8 Şubat 2016 Pazartesi

Tevbe suresi 24


„De ki:
Babalarınız,
oğullarınız,
kardeşleriniz,
eşleriniz,
akrabalarınız,
elde ettiğiniz mallar,
durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret,
hoşunuza giden konutlar;
size Allah’tan, Resulünden
ve O’nun yolunda Cihad’dan daha sevgili ise Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin!
Allah fasık topluma yol göstermez.“

Açıklama
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, sevgide ölçüyü kaçırmamak  gerekir.
ALLAH’ın ayetlerini iyi anlamak gerekir.

Sorsak Müslümanlara;
Allah’ı mı çok seviyorsunuz yoksa;  “Babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı, elde ettiğiniz mallarınızı, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden konutlarınızı mı?” diye.

Cevap Allah’ı olacaktır.

Devam etsek sormaya;
“Babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı, elde ettiğiniz mallarınızı, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretinizi, hoşunuza giden konutlarınızı mı, yoksa,  Allah’ın Rasül’ünü mü daha çok seviyorsunuz? diye.

Cevap Rasül’ü olacaktır.

Sormaya devam etsek;
Peki cihadı mı çok seviyorsunuz, yoksa  “Babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı, elde ettiğiniz mallarınızı, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretinizi, hoşunuza giden konutlarınızı mı? diye.

Çoğu Müslüman sınıfta kalacaktır.

Çünkü Cihad;
can ile, mal ile, toplumun menfaatine iş yapmak için zaman ayırmakla yapılıyor.
Yetimin yoksulun elinden tutmakla yapılıyor. Malını Allah yolunda infak etmekle yapılıyor.

Sonuç;
Müslümanlar mallarını, eşlerini, paralarını, canlarını Allah yolunda “Cihad” etmekten daha çok sevmemiş olsalardı, bugün ayaklar altında çiğnenen kafalar Müslümanların kafası olmazdı.
Irzlarına geçilen kadınlar Müslümanların kadınları olmazdı. Mallarına, mülklerine, yurtlarına el konarak mülteci durumuna düşürülenler Müslümanlar olmazdı.

Öküzün kuyruğu
Peygamberimiz bu ayeti şu şekilde detaylandırmıştır:          
„Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı terk ederseniz, Allah sizi zelil kılar.
Taki tekrar cihada dönünceye kadar.“

Nedir öküzün kuyruğu?
Öküzün kuyruğu paradır, maldır, kadındır, makamdır.
Müslüman, malını sevecek, hanımını sevecek, parasını sevecek, çocuğunu sevecek elbet. Ancak Allah’tan, Rasül’ünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha fazla sevmeyecek.

Ölçü budur. Ölçü kaçtığı gün Müslümanlar zelil olacaktır. Zelil; kaos demektir, sıkıntı demektir, anarşi demektir, aşağılanmak demektir. Tıpkı bugün olduğu gibi.

1 Şubat 2016 Pazartesi

MOCCA ZİYARETLERİ (l)


Mocca Dergisi’ne maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen iş adamlarını ziyaret ediyorum. Bu ziyaretlerimde bana Ayhan Eşgünoğlu eşlik ediyor.
İş adamlarımızı iş başında görünce göğsüm kabardı. Firmalarını büyütmek için gayret sarf eden işadamlarımız var. Bazıları Türkiye’ye de yatırım yapmaya başlamışlar. İstihdam alanı açmışlar insanımıza. 5 kişi çalıştıran da var 100 kişi çalıştıran da var.  Bu iş yerlerinde Almanlar da çalışıyor Türkler de. Almanya‘ya kalifiye eleman kazandırmak için hedeflerine 500 rakamını koyanlar bile var. 500 kalifiye eleman yetiştirmek kolay bir iş olmasa gerek… Market zinciri kuran işadamlarımız var. Döner sektörü almış başını gidiyor. Sevindik, gururlandık.

Randevu alarak gidiyoruz işadamlarımızın mekânına. Güler yüzle karşılıyorlar bizi. Ziyaret süresince telefonlarını kapatıyorlar. Saygı görüyoruz. Kucaklaşıyoruz. İkramlar da bulunuyorlar. Mocca Dergisi’ne katkılarından dolayı teşekkür faslından sonra, konu dönüp dolaşıyor siyasi ve dini konulara. Aynı görüşleri paylaştığımız işadamlarımızda var paylaşmadığımız da. Buna rağmen kırıcı olmadan konuşabiliyoruz. Değişik dünya görüşüne mensup olan işadamlarımız bize, bizler de onlara saygı gösteriyoruz.
Sonunda konu Berlin’e geliyor. Eğitim eksikliğinden muzdarip olmayan işadamımız yok. Sıkıntılı bir konu. Genel olarak gençlerimizin fazla sorumluluk almamaları, almak istememeleri, hedeflerinin olmayışı, iyi bir meslek edinmek ve üniversitede okumak gibi heveslerinin olmadığı yönünde fikir birliği hemen oluşuveriyor. Üniversitede okuyanların da özel olarak kendilerini yetiştirmek gibi bir çalışma içinde olmadıkları ortak kanı.
Dil konusu da geliyor masaya. Anadilin unutulmaması yönünde uzlaşma var. Nasıl olacağı konusuna, nasıl yapalım konusuna gelince; çözüm önerilerinde söyleyecek fazla şeyler bulunamıyor, bulunsa da burada ayrılıklar hemen başlayıveriyor. Ailenin görevini yeterince yapmadığı, T.C. Devleti’nin insanına sahip çıkmadığı, sadece konuştuğu hemen ilk madde olarak söyleniveriyor. İşadamlarına da elbette görevler düştüğü ancak işadamlarına ciddi projelerle gelinmediği konuşuluyor.
Kurumsallaşmanın çok geç başladığı ve istenilen düzeyde olmadığı, Berlin’de üniversiteli öğrencilerin istifade edebilecekleri bir yurdun olmayışı, ilkokuldan liseye kadar hatta üniversiteye kadar eğitim alanına yatırım yapılmadığı bu konuda oluşmuş toplumsal bir iradenin de olmadığı konuşuluyor.


