkını çok etkilemiştir. Şahin Bey üzerine ağıtlar yakılmıştır:

“Şahin'i sorarsan otuz yaşında
Süngüyle delindi köprü başında
Çeteler toplanmış ağlar başında
Uyan Şahin uyan gör neler oldu
Sevgili Ayıntab'a Fransızlar doldu”

Karayılan (Kürt Mulla)







Karayılan‘ın babası Ermeniler tarafından şehit edilmiştir. Babasız kalan Karayılan okuyup yazmayı kendi kendine öğrenmiştir. Köyünde imamdır. Gözünü budaktan sakınmayan cesur bir imam. O rızkı Allah’tan bekler. Kitap yüklü merkep olmak istemez. Kur’an ayetlerini para karşılığında satmaz. Makam, mevki ve hatır için fetva da vermez. Çok zekidir. Vatanına aşık bir imamdır o. Din görevlisidir. Sütçü İmamlardan, Müftü Ahmet Hulusilerden biridir o.

Fransız, İngiliz, Yunan, İtalyan Vatan topraklarını işgal etmişken köyde durmak olmazdı. Eli silah tutan herkesi çağırır yanına ve anlatır durumun vahametini. Kuşanırlar silahlarını, yürürler Şehit Kâmil’in ve Şahin Bey’in arkasından şehit olmak aşkıyla düşmanın üzerine. Fransız kuvvetlerine çok büyük ve sayısız darbeler indirirler. Şıhın Dağı’ndaki (Sarımsak Tepe) Fransız Kuvvetlerini geri püskürtmeye çalışırlarken bekledikleri o an gelmiş ve yürümüşlerdir Hakka. Onun da arkasından ağıtlar yakılmıştır:

„Karayılan der ki harbe oturak 
Kilis yollarından kelle getirek 
Nerde düşman varsa orada bitirek 
Vurun ha yiğitler namus günüdür“ 

Şehit Kâmil



Günlerden Cuma. (21 Ocak 1920). 14 yaşındaki Mehmet Kâmil annesiyle birlikte dedesinin evinden geliyorlar. Vakit akşam üstüdür. 
Fransızların fırın olarak kullandığı bir binanın önünden geçerken, birkaç Fransız askeri Mehmet Kâmil'in annesinin önünü kesip peçesini açmak ister. Mehmet Kâmil'in annesi bir yandan yardım çağırıyor, bir yandan da peçesini açmak isteyen Fransız askerlerine karşı kendisini müdafaa etmeye çalışıyordu. Anasının saldırıya uğradığını gören 14 yaşındaki Kâmil, yerden aldığı taşları Fransız askerlerine atıyordu. Tam o sırada ortalığı bir çığlık kapladı. Mehmet Kâmil, Fransız askerlerinin tüfeklerinin süngüsüyle şehit edilmişti. Böylece, Mehmet Kâmil'in katledilmesiyle Antep müdafaasının ilk şehidi verilmişti bile, daha savaş başlamadan.

Gazi ünvanı

Meclis, 6 Şubat 1921 tarihinde aldığı bir kararla, Antep’e ‘Gazilik’ ünvanı vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk Antep’in kurtuluşu ile ilgili olarak şöyle der: ‘Ben Gaziantep‘lilerin nasıl gözlerinden öpmem ki; Onlar Gaziantep'i kurtardıkları gibi, Türkiye'yi de kurtardılar.’ 

İşte bu mücadelede, yani Gaziantep Savunması’nda, bir çok isimsiz kahramanların yanı sıra iki yiğit vatan evladı bilhassa öne çıkmaktadır: Şahinbey ve Karayılan. Bu iki kahraman, yöre insanı başta olmak üzere, Tüm ulusumuzun unutamayacağı kahramanlardır. Bu kahramanlar ne adına olursa olsun, kim adına olursa olsun Antep anlatılırken, asla gölgede bırakılmamalıdır. Ruhları şâd olsun.  

Sordum bazı Antep‘lilere Berlin‘e geldiğimde, Şahin Bey’i, karayılan’ı, Şehit Kâmil’i. Tanımıyorlar Antep’i „Gazi“ yapan o kahramanları. Yazıklar olsun demekten başka çarem yok. Kendi değerlerine yabancılaşan ve yabancılaşmaktan da utanmayan, sıkıntı duymayan nesilden ne hayır gelir ki. 

