Berlin Türk Eğitim Derneği 8,9,10 Mayıs 2015 tarihlerinde Köthenersee’de üyelerine yönelik birkaç seminer düzenledi.
“Farklı Coğrafyalarda Farklı İslâm Anlayışları Olabilir”Berlin Türk Eğitim Derneği 8,9,10 Mayıs 2015 tarihlerinde Köthenersee’de üyelerine yönelik birkaç seminer düzenledi.
Katılımın yüksek olduğu bu seminerleri Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün verdi.
Toplam 12 saat süren seminerler oldukça verimli geçti. Seminerlerde 3
konu işlendi.
1-Kur’an, vahiy, ve nübüvvet etrafındaki tartışmalar.
2-Din siyaset, devlet ilişkisi ve siyaset teorileri
3-İslâm bilimleri ve Medeniyet inşa etmedeki rolü
Konuları özet olarak okuyucularımın istifadesine sunuyorum. Konu
bütünlüğü bozulmasın diye bölüm bölüm değil de bir defada sunuyorum.
Meraklıları için bu yolun daha uygun olacağını düşünüyorum. Okuyalım:
Kur’an insanların yaşadıkları topraklardaki şartlara bağlı olarak, göçe,
başka yerlere gidip oralarda yaşam kurmaya teşvik eder. “Allah’ın arzı
geniş değil miydi, neden göç etmediniz?” (Nisa 97) ve “Göç edilen
topraklarda yeni imkânların (murağam) bulunduğu” (Nisa, 100) yönündeki
ayetler bu kabildendir.
İnananların hangi şartlarda bulundukları yerden göç etmek zorunda
oldukları ve gittikleri toprakların konumuna ışık tutacak örnekler var:
Moğollar Anadolu’yu istila ettiklerinde Şeyhülislam İbn Teymiyye’ye,
işgal edilen bir memlekette, gayr-ı müslim bir yönetimde yaşamak zorunda
kalan ahalinin göç etmesi gerekir mi, diye sorulur. Aynı soru, ibn
Teymiye’den 150 yıl önce Karahıtaylar’ın Maveraünnehir bölgesini işgali
sonrası Hanefi fakihi Muhammed b. Yusuf es-Semerkandî’ye sorulur. Her
iki âlimin fetvasında şu hususun altı çizilmiştir: ”Eğer bir yerde
insanların 5 temel hakkı güvence altındaysa orası Daru’l-İslam” sayılır.
Yaşamaya değer yer orasıdır. Bu beş temel hak şunlardır:
1. Yaşam hakkı: İnsanların canlarının emniyette olması,
2. Mülkiyet hakkı: İnsanların mallarının emniyette olması ve özgürce mülk edinebilmeleri,
3. Düşünce/akıl hürriyeti: Düşüncelerini rahatça dile getirilebilmeleri,
4. Namuslarının güvence altında olması,
5. Din hürriyeti: Dinlerinin güvence altında olması, yani mabetlerini
inşa edebilmeleri, eğitim kurumlarını kurmaları ve dinlerinin
propagandasını yapabilmeleri.
(Semerkandî’nin fetvası, İbn Abidîn’in, Reddü’l-muhtâr’ında, Fetâvât
Tatarhâniyye’de ve Şeyh Bedreddin’in muhteşem eseri Câmiu’l-fusuleyn’de
anılmaktadır).
Medine’de Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler ve Müslümanlar bir aradaydılar
Bugünün dünyasında ülkeler eskiden olduğu gibi birbirinden yalıtılmış değil. İngiltere sadece İngilizlerden oluşmuyor.
Almanya’da
yaklaşık 4 milyon Müslüman var. Çok farklı milletler bir arada
yaşıyorlar ve bu bir arada yaşama nasıl olacak sorusu ortaya çıkıyor.
Aslında bir arada yaşama Müslümanlar için yeni bir olgu değil. Çünkü
Anadolu’da yüzlerce yıllık bir arada yaşama tecrübesine sahibiz. İslam
tarihi açısından baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz. Medine’de
Yahudiler, Hristiyanlar, Müşrikler ve Müslümanlar bir aradaydılar.
Medine Vesikası’nda etnik ve dinî olarak birbirinden farklılık gösteren
bu gruplara “ümmet” terimiyle işaret edilmiştir. Bu anlamda ‘ümmet’
terimi dinî değil siyasal bir içeriğe sahiptir ve vatandaş anlamında
kullanılmıştır.
Dinler göç ettikleri topraklarda medeniyet kurarlar
Dünyanın farklı coğrafyalarında İslam’ın farklı görünümleriyle
karşılaşıyoruz. Afganistan’da farklı, Arabistan’da farklı Türkiye’de
farklı. Buradan hareketle Avrupa İslam’ı olabilir mi, sorusu hemen
aklımıza gelebilir ve cevaben de, Kur’an’ın bahsettiği “göç edilen
yerlerde yeni imkânlar vardır” ayetine (Nisa, 97 dayanarak bu farklı
coğrafyalarda farklı İslam anlayışları olabilir, diyebiliriz. “Ümmetin
çeşitliliği rahmettir” hadisi de bunu desteklemektedir. Tek tipleştirme
çabası yani kimlik inşası totaliter bir çabadır. Unutmamak gerekir ki,
Kur’an kimlik değil kişilik inşa eder. Bizim insan olarak farklı
kimliklerimiz olabilir. Bu kimlikleri birer halka olarak düşündüğümüzde
bu halkaları büyüttükçe ortak bir kimlikte buluşabilmemiz gerekir.