Dini konularda sıkıntılar var. Alevi- Sünni kavgası başlıyor gibi. Benden söylenmesi. Dini cemaatlerin bir araya gelerek buradaki meseleleri çözmek için adım atmadıkları konuşuluyor. Camilere, “Cami A.Ş.” diyenler var. Helal ve haram konusunda ise büyük sıkıntılar var. Helal et-Haram et. Cemaatler kendi kasaplarının etlerini helal ilan ederken diğer cemaatin kasabının etini haram ilan ediyormuş. Aslında konu dini olmaktan çıkmış, ekonomik hale gelmiş. Din sosuyla, cemaatler ekonomilerini güçlendirmekle meşgullermiş.  Velhasıl yapılacak çok iş var. Nelerin yapılacağı da aşağı-yukarı belli olmuş. Ama, nasıl yapılacağı konusunda problemler var.

Bu arada sevgili Ayhan, Ali ile Hasan’ı hatırlattı bana. Kraliçe Sophie Charlotte’nin hizmetinde bulunan iki Türk esirden bahsetti.  Ali ve Hasan adında 20 yaşlarında iki Osmanlı genci bunlar.  Üçüncü Viyana kuşatması sırasında esir alınmışlar. Önce Hannover’e sonra da 1684’te ganimet olarak Berlin’e getirilmişler. Berlin’e getirilen iki Osmanlı esir önce vaftiz edilerek Hıristiyanlaştırılmışlar. Daha sonra Christian-Friedrich Aly ve Friedrich Hassan olarak da isimleri değiştirilmiş.
Kraliçe Sophie-Charlotte’nin hizmetinde kısa zamanda hizmetleri ve sadakatlarıyla sarayda ün salmışlar. Her ikisi de Charlottenburg sarayına yaklaşık 100 metre uzaklıktaki Schlossstr. 4 ve 6 numaralı kendilerine ait evde yaşamışlar.

"Konu ile ilgili yazılı bir kitap var bende, eskiciden almıştım" dedi Ayhan, gittik evine o kitabı aldık. Almanca yazılmış. Seelingerstr. 14 14059 Berlin adresinde bulunan bir dernek yayınlamış. Derneğin adı; Kiezbündnis Klausenerplatz e.V. , Eigenverlag basmış, basım tarihi 2010.
Gittik o adrese. Bir plaket var. Bu plaket Hasan’ın evinin olduğu yerde. Bugün orada Kilise var.  Plaket kilisenin duvarında. Ali’nin evinin de 4 numarada olması gerekiyor. Yaşlı bir Alman aileye sorduk. Ali’nin evini. “Ne o geriye mi alacaksınız Ali’nin evini, geçti o dönemler avucunuzu yalarsınız.” Dediler. Çok da ciddi söylediler ve de tonlayarak söylediler.
Berlin’de yaşayan insanımız en azından verilen adrese gidip burada fotoğraf çekilmelidir. Çünkü daha sonraları Ali ve Hasan o Alman çift gibi olan, o günkü Almanların gazabına uğruyorlar, evlerini  satıyorlar geçimlerini sağlamak için, ilaç parası almak ve doktora gidebilmek için. Sonunda sefalet içinde ölüyorlar.

Bilhassa çatı kuruluşu olan derneklerimiz çalışmalar yaparak, Ali ve Hasan’ın büstlerini oraya diktirmek için çalışma yapmalıdırlar. Bu vesile ile Berlin’e gelen bu insanlara yapılan kötü muameleler orada her sene anlatılmalıdır. “Vaftiz” edildikleri ve “isimlerinin değiştirildiği”, daha sonra “sefalet” içinde öldükleri orada anlatılmalıdır.


Sonra da Talat Paşa’nın Ermeni komitacı ve suikastçı Soğomon Tehleryan tarafından öldürüldüğü (15 Mart 1921) BERLİN Charlottenburg semtindeki Hardenbergstrasse'ye, evinin önüne gittik. Orayı da fotoğrafladık.
Çatı kuruluşları Talat Paşaya da sahip çıkmalıdırlar. Hatasıyla, sevabıyla O bir Osmanlı paşasıdır. Oraya da bir anıt diktirmek için çalışmalar yapılmalıdır. O anıtın önünde, Talat Paşa vesile edilerek “Birinci Dünya Savaşı” na Osmanlı’nın nasıl sokulduğu, Ermenilerle olan kavganın asıl sebeplerinin neler olduğu, Talat Paşa’nın “tehcir” emrini kimden aldığı…,  Orada her sene anlatılmalıdır. Anlatılmalıdır ki, genç nesiller Osmanlı’yı oturması gereken koltuğa oturtsunlar…


Vaftiz belgesi

Sponsorlar ziyaretleri devam edecek.
Rüştü Kam

24 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE’Yİ DIŞARIYA ŞİKÂYET ETMEK VE SONUÇLARI/ Rüştü Kam Ha-ber.com



Kendi ülkesini ve o ülke yönetimini yabancı ülkelere ve o ülke yönetimlerine şikâyet eden başka bir millet var mıdır bilmiyorum. Ülke içindeki kaostan, sıkıntıdan beslenmek kadar yüz kızartıcı bir suç olamaz kanaatindeyim. Hele şikâyet edilen ülke ve ülkeler ile geçmişte kötü sonuçlanan birliktelikleriniz olmuşsa; çok daha vahim bir durum. Neredeyse yarım asra varan zamandır terör ile mücadele eden bir ülke Türkiye. Halkının %99’u Müslüman. 