Ey Antep‘liler, kazandığınız Eurolar size kimlik kazandırmaz. Sizi ölümsüzleştirmez de.  Bir kaç kuşak sonra çocuklarınız sizi unutacaklardır, sizin kahramanlarınızı unuttuğunuz gibi…







Bitiriken sözü Yavuz Bülent Bakiler‘e bırakalım:

„Ben Antepliyim, Şahin'im ağam
Mavzer omzuma yük. Ben yumruklarımla dövüşeceğim
Yumruklarım memleket kadar büyük
Antep Kalesi üstünde bir bayrak dalgalanır
Al'ı kanımdaki al, ak'ı alnımdaki ak
Bayraklar içinde en güzel bayrak! 
Düşüncem senden yanadır.“

Devam edecek

Rüştü Kam

26 Mayıs 2014 Pazartesi

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (III)



 “Hz. İsa, Kıyamet Günü’nde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür.”(Aziz Pavlus)

Hz. İsa’nın Kıyamet öncesinde tekrar yeryüzüne ineceği inancının Müslümanların da inancı olması manidardır. Bu inancın Müslümanlara nereden geldiğini tarihi gerçekleri göz önünde bulundurarak, aklıselim ile biraz düşününce anlamamak mümkün değildir.

Danyal Peygamber

Danyal Peygamber’in, Yahudilerin en sıkıntılı dönemlerinden biri olan, Babil Kralı Nebukadnezar zamanında gönderilmiş bir Peyganber  olduğu bilinirmiş. Zalim bir Kralmış Nebukadnezar. Yahudiler’e zulüm yaparmış. Yahudileri Nebukednezarın zulmünden Danyal Peygamber kurtarmış.
Danyal Peygamber’in hikayesini türbe görevlisi hoca efendi anlattı. Uzunca bir hikayeydi bu: “Nebukadnezar, MÖ 598 yılında Yahudi Kralı Jehoiakim’le tutuştuğu savaşta onu  yenmiş. Savaş esirleri içinde Danyal peygamber de varmış. Esirlerle birlikte zindana atılmış, zindandayken  bir vesile ile Babil kralı Nebukadnezar’ın rüyasını yorumlamış, “bir gün gelecek,  tahtın sarsılacak, hatta tahtını sarsacak olan o kişi de bir peygamber olacak” demiş Kral’a. 
Bu yoruma çok sinirlenen Kral, Danyal Peygamber’i takibe almış ve onun, tahtını sarsacak olan peygamber olduğunu öğrenmiş. Bu bilgiyi doğrulatmak için onunla münakaşalar bile yapmış.  Bir süre sonra da Danyal Peygamber’in idam edilmesine karar vermiş. Ancak bu isteğine ulaşamadan, Kral kendi adamları tarafından öldürülmüş. 

Danyal Peygamber burada Yahudilerle birlikte yaşamını sürdürürken, Kilikya Kralı’nın daveti üzerine Tarsus’a gelmiş. Tarsus o dönemde kıtlık ve yokluk içindeymiş. Danyal Peygamber’in gelişi ile birlikte Tarsus’ta kıtlık son bulmuş, bolluk, bereket başlamış. Danyal Peygamber Kilikya’nın uğuru sayılmış ve bereket peygamberi olarak ilan edilmiş. Ölene kadar Tarsus’ta yaşamış.  Vefat ettiğinde Tarsus’taki Makam Camii civarına defnedilmiş.

Ölümünden sonra birileri gelir de mezarı çalarsa, yeniden kıtlık başlar korkusuyla Kilikyalılar, Danyal Peygamber’in nâşını saklamaya karar verirler ve O’nun nâşını Kythnos denilen Tarsus Çayı sularının altına gömerler. Milattan Sonra 8’nci Yüzyılda Tarsus’a gelen İslâm Kuvvetleri tarafından bu sandukanın yeri tespit edilir ve sanduka açılır. Sandukadaki cenazenin parmağında yüzük vardır.  Yüzük, Hz. Ömer’e getirilir. Yüzükte 2 aslan arasında duran çocuk resmi bulunmaktadır. Hz. Ömer bu yüzükten cenazenin Danyal Peygamber’e ait olduğunu keşfeder. 