Örneğin aidiyet kimliğimiz. Nerelisin sorusuna önce Gümüşhaneliyim
cevabını verebiliriz ama halkayı biraz büyüttüğümüzde Türkiyeli, biraz
daha büyüttüğümüzde Ortadoğulu deriz. Halkalar büyüdükçe biz büyüyoruz
aslında. Aynı şekilde inanç kimliğimizi de büyütebiliriz. Örneğin
Hanefi’yim deriz, biraz büyüttüğümüzde Sünni, biraz daha büyüttüğümüzde
Müslümanım deriz.
Aynı şekilde kendini Şii olarak ifade eden biriyle bir üst halkada
Müslüman olarak buluştuğumuzda ortak bir payda oluşturmuş oluruz. Ayet,
“Allah sizi Müslüman olarak adlandırdı.” (Hacc 78) diyor. Üst kimliğimiz
Müslümanlıktır.
Din-Siyaset İlişkisi
“Kurb-u sultan, ateş-i suzandır.” deyimi vardır kültürümüzde. Yani
yöneticiye yakınlık yakıcı bir ateştir. Bu deyim boşuna söylenmemiştir.
Bunu tecrübe eden âlimlerimizden biri Gazali’dir. Gazali Selçukluların
yönettiği Bağdat’ta Nizamiye medreselerinde hocalık yaparken nasıl bir
tecrübe yaşadıysa Bağdat’ı terk eder. Daha sonra ısrarlara dayanamaz
geriye döner, ancak şartlı döner; tekrar yapmayacağına dair yemin ettiği
konular vardır. Bunların başında yöneticilerle görüşmemek gelir. Bizde
siyaset felsefesi kitapları çok azdır. Gazali’nin Nasîhatü’l Mülûk
(Yöneticilere Öğüt), Maverdi’nin Ahkâmu’s-Sultâniyye (Yönetim İlkeleri)
gibi kitapları siyaset felsefesi kitapları değildir. Çoğunlukla
yöneticinin hoşuna giden, konformist sözler içeren kitaplardır bunlar.
Siyaset felsefesi yapan, yöneticileri eleştiren alimlerimiz
öldürülmüştür. Amirî, El-İ’lâm bi Menâkibi’l-İslâm (İslam’ın
Güzelliklerini Bildirim) adlı eserinde siyaset felsefesi yapar ve
ulemayı yöneticilere yağcılık yapmakla suçlar. Gazali de aynısını yazar.
Kur’an yağcılık yapan o kişiler için yanaşık anlamında “kurenâ”
ifadesini kullanır. Kur’an’ın ifadesine göre öyle yanaşıklar vardır ki,
danışmanlık yaptıkları insanlara her şeyi güzel gösterirler ve onlara
parlatılmış gelecekler sunarlar. Bu tutum her ikisinin de kaybıyla
sonuçlanır (Fussilet, 25). Gazalî de Amirî de siyasetin emrinden hareket
eden bu yeni alim tipini eleştirirken durumun eskiden böyle olmadığının
altını çizmektedirler.
Kimdir Amiri ve Gazali’nin eskiden diye bahsettiği âlimler?
İmam-ı Azam bu alimlerdendir. Üç yıl hapis yatıp Kırbaç altında can
vermiştir. Bir insanın bir şeyi bilmesi onu söylemesi için yeterli
değildir, cesur olması da gerekir. İmam-ı Azam cesurdur. Ancak,
cesaretin getirdiği risk vardır. İmam-ı Azam riski göze alanlardandır.
Kelam alimlerimizin büyük bir kısmı da riski göze almışlar ve
öldürülmüşlerdir. Selçuklular döneminde öldürülen Aynül Kudat Hemedanî
ya da Serahsî de bu âlimlerdendir.
Bütün bu örnekler eskiden beri dinî endişesi olan âlimlerin din ile
devlet arasına mesafe koyarak dinî koruma refleksi gösterdiklerinin
kanıtıdır. Çünkü devlet, din dahil, bulduğu bütün enstrümanları sonuna
kadar istismar eder.
Bir ayet vardır: “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve
ulu’l-emre itaat edin.” Allah’a itaat onun kitabına, ilkelerine ve
prensiplerine itaattir. Peygamber tüzel kişiliktir, özel kişilik
değildir. Peygamberin tüzel kişiliği bir ilahi mesajı ve sistemi
insanlara aktaran kişiliğidir. O zaman Peygambere itaat onun bize
aktardığı ilkelere ve Kur’an’a itaattır.
Peki ulu’l emr kimdir? Maturidi ulu’l-emr ulemadır, diyor. Bu Allah’a
ve Peygambere itaatın kitaba itaat olduğu sonucuna götürür bizi.