Türkiye 15 Ağustos 1984'ten bu yana terörle mücadele için milyarlarca dolarını harcamış. 30 bine yakın insanını toprağa vermiş. İçerdeki ve dışardaki düşmanlarına rağmen yıkılmamış, hâlâ ayakta duruyor.
30 yılda teröre harcanan para yaklaşık 350 Milyar dolar: "Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul'a yapılacak 3. havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP),8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi yapılabileceği düşünüldüğünde, devletimizin ve halkımızın kaybının ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.". (Türk Hava Kurumu (THK)Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban-Ekotrent)

Cumhuriyet’in kurulduğu günden beri Osmanlı’ya küfrederek varlığını sürdürmek isteyen parazitler var Türkiye’de. Bunlar Osmanlı Hanedanını Türkiye’den sürmüşler. Laikliği öne çıkararak yıllarca Müslümanları aşağılamışlar, İslâm diniyle alay etmişler, mukaddes değerlerini ayaklar altına almışlar, karikatürize ederek, Müslümanları ve Müslümanların liderlerini, önderlerini, peygamberlerini aşağılamışlar. İnandıkları kitap olan Kur’an yakılmış, parçalanmış, çiğnenmiş. Bütün bunlar, fikir hürriyeti adına yapılmış, demokrasilerde böyle ahlaksızlıklar normalmiş, yapılırmış. 

Temel eğitim okullarında, üniversitelerde, iş yerlerinde, sokaklarda kitle iletişim araçlarında, sinemalarda, tiyatrolarda velhasıl her platformda Müslümanlarla alay edilmiş. Genç kızlar başörtüsüyle üniversitelerde okuyamamışlar, ikna odalarında aşağılanmışlar. Kıyıma tâbi tutulmuşlar. Bunun adına irtica ile mücadele demişler. 79 yıl bu aşağılama şiddetlenerek devam etmiş.

Bu maceraperestlerin yaptıkları yanlışları zaman zaman yüzlerine vuranlar olmuş. Aydın Ovası’ndan Adnan Menderes çıkmış, fesat çetesinin tekerine çomak sokmuş, fesat çetesine güç yetirememiş, mağlup olmuş, idam etmişler demokrasi adına Menderes’i.
Daha sonra Malatyalı Turgut Özal çıkmış er meydanına, kispet çırpmış, nice pehlivanları sırt üstü çalmış çayıra, oyunlar bozulmuş, zulüm çarkları birer birer kırılmaya başlamış, şaibeli bir şekilde onu da Menderes gibi öbür âleme göndermişler. 

Arkasından Karadeniz’in Yiğit evladı Necmettin Erbakan çıkmış sahneye.  ‘Dünyada iki görüş vardır “hak ve batıl”. Hakkın temsilcisi Millî Görüş’tür, bâtılın temsilcileri de diğerleri.’ demiş. Bütün dünyayı karşısına almış. İslâm Birliği’nden bahsetmiş. İslâm ekonomik birliğinden bahsetmiş, İslam Dinar’ı demiş. Avrupa Birliği’ne Hristiyan kulübü demiş. D-8’leri kurmuş. Şahsiyetli dış politika demiş, faizsiz bankacılık sitemini savunmuş. Erbakan da 28 Şubat post modern darbesiyle iktidardan uzaklaştırılıvermiş. “1.000 yıl devam edecek olan bir kıyımdan bahsedilmiş…” Ama bu zulüm 1.000 yıl sürmemiş.

2002 yılına gelindiğinde Kasımpaşa’dan bir ses gök kubbede çınlamaya başlamış. Her ne kadar “Milli Görüş Gömleğini” çıkardığını söylese de, aslında o gömlek sırtından hiç çıkmamış. Recep Tayyip Erdoğan. Seleflerinin yolundan ayrılmamış, sadece mücadele şeklini değiştirmiş. Bir taraftan Avrupa Birliği’nin kapısını çalarken, öbür taraftan “ one minute” sloganıyla Arap baharının güneşi olmuş. Komşularla sıfır problem politikasını savunmuş, ‘Dünya 5’ ten büyüktür.’ demiş…

Bütün şimşekleri üzerine çekmiş, makam arabasında mahsur kalmış, suikastlarla yıldırılmaya çalışılmış, Gezi Olayları ile gözdağı verilmiş, 17 Aralık karabasanıyla iktidarına ecel tayin edilmiş, "beddualarla" halk ayaklanması başlatılmak istenmiş ama olmamış. Fesat çetesi amaçlarına ulaşamamış. Şimdilerde PKK terör örgütüyle dirsek temasına girerek başka bir yola girmiş. 

Bazı Aydınları(!) fesat çetesini destekleyici eylem içinde görünüyorlar. Çocuklar öldürülüyor yalanlarıyla dünya gündemine oturmaya çalışıyorlar. Türkiye de başlayan bu karalama kampanyası başbakan Davutoğlu’nun Almanya ziyaretinden önce, yandaş Alman aydınları(!) tarafından Merkel’e açık mektup yazılarak desteklendi: “Türkiye’de Kürtler öldürülüyor baskı yapın.”