Tabii o zamanlar Tarsus Çayı şehrin içinden geçmekteymiş. Kentin ortasından akan bu nehrin üzerinde büyükçe bir köprü bulunmaktaymış. Bu köprüye 1989 yılı mayıs ayında, bir inşaatın temel kazısında rastlanmış.  Köprünün büyük bölümü Danyal Peygamber’in kabrine çatı olmuş vaziyetteymiş.
1857 yılında türbenin olduğu yere, Makam Camii yapılmış ve Mezar  bu caminin altında kalmış. Ta ki 1956 daki olaya kadar. 1956’da ırmağa bir çocuk düşer ve çocuğun cesedi bulunamaz. Çocuğun cesedinin bulunması için Belediye yetkilileri tarafından Tarsus Çayı’nın suyu kestirilir ve arama sıklaştırılır. Nihayet caminin temellerinin hemen yanında çocuğun cesedine ulaşılır.  Bu vesileyle nehir yatağı temizlenir. Bir de ne görsünler, caminin 10 m. altında bir mezar. Danyal Peygamber’in mezarı.” 

Şahmeran 

Farsça yılanların şahı anlamına gelen "şah-ı meran" dan gelir. Ancak, Şahmeran'a ilişkin tüm efsanevi kayıtlar ve Şahmeran efsanelerine özgü tüm betimlemelerde varlık dişidir. Şahmeran kültürü daha çok Cizre ve Nusaybin civarında yerleşiktir. Bu hikayeyi de 14 dakika civarında rehberimiz İmran anlattı. Tarsus yöresinde de böyle bir yaratığın varlığına inanılırmış. Sıcak bölge hikayelerindenmiş şahmeran hikayeleri. Şahmeran ustaları tarafından yapılan tablolar evlerin duvarlarını süslermiş:

“Binlerce yıl önce yedi kat yerin altında yaşayan yılanlar varmış Tarsus’ta. Meran adı verilen bu yılanlar, gerçekten akıllı ve şefkatli imiş. Onlar barış içinde yaşarlarmış. Meranların kraliçesine Şahmeran denirmiş. O genç ve güzel bir kadınmış. Efsaneye göre, Sahmeran’ı gören ilk insan Cemşab ismindeki delikanlı olmuş. O, geçimi için odun satan fakir bir ailenin oğluymuş. Bir gün Cemşab ve arkadaşları içi bal dolu bir mağara keşfetmişler. Balı çıkarmak için Cemşab'ı aşağıya indiren arkadaşları, balı yukarı çektikten sonra paylarına daha çok bal düşmesi için onu mağarada bırakıp kaçmışlar. Şaşkınlık içinde kalan Cemşab mağarada bir delik görmüş ve buradan ışık sızdığını farketmiş. Cebindeki bıçak ile uzun süren bir uğraş sonucunda deliği genişletmiş ve bu delikten ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye çıkmış. Bu bahçede eşi benzeri olmayan çiçekler ve bir havuz ile pek çok yılan görmüş. Önce korkmuş, kaçmak istemiş ama gözüne havuz başındaki tahtta oturan bembeyaz, güzeller güzeli bir yılan takılmış.  Aman Allah’ım o ne güzellik, eli ayağına dolaşmış Cemşab’ın. Ne yapacağını şaşırmış,  aşık olmuş Cemşab Yılanların Şahı’na.
Kalmış orada, zamanla Şahmeran'ın güvenini de kazanmış. Cemşab uzun yıllar bu bahçede sevgilisi ile birlikte yaşamış. Ondan ayrılmak istememiş. Ancak yıllar sonra, ailesini çok özlemiş, izin istemiş sevgilisinden, yani Şahmeran’dan. 
Şahmeran da izin vermiş, vermiş vermesine de, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz  almış sevgilisi Cemşab’tan. 
Cemşab ailesine kavuşmuş ve uzun yıllar verdiği sözde de durmuş. Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiş. 
Bir zaman sonra ülkenin padişahı hastalanmış. Etrafa haberler salınmış, ne kadar hekim varsa hepsine muayene ettirmişler padişahı. Hekimler ilaç olarak Şahmeran’ın etini önermişler. “Bu hastalığın ilacı Şahmeran’ın etidir” demişler. 
  
Ancak kimse Şahmeran’ın nerede olduğunu bilmiyormuş. Cemşab iki arada bir derede kalmış. Birisi sevgilisi öbürü padişah. Tercih etmiş sevgilisine padişahı, söylemiş çaresiz yerini Şahmeran’ın, Şahmeran bulunmuş ve çıkarılmış huzura.  Şahmeran Cemşab'a; "Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir, etimi de Padişaha yedir" demiş. Denilen yapılmış, vezir ölmüş, Padişah ise iyileşmiş. Cemşab da olmuş vezir. 
Efsaneye göre Şahmeran'ın öldürüldüğünü yılanlar o günden beri bilmezlermiş, öğrenselermiş, Tarsus'u yılanlar işgal edebilirmiş. İnanç böyleymiş…”

