21 Ekim 2015 Çarşamba

SEÇİM 2015/ BERLİN'DEN

Türkiye’de bir senede iki kez milletvekili genel seçimleri yapılıyor. 4 sene müddetle Türkiye’yi yönetecek bir hükümet aranıyor. 12 sene Türkiye’yi yöneten Ak Parti iktidarına halka rağmen son verilmek isteniyor. AK Parti’nin tek başına hükümet olması istenmiyor. 

Bu istek Türkiye seçmeninin isteği gibi görünüyor veya öyle gösterilmeye çalışılıyor. Seçmen manipüle edilmemişse bu isteğe saygılı olmak demokrasi açısından önemlidir. Halkın, kendisinin nasıl yönetilmesi gerektiğine karar vermesi demokratik hakkıdır.
7 Hazirandan beri olup bitenlere bakılırsa, Ak Parti’nin  tek başına iktidar olmasını asıl istemeyenler halk değil, dış güçler ve onların içerdeki işbirlikçileri gibi görünüyor. HDP’nin Kürt seçmenin dışında hem sağdan, hem soldan oy almasına bakılırsa, seçimler o kadar da demokratik bir ortamda yapılmıyor gibi. Halkın ne istediğinden çok ideologlar ne istiyor, çıkar çevreleri ne istiyor ona bakılıyor. Partilerin, güçlü olan başka bir partiye karşı gizli veya açık olarak blok oluşturmaları demokrasilerde olmaması gereken oluşumlar.

Türkiye’nin bir diktatör tarafından yönetildiği ve yolsuzluk yapıldığı algısını yaymak için yazılı ve sözlü basın, sosyal medya çok iyi kullanılıyor. Yürüyüşler yapılıyor, provokasyonlar düzenleniyor, canlı bombalar sahaya sürülüyor. Olayların Müslümanlar tarafından düzenleniyor olduğu konusunda halkı inandırmak için, sürekli IŞİD üzerinden olaylar değerlendiriliyor. IŞİD’in nasıl bir kuruluş olduğu, kimler tarafından kurulduğu ve yönlendirildiği ise yorumcular ve medya tarafından fazla gündeme getirilmiyor, özellikle böyle yapılıyor gibi bir düşünce akla gelmiyor da değil.

Amaç kargaşa yaratmak, halkı kamplara ayırmak ve sonunda Suriye, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi iç savaş çıkarmak olsa gerek.
Türkiye stratejik açıdan çok önemli bir coğrafyada bulunuyor. Kaynakları bakir. Bu yüzden de düşmanı oldukça fazla.
Türkiye’yi korumak Türkiye’yi vatan bilen herkesin görevi olmalıdır. Önümüze sandığı koymuşlar. Gelin vatandaşlık hakkını kullanınız diyorlar. Bu sese kulak vermek lazımdır. Eğer bu sese kulak vermez de duyarsız kalırsak, istenen olacaktır.

O zaman, kucağında çocuğuyla ülke ülke dolaşarak vatan aramaya kalkan babalar gibi, gazetecilerin ayağına takılabiliriz. Bir gün vatan arama derdine düşmek istenilmiyorsa bu seçimde oyların mutlaka kullanılması gerekiyor. Hem de kullanılması gereken yere kullanılması gerekiyor. Gerçek vatanseverlerle, vatanımızı bölmeye çalışanları ayırmamız gerekiyor. Türk halkının değerlerine saygılı olanlarla, Türk halkının değerlerinden utananları, onları küçümseyenleri ve o değerlerle alay edenleri ayırmamız gerekiyor.  Din istismarcılarıyla, İslâm dinini yaşam biçimi olarak seçenleri ayırmamız gerekiyor.

Bir tane Türkiye var, iki tane Türkiye yok. 

Ülkesindeki iç savaş yüzünden, 13 yaşında ülke aramaya çıkan Suriyeli Mülteci Kenan’ın feryadını unutmayalım: “Ülkemizdeki savaşı durdurun da, biz ülkemize geri dönelim, Avrupa’nız sizin olsun.”

Rüştü Kam

16 Ekim 2015 Cuma

ERZURUM VENİ VİDİ SCRİPSİ (XI) 2015

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Dadaşlar diyarı Erzurum; taşınla, toprağınla dile gelsen de anlatsan başından geçenleri. Zaman yeter mi, sığar mısın kitapların içine, bitirebilir misin hikâyeni bilmem. Elden ele geçtin, yakıldın, yıkıldın, örselendin, hakaretler gördün, namusun çiğnendi. Milattan önce 4.000 yılında başlayan hikâyen nasıl sığsın iki kapak arasına.  Kaç medeniyet kuruldu ve kaç medeniyet yıkıldı senin kara bağrında. Gözyaşı akıta akıta göz pınarların kurudu. Bağrına saplanan hançerleri söküp atan Nene Hatunlar, Kara Fatmalar olmasaydı, nice olurdu halin. Bugün biz geldik, senin hikâyeni senden dinlemek için geldik. Biraz da olsa yaralarını sarmak için geldik. Senin bizlere anlattıklarını, biz de çocuklarımıza anlatacağız. Anlatacağız ki, senin başına gelenler bizden sonrakilerin başına gelmesin.

Sırtında çocuğu elinde silahıyla karşıladı Nene hatun Tabyaların önünde bizi. Selamlaştık, hal hatır sorduk. Nene Hatun’un önünde saygı ile eğildik. Erzurum’un hikâyesini başladık dinlameye. Aziziye Tabyası’nın önündeyiz. “Tabyalar 19. yüzyılın acı hatıralarını taşıyan önemli askeri barınaklardan, siperlerdenmiş. Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecinde doğudan gelen tehlikelere karşı şehrin 21 stratejik noktasına inşa edilmiş. Özellikle Aziziye ve Mecidiye Tabyaları, ‘93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı -Rus Savaşı’nda kritik rol üstlenmiş. 9 Kasım 1877 tarihli Aziziye Müdafaası, Erzurum halkının kahramanlıklarına sahne olmuş ve şehrin işgalden kurtarılmasını sağlamış. Erzurum halkı, bu müdafaayı her yıl tabyalara doğru yürüyüş gerçekleştirerek canlandırırmış. Yeni nesillere bu toprakların bedava elde edilmediği anlatılmak istenirmiş.”

İçeriye vize almadan girmemiz mümkün değil. Sırtında çocuğu elinde tüfeğiyle Nene Hatun nöbet tutuyor kapıda. Rehberimiz Yasin anlatıyor, hikâyesini:



“7 Kasım 1877 günü, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarırlar. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürürler. Böylece arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirirler. Haber şehir merkezine ulaşır. Acı haber minarelerden şehir halkına duyurulur: "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi…"

Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başlar. Kadın-erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülür. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir taze gelin de vardır. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermiştir. Üç aylık bebeğini emzirir ve "Seni bana Allah verdi, ben de seni O'na emânet ediyorum." der ve ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlar.

Erzurum halkının bu asil yürüyüşünü, Rusların açtığı yaylım ateşi bile durduramaz. Tabyalara doğru bütün güçleriyle koşmaya devam ederler. Ön sıradakiler şehit olurlar. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hırslı bir şekilde ileri atılırlar. Demir kapılar birer birer kırılır ve içeri girilir. Boğaz boğaza bir savaş başlar. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı–sopalı, askeri eğitim bile almamış bu halk karşısında ancak yarım saat tutunabilir. Tabya geri alınır ve göndere yeniden Türk bayrağı çekilir.

Nene Hâtun da yaralılar arasındadır. Fakat o kendi yarasına aldırmaz, evindeki bebeğini de unutmuştur. Yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarabilmek için oradan oraya koşturur durur. O'nun, o gece vatan için başlayan mücâdelesi, düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam eder. Erzurum'un her karış toprağına cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaşır adeta. Sevilir, sayılır, örnek alınır ve sonunda Nene Hatun olarak tarihe geçer. Kahraman Erzurumlu kadınlarının temsilcisidir o. Türk-Rus savaşında destanlaşan yiğit, kahraman bir Türk kadını, Türk anasıdır o. Aziziye Tabyaları’nda Ruslara karşı silah olarak kullandığı “kasaturası” ile bütünleşen yüreğidir onu Nene Hatun yapan. İşte karşımızdaki kadın O Kadındır. Nene Hatun.”

Sarıkamış’tan sonra, Erzurum’a da böyle duygu seli içinde girdik. Tabyaların önüne yaklaştı kaptan Sezgin. Anıt önünde ziyeratimizi ölümsüzleştirdik. Aziziye Tabyasının içine girdik ve o kahraman dadaşların, Nene Hatunların, Kara Fatmaların canhıraş çığlıklarını duyduk, gayretlerini canlandırdık hayalimizde, 30 dakika içinde Rus askerlerini nasıl tarumar ettiklerini hayal ettik. Duaya ihtiyaçları olmadığı halde, dua ettik onlar için. “Allah yolunda öldürülenlere “ölü” demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.”( Bakara 154)

Nene Hatun,1857 senesinde Erzurum'da dünyaya geldi. 98 yıl yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, hayata vedâ etti. Mekânı Cennet olsun…

Tarihi eserler

Çifte Minareli Medrese


Nene Hatun’la vedalaştık. Sonraki durağımız, Çifte Minareli Medrese. Tamir ediliyor. İçeriye giremedik. Rehberimiz Yasin Medresenin tanıtımını Ulu Camii’nin eski imamına bıraktı. O muhterem zat, zaten orada İstanbul’dan gelen bir gruba tanıtım yapıyordu. Yaklaştık yanına ve dinledik biz de anlatılanları. Yüzü nurlu bir adam, çok da nazik, ellleriyle işaret ederek anlatıyor eserleri, “Bakın işte şu …”: .

“13. yüzyılın sonlarında inşa edilen Çifte Minareli Medrese, Selçuklu Medeniyeti’nin günümüze ulaşan en önemli eserlerinden biri ve aynı zamanda Erzurum’un sembolüdür. Medresenin özellikle taç kapısında bulunan bezemeler, Selçuklu taş süslemesindeki derinliği ve estetik anlayışı gösterir. Burada yer alan palmet ve rumi motifleri, Selçuklular’ın simgesi olan çift başlı kartal ile hayat ağacı figürleri dikkat çekicidir. Bakın şu kartal 3 boyutlu olarak yapılmıştır.  Medresenin, efsanelere konu olan yarım minareleri de çinileri ile göz kamaştırmaktadır. Çifte Minareli Medrese; döneminin en önemli üniversitelerinden biridir. Avlunun güneyinde yer alan kümbet de o dönemde yapılan en büyük türbe unvanına sahiptir. Her biri 26 metre yüksekliğindeki rengârenk çinilerle süslü çifte minare, bu tarihi esere isim olmuştur. Minarelere “Allah", "Muhammed" ve "ilk dört büyük halife" nin isimleri de işlenmiştir. Çifte Minareli Medrese, Erzurum'un sembollerinden biridir.

Taç kapıyı çeviren bitki süslemeleri, kalın silmeli panoların içindeki "ejder", "hayatağacı", "kartal" motifleri cephenin en gösterişli bölümüdür. Ön dış cephede yer alan tamamlanmış hayat ağacı ile kartal motiflerinin bir arma olmaktan çok, Orta Asya, Türk inanışı kapsamında, güç ve ölümsüzlüğü dile getirdiğine inanılır. Taç kapıdan avluya girilir. Zemin katta on dokuz, birinci katta ise on sekiz oda bulunmaktadır.
Medresenin ve iç kısımda bulunan kümbetin giriş kapıları başta olmak üzere; medrese mimarisinde yer alan önemli ve değerli parçalar, Rusların Erzurum’u işgali dönemlerinde Ruslar tarafından yerlerinden sökülerek Rusya'ya götürülmüştür. Leningrad müzesinde sergilenmektedir.“

Anadolu’ya gelen herkes buradan birşeyler alıp götürmüşler, ama bitirememişler.
Namaz vakti yaklaştı. Öğle namazı kılacağız. İmam bizi Ulu Cami‘ye davet etti. Emekli olduğu camiye. Dünyalar tatlısı bir kişilik. Yaşı yetmişin üzerinde, hâlâ koşturuyor. Gelen ziyaretçilere bildiklerini anlatma derdinde. Kabuğuna çekilmemiş, emekli maaşını alarak yan gelip yatmamış. Önce namazımızı kıldık. İkindi namazını da peşine cem ederek kıldık. Mükemmel bir eser. Başladı Ulu cami imamı görev yaptığı camiyi anlatmaya:

Ulu cami




“Erzurum Ulu Camii (Atabeg Camii, Atabey Camii), şehrin en eski camisidir. Saltuklu Emiri Nasreddin Aslan Mehmet tarafından 1179 yılında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami, kalın taş sütunları, kırlangıç kubbesi, mihrabı ve minaresi ile Selçuklu mimari anlayışının en güzel örneklerindendir. 28 pencere ile aydınlatılan caminin içerisinde toplam 40 sütun bulunmaktadır.