Ve “Berlin Alevi Toplumu Cemevi“  gösteri düzenledi, bildiri yayınladı, bildiri aynen şöyle: „…Bir ülke kendi vatandaşını ölümle terbiye etmez, edemez. Bu zulümdür. Bu katliamdır. Kentlerde, Kasabalarda, Mahallelerde günlerce sokağa çıkma yasağıyla insanları evlere hapsetmek, abluka altına almak, açlığa susuzluğa mahkûm etmek, 10 bin askerle, özel timlerle, Polisle, topla, tankla saldırmak Hitlerizm değil de nedir? Diktatörlük hırsına, Başkanlık hevesine, para makam düşkünlüğüne bir ülke feda edilemez. Bir gün bunların hepsinin er geç hesabı sorulacak. Vicdan sahibi herkesin, aydınların, kadının, gencin, kimliği inancı ne olursa olsun, bu insanlık suçuna ortak olmamak ve savaşa son, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın, barış hemen simdi diyerek, Gezi ruhu ile bu karanlık ve gerici zihniyetten Türkiye'yi kurtarmak, demokratik Türkiye inşa etmekten başka kurtuluşun olmadığı.“ (ha-ber.com)

Bildiride barıştan bahsediliyor… çocuk ölümlerinden bahsediliyor… gericilikten bahsediliyor… insanlık suçundan bahsediliyor… Gezi ruhundan bahsediliyor… Bu bildiriyi Türkiye’den gelen ve Almanya’da yaşayan bazı Alevi dernekleri yapıyorlar. PKK teröründen hiç bahsedilmiyor.

Türkiye ve Misak-ı Milli sınırlarının mahremiyeti bunlar için önemli değil. Kendi ülkesini dışarıya şikâyet eden bir zihniyetin sahipleri bunlar. Türkiye’yi şikayet ettikleri ülke Enver Paşa’yı nasıl kandırdıysa ve Birinci Dünya Savaşı’na soktuysa ve de ordu komutanı olarak Liman Von Sanders’i Osmanlı Ordusu’nun başına getirdiyse ve sonra da bu insanları birer birer ortadan kaldırttıysa, hem de kendi ülkelerinde; benzer bir durum sizlerin de başınıza gelebilir, dikkat edin…kendi ülkesini dışarıya şikayet edenlere hain denir…

17 Ocak 2016 Pazar

İKİ KONU

STK’LER KAHVALTISI
Cumartesi sabahı (16.01.2016) Berlin Müstakil İşadamları Derneği(MÜSİAD)’nin davetine icabet ettim. Berlin’de hizmet veren Sivil Toplum Kuruluşlarıyla (STK) bir masa etrafında buluşma daveti. Dernek temsilcileri çoğunlukla oradaydı. Geniş yelpazede bir profilin oluştuğu görünüyordu. Organizasyon güzeldi.
Başkan Veli Karakaya’nın teşekkür konuşmasından sonra, genel müdür Önder Coştan Berlin Müsiad’ın faaliyetlerini tanıttı. Sonra kahvaltıya geçildi. Akabinde katılımcılar temsil ettikleri derneklerini tanıttılar, hizmetlerinden bahsettiler. 
 
50 yıl önce Almanya’ya işçi olarak gelen Türk insanının çocuklarının ve torunlarının nerelere geldiklerinin değerlendirilmesi yapıldı. Her toplantıda olduğu gibi, “eğitim, birlik ve beraberlik” yine öne çıkan iki ana konu oldu. 
 
Herkes eteğindeki taşları dökerse birlik ve beraberlik sağlanacak ve eğitim de istenilen seviyeye ulaşsın diye ancak o zaman çalışılabilecekti. 
 
Konuşmalar iyimserdi. Ancak konuşmacılar da biliyorlardı ki, Türkler kahvaltılarda, iftar sofralarında bir araya gelirler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar, güzel konuşmalar yaparlar ve ayrılırlar. Bir sene sonra film yeniden başa sarılır ve bu böyle devam eder gider. Bu uygulama 50 yıldan beri böyledir. 
 
‘Türk toplumu neyi yapamaz?’ diye sorulursa cevabı herhalde şöyle olacaktır: “Türk toplumunu ilgilendiren önemli konuları gündeme alıp o konular üzerinde konuşamazlar. Her STK kendi göbeğini kendisi kesemez. Çünkü göbek bağıyla Türkiye’de bağlı olduğu bir kurum vardır. Dünya görüşleri farklıdır bu kurumların. Bu farklılık çeşitlilik olarak görülmez. İhtilaf olarak görülür.” 
 
İhtilaflar düşmanlıkları besler. İttifakları beslemez. Berlin’de iftar sofralarında ve kahvaltılarda, etkinliklerde bir araya gelen Türkler aslında birbirlerinin can ciğer dostları değildirler. Sadece birbirlerine tebessüm ederler, gündemi belli toplantılar belki zamanla bu çarpık yapıyı bozabilir. İstisnalar her zaman vardır elbet. 
 
Bu açıdan bakıldığında kahvaltıda, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve İlahiyatçılar Derneği (İLAD) temsilcilerinin yaptığı teklif değerlendirmeye değerdir: “ Bu kahvaltılar gündemi belli toplantılar halinde her ay bir başka dernekte rutin olarak yapılmalıdır.”
Kısa sürede gündemli toplantılar sıkıntılı geçecektir. Ancak uzun vadede faydalı sonuçlar elde edilebilir. Denemeye değer bir tekliftir. 
 
TACİZ/ KÖLN 
 
Almanya tacizle yatıyor tacizle kalkıyor. Yılbaşında Köln’de mülteciler Almanlara tacizde bulunmuşlar. Anlatılış şekline bakılırsa taciz değil de sanki tecavüz yapılmış. Taciz Almanya’da her zaman yapılıyor. Karnavallarda yapılıyor, festivallerde, eğlence yerlerinde yapılıyor, toplu taşıma araçlarında, zaman zaman iş yerlerinde yapıldığı duyuluyor. 
 