Aziz Paulus

Aziz Pavlus’un evinin önündeyiz. Kalabalık bir ziyaretçisi var Pavlus’un. Bize beklememiz söylendi. Bu arada Tarsus’un sokaklarını arşınlamaya başladık. Eski Tarsus’tayız. Eski evlerin bir kısmı restore edilmiş bir kısmı da restore edilecekmiş.  Zamanımız geldi ve içeri girdik. İçeriye girmeyen arkadaşlarımız da vardı. Oldukça sıcak bir hava vardı o gün Tarsus’ta. İmran başladı anlatmaya:
“ Pavlus, Milâdî 5-67 yıllarında yaşamıştır. Yahudi asıllıdır. Hristiyanlığı aslî  çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temelsiz bir  dogmaya mahkum etmiştir. Kiliseler kurmuş ve Hristiyanlığı teşkilâtlandırmıştır. Bugünkü muharref Hristiyanlık onun ürünüdür. Aziz Pavlus Tarsus’lu bir “Roma Yurttaşı” olarak dünyaya gelmiştir. Yahudi ailesiyle birlikte çadırcılık yaparken genç yaşta eğitim için Kudüs’e gitmiş, burada Hristiyanlıkla tanıştıktan sonra ,”Tarsus’lu Pavlus” olarak tanınmaya başlar. Pavlus, İncil’i yaymak için gösterdiği cesaret ve çabalarla Hıristiyanlığa en çok hizmet eden biri olarak bilinir.

Pavlus, Hz. Musa’nın yasalarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış ve İnciller seviyesinde görülmüştür. Tevhid yerine Teslis’i, Hz. İsa’nın peygamber değil; Tanrı’nın oğlu ve Tanrı olduğunu Hristiyanlara kabul ettirmiştir.
Aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem’in işlediği suçla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir.

Pavlus’a göre, Hz. İsa, Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh işte  bu yüzden ölümsüzdür. 

Aziz Pavlus; Hristiyanlığın yayılmasına öncülük eden On İki Havari’ den biridir. Stoacı görüş ve Yahudi felsefesini Hristiyanlığın özüyle uzlaştırmaya çalışmıştır. Şam, Kudüs, Hatay, Kıbrıs, Makedonya, Yunanistan gibi birçok ülke gezmiştir. 66′da Roma’da tutuklanmış ve 67′de Ostia yolunda başı kesilerek öldürülmüştür. 
Hristiyanlığın içeriğini ve amacını açıklamak için yazdığı mektuplardan 14′ü günümüze kadar ulaşmıştır. 

Aziz Pavlus’a ait olduğu belirtilen ve suyunun  şifalı olduğuna inanılan evinin  avlusundaki kuyu, Hristiyanların hac için Kudüs’e giderken uğrayıp su içtikleri yerdir.

Hristiyanların yaşadığı dönemden bu yana bu kuyunun suyu kutsal bilinmiş ve  şifalı olduğu inanışı  yerleşmiş. Pavlus’un evinden geriye, sadece 30 metre derinliğindeki bu su kuyusu kalmıştır. Şu gördüğünüz kalıntılar ise, bir süre önce yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkan mimari yapının kalıntılarıdır. Pavlus’un doğduğu evin bu ev olduğu kabul edilmektedir.
Pavlus’un Hristiyanlık dinindeki yeri önemlidir ve Hristiyanlığın bir Yahudi Mezhebi olmaktan çıkıp bir Roma Dini’ne dönüşmesine belirleyici katkıda bulunan kişi olduğu bilinir.” Bugünkü Hristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.

Hz. İsa’nın Kıyamet öncesinde tekrar yeryüzüne ineceği inancının Müslümanların da inancı olması manidardır. Aslında, bu inancın nereden geldiğini ve Müslümanların inancının içine nasıl girdiğini biraz düşününce anlamamak mümkün değildir.