Dolayısıyla ulu’l-emr’e itaat de aynı şekilde kitaba itaattir. Ulul emr,
yani ulema da prensiplerini kitaptan çıkarır. Bu anlamıyla ulema da
tüzel kişiliktir. Özel kişiliklerin bu dinin içerisinde yeri yoktur.
Kimse heva ve hevesine göre ahkâm kesip, dini kendi amaçlarının
meşrulaştırma aracına indirgeyemez. Siyasal erki/gücü elinde bulunduran
hiçbir kimseye ulu’l-emr sıfatı yapıştırılıp Allah ve peygamberden sonra
itaat edilmesi gereken bir otorite olarak insanların önüne çıkarılamaz.
İtaat yöneticiye değil, ilkeleredir.
Peki dindar bir insanın siyasete bakışı nasıl olmalıdır?
Din ve devlet birbirinden ayrıysa, dindar birinin devleti yönetirken
durumu ne olacaktır? Dinin devlet talebinin olmaması, devleti yönetecek
insanlara siyasal ilkeler vermez, anlamına gelmez. Din, siyaset
yapacaklara “akraba kayırıcılığından uzak durun”, der. Dinde, hakkaniyet
ilkesi adalet ilkesinden önce gelir. Dinin öngördüğü sistem böyle bir
sistemdir. Mesela, Hz. Peygamber, Usame adlı bir köleyi komutan
yapmıştır. Bu uygulamada ilke esas alınmıştır. Irk ve statü değil.
Peygamberin getirmeye çalıştığı sistem hakkaniyet sistemidir. Kuran
insanlara bir siyasi doktrin vermiyor. Halifelik ya da başka bir sistem
önermiyor. Ama hangi yönetim şeklini uygulayacaksanız uygulayın
ilkeleriniz ve prensipleriniz olsun diyor: “Rüşvet yemeyeceksiniz, malın
mülkün sadece belli ellerde toplanmasına engel olacaksınız, nepotizm
(akraba kayırma), partizanlık (taraftarını kayırma) olmayacak …” gibi.
Bu uygulama, ilkeleri en iyi sağlayan sistem demokrasiyse insanları
onunla yöneteceksiniz demektir. Dindar bir adam dinden ilkeler alır ve o
ilkelerle siyaset yapar, dinden ilkeler alır ve o ilkelerle ticaret
yapar… Peygamber bir gün pazarda gezerken elini çuvala daldırır, bakar
içindekiler çürük. “Bizi aldatan bizden değildir.” der. Din insan yaşamı
için bu kadar sadece ama bir o kadar da ciddi sonuçlar doğuran
önermelerde bulunur.
Din hayata dokunmalıdır
Kuran tepeden tırnağa ahlak kitabıdır, hukuk kitabı değildir. Kur’an’da
yapılacaklar ve yapılmayacaklar şeklinde bir liste oluştursanız birkaç
sayfayı geçmez. Ama her bir ayetin derununda hayata kaynaklık eden,
insan ilişkilerini düzenleyen bir ahlaki referans bulunur. Hz. Peygamber
vefat ettiğinde arkasında adı konulmuş bir siyasal sistem bırakmadı.
Çünkü toplumu ilgilendiren bir meselede toplumun kendi kararını kendisi
vermesi gerekir. Bazen soruyorlar, “Dinimiz laiklikle bağdaşır mı?”
diye. Bizim, dinimizi herhangi bir sistemle bağdaştırma gibi bir
derdimiz olamaz: Çünkü, Kur’an’ın insanlar arasında öngördüğü ilişki
biçimi, başka dinlerin başka sistemlerin insana olan yaklaşımından çok
daha hümanist ve çok daha tolore edicidir. Mekke fethedildikten sonra
müşrikler Peygamber’e gelip kendi putları için hac yapmak istediklerini
söylerler. Maide Suresi’nin 2. ayet’i bu konuda Kur’an’ın farkını ortaya
koyuyor. Diyor ki, “Kendi rablerinin rızası için kabeye tavaf etmeye
gelenlere ilişmeyin.” Yani, Kur’an’ın öngördüğü sistem laikliği aşan bir
ilişkiler ağı ön görmektedir.