Almanya tacize yabancı bir ülke değilken, Afrikalı mülteciler üzerinden birdenbire gündeme niçin oturuverdi dersiniz? Hemen sonrasında mültecilere havuz yasağı getiriliverdi: “Almanya'nın Bornheim kentinde erkek mültecilerin belediyeye ait yüzme havuzlarına girişleri yasaklandı. Kent idaresi, alınan bu yasak kararını savundu.” (Radikal/15/ 01/ 2016)
Bakalım arkasından başka neler çıkacak. Bekleyip göreceğiz.

7 Ocak 2016 Perşembe

''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

Berlin Başpiskoposu Georg Kardinal Sterzinsky ile Noel Bayram’ının anlamı hakkında bir söyleşi
''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

Berlin Başpiskoposu Georg Kardinal Sterzinsky ile Noel Bayram’ının anlamı hakkında bir söyleşi

“Hrıstiyanlığın hümanistleşmesi ahlaki boyutun bayağılaşmasıdır. Çocuklara hediye verilmesine karşı değilim. Ama Noel sadece buna indirgenirse bütün bayram basit bir ritüelden başka birşey olmaz. “

Mocca:
Her yıl Aralık ayında çam ağaçları süslenir, bulvarlar baştan sona rengarenk ışıldar, ister Hristiyan olsun ister olmasın, bütün insanlar heyecanlı bir alış veriş coşkusuna kapılırlar. Hal böyleyken insanların çoğu Noel’in ne olduğunu bilmezler. Sayın Kardinal, Noel Bayramı neden kutlanır ve kökeni nedir?
Kardinal Sterzinsky: Noel bayramı bugün tanığımız şekliyle büyük bir bayram olarak aslında sonralardan oluşmuştur. Hristiyanlığın başlangıcında her Pazar günü Isa Mesih’in dirilişi kutlanırdı. Bir bayram olarak Noel, „İsa Mesih’in başlangıcı acaba nasıl olmuştu? O nasıl dünyaya geldi?“ sorularının neticesinde ortaya çıktı. Ama ölüm ve dirilişe nazaran bu soruların önemi daha azdır. Bu yüzden teolojik olarak Noel Hrısti-yanlığın en önemli bayramı değildir. En önemli bayram Paskalya’dır.

Mocca: Sanırım günümüzde haftalık kilise ziyaret-leri Noel’in bir bayram olarak algılandığı gibi bir bayram olarak algılanmıyor. Noel’in bu kadar önemli bir bayram haline gelmesi nasıl oldu?
Sterzinsky: Antik Roma’da yılın en kısa gününde, yani kış gündönümünde „Sol İnvictus“ adındaki güneş tanrısını kutlarlardı. „Sol İnvictus“, yani mağlup olmayan güneş tanrısı. Roma Hrıstiyanlığı kabul ettiğinde, gündönümü kutlamalarının yerini İsa Mesih’in doğum kutlamaları aldı. Burada verilen mesaj şuydu: Asla mağlup olmayan ilah ancak İsa Mesih’tir. Ama o zamanlarda bile bu Mesih kutlamalarında izlenen bir ritüel henüz yoktu. Kutlama sadece coşkulu bir ibadetten ibaretti.

Mocca: Yani bugün bildiğimiz şekliyle Noel bayramı aslında modern bir husus, öylemi?
Sterzinsky: Bugün Almanya’da kutladığımız şekliyle Noel – yani çocuklara hediyeler alınması vs. – 18./19. yy’da burjuvazinin ortaya çıkmasıyla beraber gelişmiş bir olaydır. Adetlerin birçoğu kutlamaların Hrıstiyan aslından kopmasıyla beraber ortaya çıkmıştır. Mesih kutlamalarını alışılageldiği gibi kutlamak istemeyenler kendi-lerine başka adetler edindiler. Bu adetler ise git gide dünyevileşti. Bugün bildiğiniz Noel bayra-mı asli Mesih bayramı değildir.
Mocca: Bugün Noel deyince ilk Noel Baba geliyor insanın aklına.
Sterzinsky: Noel Baba’nın Hrıstiyanlıkla hiçbir alakası yok! O laik bir uydurmacadan ibaret. Sınayinin bir ürünü.

Mocca: Peki ya Niklas? Noel Baba’yla Niklas bugün çoğu zaman aynı kefene koyuluyor.
Sterzinsky: Kutsal Niklas ile Noel Baba’yı birbirinden ayır-mak gerekir. Niklas Noel Baba değildir. Noel Baba Sanayinin bir fikridir. Kutsal Piskopos Niklas’ın ise yaşamış olduğu muhtemeldir. O altıncı yüzyılda bugünki Türkiye sınırları içindeki Myra şehrinin piskoposuydu. Onun hak-kında bugün pek birşey bilemesek de onun kişiliğinin etrafında bu kadar efsanenin ortaya çıkmış olması bile bize insanların onu ne kadar çok sevdiğini göstermek için kafidir. Bugün bile. Onu anıyor ve yüceltiyorlar: Piskopos Niklas olarak kılık değiştiriyorlar, çocukların yanına gidiyor, onlara hediyeler veriyor ve onlarla beraber bir şenlik yapıyorlar.