Antakya

Yönümüzü döndürdük Hatay’a. Amanos Dağları’nın eteklerinden, o güzelim doğa harikası İskenderun’un çarpık yapılaşmasını yadırgayarak, Amanos’un zirvesinde, Amik Ovası hakkında anlatılan hikayelerin serabında kayboldum. Dedemin ve daha sonra da babamın kıyamet alametlerini sayarken anlattıkları hikâyelerdi bunlar: 
“Kıyamet yaklaşırken, isminin başında A olan bir ülke Müslüman olacak,  Antakya dağlarından Mehdi zuhur edecek. Mehdi ordunun başına geçecek, ancak ordu komutanının Mehdi olduğunu az kişi bilecek, Amik Ovası’nda büyük bir savaş olacak. Kan o kadar çok akacak ki bu savaşta, önüne gelen kuzuları bile alıp götürecek. 
Bu harpte Müslümanlar, Yahudileri yenecek, hatta Yahudilerden biri taş ve ağaç arkasında gizli kalsa bile, Allah’ın izniyle o taş ve ağaç dile gelerek: 
“Ey Müslüman! Arkamda saklanan Yahudi’dir, gel onu da öldür,” diyecek. Yalnız Beyt-i Makdis’de ma’ruf, Garkad denilen dikenli ağaç müstesnâ olacak. Çünkü o, Şecere-i Yahud’dur.” 

Bu hadislerin uydurma olabileceğini söylediğimde dedem ve de babam, “Bunlar Buhari hadisleridir, bunlara uydurma diyemezsin.” diye çıkışırlardı her defasında.  -Dedem vefat etti, Allah rahmet eylesin, babam sağdır ve imam emeklisidir, Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin- 

Bu savaşlara  Melhame-i Kübra savaşları  deniyor. Hristiyanlar ve Yahudilerdeki versiyonu ise Armagedon savaşlarıdır.

Amik Ovası’nı gördüğünüzde bu hikayelerin niçin uydurulduğunu hemen anlıyorsunuz. Amik Ovası tarıma son derece elverişli bir ova. Toprağı çok verimli. M.Ö. 4 bin senesinden beri muhtelif milletlerin yerleşme alanı olmuş. Yapılan araştırmalarda tabandan tepeye kadar 14 kültür katına rastlanmış. Buralardaki  höyüklerde altı bin senelik bir tarih hazinesi saklıymış. Ne yazık ki, 80’li yıllarda çok sinek üretiyor diye, ovadaki Amik Gölü kurutulmuş ve binlerce kuş türü ülkemizi terk etmiş. 

Armagedon savaşları, Melhame-i Kübra savaşları ile ilgili hikâyeler boşuna uydurulmamış, Çünkü Amik Ovası her erkeğin hayal edebileceği  gelin kadar güzel, alımlı ve doğurgan.

Hayal dünyamdan, rehberimiz İmran’ın Antakya’nın Türkiye’ye katılması anonsuyla ayrıldım.” 1939 yılında katılmış Hatay Türkiye’ye. Halk oylaması yapılmış ve Hatay halkı, Türkiye’yi vatan olarak benimsemiş. Öncesinde bağımsız bir devletmiş.

Tarsus - Antakya yolculuğu nasıl geçti, farkına bile varamadan Maho’nun yerine gelmişiz bile. Yolculuğumuzun bu kadar rahat geçmesinde kaptanımız Süleyman Parlak’ın emeği oldukça fazla...

Devam edecek


Rüştü Kam

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (II)



Ne mutlu insanlığın mutluluğu ve Allah’ın tarihteki yürüyüşünü gerçekleştirmek için yaşadığı toplumu terk edip mücadele edenlere. Onlar korkak birer kaçak değil, imkânını bulduklarında, tıpkı Peygamber’in Mekke’nin kalbine dönmesi gibi, içinde yaşadıkları topluma dönüp ıslah için mücadele edecek olan  kahramanlardır.

Ashâb-ı Kehf’in kötülükle dolmuş dünyayı, işgal edilen memleket topraklarını terk ederek dağlara, mağaralara çekilen direnişçi grupların sembol ismi olduğu anlaşılıyor. Gençler kötülüklerin ve zulmün egemen olduğu dünyaya ve bu şartların oluşturduğu düzene teslim olmayacaklarını ifade etmektedirler.  

Sure şöyle devam eder

“Biz de bunun üzerine mağarada onların kulaklarını yıllarca dış dünyaya kapalı tuttuk ve sonra onları uyandırdık, ki mağarada geçen sürenin iki bakış açısından hangisiyle daha iyi değerlendirildiğini insanlara gösterelim.

Şimdi onların kıssasını bütün gerçeğiyle sana anlatacağız. Onlar gerçekten de Rablerine yürekten inanan yiğit gençlerdi; ve biz de kendilerini doğru yolda derin bir bilinç ve duyarlıkla güçlendirmiş, kalplerini pekiştirmiştik; öyle ki, doğrulup birbirlerine:

"Rabbimiz göklerin ve yerin Rabb’idir", demişlerdi "Biz asla O'ndan başkasına yalvarıp yakarmayacağız, çünkü böyle bir şey yaparsak çok çirkin bir şey dile getirmiş oluruz! "Şu bizim halkımız var ya, işte onlar tuttular O’ndan başka tanrılar edindiler. Onların tanrı olduklarına dair açık delil getirmeleri gerekmez miydi? 