Cami 6.000 kişi kapasitelidir. Günümüzde 4.500 kişi aynı anda rahatlıkla namaz kılabilmektedir. Caminin beş kapısı vardır. Kapılardan ikisi doğuda, üçü de kuzeydedir. Kapıların hiç birisi bir diğerine benzememektedir. Caminin üç kubbesi vardır. En önemlisi yapıldığı günden beri orijinal hali ile günümüze kadar varlığını sürdürmüş olan „Kırlangıç örtü" diye adlandırılan ahşap örtülü kubbedir.
Yapılış tasarım özelliği ile caminin içerisindeki nemi toplar ve yukarıya çekerek dışarıya tahliye eder. Bu kubbe sayesinde cami içerisinde nem olmaz.

Güneyden kuzeye doğru kırlangıç kubbe ile mukarnas taş oyma kubbe arasında yer alan ikinci kubbe, tavanında yer alan ve gökyüzüne açılan penceresi ile caminin aydınlanma unsurlarından birini oluşturmaktadır.
Bunlara ek olarak 6.000 kişinin aynı anda bulunduğu kapalı mekânda ses iletişimini daha sağlıklı kılmak için caminin tam orta bölümüne „Mukarnas kubbe“ yerleştirilmiştir. Bu kubbe sayesinde hem caminin aydınlanması ve hem de mevcut sesin 10 kat daha yüksek tonda yayılması sağlanmıştır. Aritmetik olarak hesaplanıp sert kaya zemin üzerine kendine özgü şekillerin işlenerek yapıldığı ve sadece bu camide bulunan bu mukarnas örtü şeklinin bir benzeri başka bir yapıda yoktur.

Kırlangıç kubbeyi taşıyan dört sütuna "Fil ayağı" denir. Kıble yönündeki iki fil ayağının en üst kısımlarında bulunan yuvarlak iki pencere de "Fil gözü" diye adlandırılır. Fil gözü pencerelerden sol taraftaki güney-doğuya, sağ taraftaki ise güney-batıya meyilli olup, gökyüzüne doğru bir bakış açısı oluşturmaktadırlar.

Bu pencereler caminin içerisine adeta birer aydınlatma projektörü gibi ışık saçarlar. Soldaki pencereden sızan güneş ışığının cami içerisinde yer zeminde oluşturduğu elips şeklindeki ışık yoğunluğu daralarak tam daire şeklini aldığı an, öğle namazı için ezan okunma vaktinin geldiği anlaşılır. Sağdaki ise aynı şekilde ikindi namazı için ezan okunma vaktini bildirir.

İşte orada, kıble duvarında üç tane mihrap vardır. Ortadaki imama aittir. Sağda ve soldakiler ise cami içerisinde her ne kadar akustik mimari ses sistemi olsa bile ses iletiminin yeterli gelmeyeceği düşüncesi ile imamın namaz anındaki tekbirlerini tekrarlayarak bulundukları yerden cemaata duyuracak Kayyım denilen müezzin yardımcılarının yer aldığı "Mihrabiye" lerdir.

Gördüğünüz şu sütunlardan cami içerisinde toplam 47 tane vardır. Caminin orta kesiminde batıdan doğu istikametine doğru bakıldığında; 4 sağ tarafta, 4 de sol taraftaki sütünlar arasında 15 er cm. lik çıkıntı farklılıkları görülür. Sütunların bu şekilde yapılması, imamın sesinin cami içerisinde " U " şeklinde yayılması içindir. Aynı zamanda depreme karşı dayanıklılığı artırır, caminin yükü bu sütunlara dağıtılmıştır. Cami 28 pencere ile aydınlanmaktadır.

Cami 830 yılı aşkın süreden beri varlığını sürdürmektedir. Yakın tarihe kadar caminin iç duvarlarına Ruslar tarafından hayvan bağlamak için çakılmış halkalı mıhlar vardı, işte bakın şurada. Bunlar işgal sırasında Rusların camiyi "ahır" olarak kullandıklarını göstermektedir. Ruslardan sonra şehri ele geçiren Ermeni çeteleri de camiye büyük zarar vermişlerdir.”

Mükemmel bir anlatım. Teşekkür ettik ve elini öptük hoca efendinin. 1 saate yakın bizimle ilgilendi. Zaman harcadı ve rehberlik yaptı. Usulüne uygun şekilde para vermek istedik. Almadı. “Orada duran bağış kutusuna bırakın vereceğiniz parayı, caminin ihtiyaçları için kullanılsın” dedi. Gözümüzde bir defa daha büyüdü hoca efendi. Allah selamet versin.

Üç Kümbetler



“Bu kümbetler,  Anadolu’daki mezar anıtların en güzel örneklerindendir. Üç Kümbetler ismi ile tanınan kümbetlerin en büyüğünün Emir Saltuk’a ait olduğu ve XII. yüzyılın sonlarında veya XIV. yüzyılın başlarında yapıldığı sanılmaktadır. Diğer kümbetlerin kime ait oldukları bilinmemektedir.
Üç Kümbetlerin yanında kümbeti andıran bir diğer yapının mahiyeti anlaşılamamışdır. Bunun da kümbet olduğu ileri sürülmüşse de bazılarına göre bu bir mescittir. İç kısmında oldukça güzel bezenmiş mihrabı vardır. Giriş kapısının saçakları üzerinde geometrik bezeme ile çiçek ve hayvan motifleri görülmektedir.

Üçüncü kümbet yöresel Keyek taşından yapılmıştır. On iki cepheli ve dört pencerelidir. Kuzey yönünde giriş kapısı bulunmaktadır. Kümbetin üzerini örten konik külahın kasnağında Emir Saltuk Kümbetine benzeyen bezemelere yer verilmiştir.“

Karnımız acıktı. Sıra geldi Erzurumun cağ Kebabını yemeye. Kemal Zeyveli ve Davut Yıldırım öğle yameği bizden dediler. Davut Yıldırım Erzurumlu, Kemal Zeyveli Malatyalı. Berlin’de arkadaş olmuşlar. Restoran tıklım tıklım. Ancak Davut önceden rezervasyon yaptırdığı için bizim yerimiz üst katta hazırlanmış. Önce iyi pişmiş, incecik açılmış yufkalar geldi sofraya, arkasından 4 er tane şişlere dizilmiş kebaplar. Önümüzdeki şişler biter bitmez hemen yenileri geliyor. Garsonlar fırtına gibi ve de son derce saygılılar. Kebap gerçekten lezzetli. Rehberimiz yasin Cağ kababının Artvin’e ait olduğunu, ancak Erzurumluların elinde meşhur olduğunu söyledi ama. Yasin’in Artvinli olduğunu da unutmamak lazım.

Dışarıda yağmur var. Ama biz Erzurumu bitirmek zorundayız. İki saat sonra Yakutiye Medresesi’nde buluşmak üzere dağıldık. Alış veriş zamanı. Oltu taşları alınacak, başka hediyelikler alınacak. İsteyenler de Erzurum Kalesi’ne gidebilecek. Ben eşimle Rüstem Paşa Hanı’na gittim. Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazamı Rüstem Paşa tarafından 1561 yılında yaptırılmış. Yapı, Osmanlı kervansaray mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Taşhan adıyla da anılan bu eser, günümüzde Oltu taşı esnafının imalat ve satış yeri olarak hizmet vermekte.
Cimşit ailesi de bizim gibi düşünenlerden, orada karşılaştık. Alacaklarımızı aldık, hazırda bulamadıklarımızı da bir saat içinde yapıp teslim ettiler. Buna rağmen, verilen saatte Yakutiye Medresesi’ne vardık. Gökyüzü ağlamaya devam ediyor. Çoğumuzda şemsiye yok.

Yakutiye Medresesi



İlhanlılar döneminde Hoca Yakut Gazani tarafından 1310 yılında yaptırılan eser Anadolu’daki kapalı avlulu medreselerin en büyüğüymüş. İlhanlı Valisi Hoca Cemaleddin tarafından Sultan Olcayto ve Bulgan Hatun adına yaptırılmış. Medrese, dengeli mimarisi, iri motifli süslemeleri, oymalı taç kapısı ve taş bezemeleri ile muhteşem bir görüntü oluşturmakta. Taç kapı üzerinde yer alan hurma yaprakları, pars ve kartal figürleri Orta Asya Türklerinin önemli simgeleriymiş. Avlunun sağ ve solunda karşılıklı beşik tonozlu altışar oda sıralanmış. Bunlardan sağ köşedeki odadan aynı zamanda minareye çıkılmakta. Eserin, geometrik motifler ve çinilerle bezeli minaresi de dikkat çekici. Yakutiye Medresesi, 1994 yılından itibaren Türk-İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi olarak hizmet vermekteymiş. Sınıfların giriş kapıları burada da alçak yapılmış. Aynı mantık; öğrencinin hocanın huzuruna eğilerek girmesi gerekiyor. İlme ve ilim adamına olan saygı.
Hediyelik eşyalarımızı aldık. Bazı arkadaşlarımız tişört alırken bazıları da magnet almayı tercih etti.

Medreseden çıktık. Yasin ‘ Sizi oldukça güzel bir kafeye götüreceğim.’ dedi. Gerçekten dediği kadar da varmış. Girişte sizi bir ayakkabı boyacı sandığı karşılıyor. Boyacısı olmayan bir sandık. İçiçe odalardan oluşan bir kafe burası. Tarihi eşyalarla döşenmiş. Yere oturuyorsunuz. Garsonları fazla becerikli değil, yüzleri de gülmüyor. Mekan güzel ama, servis kalitesi sıfır. Kahve içtik, Türk kahvesi. Yanında lokumu ve suyu da yoktu. Mekanı bize anlatmak için gelen zat hem konusuna hakim değildi, hem de çok soğuk bir yapısı vardı, garsonlar gibi. Dışarıda gördüğümüz Erzurumlulara benzemiyor bunlar.

Erzurumla ilgili kısa bilgiler

Erzurum




Erzurum, Doğu Anadolu’da Palandöken Dağları’nın eteğine kurulmuş, tabiatın güzelliklerini esirgemediği bir ovanın yanıbaşında yer almakta. İlin burada kurulmuş olması tesadüfi değil. 6.000 yıllık tarihi boyunca şehir; bölgesel, iktisadi ve siyasi merkez olmuş. Persler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi dünyanın en önemli medeniyetlerine ait önemli eserleri barındırıyor bünyesinde. Erzurum, kültürel değerleri, kayak tesisleri, doğal güzellikleri, yöresel ev yapımı ürünleri, kaplıcaları, doğa sporlarına elverişli coğrafi özellikleri ve doğal güzellikleri ile gezilip görülmeye değer müstesna şehirlerimizden biri. İpek Yolu ve verimli ovaları bölgenin tarih boyunca yerleşme alanı olarak seçilmesinde önemli rol oynamış.
Erzurum’un nüfusu yaklaşık 780 bin (2015). Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki en büyük il. Denizden yüksekliği yaklaşık 1.900 m.
Temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. Son yıllarda kış turizmiyle de öne çıkmakta. Soğuk iklimi sebebiyle sanayisi gelişmemiş. Kadayıf dolması, cağ kebabı, kesme çorbası, civil peyniri meşhur.

Erzurum, Hz. Ömer zamanında (638) Müslümanlar tafafından fethedilmiş. Ancak şehre tam olarak yerleşmeleri mümkün olmamış ve 949 yılında Bizanslıların eline geçmiş. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra şehir tekrar Müslümanların hâkimiyetine girmiş.

Erzurum, I. Dünya Savaşı’nda işgal edilen Anadolu’nun kurtuluşu için başlatılan mücadelede de kritik rol oynamış. 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal, 23 Temmuz 1919’da Anadolu’nun değişik illerinden gelen 56 delege ile birlikte Erzurum Kongresi’ni düzenlemiş. Böylece Milli Mücadele’nin en ciddi adımı burada atılmış.

Bar

Erzurum yöresinde oynanan halk oyunlarına “bar” deniyor. Bar, birlik ve beraberliği ifade etmekteymiş. Kadın ve erkek barları ayrı ayrı oynanırmış. Erkek oyunları 18 bardan, kadın oyunları 15 bardan oluşmaktaymış. Özel günlerde, kutlamalarda ve çeşitli etkinliklerde bar oynanırmış.

Oltu taşı

Oltu taşı; siyah, sert, parlak, kavlı biçiminde kırıkları olan, parlatılabilir, tıraşlanabilir bir linyit türü. Altın ve gümüş ile birlikte de kullanılırmış. Oltu taşından ağızlık, tespih, kolye, broş, küpe, yüzük, bilezik gibi aksesuarlar üretilirmiş. Erzurum oltusu çok pahalı. Rus oltu taşı ithal edilmeye başlanınca piyasa etkilenmiş. Çünkü o taşlar ucuza alıcı bulabiliyormuş.