İslam İlimlerinin Medeniyet Kurmadaki Rolü
Gerçek dünyalar ve mümkün dünyalar diye bir ayrım vardır. Gerçek dünya,
evrene ait olan, bizden bağımsız olarak meydana gelen her şeydir. Güneş
her gün doğar. Bu bir gerçektir. Mümkün dünyalar ise bizimle alakalı,
bize bağlı olarak meydana gelen şeylerdir. Çorak bir arazi onunla
ilgilenilmediği sürece çoraktır, fakat oranın ekilebilir bir araziye
dönmesi mümkündür. Allah bizi bu mümkün dünyalar içerisinde aktif bir
fail olarak görevlendirmiştir. Buna emaneti yüklemek demiştir. Kur’an
bizden dünyayı imar edecek insanlar olarak bahsediyor. Ümran da aynı
kökten gelir. Türkçeye uygarlık olarak çevirdiğimiz ümran, ömür sürmeye
değer yer, mekân anlamındadır. İnsanın kendi potansiyellerini mümkün
olduğu kadar aktüel hale getireceği, yani hiçbir engele takılmadan
sözünü söyleyebileceği ya da işini yapabileceği bir mekândır medeniyetin
olduğu yer. Hakikatin peşinden gidebileceğiniz yerdir. Dini
geleneklerde yeni bir şey söyleyeceğiniz zaman karşınıza; “Bu konuda
Gazali şöyle demiş veya bu konuda ulema şöyle icma etmiş.” ifadeleri
çıkar. Bir konuda dönemin âlimleri icma ettilerse o konu kapanmış olarak
görülür. Yanlıştır. Oysa şu 2 ayet her zaman farklı fikirlere açık
olmayı tavsiye etmektedir. “ Her bilenin üzerinde bir başka bilen
vardır” (Yusuf 76).
“Biz bir ayet gönderirsek ya da bir ayet gösterirsek, daha önceki
kızkardeşlerinden daha büyük olur.” (Zuhruf 48) ayeti de, sonradan gelen
kitaplar, sonradan gelen zihinler, sonradan gelenler daha öncekilerden
daha büyüktür, imasında bulunur. En azından böyle bir hedef gösterir.
Kur’an ayetlerini faktüel olarak okumamalı, onlara değer yüklemeliyiz.
Buradan daha büyük olmaya gayret etsinler, gayret etmelidirler mesajını
almalıyız. Bu ayetten tarihin düz çizgisel olarak ilerlediği ve gittikçe
daha da gelişen bir hale dönüştüğü sonucuna varabiliriz. İyiye
eviriliyor demek, iyi evirilmesi için elimizden geleni yapmamız gerek
demektir. Dünya gerçek ve mümkün dünyalardan oluştuğuna göre kendi
haline bıraktığımızda hiçbir şey olmayacağı açıktır. Oysa “Allah her gün
bir iştedir” (Rahman, 29). Sürekli aktiftir. Aktiflik bir tür Allah’ı
taklittir. Var olmak, hayatta yer tutmak ve arkada iz bırakmak
isteyenlerin yapacağı şey budur. Ancak böylelerinin önden gönderdikleri
ve bu gönderilenlerin arkada bıraktığı izleri kayda değerdir (Ya-Sin,
12).
“Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”
İslam’ın kültür tarihinde birkaç şehir medeniyet başkenti olarak
sayılır. Bağdat, İstanbul, Semerkant, Kurtuba gibi. Kur’an için Mekke’de
indi, İstanbul’da yazıldı, Mısır’da okundu, Semerkant’ta anlaşıldı,
denir. Daha önce rivayet tefsiri yapılıyorken Semerkant’ta Kuran’ın
anlaşılması üzerine çalışılmıştır. Rivayet tefsiri, daha önce o konuda
sahabe ya da daha önceki âlimler ne demişse onu aktarmaktır. Daha sonra
geliştirilen rey ekolu ise kendi kanaatini belirtmektedir. Fıkıhta Ebu
Hanife, tefsirde Maturidi rey ekolünün önemli isimleridir. Ebu Hanife’ye
neden kendi görüşüne göre fetva veriyorsun dediklerinde, şu meşhur
sözünü söyler “Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”
Fetvalar kişiye özeldir
Üretilen fetvalar kişiye özeldir. Biri Peygambere bir şey sorduğunda
onun kendi durumunu dikkate alarak fetva verirdi. Aynı konuda bir
başkasına başka bir şey söylediği olurdu. Bu fetvaları alıp da bütün
Müslüman coğrafya yaymanın anlamı yoktur. Hanefi fıkhının en temel
özelliği herhangi bir fıkhî hükmün şer’î olmasını değil meşru olmasını
önemsemesidir. Şer’î’de Kur’an’dan ve sünnetten bir referansınızın
olması, meşru’da ise ise, çıkarılan hükmün Kur’an’a ve sünnete aykırı
olmaması, önemlidir. Hanefî fıkhının farklı coğrafyalarda ortaya çıkan
sorunlara çözüm üretebilmesinde bu esnekliğin rolü büyüktür.
Şehit
Kuran’da şehit ve şahit kelimeleri geçer. Bir işin içinde aktif olarak
rol alanlara şehit, ona bakanlara şahit diyor Kur’an. Mesela Allah
bizzat yaratıyor. Yaratırken şehîd’dir. İnsanlar bir şeyler yaparken
onları gözlemlediğinde şahit sıfatını kullanıyor kendisi için.