Uydurduğu yalanı Allah’a mal edenden daha zalim kim olabilir ki?" Bunun içindir ki, şimdi siz onlardan da, onların Allah'tan başka tapındıkları bütün o asılsız şeylerden de uzaklaşıp şu mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetini size ulaştırsın ve sizi durumunuza göre ruhlarınızın ihtiyaç duyabileceği şeylerle donatsın!" 

Ve yıllarca güneşin, doğarken onların mağarasını sağ yandan yalayıp geçtiğini, batarken de onlara dokunmadan sol yandan geçip gittiğini ve onların, mağaranın genişçe bir odasında bulunduğunu görürdün: Rabb’inin alametlerinden biriydi bu; Allah kime yol gösterirse doğru yolu bulan odur ve kimi de sapıklık içinde bıraksa, artık onun için doğru yolu gösteren bir dost, bir koruyucu bulamazsın.

Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Öyle ki, Biz onları bir sağa çeviriyorduk, bir sola; ve köpekleri de eşikte ön ayaklarını uzatıp uyuyakalmıştı. Onlara bu halleriyle rastlamış olsaydın arkanı dönüp kaçardın; onlardan yana için korkuyla dolardı.

İşte, onları nasıl uyuttuysak öylece de uyandırdık. Derken aralarında konuşmaya başladılar. Birisi: "Ne kadar uykuda kaldınız?" diye sorunca bazıları: "Bir gün, belki bir günden de az!" diye cevap verdiler. Diğerleri de: "Uykuda ne kadar kaldığınızı tam tamına ancak Rabb’iniz bilir." dediler. "Siz onu bırakın da, açlığımızı gidermeye bakalım. Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de baksın hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık tedarik etsin." "Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin." "Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyen felah bulamazsınız." 
Çünkü, bakın, sizin varlığınızı öğrenirlerse ya sizi taşlayarak öldürürler ya da zor altında sizi kendi dinlerine döndürürler ki, bu durumda, bir daha asla kurtulamazsınız!"

Fakat bizim takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür kullarımızı da Ashab-ı Kehf’in durumundan haberdar ettik ki, Allah’ın haşir vaadinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında hiçbir şüphe olmayacağını onlar da anlasınlar. Derken onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında ne yapacaklarını tartışmaya girişti.

Bazıları: "Onların anısına bir anıt dikin, biz gerçek durumlarını anlayamadık, onların Rabb’i hallerini pek iyi bilir" derken, görüşleri ağır basan mü’minler ise: "Mutlaka onların yanı başlarına bir mescid yapacağız." dediler.

Fakat bizim takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür kullarımızı da Ashâb-ı Kehf’in durumundan haberdar ettik ki, Allah’ın haşir vaadinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında hiçbir şüphe olmayacağını onlar da anlasınlar. Derken onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında ne yapacaklarını tartışmaya girişti. 
Hiçbir şey için, "Ben bunu yarın kesinlikle yapacağım." deme. Bunu ancak "Eğer Allah dilerse" sözcüğüyle birlikte söyle. Ve bunu unutursan hatırladığın zaman Rabb’ini anarak de ki: "Umarım ki Rabbim beni doğru olana bundan daha yakın olan bir bilgi ve duyarlık düzeyine eriştirir!"

Ve bazıları, onların mağaralarında üç yüz yıl kaldığını ileri sürüyor ve kimileri de bu sayıya dokuz yıl daha ekliyorlar.

De ki: "Onların orada ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gizli gerçekleri yalnızca O'nun elindedir; O ne eşsiz bir görücü, ne eşsiz bir işiticidir! Onların O'ndan başka koruyucusu, kayırıcısı yoktur; çünkü O hükmünde kimseyi kendine ortak tutmaz!"

Evet, Kur’an’da hikaye edildiği gibi, karınları acıktığı için, Yemliha’yı  şehre gönderirler.  Yemliha, şehre geldiğinde çok değişmiş bir şehir bulur. Elindeki para da çok eski bir paradır, tedavülde değildir. Anlattıklarından şüphelenen dükkân sahipleri onu, o zamanın hükümdarına götürürler. İnanca göre bu hükümdar gençlerin dinindendir. Başlarından geçenleri bir de hükümdara anlatır. Sorgulamadan sonra, Yemliha alışverişten döner ve başından geçenleri  arkadaşlarına anlatır. Sonrasında çok geçmeden hepsi Hakkın rahmetine kavuşurlar.  İşte Ashab-ı Kehf denilen mekan bu hikayenin geçtiği mekandır. Tarsus’a yolu düşenler bu mekâna mutlaka uğramalıdırlar.  