İklim ve bitki örtüsü

Türkiye'nin en yüksek ve en soğuk illerinden biri olan Erzurum'da sert kara iklimi hüküm sürmekteyhmiş. Genel olarak kışlar çok soğuk ve karlı; yazlar ise çok sıcak ve kurak geçermiş. Hemen hemen yılın 2-3 ayı bölge kar altında kalırmış.
Türkiye'nin en çok güneş gören illerinden biri olmasına rağmen, aynı zamanda en soğuk illerindenmiş. Yazın sıcaklık +35 dereceyi görürken kışın sıcaklık -30 dereceye kadar inermiş.

Ekonomi

Erzurum'un ekonomisini genel olarak tarım-hayvancılık ve sanayi-ticaret unsurları oluşturmaktaymış. Erzurum'da kurulmuş olan Atatürk Üniversitesi , şehirde ticari anlamda da canlılık sağlamaktaymış.
Erzurum’un , Palandöken dağı kış spor tesisleri ile sınırlı olan kış turizmi, özellikle son yıllarda önemli kazanımlar elde etmiş.
Tarım ve hayvancılık, bitkisel üretimi; tahıllar, yem bitkileri, baklagiller, endüstri bitkileri, yumrulu bitkiler, yağlı tohumlar oluşturmaktaymış.
Erzurum’da küçümsenmeyecek derecede küçükbaş-büyükbaş hayvan yetiştirilmekteymiş. Etlik ve sütlük. Et ve süt ürünleri için tesisler mevcutmuş. Bal üretimi ise hatırı sayılır bir miktardaymış.
Erzurum'un en önemli sanayi kuruluşu, 1956 yılında üretime başlayan ve kamuya ait olan Erzurum Şeker Fabrikası’ymış.

Dadaş

Türkiye'de Erzurum denince halk arasında akla gelen ilk ifade dadaştır. Dadaş kelimesi Erzurum barlarını oynayan oyunculardan her birini ifade edermiş. Dadaş kelimesi yörede; erkek kardeş, yiğit, delikanlı, babayiğit kimse, mert, cesur, arkadaş, dost anlamlarında da kullanılırmış. Dadaş olmak tarihi kahramanlıklar, dostluklar, sevgi ve saygı diyalogları, insanlar arasındaki sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın adeta alt yapısını oluşturan en önemli unsurmuş.

Şenlikler



Erzurum gelenekleri arasında 1001 hatim şenlikleri yapılırmış. Şehrin en önemli şenliklerindenmiş. Özellikle Aralık ayında okunurmuş hatimler ve yaklaşık 1 ay sürermiş. Tüm şehir halkı 1 ay içerisinde hatimler okur ve 1 ayın sonunda okunan hatimler Ulucamii'de tüm halkın katılımı ile bağışlanır ve Erzurum için dualar edilirmiş.

Erzurum Kalesi

Erzurum Kalesi, şehir merkezinde yer aldığı tepenin en uc noktasında bir iç kale ve bu iç kaleyi çevreleyen bir dış kaleden oluşmakta. Kalenin ilk inşâ tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte M.S. 5. yüzyılın ilk yarısında Bizanslılar tarafından yaptırıldığı tahmin edilmekte.

Saat kulesi

Saat Kulesi, Erzurum'un şehir merkezindeki en yüksek tepesinde yer alan "İçkale" dedir. Tepsi Minare diye de geçmişte adlandırılmış. Saltukoğulları tarafından 12. asırda gözetleme kulesi olarak yapılmış. Gövdesi tuğla, kaidesi ise kesme taştan. 19. yüzyılda üst kısmına ahşap külah ilave edilmiş. Kale içerisinde bulunan "Kale Mescidi" nin minaresi olarak da kullanılmış. Kale mescidi kitabesinde "İnanç Beygu Alp Tuğrul Bey Ebi-l Muzaffer Kasım" yazılı. Erzurum Saat Kulesi (Tepsi Minare), Anadolu'daki en eski Selçuklu minaresiymiş.

Palandöken

Akşam oldu neredeyse. Bugün biraz fazla yorulduk. Yağmurun da etkisi var bu yorgunlukta. Otobüs bir hayli uzağa park etmiş. Otele gitme zamanı. Verilen saatte tam olarak gelmeyenler oldu yine ama bu kez Yasin ceza kesmedi. Sebebinden sual edilmez dedik ve yola koyulduk. Palandöken dağına çıkacağız. Otelimiz orada. Oldukça dik yolu var. Otele kadar çıkamadık kar yüzünden, kaydı otobüs. Yaya olarak çıktık otele. Eşyalarımız sonradan geldi. Kaptan Sezgin zincir kullanarak otobüsü çıkarmış. Erzurum’u Palandöken’den seyretmek keyifli olacaktı ama, o da olmadı. Çünkü sis bu zevki bize tattırmadı. Seyfi Bey, spor yapmayı tercih etti. Bazı arkadaşlarımız saunaya gitti. Bazıları da havuza.
Sonuç

Erzurum insanı cana yakın. Esnafı tatlı dilli. Tarihi doku olarak oldukça zengin. Nene Hatunların Kara Fatmaların yeri bambaşka halk arasında. Halk onları destanlaştırmış. Ermeniler halka çok zulmetmiş. Sohbete başlar başlamaz sözü bir şekilde hemen ermeni ihanetine getiriyorlar. Toplu katliamlardan bahsediyorlar, tecavüzlerden bahsediyorlar. Rusların camileri hayvan ahırına çevirdiklerini anlatıyorlar. ‘93 Rus Savaşı’nda kaybolan canlara ağıt yakıyorlar. Tüylerimiz diken diken oluyor. Çok çekmiş Erzurum halkı, Erzurum çok dertli. Biz derdini dinledik Erzurum’un, göz yaşını birazcık da olsa dindirdik. Erzurum sizleri de bekliyor.

Sabah yola koyulacağız. Hedefimizde Sivas var. Erzincan’da da bakır alışverişi var. Ayrıca Gülayşe Yücel teyzesini de ziyaret edecek…

Devam edecek


Rüştü Kam

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERBELA SAVAŞI VE KERBELA OLAYI /HASAN ONAT /BERLİN/ RÖPORTAJ RÜŞTÜ KAM/MOCCA DERGİSİ

Yeni Kerbelaların meydana gelmemesi için Kerbela’yı doğru okumak gerek.
Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı

Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı
Yeni Kerbelaların meydana gelmemesi için Kerbela’yı doğru okumak gerek.
Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ'ya
Cibrîl var haber ver sultân-ı enbiyâya


Zeynep, Hüseyin'in çadırına gitti. Allah'ım, canımı alsaydın da böylesi bir acıya tanıklık etmeseydim!' diye yakararak, başını göğsüne yasladı ve Hüseyin, 'güzel kardeşim' diyordu, 'sakin ve sabırlı ol, Allah şefkat ve merhametini senden gidermesin. Dedem Allah'ın habercisiydi, senden benden üstündü, babam, annem ve kardeşim benden öndeydi, değerliydi. Bak hepsi ahiret yurduna göçtü. Ben de onların yanına gidiyorum, gerçek yurduma kavuşuyorum.'

Kerbela, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada Emevi saraylarında din dışı ne varsa din adına meşru gösteriliyordu. Halk isyan ediyor ama Emevilerin kurduğu askeri teşkilat halka göz açtırmıyordu.
Kerbela Katliamı

Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı, 10 Muharrem 961 tarihinde bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin bin Ali'ye bağlı küçük bir birlik ile Emevi Halifesi I. Yezid'e bağlı 30.000 kişilik ordu arasında cereyan etmiştir. Bu vahim olay nasıl gerçekleşmiştir Prof.Dr. Hasan Onatla konuştuk:

Mocca:Olaylar nasıl gelişti?
Onat: Hz. Muhammed'in 632 yılında vefat etmesinden sonra Müslüman toplumunun başına kimin geçeceği kaygısı baş gösterdi. Müslümanların bir kısmı ilk olarak Ebu Bekir'in halifeliğini kabul ettiler.
Daha sonra sırasıyla; Ömer bin Hattab, Osman bin Affan ve Ali bin Ebu Talib halife seçildiler. Bununla beraber bir kısım müslümanlar peygamberin kuzeni ve damadı olan, çocukluğundan itibaren peygamberin evinde büyümüş ve onu korumak için kendi hayatını tehlikeye atmış olan Ali'nin ilk halifelik için daha doğru bir seçim olduğunu düşünüyorlardı.
Hz.Ali’nin, kendi halifeliğine kadar hiçbir savaşa katılmayışı diğerlerini halife olarak kabul etmediğine yorulur.
Hz. Ali, Hz. Osman asiler tarafından öldürülünce ancak başa geçebildi. Başa geçti ama; Osman'ı halife kabul edenler onun katilini bulana kadar Hz. Ali'yi halife olarak kabul etmeyeceklerini söylediler ve İslam Devleti Ali ve Muaviye önderliğinde ikiye bölündü. Böylece Peygamberimizden sonra Müslüman toplumu ilk kez iç savaşa sürüklendi. Hz.Ali 661 yılında Haricilerden Abdurrahman bin Mulcem tarafından gerçekleştirilen bir suikastte hayatını kaybetti ve iktidar 20 yıllığına düşmanı I. Muaviye'nin eline geçti.
Muaviye, oğlu Yezid'in kendinden sonraki halife olarak kabul edilmesini daha hayatteyken garantiye almaya çalıştı. Taraftarlarına Yezid'e bağlılık yemini ettirdi. Yezid başa geçince ilk iş olarak Medine valisine bir mektup yazarak Hüseyin bin Ali'ye değil, kendine itaat etmesini, aksi takdirde bunu canıyla ödeyeceğini bildirdi.
Bir mektup da Hz.Hüseyin’e göndererek kendisine itaat etmesini istedi. Hüseyin bu teklifi reddetmesinin bir görev olduğuna inandığından, Medine'yi terkederek Mekke'ye doğru yola çıktı.

Kûfelilerden mektup aldı
Bu arada Küfe'den kendisini destekleyeceklerine dair mektup aldı. Sancağını açtı ve yönünü Küfe'ye çevirdi. Yolun bir kısmını aşmıştı ki Yezid'in Küfe'ye, Ubeyd-ullah bin Ziyad'ı vali olarak atadığını ve beraberinde bir ordu gönderdiğini, bu durumdan korkan Küfe'lilerin savaşmaktansa itaat etmeyi yeğlediklerini öğrendi. Buna rağmen yoluna devam etti. Öldürüleceğini biliyordu ancak ölümünün Yezid'in kötülüğünü dünyaya ispat edeceğini düşünüyordu. Küfe yakınlarındaki Kerbela'da konakladı.

Kuşatma ve Savaş
Yezid'in valisi b. Ziyad 30 bin kişilik bir orduyu Hüseyin'in üzerine gönderdi. Askerler çadırların etrafını sardılar ve Hüseyin ile görüşmelere başladılar. Hüseyin, kuşatmanın kaldırılmasını, kendisi ile birlikte ailesi ve taraftarlarının Irak'ı terketmesine izin verilmesini istedi. Ordunun komutanı Ömer bin Sa'd bu teklifi makul buldu ve durumu üstlerine iletti. Bu teklif ibn Ziyad'ın da hoşuna gitti ancak yönetimde söz sahibi olan Emevilerden Şimr bin Zi'l-Cevşen, Bahteri bin Rebia ve Şeys bin Rebia karşı çıktılar. Ömer bin Sa'd'a Hüseyin ve beraberindekileri öldürmesini, yoksa kendi canından olacağını söylediler.
Muharrem ayının 7'sinde Ömer bin Sa'd çemberi daralttı ve su yollarını kesti. Muharrem ayının 9'unda, kampın su kaynakları tükendi ve önlerinde sadece ölmek ya da teslim olmak seçeneği kaldı. Hüseyin, İbn Sa'd'a sabaha kadar ibadet etmek istediklerini söyledi ve bu nedenle mühleti uzatmasını istedi. İbn Sa'd isteğini bir kez daha kabul etti.

Hz.Hüseyin verilen müddet bitince adamlarına, teslim olmayacağını, savaşacağını söyledi. İsteyen herkesin geriye dönebileceğini söylemesine rağmen arkadaşları onunla kalmayı tercih ettiler. Sayıca çok yetersiz oldukları için, öldürülecekleri aşikardı.
Ertesi sabah Hüseyin'in adamları düşman ordusundaki arkadaşları ve akrabalarıyla teker teker konuştular. Onlardan savaşmamalarını istediler. Hüseyin düşman askerlerine uzun bir nutuk çekti. Bu konuşma öylesine etkili oldu ki, Yezid'in generallerinden Hur, devasa düşman ordusunu terkedip, Hüseyin'in bir avuç ordusuna katıldı.
Bu olay üzerine İbn Sa'd diğer adamlarının da saf değiştirmesinden korkup, Hüseyin'e ilk oku atarak savaşı başlattı. Savaş önce düello şeklinde cereyan etti. Bu arada Yezid'in ordusu çok fazla kayıp vermişti.
Kadınlar ve çocuklar çadırlarda birbirlerine sarılmış, savaşın bitmesini bekliyorlardı. Hüseyin'in oğlu imam Zeynelabidin de, savaşamayacak kadar hasta olduğu için çadırdaydı. Hüseyin diğer oğlu Ali Asgar henüz altı aylıktı ve susuzluktan ölmek üzereydi.