Mocca: Yani bu demek oluyor ki bugün bildiğimiz Noel bayramının asli Mesih kutlamalarıyla hiçbir alakası yoktur?
Sterzinsky: Modern Noel bayramı çoğu zaman içeriğine olan bağını kaybetmiştir. Sanayinin Noel za-manlarında işini görüp ticaret yapmasına karşı değilim, ama bunu Hrıstiyanlık adına yapma-sınlar. Mesih bayramını kendi emellerine alet edinmesinler. Noel’in vermek istediği mesajın kaybolduğu yerde Kilise Noel’in ticarileştiril-mesine karşı çıkar.

Mocca: Peki o halde asli Mesih kutlamaları nasıl gerçekleşiyordu? Ritüeller hiç mi yoktu? Bu kutlamaların asıl amacı neydi?
Sterzinsky: Noel zamanına hazırlık için kısa bir oruç zama-nı vardır. Noel’den önceki bu dört haftalık Advent dediğimiz dönem bugün İsa’nın doğumuna hazırlık olarak algılanır. Noel’in amacı ise Hz. İsa’nın doğumunu anmaktır. Bu doğum sahnesini biliyorsunuz, birçok tabloda vs. bu konu işlenilir. Lukas incilinde anlatılan Noel hikayesine göre Hz. İsa Beytüllahim’de bir ahır gibi basit ve küçük bir binada dünyaya gelmiş-tir. Bebek bezlere sarılıp bir kreşe yatırılmış. Hz. Meryem sağ ve Yusuf sol yanında. Bu sah-ne Noel’de ibadet ayinleri esnasında canlandırılır. Bir oyuncak bebek kilisedeki sunağın önündeki bir kreş içine yerleştirilir. Bununla İsa Mesih’in insana döndüğü ve bizimle beraber olduğu vurgulanır.

Mocca: Ama asli Mesih bayramı sadece bir anıdan, anmaktan ibaretse, bu kutlamaların ahlaki boyutu nerede? Bugün kutlandığı şekliyle Noel bayramında çocuklara hediyeler verili-yor, el üstünde tutuluyorlar. Muhtaçlara ve aile kurumuna daha çok önem veriliyor. Bu açıdan baktığımızda bugün kutlanan Noel bayramının ahlaki içeriği daha çok, çünkü daha sosyal.
Sterzinsky: Hayır. Tam aksine. Hrıstiyanlığın hümanistleşmesi ahlaki boyutun bayağılaşmasıdır. Çocuklara hediye verilmesine karşı değilim. Ama Noel sadece buna indirgenirse bütün bayram basit bir ritüelden başka birşey olmaz. Mesih bayramının özelliği bir şeyi anlamaktır: Tanrı kendisini küçülttü. Bunu insana daha yakın olmak için yapıyor.

Mocca: Asli Mesih bayramındaki ahlaki boyut tam olarak nedir?
Sterzinsky: İsa Mesih insanlara Allah tarafından gönderilen bir kuratarıcıdır. Bu yüzden o ilahi olan tek insandır. Müslümanlar için bunu anlamanın zor olduğunu biliyorum ama Hrıstiyanlıkta da Allah ancak Birdir! Ama O öyle büyüktür ki O’nun içinde ilişkiler vardır. Aynı insanlar arasında ilişkilerin bulunduğu gibi. Allah durağan değildir. O canlıdır. Zengindir. O’nun içi zengindir. İnsan İsa’nın yolunu takip etmelidir. O’nun gittiği yolu görmeli, anlamalı ve O’nun izinden gitmelidir. İşte ahlaki boyut budur! Noel bayramı aslında manevi bir temizlenme bayramıdır. Biz kalbi-mizi hazırlamalıyız. Kalbimizi bütün kötülüklerden temizlemeli ve af, dostluk, sevgi ve barış gibi hislerle doldurmalıyız. Ve buna ancak Allah’ı anarak ulaşabiliriz. Anmak ahlakı içe-rir. O ebedi hayatı getirecektir.

Mocca: Sayın Kardinal, bu güzel sohbet için teşek-kür ederim. Bizim aracılığımızla Müslüman cemaatine iletmek istediğiniz son bir mesaj var mı?
Sterzinsky: Lukas incilinde tarladaki çobanlara melekler görünür ve onlara Hz. İsa’nın doğumunu an-latırlar. Meleklerin müjdesi ise şöyledir: „Allah’ ın (ismi) göklerde yücelmiştir ve yerde O’nun affına mazhar olan insanlar felaha ermiştir. “Noel’in ana mesajı Allah’ın şanı ve insala-rın huzurudur. Müslüman vatandaşlarımıza vereceğim Noel mesajı barış ve huzurdur: Selam!

Röportaj:Hureyre Kam
Foto:Hureyre Kam
Tercüme:Zülfikar Kam
Son Kontrol:Hüseyin Bozkurt
Mocca Dergisi Sayı:4

Şair İsmet Özel ile özel sohbet


Şair ve Yazar İsmet Özel ile, Türkiye’nin dünü bugünü ve yarını üzerine konuştuk.
Şair İsmet Özel ile özel sohbet

Şair İsmet Özel ile özel sohbet

Şair ve Yazar İsmet Özel ile, Türkiye’nin dünü bugünü ve yarını üzerine konuştuk.


İsmet özel şu andaki gidişâtın böyle devam etmesi durumunda Türkiye’nin geleceğinden söz edilemeyeceğini söyledi ve ekledi:” Yurt dışında yaşayan Türkleri Türkiye ne kadar ilgilendiriyor ben bunu bilemiyorum ama, bütün farklılıklarına rağmen bir Hollandalı için Hollanda çok şey ifade eder. “ dedi ve devam etti....

Bir memleket insanlarıyla memlekettir. Bizim nereli olduğumuz, nereye ait olduğumuzu hissetmemizle alâkalıdır. Almanlar Almanya’da olmadıkları zaman kafalarında Almanya vardır.