Kuranda savaşta öldürülen kişiye şehit dendiğine dair tek bir ayet
yoktur. Kur’an bu insanlar için “Allah yolunda öldürülenler” ifadesini
kullanır. “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler”
ayetini hatırlayınız. Matüridî bu ayeti şöyle yorumluyor. “Biz onları
sürekli anarız, hatırlarız, böylece onlar hiç ölmezler.” Örneğin,
Alparslan, Anadolu’nun kapılarını Türklere açtı. Alparslan hiç bir zaman
ölmez. Selahattin Eyyubi diye bir kahraman var örneğin tarihte. Kudüs’ü
yeniden alıp Müslümanlar’ın eline veren ve Haçlıların Anadolu ile
irtibatını kesen kişi. Ölür mü? Asla ölmez. Kur’an’ın kullandığı bu
ifadeler lafzî anlamlarıyla alındıklarında bizi bir mitoloji dünyasına
götürebilir.
Kur’an’ı Mitolojilerden Arındırmak
“İsa ölüleri diriltirdi.” deyince bizim aklımıza mevta gelir. Oysa,
kalbinde iman olmayan kişiye ölü diyor Allah. “Hiç ölüyle kalbi imanla
dirilen bir olur mu?” diyor. Kalbine iman girdiği zaman kişiye ‘diri’,
kalbinde iman olmayan kişiye ‘ölü’ diyor. O zaman, Hz. İsa’nın bir
peygamber olarak görevi mevta olmuş kişileri diriltmek midir, yoksa
insanların kalbine imanı yerleştirmek midir? Gönderilen peygamberlerin
gönderildikleri toplumda hangi yetenek önemliyse o yetenekle
gönderildikleri ve onun ilerisinde mucizeler göstererek milleti ikna
ettikleri şeklindeki iddia doğru değildir. Bu iddiaya göre, Hz. Muhammed
döneminde Araplar edebiyatta çok iyiydi, dolayısıyla Kuran çok iyi bir
edebi metindir. Hz. Musa döneminde sihirbazlık çok ilerideydi,
dolayısıyla Hz. Musa çok iyi bir sihirbazdır. Hz. İsa döneminde tıp çok
ilerideydi, dolayısıyla Hz. İsa geldi ve kimsenin aklının almayacağı
şekilde ölüleri diriltti. Bunlara Kur’an ‘esâtîrul evvelîn’ yani
önceliklerin söylenceleri diyor. Bunlar mitolojidir.
Allah Hz. Musa’yı Firavun’a gönderdiğinde, Musa, bana bir ferahlık ver,
der. Allah da git, biz senin destekçiniziz, der. Bu kalbin ferahlaması,
yani inşirah demektir.
Peygamberimiz için de bu geçerlidir. “Biz senin kalbini genişlettik”
diyor, Allah. Biz bunu melekler gelir, göğsünü keserler, altın bir tasta
yıkarlar şeklinde anladık. Buna hakkımız yok. En çok mücadele etmemiz
gereken konulardan biri hurafelerdir.
Dante İlahi Komedya’sını İslam kültür geleneğindeki miraciyelerden
esinlenerek yazmıştır. Hz. Peygamberin miraca çıkması, çıkarken
kendisine cennet, cehennem ve arafın gösterilmesi hikayesinden
esinlenmiştir. İsra Suresi 93, 94, 95. ayetlerde, müşrikler diyor ki,
eğer sözünün eriysen göklere çıkarsın bize kitap getirirsin, hatta
gidersin Allah’ı ve melekleri önümüze getirirsin. Peygamberin cevabı
şudur: “Ben insanım.” Yani Kuran’ın kendisi inkâr ediyor bunu. Hz.
Aişe’nin sözünü de biliyoruz. Kim peygamberin gidip Allah’la görüştüğünü
söylüyorsa müfteridir. Bu hem Allah’a iftiradır hem Peygambere
iftiradır. Hz. Peygamberi yücelteceğiz derken Allah’la ilgili
tasavvurlarımız zarar görüyor.
Kelimeler En Güçlü Silahlardır
Peygamberin silahı kelimelerdir. Hz. Peygamber Mekke’de ortaya
çıktığında yanında kimse yoktu. Hiçbir silahı yoktu. Kelimeleri vardı.
Özgürlük dedi, eşitlik dedi.
Fransız devrimini harekete geçiren 3 kelimedir: Kardeşlik, eşitlik, özgürlük.
Karl Barth’ın Kilise Dogmatikleri adlı kitabında şöyle bir liste vardır.
Hangi yıl hangi fikir tartışıldı sonra hangi eylem oldu.
Karl Marx’ın Das Kapital’i olmasaydı Almanya’daki köylü isyanları
olmazdı. Allah bizimle kelimelerle iletişim kuruyor. Çünkü kelimeler en
güçlü silahlardır. Kelimelerin gücünü göstermesi için tek bir şeye
ihtiyaç var; sabır.
Kelimelerle önce insanların zihnine oradan da kalbe girmeniz gerekir. Peygamberler anarşisttirler. Anarşist,
terörist
demek değildir. Kelimenin kökü narşizmdir. Narşist, bu düzen nasılsa
öyle gitsin demektir. Bunun adı muhafazakârlıktır. Anarşizm bunun tam
tersidir. Peygamberler tam da muhafaza edelim denilen değerleri ortadan
kaldırmak için gelmişlerdir. Onun için peygamberler anarşisttir. Onun
için din yenileştiricidir. Onun için din muhalefettir.