Hüseyin oğlunu kucağına aldı ve Yezid'in ordusunun karşısına dikildi. Çocuğa bir yudum su vermelerini istedi. Ama Hurmala bin Kahil, Ömer bin Sa'd'ın emri ile çocuğu okla vurdu ve bebek oracıkta can verdi.

Hz. Hüseyin'in Şehit Edilmesi
Hüseyin oğlunu gömdükten sonra tekrar düşmanın karşısına çıktı ve onları teslim olmaya davet etti.
Birebir savaşta çok fazla kayıp veren Ömer bin Sa'd'ın ordusu Şimr bin Zi'l Cevşen'in emriyle toplu hücuma geçti ve her taraftan ok ve mızraklar Hüseyin'in üzerine yağmaya başladı. Sinan bin Enes en-Nehai veya Şimr bin Zi'l Cevşen başını kılıçla keserek Hz.Hüseyin'i öldürdü. Kafası mızrağa takıldı ve herkese gösterildi.

Hüseyin'in cesedi canice atlara çiğnetildi
Ubeydullah bin Ziyad'ın emri üzerine Hüseyin'in cesedi canice atlara çiğnetildi. Daha sonra Yezid'in ordusu çadırlara girdiler ve yağmalamaya başladılar. Ertesi gün kadınlar ve çocuklar yargılanmak üzere Kufe üzerinden Şam'a götürüldüler. Çok kötü muamelelere tabi tutuldular. Açlık ve susuzluğun üzerine Hüseyin ve askerlerinin kaybının acısı da eklenmişti.
Tutuklular bir sene Şam'da tutuldular. Hüseyin'in 4 yaşındaki kızı Sakine bin Hüseyin acıya dayanamayarak vefat etti. Yerel halk tutukluları hapiste yalnız bırakmadı ve Zeynep bin Ali ile Ali bin Hüseyin her gelen ziyaretçiye Hüseyin'in haklı davasını anlattılar. Günümüz Suriye ve Irak'ına denk gelen topraklarda Yezid aleyhtarı oluşumlar başgöstermeye başladı. Durumdan endişelenen Yezid tutukluları serbest bırakarak Medine'ye gönderdi. Yaşananlar kulaktan kulağa yayıldı ve Kerbela Olayı günümüze kadar Aşurâ Günü'nde yad edile geldi.
Ali bin Ebu Talib ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı sonrasında İslam Devleti ikiye bölünmüştür. Ali yönetiminde başkenti Kûfe olan ve Muaviye yönetiminde başkenti Şam olan iki devlet kurulmuştur. Ali'nin bir Harici tarafından öldürülmesi, sonrasında da Hüseyin bin Ali ve Yezid arasında gerçekleşen Kerbela Savaşı ile bu ayrım derinleşmiş ve İslam'da mezhep ayrılığının temel nedenlerinden biri olmuştur.

Mocca: Kerbela’nın Gölgelediği Gerçekler Nelerdir?
Onat:* Kerbela olayı, her ne kadar Hz. Hüseyin’in dini hassasiyetlerinin derin izlerini taşısa da, esas itibariyle siyasi bir olaydır. Hz. Hüseyin, Yezid’e bey’atı reddettiği için, Emevi iktidarı tarafından bir rakip olarak görüldüğü, tehdit olarak algılandığı için şehit edilmiştir.
* Hz. Ali’nin şehit edilmesini müteakip oğlu Hasan’ın etrafında toplanan Kûfeliler, karşılaştıkları ilk çatışmada Hasan’ı yalnız bırakmışlardır. Olayların akışını iyi okuyan Hasan, o ortamda “hayatı” tercih etmiş, Muaviye’nin cazip önerilerini de reddetmeyerek siyasetten uzak bir hayat sürmüştür. Hasan’ın vefatından sonra gözler Hüseyin’e çevrilmiştir. Ancak, Muaviye’nin vefatına kadar Hüseyin’in de herhangi bir siyasi faaliyette bulunmadığı bilinmektedir. Kerbela travması, Hz. Hüseyin’le ilgili Kerbela öncesi durumu perdelemektedir. Oysa bir olayın öncesini, oluşum sürecini bilmeksizin, o olayı ve daha sonraki gelişmeleri anlamak pek mümkün olmaz.

* Yezid’e bey’at etmeyi reddeden Hz. Hüseyin, gizlice Mekke’ye geçer. Onun bu durumunu haber alan Kufeliler’in çuvallar dolusu davet mektupları gönderdikleri kaynaklarda yer almaktadır. Mekke’de her ne kadar kendi kabilesinin koruması altında olsa da, gittikçe çemberin daraldığını farkeden Hüseyin Kufeden gelen ısrarlı davetler üzerine amcasının oğlu Muslim b. Akil’i Kufe’ye, olup bitenlerin ne kadar gerçek olduğunu, davet mektupların ne kadar gerçeği yansıttığı tahkik etmesi için gönderir. Muslim b. Akil, bir süre sonra Hüseyin’e vaziyetin iyi olduğunu bildiren bir mektup yollar. Ancak, daha sonra Ubeydullah b. Ziyad’ın göreve gelmesiyle birlikte Hüseyin’e destek vereceğini söyleyen Kufelilerin önemli bir kısmı bu desteklerini çekerler. Hüseyin’in bu son gelişmelerden haberi olmaz. Başta üvey kardeşi olan Muhammed b. El-Hanefiyye olmak üzere pek çok kişinin “Kufelilere güvenilemeyeceği” doğrultusundaki uyarılarına rağmen, Hüseyin çoğunluğunu çoluk çocuğun ve yakınlarının oluşturduğu yaklaşık yetmiş kişilik bir kafile ile Kufe’ye doğru yola koyulur. O yolda iken Muslim b. Akil Kufe’de öldürülür.

* Kerbela olayında Hüseyin’in acımasızca şehit edilmesine seyirci kalan Kufelilerin durumunu iyi tahlil etmek gerekmektedir. Daha önce destek vadeden Kufelilerin bir kısmı para karşılığında, bir kısmı korkudan, bir kısmı da muhtelif hesaplar sebebiyle desteğini çekmiştir. Buradan çıkarabileceğimiz en önemli sonuç; Hüseyin’i Kufeye çağıran Kufelilerin Şiilikle alakalarının olmadığıdır. İlk Şii fikirler, belki Kerbela’nın da katkılarıyla, özellikle Mevali (Arap asıllı olmayan Müslümanlar) arasında, birinci hicri sonlarına doğru oluşmaya başlamıştır.
* Kerbela olayı olduğunda Şiilik olmadığı gibi, henüz Sünnilik de yoktur. Muaviye ve Yezid Sünni değildir. Hz. Hüseyin’i şehit edenler de Sünniler değildir.
* Kerbela olayı olduğunda Türkler henüz Müslüman olmamışlardır. Bu olaydan 50-60 sene sonra Türkler Müslüman olmaya başlamışlardır. Türklerin İslam’ı benimsemeleri dört asra yayılan bir süreçler topluluğu sonucunda gerçekleşmiştir.
* Tarih boyunca pek çok şahıs veya grup, kendi kişisel menfaatları için Kerbela olayını kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir. Bunun en erken örnekleri hicri 64 yılındaki Tevvabun Hareketi ve hicri 67 yılındaki Muhtas es-Sakafi hareketleridir.



Mocca:Çıkarılabilecek Dersler neler olabilir?
Onat:
Kerbela’yı doğru okumak, yeni Kerbelaların meydana gelmemesi için gereken önlemleri almak demektir. Kerbela’da Hz. Hüseyin’i öldürenler, kendi egemenliklerinin önünde engel tanımadıkları için onu öldürmüşlerdir. Öyleyse, despotların çanına ot tıkamak için, sorumluluk bilinci ile desteklenen özgürlüklere ve sağlıklı demokrasiye ihtiyaç vardır. Sağlıklı demokrasi, hukukun üstünlüğü bilincinin toplumun tüm kesimlerince benimsenmesi ve etkin kılınması; adaletin etkin olması ve insan haklarına riayet yeni Kerbelaların oluşmasını engelleyebilir.

Tarih bilgisi ve bilinci, geçmişi doğru anlamaya imkan sağlar. Türkiye’nin sorunlarının önemli bir kısmı, tarih bilgi ve bilincindeki eksiklikten kaynaklanmaktadır. Türkiye’de özellikle son iki asırda ortaya çıkan zihin yarılması, ya geçmişin kutsallaştırılmasına, ya da yok farzedilmesine sebep olmuştur. Kutsallaştırmakla, yok farzetmek arasında fazla bir fark yoktur. Her iki durum da, geçmişin doğru anlaşılmasını güçleştirir. Geçmişi doğru anlayamayanlar, onun ağırlığı altında ezilmeye mahkum olurlar. Kerbelayı doğru anlayabilirsek, ondan gerekli dersleri çıkartma imkanına kavuşabiliriz.
Kerbela olayı, Şiilik ve Sünnilik farklılaşması için, birtakım çıkar odakları tarafından malzeme olarak kullanılmaktadır. Oysa, Kerbela olayı, Şii-Sünni ayrımı yapmadan bütün Müslümanları ağlatan bir olaydır. Kerbela’yı, Müslümanları birleştiren bir öge haline getirmek mümkündür. Bunun yolu da öncelikle Kerbela’yı iyi okumaktan geçer.



Mocca: Mezheplerle ilgili neler söylenebilri?
Onat: Mezhepler, din değil; dinin anlaşılma biçimleridir. Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep ya da tarikat yoktur. Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Adı ne olursa olsun, herhangi bir mezhebin İslam’la özdeşleştirilmesi mümkün değildir.

Bir insanın Müslüman olabilmesi için, Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına, yani Allah’a, ahiret gününe ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanması yeterlidir. Bu temel esaslara inanan her insan, kim olursa olsun, hangi tarikata, ya da mezhebe mensup bulunursa bulunsun, Müslümandır ve İslam dairesi içindedir. Türkiye ölçeğinde düşünecek olursak, Allah, Ahiret ve Nübüvvet inancı, Şii, Alevi Sünni bütün Müslümanların temel ortak paydasını teşkil eder.
Türkiye, zaman geçirmeden bağışıklık sistemini güçlendirmek zorundadır. Bunun için de, din ve değerler alanında kaybolmaya yüz tutan temel ortak paydanın yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Türklerin geçmişlerinden gertirdikleri travmaları vardır; bu sebepten kendi travmalarına ağlamak yerine başkalarının travmalarının yasını tutmayı daha çok severler. Oysa bu milletin yaşadığı son büyük travma, “mağlup medeniyet travması”dır. Bunun yası, ancak yeni bir medeniyet inşa etmekle mümkün olabilir. İnsanlığın yeni bir medeniyete ihtiyacı olduğunu hatırlamakta fayda vardır.
Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!



Mocca:Son olarak neler söylenebilir?
Onat:Onlar şehadetleriyle: Hüseyin’den kölesine, çocuğundan kardeşine, öğrencisinden, öğretmenine, soylusundan sade vatandaşına kadar hepsi, gelecekte yaşayacak bütün insanlığa; güç yetirdiklerinde nasıl yaşamaları gerektiğini, yetiremediklerinde ise nasıl ölmeleri gerektiğini göstermişlerdir.

Onlar şehadetleriyle: Egemen rejimlerin politika, din, sanat, felsefe, ahlak, duygu ve düşünceleri kendi emelleri uğruna nasıl istismar edebileceklerini ve bu uğurda zulüm ve cinayetin her türlüsünü yapabileceklerini tüm zamanlara haykırmışlardır...


Röportaj: Rüştü Kam
Tashih: Zülfikar Kam
Son kontrol: Hüseyin Bozkurt/Ahmet Yumuşak/Süleyman Aslan

5 Ekim 2015 Pazartesi

BİR KURBAN BAYRAMINI DAHA GERİDE BIRAKTIK 2015


Bir Kurban Bayramı’nı daha geride bıraktık. Türk Eğitim Derneği (TED) grubu bu bayramı da yine Berlin’in Neukölln ilçesinde Berlinlilerle birlikte kutlamayı tercih etti. Dünya Kur’an okuma yarışması birincisi Hasan Sadıki’nin Kur’an tilavetiyle başladı kurban şenliği. T.C. Berlin Başkonsolosu Sayın Ahmet Başar Şen ve Neukölln belediye başkanı sayın Dr. Franziska Giffey günün anlamıyla ilgili konuşmalar yaptılar. 
 