Biz şu anda soysuzlaşmayı, yozlaşmayı yaşıyoruz. Türkler bu toprakları vatan haline getirdikten sonra bu toprakları İslam’ın yaşama alanı haline getirdiler...

Avrupa ikinci Rönesansını yaşıyor
Kendim için ne istiyorsam başkaları için de aynen onu istiyorum. Hayatımızın hayvan hayatına benzememesi için birbirlerimizin değerlerini tanımamız gerekiyor. İkinci dünya savaşından sonra Avrupa ikinci rönesansını yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti işçileri Avrupa’ya gönderirken hiçbir özel şart koşmadı, resmi bir tavır benimsemedi. Yugoslavya’dan gelenlere vasıflı işlerde çalışacaklar diye şart koşuldu.

Türkiye’nin durumu buradaki insanları gerçekten ilgilendirir
Türkiye’nin vatan olmaktan çıkması, Avrupa’ya itilen insanları ne kadar ilgilendirir ben bunu bilmiyorum. Türkiye’nin durumu buradaki insanları gerçekten ilgilendirir mi ben bunu da bilmiyorum. Mesele Türklerin fonksiyon sahibi olmaları değil, Türkiye’nin fonksiyon olmasıdır.

Ve İstiklal Marşı orduya ithaf edildi
17. asırdan itibaren Avrupa medeniyeti yukarılara doğru tırmandı. Türk gücü ise aşağılara doğru çekilmeye başladı. Avrupa medeniyeti Türk gücüne yetişebilmek için teçhizatlandı ve nihayet 1918 den sonra Türk gücü sıfırlandı. İslam da siyasi organizasyon ve askeri güç olarak sıfırlandı. Ancak İstiklal Harbi millet olarak sıfırı tüketmediğimizin işaretini verdi.

1946 seçimi şaibelidir
1924 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, Din-i İslamdır diye yazar. 1928’de latin harflariyle okuyup yazma mecburiyeti getirildi ve bu mecburiyetten sonra Anayasa’dan “dini İslamdır” ibaresi kaldırıldı.
1932 de ezanı Türkçe okumayanların cezalandırılacağına dair kanun çıktı bu kanun 1950 yılına kadar yürürlükte kaldı.
1946 seçimi şaibelidir. DP 1950’de açık farkla CHP’yi geride bıraktı ve iktidar oldu. 1960’da ihtilal oldu. 70’li ve 80’li yıllar Türkler açısından fazla parlak olmayan yıllardır.

Türkiye’nin durumu itikadımızla doğrudan alakalıdır
90 lı yıllarda İslâmi eğilimler gündeme geldi. Bugün öyle bir yere geldik ki Türkiye canını kurtarabilir mi kurtaramaz mı onu bilemiyorum. Avrupa’da yaşayanlar için Türkiye’nin tarihten silinmesi onları ne kadar ilgilendirir onu da bilmiyorum.
İnsan olmak demek akibetin ne olacağı konusunda şuur sahibi olmak demektir. Türkiye’nin durumu itikadımızla doğrudan alakalıdır. Ancak Türkiye’nin mahvedilmesi konusunda görev almış birçok kuruluş var bugün Türkiye’de.
İnsanlar bunu görüyor ve biliyor. Ne kazanırlarsa, o oranda meşhur oldukları için olaylar karşısında sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Maalesef hayvanlar arasındaki dayanışma yok insanlar arasında. Tabiatıyla bu durumda insanlar dünya şartlarının gereğini yerine getirmekten oldukça memnun görünüyorlar.

Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kurulacak
Türkiye’nin yönetimi bu şekilde devam ederse, Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kurulacak, bunlar bugün, o gün sahip oldukları destekten daha çok desteğe sahipler. Bugün Türkiye’nin yağmalanması söz konusu. Sivil toplum örgütlerinin önüne konan projeler Türkiye’nin yağmalanmasına zemin hazırlayıcı projelerdir. Parayı onlar nereden alıyor?
Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor, Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği’nin içinde, Yunanistan Ombudsman*.

Bizim topraklarımız iki kez vatanlaştırıldı

1918’de mal ve can emniyeti bakımından en kötü yer Türk bayrağının altıydı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu durum tersine çevrildi. Bizim topraklarımız iki kez vatanlaştırıldı. 13. asırda ve İstiklal Savaşı’ndan sonra. Osmanlı vatan diye Balkanlar’ı biliyordu. Buralar gaza beyliklerinin alanıydı. Bugün burası kimin vatanıdır sorusunun kesin bir cevabı olmalıdır. Türk olmak ne manâya gelir Türkiye’dekiler bunu bilmiyorlar. Türkiye neyi kaybettiğini hatırlamak zorundadır.

Biz hepimiz Türküz diyemiyoruz
Türk aydınlarının aydın olduğunu söylemek mümkün değildir. Siz hangi aydından bahsediyorsunuz. Türkiyede yaşayan aydınlarımız maalesef biz bir bütünün parçalarıyız diyemiyorlar. Ama Hollandalılar biz bir bütünün parçalarıyız. Hollanda dört sütun üstünde durur: Liberal, sosyalist, Katolik, Protestan. İşte bizler bu farklılıklarımıza rağmen hepimiz Hollandalıyız, diyebiliyorlar. Ama biz böyle diyemiyoruz.