Ümmi
Ümmî, hem peygamberi hem de Arap toplumunu tanımlayan bir terimdir. Hz.
Peygamber’le ilgili kullanıldığında halktan biri demektir. Ayette, onlar
Muhammed’i kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler, deniyor. Ancak
ümmi bir peygamber gelince, yani halktan biri, daha önce kendilerine hiç
peygamber gelmemiş bir topluluktan biri gelince onu kabule
yanaşmıyorlar. Yahudilerin peygamberi kabul etmeyişi dini değil politik
bir meseledir.
Firavun döneminden bildiğimiz 3 isim var. Haman, Karun, Belam. Haman
vezirdir, bürokrasiyi temsil eder. Karun, finansal sistemi, Belam ilmi
temsil eder. Bu ilim yönetimin emrine verilen ilimdir. İlim
objektifliğini/kitabîliğini kaybederse, araçsallaştırılır. Bürokraside,
finansal sistemde ve ilimdeki çöküş, toplumun total olarak çöküşü
demektir.
Bilgi/İman
Kur’an Nur Suresi 35. ayette, “Allah evrenin nurudur,” buyrulur. Bu nur
bir kandile benzetilir, “o kandilin yağı öyle bir ağaçtan gelir ki, o
ağaç ne doğuya ne batıya aittir,” denir. Bu ayete göre bilginin doğu ya
da batı olarak belirlebebilecek bir kaynağı olmaz. Bilgi, bizatihi
değerlidir ve sırf bu yüzden alınmaya ve tabi olmaya değerdir.
Bakara Suresi’nin ilk ayeti şöyle başlar. “Bu içinde hiçbir şüphe
olmayan bir Kitaptır.” Kur’an bize kesin delile dayalı olarak konuşur.
Kesinlik, söylenen sözün dış dünyada bir karşılığının olmasına bağlıdır:
Su akışkan bir maddedir, dediğimiz zaman bu ifade dışarıda karşılık
buluyorsa kesindir. Kesin olduğu için de bir anlam taşır. Aynı şekilde
“Allah vardır,” cümlesi. Bu cümlenin anlamlı olması için karşılığı
olması gerekir. Ya da “Öldükten sonra dirileceksiniz.” ifadesi. Kuranda
inanılacak değil, kesin olarak bilinmesi ve bundan sonra bağlanılması
istenen şeyler vardır. Biz Allah’a inandığımız için o var değildir; O
var olduğu için biz O’na inanıyoruz. Bir şeyi bilmemiz, ona inanmamızdan
önce gelir, ki içinde şüphe barındırmasın. İslam’ın Hristiyanlıktan,
Yahudilikten farkı budur. İnanmak bilmediğiniz şeye olur. İslam’da dogma
yoktur. Ayeti kerime temel ilkeyi şöyle koyar: “Bil ki Allah vardır ve
birdir” (Muhammed, 19). Allah, “Allah vardır ve birdir”e inanın demiyor,
O var ve bir olanı bilin diyor.
Bilinen bir şeye inanmak ne demektir? Bilsek ki bir insana haksız yere
zulm ediliyor, gereğini yaparız. Kesin bilgi insanı harekete geçirir.
Şüphemiz olsa harekete geçemeyiz. Bilsek ki birazdan biri diğerini
öldürecek gözümüzü karartır harekete geçeriz. Buna da iman diyoruz.
Bilgi imanı doğuruyor. Bir şeye iman hareketin temel sebebidir. Ölümden
sonra dirilişte iman değil bilgi konusudur. “Onlar ahireti kesin olarak
bilirler” ayeti buna işaret etmektedir. bilgi konusu olduğu için ispat
etmek için hayattan gayet bilinen bir ikna cümlesi kurar Kur’an:
“Yoktunuz, şimdi varsınız.” Bu dini bir delil değildir, hayattan bir
tecrübe delilidir.
Halife/Muhalefet
Bütün insanların doğuştan güvene ihtiyacı vardır. Güvenliğimizi sağla
deriz devlete. Devlet de insanın bu güven ihtiyacını karşılayacağı
vaadiyle girişimlerde bulunur ve onu disipline etmeye kalkar. Onun için
Michel Focuault, güven ve disiplin terimleri arasındaki farka
dikkatimizi çeker. Öyle disipline eder ki, adam farkında bile değildir
köleleştirildiğinin. Karşısına çıktığında eli ister istemez ceketinin
düğmesine gider. Bir putun önünde bile ancak bu kadar eğiliyordu
insanlar. Allah insanları halife olarak adlandırdıysa, muhalefet
edebilme onurunu onun içinde gördüğü için adlandırmıştır. Halife ve
muhalefet aynı kökten gelir. Elinden hiçbir iş gelmeyen, ne denirse onu
yapan, emre hazır kıta bekleyen kullara ihtiyacı yoktur Allah’ın.
Allah’ın kulu Allah’ın koludur. Ona kol olacak, ona yakışacak işler
yapacaksan bu isme layıksındır.