Bu sokak şenliğinde, üyelerin bağışladığı kurbanlar kavurma yapılarak ayranla birlikte ücretsiz olarak dağıtıldı.
Şenlikte, Türk kültürünün vazgeçilmezlerinden olan Karagöz ve Hacivat gölge oyunu da yerini aldı. Türk halk müziğinin eşsiz eserlerinin canlı olarak söylendiği şenlikte, yöresel oyun havalarıyla Berlinliler coştu. Çocuklar oyun parklarında gönüllerince eğlendiler. Aileler mutluydu, çocuklar mutluydu ve Berlinliler mutluydu.
Şenliğin hamiliğini, Neukölln Belediye Başkanı Sn. Dr. Franziska Giffey yaptı. Türkçe olarak „bayramınız kutlu olsun“ diye başladığı konuşmasında, böyle bir şenliğin Berlin’de sadece Neukölln’de yapılıyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Sn. Giffey sempatik bir bayan. Güleryüzlü. 
 
T.C Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen’le birlikte stantları dolaştı ve tek tek stant görevlilerin ellerini sıktı. Ebru sanatıyla yakından ilgilenen Giffey, fırçayı eline aldı ve Ebru teknesine bir kalp resmi yaptı.
Kur’an, İncil ve Tevrat dağıtan stant görevlisinden bilgi aldı. Stant görevlisi kendisine Almanca bir Kur’an meali hediye etti. Gözleme standındaki hanımların gözleme, tatlı standındaki hanımların revani paketi kendisini oldukça memnun etti. 
 
Yaklaşık 7 bin kişinin ziyaret ettiği 7. Geleneksel Kur ’ban Bayramı Şenliği’nde her milletten ziyaretçiler vardı. Herkes mutlu görünüyordu. 
 
T.C. Berlin Başkonsolosu 3. Kez katılıyor bu şenliğe. Sayın Şen halkımız tarafından sevilen bir devlet adamı. Yaşlı ile yaşlı, çocuk ile çocuk. Herkesin hal ve hatırını sordu. İnsanlarla ilgilendi. ‘T.C. Devleti sizin her zaman yanınızdadır, öz güveninizi kaybetmeyin, Türkiye güçlü bir devlettir, devletin kapısı her zaman sizlere açıktır.’ mesajını verdi. Vatandaşın alışık olmadığı bir tablo…
 
Başkonsolos kurban şenliğine gelecek ve herkesin elini tek tek sıkacak ve onlarla resimler çektirecek, onların dertleriyle ilgilenecek, çocuklarla oyun oynayacak, mutfağa geçecek halka kurban eti dağıtacak… Olur şey değil. Ama oldu. ‘Ne kadar mütevazı adam…’ diye konuşuldu arkasından. Vatandaş mutlu oldu.
Halksız demokrasi mi olurmuş. Olmuyor. Olmadı. Olmayacak da. Halkın dinine, kültürüne yabancı olanların Türkiye’yi getirdiği yer biliniyor. Halkla beraber iç içe olanların, iftar yemeklerinde çeşitli etkinliklerde, dini bayramlarda halkla beraber olanların Türkiye’yi getirdikleri yer de ortada. Başörtüsünden dolayı pasaport alamayan, konsolosluktan kovulan bayanlar tanırım ben. Dile gelse de anlatsa eski konsolosluk binası ne kavgalara ne hakaretlere şahit olduğunu. Devlet vatandaşın giyimiyle kuşamıyla mı uğraşırmış, uğraştılar bir zamanlar. Hatta Berlin, Cuma Günü, Cuma saatinde ve de Ramazan ayında Cumhuriyet resepsiyonu yapan büyükelçiler gördü. 
 
Sn. Giffey’le birlikte stantları bir bir dolaşan ve Federal Almanya Milletvekili Sayın Fritz Felgentreu ile birlikte mutfağa geçip, kurban eti dağıtan devlet adamını halk niçin kucaklamasın. Kucakladı işte, bağırlarına bastılar, elini sıktılar, yüzleri güldü vatandaşın. Asık surat devlet gitmiş, yerine tebessüm eden bir devlet gelmiş. Başörtülü sakallı ayırımı da yapmıyor, halkının gelenekleriyle, inancıyla da alay etmiyor, küçük görmüyor bu devlet. 
 
VII. Geleneksel Berlin Kurban Bayramı Şenliği’nde günün önemi ile ilgili br konuşma yapan Sayın Ahmet Başar Şen önemli mesajlar verdi. Yazımı Sayın Şen’in yaptığı konuşmayla noktalamak istiyorum:
“Kurban Bayramı, Müslümanlar için ayrı bir öneme sahiptir. Müslümanlar bu günlerde bir şuurlanma, dayanışma ve merhamet zamanına girmiş olurlar. Kurbanlık hayvanların kesilmesinin sosyal açıdan önemi büyüktür. Çünkü kurban eti, insanların dinine ve ırkına bakılmaksızın, özellikle muhtaç olanlara dağıtılır. Bu anlayış, aynı zamanda beraberce bayramlaşmak ve beraberce şükretmek için onları sofralara davet etmeyi de kapsar. Böylece aileler, akrabalar, arkadaşlar, komşular, insanlar arasında ilişkiler güçlenir.
Dünyada birçok Müslümanın acı ve sefalet içinde olması yüzünden bu seneki Kurban Bayramı derin üzüntü içinde geçmekte. 
 
Komşumuz Suriye’deki trajedi yüzbinlerce insanın hayatına mâl oldu ve milyonlarcasını da vatanlarını terke mecbur bıraktı. Türkiye iki milyonu aşkın mülteciyi dinine ve siyasi görüşüne bakmadan kabul etti. Türkiye onlara, uluslararası camiadan kayda değer bir destek olmaksızın kendi imkân ve kaynaklarıyla yardım ediyor. Irak ve özellikle ülkenin kuzeyindeki belirsiz durum bizi derinden etkiliyor.
 
Mülteci krizi, Avrupa kapılarına dayanmış vaziyette. Her gün binlerce çaresiz insan Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya doğru yola koyuluyor. Bu bağlamda Almanya’nın bu umutsuz insanlara ümit olabilmek ve onlara insanca bir yaşam sağlayabilmek için gösterdiği çabaları alkışladığımı belirtmek isterim.
Mülteci krizinin aşılmasında Sivil Toplum kuruluşları da görev üstlendi. Bunların arasında birçok Türk kuruluşu var. Bunlar, bünyelerindeki fahri ve gönüllü yardımcılarla değişik alanlarda mültecilere destek olmaktadırlar. Bu destekleri kendi imkânlarıyla yapmaktadırlar.
 
Bugün yaklaşık 3 milyon nüfusla Almanya’da yaşayan Türkler, Türkiye dışında yaşayan en büyük Türk nüfusunu oluşturmaktalar. Berlin ise çeyrek milyon insanı ile Türkiye dışındaki en büyük il olma özelliğine sahip. Türkiye kökenli göçmenler 50 yıldır toplumun her kesiminde yer almaktalar ve Almanya’nın ekonomik, sosyal ve siyasi hayatına önemli katkılar sunuyorlar. 
 
Bu insanlar geçmişte Almanya’nın iktisadi kalkınmasını, o “tarihi mucizeyi” mümkün kılacak olan potansiyeli oluşturan kişilerdi. Onlar refah toplumunun oluşmasında çok önemli bir rol oynadılar.
Şüphe yok ki, gelecekte de toplumsal hayatın tüm alanlarında aktif olarak rol almaya devam edecekler ve Türkiye ile Almanya arasında güçlü bir bağ, aynı zamanda Türk-Alman ortaklığının da garantisi olacaklar. Onlar dilleriyle, kültürleriyle, dinleriyle ve akla gelen gelmeyen diğer bütün özellikleriyle hem Türkiye’ye hem de Almanya’ya aittirler. 
 
Çoğunluk toplumunun aslî görevi, topluma katkı sağlayan farklı insanların kendilerini iyi hissetmelerini, evlerinde gibi hissetmelerini sağlamaktır. Bu yüzden çoğulculuğu benimseyen bir “Hoş geldin Kültürü ”ne ihtiyacımız var.
 
Öte yandan bütün bu olumlu katkıların yanı sıra üstesinden gelmemiz gereken sorunlu alanlarımız da mevcut: Bu sorunlu alanların başında, eğitim sistemine tam intibak edememe, meslek öğrenimi için hem ana dilde hem Almanca ’da yetersiz dil bilgisi ve işsizlik gelmektedir.
 
Sivil toplum kuruluşları sadece toplumdaki belirli güç odaklarının sesi olarak çalışmazlar, aynı zamanda sorunları ve ihtiyaçları da gün yüzüne çıkarmak ve kültürel aidiyetin korunması için önemli görevler üstlenirler. Toplumun değişik katmanları arasında daha uyumlu bir iletişim kurulması için katkıda bulunurlar. Kültürel kimliğin gelişimini dikkate alarak kültürlerarası bir değişimi teşvik ederler. Sivil toplum kuruluşlarının bu çok değerli fahri hizmetlerini takdire şayan buluyoruz. 
 
Uzun yıllara dayanan Uyum Süreci içinde Türkiye kökenli göçmenler Almanya’da sayısız kuruluşlar kurdular ve böylece dernekleşme alanında Alman çoğunluk toplumuna tamamen uyum sağladılar. Onun için İlahiyatçılar Derneği’ne, Türk Eğitim Derneği’ne, Türk- Alman Merkezi’ne, Hikmet Kütüphanesine, Berlin Veliler Topluluğu’na bu güzel organizasyondan dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
Bayramınız mübarek olsun.

Rüştü Kam

30 Eylül 2015 Çarşamba

BEN BUGÜN BAYRAMINIZI KUTLAMAYACAĞIM 2015



İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan değildir.
İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. Teröre asla prim vermez.



Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini şiddetle lanetliyorum.
Allah Kur’an da şöyle buyurur; “Gerçek şu ki, inkâr edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir. (Nisa Suresi, 168)
"Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin." (İsrâ: 33) 
"Kim cinayet suçu işlememiş veya yeryüzünde fesat çıkarmamış bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Dahası kim de bir hayat kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur. Elçilerimiz onlara hakikatin tüm delilleriyle gelmiştiler; fakat daha sonra onların çoğu yeryüzünde her tür taşkınlığı irtikap ettiler.." (Mâide: 32)
Aslında bugün yas günlerindeyiz. Ve eğer bayramlar barışa, ödeşmeye, kardeş olmaya vesile ise, Müslümanların bugün bayram kutlamaya hakları yoktur: Çünkü bütün İslâm âlemi kan ağlamaktadır.
Suriye’de, dünyanın gözleri önünde öldürülen bebelerin, çıplak ayaklarıyla topa koşarken vurulan Muhammed’in, Esed’in bombardımanında, yıkılan evlerinin enkazı önünde, yere çöküp ağlayan Suriyeli kadınların, oğullarının cansız bedenini kucaklarında taşıyan babaların feryatları kulaklarımızda çınlarken, ölümlerin, acıların, yangınların dünyasında bu nasıl bir bayram olacak ki. Bundan dolayı ben sizlerin bayramını kutlamayacağım.
Hristiyan dünyasının beş yüz yıl önce yaşadığı kanlı mezhep savaşlarını 2000’lerde çok daha vahşi, çok daha ilkel ve bir o kadar da insanlık dışı yöntemlerle, İslam coğrafyasına taşıyanlar kimlerdir? Kimdir Suriye’de işlenen suçların birinci dereceden failleri? 
Öte yandan, El Kaide’den IŞİD’e, Boko Haram’dan el-Nusra’ya oradan Talibana kadar uzanan çizgide, Müslüman adını kullanan terör örgütleri var. Bu örgütler İslam adına kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden, suçsuz ve günahsız insanların boğazını kıtır kıtır kesiyorlar.
“Allahu ekber” diye uluya uluya, kadınlara tecavüz edip elektrik direklerine asıyorlar. “Bize ezan ile Kuran yeter” diyerek müziği, şiiri yasaklıyorlar, saz çalanların ellerini kesiyorlar, şarkı söyleyenleri boğazından hançerliyorlar, camileri, türbeleri yakıp yıkıyorlar, Allah aşkına söyleyin bana, kimdir bu caniler?
Bunlar Müslüman olamazlar, böyle bir Müslümanlık yok, böyle bir İslâm yok.
Kimin uşaklarıdır bunlar, Nasıl bir inançtır bunların inancı? Nasıl bu hale, kanlı katil haline getirildi bu gençler?
Onların mağduriyete ve ezilmişliğe isyanları, hangi güçler tarafından, hangi iğrenç çıkarlar, hangi pis siyasal amaçlar uğruna, çarpıtılmış, hedefini şaşırıp kendi insanına döndürülmüştür?
Bayram günlerinde bile zulme, vahşete, kan dökmeye, can almaya devam eden bu meczuplar kimlerin uşaklığını yapmaktadırlar? 
Suriye alev alev yanarken, 10 milyon Suriyeli evlerini yurtlarını ölüm pahasına terkederken, lastik botlarda ölümlerden ölüm beğenirlerken; bu savaş neden durdurulmaz?
Birleşmiş milletler nerededir? Nerededir dünyanın her bölgesine demokrasi ihraç eden Amerika? İslâm ülkeleri nerededir? Nerededir demokrasi havarisi batılılar? Nerededir Avrupa Birliği?
Ben bugün, umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu yenilgi duygusu kahrediyor beni. 
Bundan dolayı bugün ben sizlerin bayramını kutlamayacağım.
Ancak, tüm bu acı tabloya rağmen, güzel şeyler de oluyor dünyada: Huzurlarınızda 3 milyon mülteciye kucak açan, onların yaralarını sarmaya çalışan, Türkiye’ye ve sonra da 800 bin mülteci alacağını söyleyerek 4 milyon Müslümanın yüreğine su serpen ikinci vatanımız Almanya’ya teşekkür ediyorum.
Ey Türkiye, Ey Almanya, o zulüm altında inleyen insanlara kucak açtınız ya, onlara ekmek verdiniz, aş verdiniz ya sizlere şükranlarımı sunuyorum. 
Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen, bugün sizlerle, aramızda bulunan Suriyeli, Afganistanlı mültecilerle birlikte bu bayramı yaşamak istiyorum, sevgi ve muhabbetlerimle kucaklıyorum hepinizi.
Sözümü 1990’ların başında, Birinci Körfez savaşı günlerinde, arkasında kısacık bir not bırakarak intihar eden yaşlı, saygın bir Alman savaş muhabirinin o notuyla bitiriyorum. “Artık yazacak tek bir satırım kalmamıştı.”
Seneye VIII ci Geleneksel Berlin Kurban Bayramı Şenliği’nde buluşmak ümidiyle, hoşcakalın, sağlıcakla kalın. 
Ben bugün sizlerin bayramını kutlamayacağım.
Rüştü Kam