Hikayenin bir başka yorumu da şöyledir

Mağara arkadaşları dünyada süre gelen haksızlıklara boyun eğmeyeceklerini açık bir söylemle dile getirmişler, tepki görünce de içinde yaşadıkları çağın zulmüne karşı açık bir şekilde başkaldırmışlardır.  Böylece yılarca herhangi bir haber almadan dış dünyada olup bitenlerden habersiz dağlarda yaşamışlardır. Bir süre sonra dış dünyaya dönerek bir direniş hareketi başlatmaya karar verirler. Buradaki kritik soru şudur: Yılarca dış dünyadan habersiz yaşatılmalarında Allah’ın muradı ne olabilir? “İstiyorduk ki, zaman zaman böyle dünyadan dışlanıldığında, üzerinden zaman geçtiğinde, tarihin ve çağın gerisinde kalma durumuyla karşılaşıldığında yeniden nasıl başlanacak, tekrar hayata, tarihe, topluma, zamana, mekana ve çağa dönüş hangi yöntemlerle gerçekleşecek görsünler. Dünyadan kopmanın nelere mal olduğunu anlasınlar. Hayatın ve olayların içinde olmakla, dışında kalmak nasıl bir fark yaratıyor iyi hesaplasınlar. Zulüm ve kötülük dolmuş bir dünyaya teslim olmayı reddedip kopmak ile bilfiil hayatın içinde bulunmak sorumluluğu arasındaki denge nasıl kurulacak bunu görsünler”(Direniş Teolojisi, İlhami Güler, s:84)



Sure mağarada kaç yıl kalındığı üzerinde durmuyor. Zira bunun anlatılmak istenen konu ve verilmek istenen mesaj açısından hiçbir önemi yoktur. Amaç tarihin, hayatın dışında kendi mağarasında yaşayanlara dış dünya  ile aralarında olan mesafeyi göstermektir. 

Mağara arkadaşları adeta şöyle demektedirler: İçinde bulunduğumuz toplum gerçekleri bırakıp sahte ilahlara tapınmaya başladı veya ülkemiz işgal edildi. İçeride kalarak bu işgalle mücadele etmenin imkanları tükendi. Bu durumda yapacağımız tek seçenek, yeniden güç kuvvet toplayıncaya kadar buraları terk etmektir. Yapılan, toplumdaki ahlaksızlıklara isyan eden gençlerin dağlara çıkmasından ibarettir. 

Aslına bakılırsa mağara arkadaşları, toplumlarının içine düştüğü küfür ve şirk söyleminden dolayı, içinde yaşadıkları toplumu terk edip dağlara yerleşen bütün hanif insanları sembolize etmektedir. Diğer bir deyişle Mağara arkadaşları yıllarca dağlarda sadece Allah’la baş başa kalan muvahhitleri temsil etmektedir.



Sözü edilen kişiler mağarada sürekli  uyumamışlardır. Burada uyumaktan kastedilen dünyada olup bitenlerden yıllarca habersiz oluşlarıdır. Mağara arkadaşları eve dönmeye karar verdiklerinde gerçek dünya ile yaşadıkları dünya arasındaki farkla hemen yüzleşirler (alışveriş olayı) ve yıllarca gerçek hayattan çekilmiş olmanın yarattığı yabancılaşma duygusunu yaşarlar. 
Mağara arkadaşları mağarada sadece uyumamışlardır. “Lebi su” ifadesi analiz edildiğinde,  bu ifadenin sadece uyudular değil, içinde uyumanın da olduğu bir süre geçirdiler anlamına geldiği görülür. 
Sonuç olarak Ashab-ı Kehf’in kötülükle dolmuş dünyayı, işgal edilen memleket topraklarını terk ederek dağlara, mağaralara çekilen direnişçi grupların sembol ismi olduğu anlaşılıyor. Kıssada sonraki çağların insanlarına esaslı mesajlar verilmektedir.

Öyle görünüyor ki bu mesajları üç maddede toplamamız mümkündür:

1-Zulüm ve kötülüklerle dolmuş bir dünyaya teslim olmamak, işgallere direnmek, bunun için gerekirse dağlara çekilmek gerekir.