Allah’ı Tanımlama Sorunu
Dinin emirler ve yasaklar üzerinden kendini inşa ettiğini düşünürsek,
bir sorunumuz var demektir. Kur’an bir ahlak kitabıdır ve ikna diline
sahiptir. Allah 600 sayfa boyunca insanı hem zihnen (bilgisel olarak)
hem de kalben (duygusal bağlılıkla) ikna eden bir dil kullanıyor.
Allah’ı “O istediğini zorla yaptırandır (Cebbâr) şeklinde bir tanımlama,
Allah’ın değil bir zorbanın tanımı olabilir ancak. Allah bir şey
istediği zaman ol der o da olur. İradesi için de zor kullanma yoktur.
Matüridî, ‘istediğini zorla yaptıran’ anlamı verilen Cebbar kelimesinin
Arapça’da kırık çıkıkları eski hâline getiren anlamında kullanıldığına
işaret eder. Cebbâr, dilde ortopedist demektir. Bu anlamda Allah
Cebbardır: Çünkü milyonlarca parçadan oluşan evreni düzene koyandır.
Birbirine hiç uyum göstermeyen milyonlarca parçayı uyumlu (sistemik)
hale getirir. Kaostan kozmos (düzen) çıkarır.
Din gönüllülük esasına dayanır ve kendini rahmet/merhamet zemininde inşa
eder. Bu hem kozmik sistem için geçerlidir hem de bizim için. Bu
merhameti ve ikna dilini bir kenara bırakıp da, 7 yaşına geldiği zaman
çocuğunuza namazı emredin, kılmazsa dövün, sözünü Peygamberin ağzına
yakıştıranlar, ona iftira atıyorlar. 7 yaşındaki bir çocuğu dövün diyen
bir Peygamber’in ümmetine şiddete karşıyız dedirtemezsiniz.
Cennet
Çok ciddi hasta bir insan düşünün acı çeken bir insan, morfin
verildiğinde acıları azalır. Morfinin etkisi geçtiğinde acıları geri
gelir. İnsanın sorumluluklarının olmadığı, haram, helal, yasak hiçbir
kavramların olmadığı, günah diye bir terimin olmadığı hali cennet
halidir. Cennetten kovulmak bir mekândan kovulmak değildir. Cennet bir
mekânın, mahallin değil bir hâlin adıdır. Âdem ve Havva’nın cennetten
kovulması demek sorumluluklarının başlaması demektir. Dünya hayatı
acıların, ızdırabların, bilincin, sorumlulukların olduğu hâlin adıdır.
Öldükten sonra müminlere verilecek olan cennetten bahsedilirken de aynı
ayrı yapılır. Firdevs, Adn gibi mahal ifade eden cennetlerden
bahsedildikten sonra bütün bunları anlamsızlaştıran esas cennet hâline
işaret edilir: o da Allah’ın kulundan hoşnutluk hâlidir. Yani Rıdvan
hâli/cenneti (Tevbe, 72).
Biat/Şura
Bir konu kimi ilgilendiriyorsa o kişilerle danışma içinde karar alınması
şura denir. Biat, yönetimin meşruiyetinin halka dayandırılması
demektir. Halk seçtiği kişiye biat eder. Biatta seçim vardır.
Meşruiyetin temeli halktır. İslâm yönetim felsefesinde biat esastır.
Mümtehine Suresi’nde geçtiği üzere Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye
göç etmeden önce hanımları çağırıp onlardan; “Ben Medine’ye geleceğim
buna ne diyorsunuz?” diye biat aldığını biliyoruz. Bu anlaşmayla, ilk
defa kadınlara söz hakkı verilmiştir. Ben bunu seçme-seçilme hakkı
olarak anlıyorum.
Akıbet: İyiye Kodlanmış Gelecek Tarih Fikri
Haşr suresi 10. ayet; “Ey Rabbimiz, bizden önceki din kardeşlerimizi
bağışla, onlara karşı bizim içimizde kin ve nefret bırakma” der.
Maturidi bu ayeti yorumlarken muhteşem ilkeler çıkarmıştır:
Birincisi, bizden önceki din kardeşlerimizi bağışla dediğine göre bu
insanlar dinî bir savaş içinde değillerdi. Zira hâla mü’min olarak
anılmaktadırlar.
İkincisi, onları bağışla dediğine göre çok büyük bir günah/hata içerisine düşmüşler.
Üçüncüsü de, “İçtihatta hata olmaz” ilkesinin yanlışlığını gösterir.
Örneğin, Hz. Ali içtihat etti ve savaşmaya karar verdi. Muaviye de aynı
şekilde içtihat etti. Bu durumda hata etmediler diyemeyiz. Haşr
Suresinin onuncu ayeti bize bir tarih felsefesi öneriyor. Tarihle
ilgili hataları görün ders alın, diyor.