25 Eylül 2015 Cuma

KARS 2015/VENİ VİDİ SCRİPSİ (X)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

“Mektup yazarum mektup / Üzerini pullama / Ben yazarken ağladum / Sen okurken ağlama”

Ani’den bizi o onurlu çocuklar, geçmiş 22 medeniyetten süzülüp gelen halkın çocukları uğurladı. Hoşcakal Ani. 48 km. ilerde Kars şehri var. Orada konaklayacağız.  Ani üzerinde yapılan yorumların hararetiyle Kars’a geldiğimizi fark etmedik. Şehre girerken Yaşar Cimşit aldı mikrofonu eline, anlattı Kars’ı bize: “İmam Hatip Lisesi’ni Kars’ta okudum. O zamandan bu zamana fazla bir değişiklik olmamış Kars’ta. 
Kars’ın peyniri, hele kaşar peyniri, küflü peyniri ve balı çok meşhurdur. Kars'ın kazı da meşhurdur. Kars ekonomisi bu ürünler üzerinden dönüyor dersek abartmış olmayız. Kars’ın bir tane önemli caddesi vardır, ziyaret dönüşü alışverişimizi oradan yapabiliriz.” 

Rehberimizin planına göre, gün batmadan Hasan Harakani’nin türbesini ziyaret etmemiz gerekiyor. İsteyenler Kars Kalesi’ne de çıkabilecektir. Daha otele yerleşmeden Yasin çekti bayrağı, istikamet Hasan Harakani türbesi. Hasan Harakani’yi anlattı Yasin. ‘Eksik kalmış bir bilgi var mı hocam?’ diye de sordu bana. Dini bir motif olduğu için saygısından sordu mutlaka. Anlattıkları yeterliydi. Teşekkür ettim.



Önceki gezilerimizde de rehberlerin anlattığı konulara ilavelerde bulunmadım. Ben rehberlere müdahil olmam. Eksik anlattın, şurası yanlıştı demek saygısızlık olur. Ancak ikinci bir versiyonu varsa anlatılan konuların, onu anlatırım. Urfa’da Hz. İbrahim ve Eyüp Peygamber ile ilgili kinci versiyonlar vardı, rehberimiz İmran’dan izin isteyerek anlattım. Bu gezimizde de Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Topal Osman’ın hikayesiyle ilgili ikinci versiyon vardı. Ancak zaman bulup da ikinci versiyonları anlatamadım. 

Hasan Harakani

Hasan Harakani, Selçuklu Sultanı Alparslan’dan(1064) 40 yıl önce Kar’sa gelmiş ve Anadolu’nun Müslümanlaşması için gönüllerin fethiyle uğraşmış bir tebliğci, derviş, Allah dostu, akıncı, ne derseniz, hangi sıfatı yakıştırırsanız işte o dur Hasan Harakani. 
İran'ın, Bistâm şehri yakınlarındaki 'Harakân' köyünde 962 yılında doğmuş. Ünlü mutasavvıf Beyazid Bistâmî'nin rahle-i tedrisatından geçmiş. O’nun manevi terbiyesi altında yetişmiş bir mücahittir, gönül dostudur.  Mezarı 1580’de Vezir Mustafa Paşa’nın memur olduğu Acem seferi esnasında Kars yakınlarında bulunmuş. Gazneli Mahmud başta olmak üzere İbn-i Sina gibi ünlü filozoflar tarafından ziyaret edilmiş bir kişiliktir. 

Kars’ta kendi adına bir külliye yapılmış. Bu külliye, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından (‘93 Harbinden) sonraki Rus hâkimiyetinde büyük zarara uğramış. Cumhuriyet’in ilanından sonra tekrar onarılmış. Türbesinin çevresinde 21 adet daha mezar bulunmakta. 

963 ile 1033 yılları arasında yaşayan Ebu’l Hasan Harakani’nin asıl ismi Ali b. Ahmet b. Cafer’dir. 1033 yılında Kars’ta bulunan Yahniler Dağı’nda düşmana karşı savaşırken şehit düşmüş. 
İranlı Şair Ferîdüddin Attâr onun halini şöyle anlatır: “Âlim sabah kalkar, ilmini artırmak için çabalar; zâhit de zühdünü artırma peşine düşer; Ebu'l Hasan da bir kardeşin gönlünü mutlu etme derdindedir…”

Ebu’l Hasan Harakani insanlara hizmeti kendi varlığının gayesi olarak kabul etmiştir, o şöyle der: “Keşke bütün halkın yerine ben ölseydim de, halkın ölümü tatması gerekmeseydi… Keşke Allah bütün halkın hesabını benden sorsaydı da, halkın kıyamette hesap vermesi gerekmeseydi… Keşke Allah bütün halkın cezasını bana çektirseydi de, insanların cehennemi görmeleri gerekmeseydi. Türkistan'dan Şam kapısına kadar birinin parmağına bir diken batarsa, o diken benim parmağıma batmıştır; aynı şekilde Türkis-tan'dan Şam'a kadar birinin ayağı taşa çarpsa, onun acısı benim acımdır; eğer bir kalpte bir hüzün olsa, o kalp benim kalbimdir…” 




Harakani’nin gönül dostlarına vasiyeti de şöyledir: “Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin, adını ve dinini sormayın; zîra Ulu Allah'ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu'l-Hasan'ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır.” (Şeyh Ebu'l Hasan Harakanî, cilt 1, s. 18-21)

Ebu’l Hasan Harakani’nin bir de eseri varmış.  “Nuru’l Ulum’’ . Bu yazma eser tek nüsha halinde maalesef Britanya Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktaymış. Şerafettin Sabuni’nin eserinin aslı da Fransa’daydı. Bergama sunağı da Berlin’de…Yorumsuz.

Kars Kalesi’ne çıkacak halimiz kalmadı. Hopa’dan beri yoldayız. Artvin, Şavşat, Laşet, Ardahan, Ani Harabeleri ve Kars Hasan Harakani... Çok fazla da önemsemedik kaleyi aslında. Kalelerden bir kaledir diye düşündük. 

Kars kalesi ile ilgili kısa bilgi

Kars Kalesi’ni Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin’in emri ile veziri Firuz Akay 1153 yılında yaptırmış.
Timur’un Anadolu’yu işgali sırasında yıkılmış, Osmanlı döneminde Sultan III. Murat’ın isteği ile Lala Mustafa Paşa tarafından 1579 yılında yeniden yaptırılmış. 1606 yılında İran Şahı I. Abbas tarafından bir daha yıkılmış,1616 ve 1636 yıllarında iki kez onarılmış. Kale 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ise çok ağır bir tahribata uğramış.

Böylesine önemli bir kale var Kars da. Ancak sahipsiz, bakımsız, mahzun. Gece ışıklandırması bile yapılmamış. Gülümseyemiyor, selamlayamıyor misafirlerini. Belediye mi yapacak, Kültür ve Turizm bakanlığı mı yapacak, kim yapacaksa yapmalı, ama tarihe saygısızlık yapılmamalıdır. Mardin’de kurumlar arası bir çekişmeye şahit olmuştuk, aynı çekişme burada da var galiba. Mardin’de İl Turizm Müdürü’ne; „Bu tarihi Kasımiye Medresesi neden bu kadar bakımsız ve pislik içinde“ diye sormuştum. O da bana „O medrese Vakıflar Müdürlüğü’ne ait bize değil“ demişti.

 

Tarihi eserlerle ilgili bir devlet politikası olur, bütün kurumlar bu politikaya uygun bir şekilde dizayn ederler tarihi eserleri. Her kurum aynı hassasiyeti gösterir: Çünkü tarihi eserler bir anlamda devletlerin, yüzüdür, tarihe açılan, medeniyete açılan penceresidir. Devletin memurları siyasetle iç içe olmamalıdır. Devlet memurları siyasipartilarin memuru olmamalıdır. Sonuç ortada...

Kars

Neyse, dönelim biz Kars’a. Ruslardan kalma evler hâlâ sağlam ve gösterişli. Sonradan yapılanlar o görkemli binaların yanında çok basit kalıyor. Sokaklar bakımsız. Bazı yerlerde çocuk mezarları gibi çöküntüler var, aynı zamanda pis. Belediye’nin çalışmadığı, başka işlerle uğraştığı her halinden belli. Seyfi Bey’le kaz yemeği yemek istedik. Ne olduysa bu isteğimiz arada kaynadı gitti. 
Peynir ve bal derdine düştük galiba. O dükkân senin bu dükkân benim başladık dolaşmaya. Peynirin ve balın kalitelisini arıyoruz. Sanki hangi esnaf daha kaliteli mal satıyor biliyoruz da... Laf olsun torba dolsun hesabı bizimki. 




Peynirciler caddesine girince, Kars’ta peynirden başka bir şey satılmadığını düşünüyoruz. Vitrin düzenlemeleri çok güzel. Keyif alıyoruz seyrederken. Albenisi var. Daldık dükkânın birine. Ramazan Gezer, dükkan sahibiyle, peynirlerin pahalı olduğunu söyleyerek ağız dalaşına girse de biz kaşar çeşitlerinden biraz biraz aldık. Ben küflü peynir almak istedim 1 kg. ancak hanım yarım kilo almam konusunda ısrarcı oldu. Yük hakkımız belli diye söylendi. Haklıydı. Ancak Berlin’e geldikten sonra hayıflandık: Keşke fazla alsaydık. 

Kars, Türkiye'nin Kafkasya'ya açılan kapısı konumunda. Kafkas Üniversitesi'nin açılmasıyla hızla gelişmeye başlamış ve zaman içinde bir öğrenci kenti durumuna gelmiş. Bunun dışında kara ve demiryolu ağlarıyla ülkenin diğer yerleşim birimlerine ulaşımda da önemli bir yeri varmış.

İklimi, tarihi, ekonomisi

Kars’ta kışlar çok sert geçermiş. Zaman zaman -39 °C'ye kadar düşermiş. Karsın tarihi yaklaşık iki milyon yıl öncesinde yaşanan Yontma Taş Devri'ne kadar uzanırmış. Ani şehrinde el baltaları ve büyük yongalar bulunmuş. Özellikle, Yazılıkaya Mağaraları’nda bulunan duvar resimleri insanların yörede avcılık ve toplayıcılıkla uğraştıklarını ortaya koyuyormuş. 

Ekonomisi büyük oranda tarım ve hayvancılığa dayalıymış. İl genelinde buğday ve arpa üretimi olmak üzere yem bitkileri ve endüstri bitkileri yetiştirilmekteymiş. Digor ve Kağızman ilçelerinde meyve ve sebze üretimi de yapılmaktaymış. 
Bunun dışında arıcılık, kümes hayvancılığı, özellikle de kaz il halkının geçimine katkı sağlamaktaymış. Kars kaşarı ve balı ekonomide önemli bir yere sahipmiş. 