2- Zulmün ve kötülüğün inşa ettiği bir dünyaya yıllar sonra tekrar dönüldüğünde, yeni hayatın atardamarlarına girerek içten içe bir uyanış hareketi başlatmak gerekir. Dünya kötülere zalimlere bırakılamaz. Şehirler sonsuza kadar da terk edilemez.

3- Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir halkın, çağın, uygarlığın veya devrin uyanması, dirilmesi, işgale uğramış bir toprağın tekrar kurtarılması mümkündür. Bunun gibi dünyada kim olursa olsun, kötüler ne kadar azarsa azsın dünya hayatı ne kadar sürerse sürsün nihayet bir gün yaratılışında yenilenmesi, mezardaki ölülerin bile hesaba çekilmek için diriltilmesi de aynı şekilde mümkündür. Çünkü yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah tarihin tüm yelpazesindedir. Allah hesaba katılmaksızın tarih yapılamaz. Bu dünyanın bir sahibi vardır. Size düşen her ne şartla olursa olsun kötülüğe ve zulme direnmek, hak ve adaleti yükseltmek ve ister şehirde, ister dağda daima ’O’nun ile olmak’ tır.” (İhsan Eliaçık)




Bu yorumlarda katılmadığımız yerler olabilir. Ancak bu farklı ve özgün yorumları boğarak ölüme mahkum etmemek gerekir.

Sonuç olarak;

1-İnsan zaman zaman içinde yaşadığı toplumun içine düştüğü derin krizlerle savaşma imkânını yitirebilir.

2- Bunun için Kur’an o toplumdan uzaklaşıp dağlara çekilmeyi bir imkân olarak önümüze koyuyor.

3- Ancak bu ilânihaye verilmiş bir ruhsat değildir. Nitekim mağara arkadaşlarının yeniden topluma dönmeleri bunu göstermektedir. 

4- O halde toplumsal sorunlardan kendini sıyırarak dağlarda zahit hayatı yaşamak bir mücadele biçimi değil, kaçıştır. 

5- Modern devrimcilerin önemli bir kısmı, belirli bir süreçte toplumlarını terk ederek sürgün hayatı yaşamışlardır.

6- Dağ metaforunun yozlaşmış bir toplumu değiştirmek için sığınılacak, arınılacak bir sembol olarak düşünülmesi ilginçtir.

7- Peygamberimizin de içinde yaşadığı toplumun anlayışından içi sıkıldığı anlarda dağa çıkması, kendini toplumun kirli ilişkilerinden korumak için mağaraya sığınması, dağın özgürlük arayışlarında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber’in vahyi bir mağarada alması ne kadar da anlamlıdır.

8- Unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber gerekli donanımı sağladığı anda  Mekke’nin kalbine inerek devrimci faaliyetine hemen başlamıştır.

9- “Bu kıssa varoluşun iki kutbu olan hayat ve ölümün mahiyetine dikkat çeker. ‘Bozulmuş bir toplum içinde direnerek mi yaşamalı, yoksa toplumu terk mi etmeli?’ sorusuna cevap teşkil eder . Zımnen der ki: İmanı yaşayacak bir mağaralık yeriniz varsa korkmayın!”(Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, Kehf Suresi bölümü)



Ne mutlu insanlığın mutluluğu ve Allah’ın tarihteki yürüyüşünü gerçekleştirmek için yaşadığı toplumu terk edip mücadele edenlere. Onlar korkak birer kaçak değil, imkânını bulduklarında, tıpkı Peygamber’in Mekke’nin kalbine dönmesi gibi, içinde yaşadıkları topluma dönüp ıslah için mücadele edecek olan  kahramanlardır.
Ashâb-ı Kehf’in kötülükle dolmuş dünyayı, işgal edilen memleket topraklarını terk ederek dağlara, mağaralara çekilen direnişçi grupların sembol ismi olduğu anlaşılıyor. Gençler kötülüklerin ve zulmün egemen olduğu dünyaya ve bu şartların oluşturduğu düzene teslim olmayacaklarını ifade etmektedirler.  

Kehf Suresi’nin 9. ve 10. ayeti tekrar okunduğunda gerçek anlaşılacaktır: “Yoksa sen mağara arkadaşlarını ve yazma nüshalarını ayetlerimizden şaşılacak bir olay mı sandın? “Hani o gençler mağaraya çekilmişler ve şöyle demişlerdi: “Ey Rabbimiz, üzerimizden sevgi ve merhametimizi eksik etme ve içinde bulunduğumuz şartlarda bizi doğruluktan ayırma.”



Devam edecek

Rüştü Kam