O tarih benim gerçek tarihim değil. Benim gerçek tarihim, benim kendi
elimle inşa ettiğim tarihimdir. Buna Kur’an akıbet diyor. Akıbet, iyiye
kodlanmış gelecek tarih fikridir. Her birimizin doğan çocuğu normalde
günahsız olarak doğuyor. Ne alevidir, ne sünnidir, ne Hristiyandır, ne
de Yahudi. İnsana ilave edilen her kimlik, onun omurgasını biraz daha
çökertir. İslam ademiyete/sadece insan olmaya dayanan bir koruma kalkanı
geliştirir. Sadece insan olduğu için bütün hakları koruma altına
alınır, herhangi bir dine, ırka, mezhebe vs. ait olduğu için değil. Buna
el-ismetü bi’l-ademiyye denir.
Hadisin Söylediği Kur’an’a Ters Olamaz
Hanefi-Maturidi gelenekte, Hz. Peygambere atfedilen rivayetler Kuran’a
arz edilir. Söylenen söz Kuran’ın ruhuna uygunsa Hz. Peygamber söylemiş
olabilir. İmamı Azam Kur’an’ın ruhuna ters anlamında ‘manevi inkıta’
terimini üretmiştir. Inkıta kelimesi hadis terimidir. Peygamber
efendimize bir hadis giderken rivayet eden kişilerin isimleri sıralanır.
Bu sıralamada bir kesiklik varsa ona ınkıta denir. Bir yerde kesildiği
için hadisin güvenilirliği düşer. Gelen rivayet muhteşem de olsa senette
kesiklik varsa rivayete şüpheyle bakıyorlar hadisçiler, ve metni
dikkate almıyorlar. Bu hatadır. Ebu Hanife de, kim rivayet ederse etsin
eğer Kur’an’a ters ise onu inkıta kabul ediyor. Senedinin kesik olmaması
önemli değil ruhu kesik diyor. Onun için çok az hadis kullanmıştır Ebu
Hanife ve Maturidi.
Vahiy
Vahiy nebevî bir tecrübedir ve anlaşılması zor konulardan biridir. Vahiy
süreci ilahî irade tarafından kontrol edilir. Peygamberin iradesi pasif
hâldedir. Peygamberimiz, vahiy aldıktan sonra kendime gelirdim, diyor.
Bizim bildiğimiz 5 duyunun açık olduğu bir durum değil bu. Vahiyde
olduğu gibi Kur’an’ın yazılımı da peygamberin inisiyatifinde değildir.
Kuran’ın anlamı kadar dizilimi (nahiv/sentaks) özellikleri de
olağanüstüdür/mucizedir.
Kuzey Kutbuna Yakın Olan Yerlerde Oruç
Güneş batımının geç saatlere kadar gerçekleşmediği yerlerde itibari bir
güneş batımı tespit edilerek, imsak ve iftar vakti tespiti yapılabilir.
Unutmamak gerekir ki paralel ve meridyenler itibaridir. Öyle bir şey
yoktur ama itibari olarak hesap yapmakta kullanılırlar. Orucun kaç saat
tutulacağı konusunda aynen itibari bir zaman tayini yapılabilir. Güneş
batımı, bir zaman tayinidir, orucu açmanın gerekçesi değildir. Bu tayini
ilgili bölgedeki insanlar yapabilirler. İsterlerse Mekke’ye kıyas
yapabilirler, isterlerse başka bir yere. Bu konuda bütün insanları
bağlayan bir fetvaya gerek de yoktur. Ama ibadetlerde birlik ruhu
önemlidir ve fetvânın bu anlamda önemi vardır.
Dua
Dua bir ilişki türüdür, bir niyaz hâlidir. Duayı Allah’tan istenecekler
listesi olarak anlamamalıyız. İnsanlar dua ediyorlar ve karşılığını
bekliyorlar. Kabul olduğunda makbul bir kul sayıyorlar kendilerini.
Bakara Suresi’nde “Güzel bir sözü/duayı Allah’a çıkaran salih ameldir”
denir (Fâtır, 10). Faydasının başkasının gördüğü işlere ‘salih amel’
diyoruz. Bir açı doyurursanız, bir hastanın tedavisine katkıda
bulunursanız, bir öğrenciye burs verirseniz dualarınız Allah’a
yükselebilir. Hz. Peygamberin huzuruna girip de konuşmak isteyenlere
“önce sadaka versinler ondan sonra gelsinler” diyor, Allah (Mücadele,
12). Sadaka, Allah’a sadakatin bir göstergesidir. Bu sadakatin yolu
toplumsal boyutu olan iyilikler yapmaktan geçmektedir. Bu sadakat
sınavından geçmeyenlerin niyazlarına kulak verilmez, deniliyor.
İnsanlar toplumda birbirlerinden sorumludurlar. Kuran salih amel ve
sadaka kültürüyle, sorumluluk ahlakını geliştirmek istemektedir.
Kur’an’ın, bir duadan önce ve peygamberle görüşmeden önce sadaka/salih
amel talep etmesi ‘toplummsal sorumluluk’ temelinde inşa edilen dinamik
bir ahlak yaratma amacına yöneliktir.
Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün 8,9,10 Mayıs Berlin
Deşifre: Niğmet Balcı
Son kontrol: Rüştü Kam
Tashih: Zülfikar Kam/Niğmet Balcı
Mocca Sayı:23
ha-ber.com/Rüştü Kam / Berlin