Bir memleket insanlarıyla memlekettir
Ben 64 yaşındayım buraya kadar rüya görerek gelmedim. Bir memleket insanlarıyla memlekettir. Biz hayvan değiliz. Bizim nereli olduğumuz nereye aid olduğumuzu hissetmemizle alakalıdır. Almanlar Almanya’da olmadıkları zaman kafalarında Almanya vardır.
Biz şu anda soysuzlaşmayı, yozlaşmayı yaşıyoruz. Türkler bu toprakları vatan haline getirdikten sonra aynı zamanda, İslam’ın yaşama alanı haline de getirdiler. Önceleri İslam’ın yaşama alanı Şamdı, Mekke’ydi, Mısır’dı. En seçkin alan Türklere aid olan alandır. Bundan memnun olanlar vardır olmayanlar da vardır.
“Gezdim diyarı küfrü kaşaneler gördüm
Gezdim diyarı İslamı viraneler gördüm” *

Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız gerekiyor

Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız gerekiyor. Sudan’da Barfur Şehrinin yarısı hafızdır. Orada başka şehirler de var yarısı hafız olan. Hafız mı, mühendis mi? Türkiye daha bu konudaki düşüncesini netleştirememiştir. Bizim felaketimiz birbirimizi farketmememizdeki yanlışımız değildir. Bizim felaketimiz yapmaya çalıştığımız şeyin ne olduğunu bilmememizdir. Bizim yapmaya çalıştığımız birşeyimiz yok, asıl felaket burada.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarıldı. Bundan dolayı okullarda eğitimin kalitesini yüksek tutmak zorundaydılar ilk on sene bunu yaptılar. 1953 yılına kadar liseler dört sene idi, liseden sonra olgunluk sınavları vardı, Abitur’a denk sınavdı onlar. Ancak bu eğitim sistemi atılan her kazığı farkeden insan tipi yetiştirmeye başladığı için, bu sistem 1930 da terkedildi.
Türkiye önüne hedef koymadı. Almanya 1945 yılında işgal edildiği zaman veliler İşgal kuvvetlerine karşı nümayiş yaptılar ve okulların derhal açılmasını istediler. Bunu söyledikleri zaman yiyecek patatesleri bile yoktu.
Biz “karizmayı çizdirmeden köşeyi dönmek isteyen “insanların yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz. İşte Türkiye böyle bir ülke ve bizler o ülkenin vatandaşlarıyız! Ama sadece vatandaşları..



Lailahe İllallah diyenlere kimse tahammül edemiyordu
Dünyada nükleer silahların bulunmasını isteyenlere normal, nükleer silahların bulunmamasını isteyenlere de deli gözüyle bakıyorlar.
Çarpıklık toplumun düzenindedir, düzenin bozukluğuna tepki gösterenlere deli, düzenin bozukluğuna uyum sağlayanlara akıllı gözüyle bakıyorlar. İnsanlar yanlışı doğru anlamaya şartlanmışlarsa onlara doğruyu gösteremezsiniz.
Mekke döneminde Lailehe İllallah diyenlere kimse tahammül edemiyordu oysa şimdi herkes söylüyor kimse tınmıyor bile. Siyasetle din birbirinden ayrılmaz ve ayrılmamalıdır. İnsan çamurla şekillenme arasında iken Muhammedi hakikat yaratılmıştır. Yaşamınızdaki nasırlarınızdan kurtulmanız lazımdır. Müslüman haram ve helal ayırımı yapmakla çizgisini koruması gerekir.
Dünyada var olan bütün bozuklukları düzeltmek insan olmanın gereğidir. Nasıl olsa Allah affeder mantığı küfür olduğu gibi ümitsizlikte küfürdür.

Darbeleri sermaye grupları yaptırır.
Adnan Menderes, „bizim ordumuz müstemleke ordusu değildir darbe yapmaz” demişti.
Menderes’in Moskova’ya gitmesini CIA darbe yaptırarak engelledi.
Sovyetler çökmeseydi Türkiye Fillandiyalılaşacaktı. Sovyetler çöktü, Türkiye Fillandiyalılaşmaktan kurtuldu. Türkiye Sovyetlerin sınırı içerisindeydi. Kıbrıs harekatı ile sovyetler bu sınırını Lefkoşa’ya kadar uzattı.

Siyasal İslam, İslami dönüşümü engelledi
Türkiye’deki İslami hareket siyasi İslam’ın bir parçası olamadı. Türkiye’deki İslami hareket hep kontrol altında tutuldu. Siyasal İslam, İslami dönüşümü engelledi.

Avrupa Birliği’ne girmeyi becerebilirse varlığını sürdürebilir
Türkiye şu andaki sınırları değişmeden Avrupa Birliği’ne girmeyi becerebilirse varlığını sürdürebilir. İmtiyazlı ortaklıkla da sınırlar belki korunabilir.

İkiz kuleler vurulmasaydı ABD Afganistan ve Irak’a giremezdi
Müslümanlar için küfre rıza göstermiyorum demek yetecekken, herkes benim küfre rıza göstermediğim belli olmasın diye uğraşıyor.
Aklı başında olan adam toplum içinde doğru davranır, ancak toplum ona deli der.
Büluğ çağına erenler iki türlüdür; birincisi kendilerinin kim olduğunu, ne olduğunu merak etmeyenler, ikincisi merak edenler.

Çoğumuz hakikatı aradığımızı sanırız, ama o gelip kapımızı çaldığında onu tanımayız.

Kaynak: Mocca Dergisi

* „Ombudsman, kelime kökeni açısından İsveç dilinde “aracı” anlamına gelen ‘ombuds’ ve “kişi” anlamına gelen ‘man’ kelimelerinden oluşmuştur ve aracı kişi anlamına gelmektedir. Şikayetleri ve bir takım teşebbüsleri ele alıp değerlendiren ve bunlara her iki taraf içinde tatmin edici çözümler bulan kişidir.“ Wikipedia
* Ziya Paşa