Sarıkamış




Sabah saat 8’de haydi Bismillah dedik. Cezalar caydırıcı oldu galiba. Geç kalan olmuyor artık. Karsı boynu bükük bırakarak, Sarıkamış’a doğru yola çıktık. 1876-1877 Osmanlı Rus Savaşı’nda Kars ve Ardahan Rusların eline geçmiş ve Sarıkamış’ta Ruslar güçlü bir garnizon kurmuşlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Hanedanı’nın damadı “Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili” Enver Paşa, Doğu Anadolu’yu Rus işgalinden kurtarıp Kafkaslara uzanmayı hayal ederek Sarıkamış’a taarruz emri vermiş.  
Yemen cephesinden gelen askerlere vermiş bu emri Enver Paşa. +50 dereceden -35 dereceye. Üzerlerindeki yazlık elbiselerle. Aralık ayının son günleri. 2450 rakımlı karlarla kaplı Allahüekber ve Soğanlı Dağları’na. Ve beklenen son gelir. 90 bin Mehmetçik orada donarak şehit olur. Osmanlı İmparatorluğunu bir hayal uğruna savaşa sokan Enver Paşa, bu hezimet İstanbul’da duyulmasın diye bir de sansür uygulatır. 
Sarıkamış Muharebesi’nde şehit olanların cenazeleri kar kalkıncaya kadar 4 ay boyunca defnedilememiş. ‘Karlar eridiğinde ise muharebenin ne kadar vahim ve büyük bir dram olduğu ortaya çıkmış. 

Şehitlik Anıtı

Anıt mezar Erzurum yolu üzerinde. Nisan ayındayız. Kar yağıyor. Rüzgâr esiyor. 2 dakika duramadı arkadaşlarımız şehitlikte. Fatihalarını okur okumaz otobüse bindiler. Nisan ayındaki soğuğa katlanılamıyorsa Aralık ayındaki soğuğa nasıl dayanılacak diye düşündük. Zaten dayanamamışlar ve hepsi donarak ölmüşler. 

Herkesi hüzün kapladı. Sadece hüzünlenmedik ağladık da. Onlar bizim dedelerimiz, bu topraklar bize vatan olsun diye şehit düşmüşler buralarda. Daha hayatlarının baharında, bıyıkları yeni terlemiş gençler onlar. Vatanını, milletini seven hangi insan gözyaşı akıtmaz ki heba edilen 90 bin Can’a. 

Seyfi Bey, daha çok hüzünlendi ve gözyaşı döktü.  Sarıkamış’ta babası süvari olarak askerlik yapmış. Çok sıkıntılar çekmiş. Sarıkamış’ın soğuğundan şikâyet etmiş oğluna. Yöre insanından duyduğu Sarıkamış hikâyelerini de anlatmış. Bizim gezi tarihimizden 3 ay önce de ebedi istiratgâhına çekilmiş. Seyfi Bozdağ’ın acısı taze. Babasının anlattıklarını hatırlayınca Sarıkamış’ta, tabiatıyla babasını hatırlamış, dolayısıyla anlattıklarını. O anlatılan hikayelerin yaşandığı yeri görünce de bırakıverdi kendisini. Biz de kendi haline bıraktık Seyfi beyi. Acısını yaşasın ve acısını kendi acısıyla dindirsin istedik.

Erzurum’a doğru gidiyoruz. Otobüsün içinde bir sessizlik var. Herkes suskun, kimse konuşmuyor. Sarıkamış şehitlerini düşünüyoruz, görür gibiyiz onları. İşte tırmanıyorlar Allahüekber dağına, takatleri kesilmiş, yürümekte güçlük çekiyorlar, kar yüksekliği 2 metreye yaklaşıyor. Ayaklarında kalın çorapları yok, sırtlarında paltoları yok, yırtık pantolonlarıyla, aç  susuz verilen hedefe doğru yürüyorlar, biraz sonra başlıyorlar toprağa birer birer düşmeye,...  Empati yapıyoruz. 

Ne Emin ne de Yasin dağıtamadı bu hüzünlü havayı. Duygu seline kapıldık bir kere. Kurtulmamız zaman alacak. Sarıkamış’tan hemen sonra Çanakkale Savaşı var. 250 bin şehidimizi de orada bıraktık. Bütün bunları düşündük. Düşündükçe bilendik. 
Her karışı şehit kanıyla sulanan bu güzelim vatanın kalbine hançer saplayanları da bu vesileyle bir daha lanetle andık.


Bu hüzünlü havayı dağıtmak gerek. Görev bana düştü; Kur’an’dan bir bölüm okudum ve bir de dua yaptım, bize bu vatanı canlarını feda ederek hediye eden şehitlerimizin ruhuna… 
“Mektup yazarum mektup / Üzerini pullama / Ben yazarken ağladum / Sen okurken ağlama”

Ve Bedirhan Gökçe’nin Sarıkamış Destanı ile veda ediyoruz Sarıkamış’a:
Hele söyle kurban olduğum hele söyle, 
Hetim hetim donarken gecenin ayazında. 
Nefesin buhar olup çıkarken son defa, 
Çıkmamış bıyıklarından buz sarkarken yiğidim, 

Elin mi önce dondu, yoksa ayakların mı? 
Kim düştü önce toprağa sen mi arkadaşın mı? 
Doksan bin can düşerken bir bir yere 
Yükselirken sessiz çığlıklar tekbirlerle birlikte. 

Kim düştü önce aklına anan mı.. 
Hele söyle kurban olduğum.. 
Yoksa yoksa balan mı?
Şimdi ne zaman aklıma düşsen 
Gözümden yüreğime gözyaşlarım buz tutmuş.
Ne zaman seni ansam. 
İçim yanar, dışım donar. 
İçim dışım çığ tutar. 
Sarıkamış yalandır, borandır Sarıkamış, 
Sarıkamış ayazdır, destandır Sarıkamış, 
Sarıkamış evlattır tam doksan bin.
Evladı buz kesmiş, evladı toprak olmuş,
Tam doksan bin anadır Sarıkamış.
Doksan bin anadır Sarıkamış.
Yaradır Sarıkamış,
Borandır Sarıkamış,
Destandır Sarıkamış...



Ve Erzurum. Tabyalardayız… Nene Hatunların, Kara Fatmaların önünde saygı ile eğildik. Selam durduk…

Devam edecek


Rüştü Kam

19 Eylül 2015 Cumartesi

ANİ HARABELERİ / VENİ VİDİ SCRİPSİ (IX)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Anıt mezar

Ardahan ve köylerinden, I. Dünya Savaşı sırasında Ermeni ve Rus işbirliği ile oralardaki Müslüman nüfus temizlenmek istenmiş. Müslümanlar ahırlara ve camilere doldurularak hunharca yakılmış. Daha sonra yapılan kazılarda toplu mezarlar bulunmuş. Kazılar yapılırken, Ermeniler sevinmişler bile. Belki bu toplu mezarlardan bir tane de olsa Ermeni kafatası ve kemikleri çıkar diye. Ama bekledikleri olmamış, toplu mezarlardan Müslümanların kafatasları ve kemikleri çıkmış. Yol üzerine anıt mezar yapmışlar. Sizi selamlıyor karşıdan. Burada toplu mezar var, Ermenilerin katlettikleri savunmasız insanların mezarları, bu anıt tarihinizi unutmayasınız diye dikilmiştir buraya, sakın Fatiha okumadan geçmeyin der gibi. Anadolu’nun vatan toprağı olması için yapılan mücadelede katledilmiş bu insanlar. Durmadan onlarla dertleşmeden, selamlaşmadan geçilir mi?



Durduk, selamımızı verdik şehitlerimize, düşündük, acılarını hissetmeye çalıştık, gözlerimiz doldu. Önce Fatiha okuduk, sonra da fotoğraf makinalarımızın deklanşörüne bastık.  
Üzerinden yüzyıl geçmiş bu olayların, ama acılar hâlâ taze. Bu işi yapanlar pişman olmamışlar. Aksine bu işin sorumluluğunu Osmanlı’ya atmak için değişik vesilelerle işbirlikçileriyle birlikte her yıl 24 Nisan’da programlar yapıyorlar. Çeşitli ülkelerin parlamentolarından ‘Soykırım yapılmıştır’ şeklinde düzmece kararlar çıkartıyorlar. Türkiye,  evlatlarına sahip çıkmak için birkaç adım daha atmalıdır. Kararlılıkla atılan adımlar olmalı bu adımlar. “Biz hainlerin halka daha fazla zarar vermemesi için tedbir aldık, soykırım yapmadık. Hiçbir zaman da yapmayız. Haydi, varsa cesaretiniz açın arşivlerinizi…”

Elveda Ardahan, elveda Ardahanlılar, elveda Ermeniler tarafından şehit edilen vatan evlatları. Hüznümüzü yanımıza aldık, sırtlandık şehitlerimizden aldığımız mesajın sorumluluğunu sırtımıza, ayrıldık Anıt Mezardan ve Ardahan’dan, o güzel insanlardan. İstikamet Ani harabeleri. 
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” demiş ya Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy. İşte tam da öyle. İbret alınmıyor tarihten ve tekerrür etmeye devam ediyor.

Tarihi değerlere sahip çıkmak

Bizler tecrübelerimizi belli bedeller karşılığında elde etmişiz etmesine de, ibret almak için her defasında ille de bedel mi vermek zorundayız? Ecdadımızın tecrübelerinden yararlanmayı hiç mi akıl etmiyoruz? Madem ki bu kadar çileler çektik, bari bunları geleceki nesillere aktaralım. Onların aynı makûs talihe muhatap olmalarına izin vermeyelim. Çocuklarımıza güzel vatanımızı tanıtalım. Adım adım, karış karış tanıtalım. İlkokuldan itibaren yapalım bu işi.  Eski bakan Vehbi Dinçerler anlatıyor: “Bakanlığım sırasında, Japonya’dan gelen bir grup resmi konuğu ağırladım. Sohbet sırasında Japon Heyet Başkanı’na sordum; çocuklarınıza, gençlerinize millî kişiliklerinizi, değerlerinizi nasıl aktarıyorsunuz, onları nasıl eğitiyorsunuz?” 

Japon heyeti başkanı: „Çocuklarımız okula başlamadan önce onları gruplar halinde çok hızlı trenlere bindirerek, 200 km hızla ülkeyi şöyle bir dolaştırırız. Amerikalıların attığı atom bombasıyla harabeye dönen Hiroşima’ya götürürüz onları. Burada onlara deriz ki ‘Çalışırsanız, bizimkilerden daha hızlı teknolojiler geliştirirsiniz. Geriye değil, ileriye gidersiniz. Çalışmazsanız, düşman gelir sadece bir kentinizi değil, bütün ülkeyi bu hâle getirir. Takdir sizin.’ Hepsi bu… Özel bir şey yapmıyoruz...” der.
Ve anlatmaya devam eder: „Sizde de çok önemli yerler var. Meselâ Çanakkale... Gençler ilk mektebe gitmeden bu bölgeyi görmeli. Sizin İtilaf devletlerine karşı gösterdiğiniz kahramanlık bir destan gibi... Gençler bunu iyi bellemeli. Yedi düvele karşı çarpıştınız. Teslim olmadınız. Bunu izah etmek öyle pek kolay olmuyor, Çanakkale Boğazı’nı görmeden, bilmeden, tanımadan…”

Dün Ermeni meselesi bugün Kürt meselesi. Türkiye’nin aslında yok böyle bir meselesi. 1.000 yıllık tarih içinde olmamış da. Yok demekle olmuyor ki, koyuveriyorlar önünüze gayri meşru bir çocuk. Bağlayıveriyorlar elinizi kolunuzu, haydi bakalım ispat edin bu çocuğun sizin çocuğunuz olamadığını… Delinin biri atarmış kuyuya bir taş, kırk akıllı çıkaramazmış o taşı. Onun gibi…

Uçsuz bucaksız ovalardan süzüle süzüle ilerliyoruz, Doğu Anadolu topraklarından. Üzerimizdeki hüzün elbisesini çıkarmak için zaman zaman fıkralar anlatıyoruz, Kur’an okuyoruz, ilahiler okuyoruz ve dualar ediyoruz, türküler okuyarak Anadolu’yu içselleştirmeye çalışıyoruz.   Zaman zaman da kaptanımız Sezgin radyodan dinletiyor Anadolu türkülerini bize. Telefonlardan dinletilen türküler de var:
“Baş koymuşum Türkiye’min yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Emine’m
Mavi boncuk takışına ölürüm

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkârım,
Heybelerin nakışına ölürüm, Türkiye’m”

Ani’deyiz




Sevgi hanım da müsait olduğu zaman, aldığı izlenimlerini, fotoğraflarıyla birlikte paylaşıyor anında sosyal medya üzerinden.  Arkadaşlar birbirlerine indiğimiz yerlerden aldıkları meyvelerden ekmeklerden, çerezlerden ne varsa ikramlarda bulunuyorlar. Bazen hüzünleniyoruz bazen de gülüyoruz işte. Yollar bomboş. Ara sıra kamyon, tır ve birer ikişer küçük araçlar da geçiyor. Şehirler arasında sefer yapan yolcu otobüsü görmedik desek yalan olmaz. 
Derken, ‘İşte şurası Ani harabeleri’ dedi rehberimiz Yasin. Yaklaşıyoruz Ani’ye. Damları toprak evlerin yanından geçiyoruz. Bazı evlerin yapımında kerpiç yerine taş da kullanılmış. Ani’deki tarihi eserlerden sökülen taşlarmış bunlar. Tarihe sahip çıkılmayınca ve tarih bilinci olmayınca böyle oluyor. Belki de çaresizlikten kullanılmıştır. 

Gördüğümüz kadarıyla bu köylere devlet eli değmemiş, o elin sıcaklığının buralarda hissedilmediği belli. Biz o elin sıcaklığını Ardahan’da da hissetmemiştik. Ardahan bir il değil de sanki bir kasaba gibi geldi bize,  bakımsız bir köy demek daha doğru olacaktır. İnsanları kavruk. Yorgun düşmüşler, gülüyorlar ama, sıkıntıları yüzlerinden okunuyor, sanki yaşama sevinçleri kalmamış, yaşamaktan çok ölmeyi düşünüyorlar gibi. 
Ancak samimiyetleri yapmacık değil. Buyurun sizlere ikramlarda bulunalım, misafirimiz olun demelerindeki o samimiyeti görebiliyor, anlayabiliyorsunuz. Karadeniz insanındaki sertlik, kabalık doğu insanında yok. Haksızlık etmeyelim Karadeniz insanına. Aslında onların o sertliğinde de samimiyet var, gizli bir samimiyet. Onları coğrafi şartlar o hale getirmiş olmalı. Gezimiz Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz gezisi olunca, kıyaslama yapmak o kadar zor olmuyor.  

22 ayrı medeniyet kurulmuş Ani’de



Rehberimiz Yasin rica etti ve Ani’yi bize oradaki görevli anlattı. Tebrikler Yasin. Gurur yapmadın ve daha güzel anlatacağına inandığın bir kişiye devrettin görevini. Alkışlıyoruz Türk Eğitim Derneği olarak seni bu erdemli davranışından ötürü. 

Görevli Ani Harabelerini gezmek için en az iki saat gerekir diye söze başladı. Bizim de mesaimizin bitmesine yaklaşık iki saat var. Biraz hızlı yürüyeceğiz. Kendi başınıza gezme yerine bana tabi olursanız iki saatlik süre yeterli olur. Süre başladı. Ani’nin tarihinden başladı anlatmaya görevli. Ayrıca her tarihi eserin veya kalıntısının başında durarak o eserle ilgili bilgilendirme yaptı. Uzun boylu ve hızlı yürüyen birisi. Kendisine ulaşmakta sıkıntı çekenlerimiz oldu: 
“Ani Şehri Kars'a 48 kilometre uzaklıktadır. 961-1045 yılları arasında Aras Nehri'nin Arpa Çay kolu kıyısında vadiye hâkim yüksek bir kayalık üzerinde kurulmuştur. Bitişiğinde Ocaklı köyü, kuzeydoğusunda Tatarcık, batısında Bostanlar deresi vardır. Arpa Çay, Türkiye ile Ermenistan'ı bir birinde ayırır. Ani’nin nüfusunun zamanla 100 bini aştığı ve bazı dönemlerde 200 bine ulaştığı rivayet edilir. 

Sokakları, çarşıları ve bitişik evleriyle, kiliseleri ve camileriyle mükemmel bir şehirdir Ani. Görünür de kederli bir ölüm sessizliğindeki Ani,  22 ayrı medeniyete beşiklik etmiştir.  Ani şimdi, o uygarlıklardan kalan bin bir çeşit ses ve dokuyla yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. 

Kale kapıları




Çok sayıda burçla güçlendirilmiş Ani surlarının uzunluğu 4 bin 500 metre, yüksekliği ise 8 metre kadardır. Üzerinde kükreyen bir aslan kabartması ve Manuçehr tarafından koydurulan kitabenin bulunduğu gördüğünüz şu orta Kapı (Aslanlı Kapı) yedi girişi bulunan kentin görkemli kapılarından biridir. Kuzeyde çifte beden Kapısı (Kars Kapısı), solunda ise taştan satranç tahtası bezemeli Hıdırellez Kapısı yer alır. Acemoğlu, Divin ve Mığmığ deresi (Tatarcık) Kapıları doğuya, Arpaçay’a açılır. Suyolu kapısı, kentin batıya açılan tek kapısıdır. Arpaçay aynı zamanda Türkiye Ermenistan sınırını oluşturur. 
Ani, 10. yüzyılda Bagratoğulları sülalesinden Ermeni hükümdarlara başkentlik yapmıştır. Bunlara Pakraduniler de denir. 1064 yılına kadar Bizans’ın yönetiminde kalan şehir, bu tarihte Selçukluların eline geçmiştir. Ani’nin, İpek Yolu üzerinde olması ticari ve askeri bakımdan önemini bir kat daha artırmıştır.

Şeddadiler

Ani, Anadolu'da Türklerin ilk ele geçirdiği şehir unvanını alır. Fetihten sonra, Sultan Alparslan şehrin yönetimini bir Türk boyu olan Şeddadilere verir ve yoluna devam eder. Şehir tepeden tırnağa onarılır ve ikinci bir yükseliş devri başlar adeta. Şehir Malazgirt Savaşı'ndan yedi yıl önce ele geçirildiği için, hazırlık safhası ve geri karakol olma özelliği ile Malazgirt Zaferi'ne büyük katkıda bulunur. Şehirde, Selçuklu eserleri ile kiliseler yan yana hatta kol koladır. 

Moğol istilası

1190 yılında Ani Gürcülerin eline geçer. Ani'deki Hıristiyan eserlerinin birçoğu bu devirde yapılmış veya onarılmıştır. Daha sonra kent Celayir’i ve Karakoyunlu devletlerinin egemenliğine girmiş ise de, her devirde nüfusu ağırlıklı olarak Ermenilerden oluşmuştur.

Moğollar tarafından 1239 yılında istila edilen ve yakılıp yıkılarak talan edilen Ani'ye, son darbeyi 1319 yılında deprem vurur. Şehir yaşanmaz hale gelir. Depremden sonra her ne kadar ufak bir yerleşim yeri olarak kullanılmaya devam edilse de, terk edilmiş bir şehir görünümünden bir daha kurtulamaz Ani. Ani’yi, harabeye çeviren bir başka, belki de en önemli neden; İpek Yolu'nun önemini kaybetmiş olmasıdır. 
Şimdi bir mezarlık sessizliğine hakim olan, öncesinde ise bir din şehri olan Ani; Kordoba, Bagrat, Byzantion gibi krallılara asırlarca beşiklik etmiş kozmopolit bir metropol aslında. Bunu şehrin göbeğinde kurulan büyük pazar yerlerinden, kervansaraylardan anlamakta mümkün. Ortaçağın en büyük ticaret merkezi olduğu düşünüldüğünde metropol tanımlamasının yerinde olduğu yadsınamaz bir gerçektir. 

Kiliseler




Şehir zaman zaman, defalarca görmüş olduğu saldırılar ve depremlerden dolayı harabe haline gelmiştir. Kentin merkezindeki Ani Katedrali en büyük eserlerden birisidir. 1001 yılında yapılmış olan katedral 1064’de Alparslan tarafından geçici olarak camiye çevrilmiştir. Cami yapılınca da tekrar kiliseye döndürülmüştür.

Arpaçay’a inen kayalıkların eteğinde yapılan bu kilise, Prens Dikran Honents’in yaptırdığı Surp Kirkor Kilisesidir. Gördüğünüz gibi, içi fresklerle süslü kilise oldukça iyi durumdadır. 1036 yılında yapılmış Surp Pirgiç (Halaskar) Kilisesi ise yörede Keçeli Kilise diye bilinir.

1038’de yapılan Surp Hovannes (Apostol) Kilisesi’nden günümüze pek bir şey ulaşamamış. Kuzeybatı tarafında aynı adı taşıyan üç kilise daha bulunuyor. Bunlardan Surp Kirkor Abugamrents Kilisesi 994’de yapılmış ve Aziz Kirkor Lusaroviç’e adanmış. 

Manuşehr camii

Şeddadoğullarından Ebul Şüca Manuçehr tarafından 1072 yılında yaptırılan bu üç neftli cami, Anadolu’da yapılan ilk camidir. Özellikle tavanı zengin Selçuklu motifleri ile süslenmiştir. Caminin gözcü kulesi olarak da kullanılan 99 basamaklı minaresi Ani’nin çağlar boyu süren önemli konumuna işaret eder. Bir zamanlar uzun kervanların çan sesleri arasında aylarca gece gündüz ilerlediği İpek Yolu üzerindeki 100 bin nüfuslu Krallar Diyarı Ani’de şimdi maalesef hüzün hâkim. Manuçehr Camii’ni o halde görünce içimiz cız etti. Bir tek minaresi ayakta kalmış neredeyse. Anadolu’da yapılan ilk cami bu şekilde mi olur? Vakıflar, Diyanet Vakfı, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, TİKA ne işler yaparlar? Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamını gezdim, gördüm; bu kadar tarihine düşman, tarihine yabancı başka bir millet görmedim ben. 

Tarihi eserler Rusya’ya taşınmış

93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşları’nda 40 yıl Rusların hâkimiyetinde kalan bölge; St. Petersburg Çarlık Üniversitesi'nden Prof. Marr tarafından 250 kişilik bir grup ile şehirde kazı yapılmış ve ne yazık ki, taşınabilir bütün eserler ve birçok fresk Rusya'ya götürülmüştür. 
Ani'nin öyküsü bununla da bitmiyor. Ani bütün bu zengin tarihinin altında bir de yer altı şehri saklıyor. Halk buraya "Gider-Gelmez" diyor. Giriş Resimli Kilise'nin hemen güneydoğusundaki ana kayanın altında bulunuyor. 100 metrekarelik birçok odadan meydana gelen bu "yer altı şehri" hem saklanma yeri hem de devasa bir kiler olarak kullanılmış vaktinde. Şimdi tekrar eski günlerine dönmeyi bekliyor Ani."

Ani ile ilgili bir efsane 

Bir de efsane anlatılır Ani hakkında: “Bir ırmağın ayırdığı iki ülke varmış. Birinin tüccarları diğer ülkeye gelir giderlermiş. Onlar iyi tüccarlarmış, dürüst tüccarlarmış. Ülkenin başında da iyi ve dürüst yöneticiler varmış. İyi anlaşırlar, kimsenin hakkı kimsede kalmazmış. Ama bir gün bu dürüst hükümdar ölmüş, yerine başkası geçmiş. Tüccarlar gelip de hükümdarı değişmiş görünce, bakmışlar ki adet usul de değişmiş. Yetimin hakkı yeniyor, masumun malı gasp ediliyormuş. Yargıçların vicdanları alınıp satılıyormuş pazarlarda. Adalet de kalmamış mülk de, kısacası. Kaybettikleri mala akçeye değil de, taşlaşmış bu yüreklere vahlanan tüccarlar “Taş kesilesiniz” diye beddua etmişler. Aniden koca kent taş kesilmiş ve o günden sonra bu isimle anılır olmuş: Ani.”O gün bugündür mabetleri taş, kervansarayları taş, yürekleri taş, saklı bir kenttir Ani. Ve o gün bugündür yerlisi değilse de mutlaka yolcusu vardır Ani’nin.” 

Değerlendirme

Şehirden dışarıya çıktığımızda, hediyelik eşya satan çocuklar çevirdi etrafımızı. Gözleri pırıl pırıl, hediyelik eşyalarımızdan alır mısınız, sadece teşhir ediyorlar, benimkini al, benimkini al diye birbirleriyle yarış içinde değiller. Giyim kuşamları da gayet temiz. Eğitimli oldukları her hallerinden belli. Saygılılar. İşte dedik,  22 ayrı medeniyetin geride bıraktığı asıl eser bunlar… hediyelik eşyalardan aldık. Ben bir atkı aldım. Arkadaşlar renkleri konusunda bana takılsalar da, uzun sürede taşıdım boynumda.



„Ani bir dünya ama dünya bir Ani değil" denilmiş vakti zamanında. Ani'nin böylesine onurlandırılmasının nedeni ise yüzyıllar boyunca değişik ulus ve dinleri bünyesinde toplamasından gelen çok kültürlülüğü olsa gerektir. Türkler, Gürcüler ve Ermeniler bir orkestranın enstrümanları gibi uyum içinde yaşamayı başarabilmiş olmalarındandır. Günümüzün tahammülsüz dünyası düşünüldüğünde, binlerce yıldan beri yan yana duran cami, kilise ve Zerdüşt tapınağı insanı fazlasıyla şaşırtıyor. Bu yanıyla Ani saygıyı fazlasıyla hak ediyor. "Bin bir kiliseli şehir" adıyla anılan Ani'nin, Venedik Avrupa'sını andırdığını söyleyenler hiç de haksız değildirler. 

Devam edecek


Rüştü Kam