7 Kasım 2011 Pazartesi

''WİR SİND ZUSAMMEN...''

07 Kasım 2011 Pazartesi, 12:34 tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi

TERÖR ÖRGÜTÜNE DESTEK SAĞLAYANLAR, ÖRGÜTÜN SIRTINI SIVAZLAYANLAR, ÖRGÜTE MADDİ, MANEVİ DESTEK SAĞLAYANLAR DA EN AZ TERÖR ÖRGÜTÜ KADAR SORUMLUDURLAR...

Göçün 50. Yılı münasebetiyle Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından düzenlenen "Almanya ve Göç: 50. Yılında Almanya'daki Türkler" konulu sempozyum çerçevesinde verilen Gala Yemeği'nde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan esti, gürledi geçti.

Erdoğan'ın konuşması ezber bozan bir konuşmaydı. Özgüven sahibiydi, vücut dilini de kullandı. Çok cesurdu. Hiç kimseden korkmuyordu. Tespitlerinde Avrupa'yı hedef aldığı besbelliydi. Önce göç münasebetiyle Almanya'ya gelmiş Türkiyelilere bir baba şafkatiyle yaklaştı. ''Arkanızdayız'' dedi. ''Çok acı çektiniz biliyorum... Biz Türkiye´de, siz Almanya´da, umudu çoğaltmaya, barışı yeşertmeye, kardeşliği yüceltmeye devam edeceğiz.'' dedi.

Ben burada sözü Erdoğan'a veriyor ve sizleri onunla başbaşa bırakıyorum.

''1961 yılında, Sirkeci Tren İstasyonu´ndan başlayan yolculuğunuz, bugün artık yarım asrı geride bıraktı. Çok acılar çektiğinizi biliyorum. Özlemin, hasretin, sıla ve gurbetin içinizde volkana dönüştüğünü biliyorum. Anneden, babadan, çocuklardan ayrı, vatanın, köyün, yuvanın kokusuna hasret, dile kolay, 50 yıl geçti. Gün artık, gurbet hikayeleri değil, başarı öykülerini paylaşma günü. Gün artık, geçmişe değil, geleceğe odaklanma günü. Umutla, heyecanla, coşkuyla, çocuklarımıza daha aydınlık bir gelecek bırakma mücadelesini hep birlikte sürdüreceğiz. Biz Türkiye´de, siz Almanya´da, umudu çoğaltmaya, barışı yeşertmeye, kardeşliği yüceltmeye devam edeceğiz. Özellikle Avrupa-Asya arasında dayanışmayı, birliği, beraberliği, sizler köprü olmak suretiyle başaracağız. Emeğiyle gurbette abideleşmiş tüm işçi, emekçi kardeşlerimi bir kez daha tebrik ediyorum...

Biz, 50 yıl sonra, sadece soyadlarıyla Türk olan, asimile olmuş bir toplum görmek değil; diliyle, kültürüyle, gelenekleriyle, inançlarıyla var olan ve ayakta duran ve yaşadığı ülkeye her yönden önemli katkılar yapan bir toplum görmek istiyoruz...

Biz, Almanya makamları nezdinde, her sorununuzun çözümü için girişimde bulunmaya devam edeceğiz. Sizlerin de hukuk, demokrasi, yasalar çerçevesinde Almanya´nın geleceğiyle birlikte kendi geleceğinizi de tasarlamanızı önemli buluyoruz. Bir kez daha söylüyorum; asla yalnız değilsiniz, asla kimsesiz, çaresiz değilsiniz.

Bir ay önce, Batman´da teröristler, sağa sola rastgele ateş açtılar. 4 yaşındaki Sultan, teröristlerin kurşunlarına hedef oldu ve gözlerini hayata yumdu. Annesi aynı şekilde terörün hedefi oldu ve umutlarını geride bırakarak Hakk´a yürüdü. Anne karnındaki 8 aylık bebek de daha gözlerini dünyaya açmadan, daha ismi bile konulmadan, daha ağlayamadan ve gülemeden terörle tanıştı.

Bu insanlık dışı saldırının tek sorumlusu terör örgütü değildir! O tetiği çeken ve çektiren kanlı maşalar kadar, terör örgütüne destek sağlayanlar, örgütün sırtını sıvazlayanlar, örgüte maddi, manevi destek sağlayanlar da o doğmamış bebeğin katledilmesinden en az terör örgütü kadar sorumludurlar.

Açık söylüyorum, terörle mücadele bir ülkenin veya bir milletin meselesi değildir; insani değerlere inanan herkesin sorumluluğudur. Terör örgütlerine göz yumanlar, terörün kanlı yüzüne ortak olurlar. Türkiye´ye terörle mücadelede gereken desteği vermeyen ama insan hakları nutku atanlara soruyorum; vahşice katledilen 4 yaşındaki Sultan´dan haberiniz var mı? Bize güya demokrasi dersi verenlere soruyorum; umutlarıyla vefat eden Anne Mizgin Doru´dan haberiniz var mı? Terör örgütünün faaliyetlerine, yayınlarına, derneklerine, para toplamasına göz yumanlara, suçluların elini kolunu sallayarak dolaşmasına göz yumanlara sesleniyorum; anne karnında öldürülen 8 aylık bebeden haberiniz var mı? Avrupa'lı dostlarımızın önüne dosyaları koyduğumuzda, tek tek isimleri, dernekleri, yayın kuruluşlarını, aktarılan para miktarlarını koyduğumuzda, bize bahaneler üretiyorlar. Siz o bahaneleri artık bize değil, artık Batman´da öldürülen masum yavrulara değil, eğer izah edebiliyorsanız, önce kendi vicdanınıza izah edin.

Nifak tohumları ekmeye, aziz milletimizin evlatlarını birbirine düşürmeye, aramıza ayrımcılık sokmaya çalışan şer odakları, Van depremiyle birlikte nasıl beyhûde bir çaba içinde olduklarını bir kez daha gördüler. Deprem sonrası ortaya koyduğumuz yardımlaşma ve dayanışma gösterdi ki milletimiz tek yürektir, tek nefestir. Terör saldırısı sonrasında ortaya çıkan toplumsal tepki gösterdi ki milletimiz birdir, bütündür, sıkı sıkıya birbirine kenetlenmiştir...

Çok açık söylüyorum; bu milletin birliğini, dirliğini, beraberliğini ve kardeşliğini hafife alanlar, bugüne kadar hep kaybettiler, bundan sonra da kaybetmeye mahkumlar. Hiçbir örgüt, hiçbir çaba, hiçbir saldırı bu milletin kardeşliğini sarsmayacak, sarsamayacaktır..."

Sempozyumdan özetler

600 senelik bir imparatorluk geleneği olan insanımız. İmparatorluğun çöküşünden sonra kendisini yeni bir sistemin içinde buldu. Dünya düzeni değişmişti. İmparatorluklar, krallıklar dönemi bitmiş cumhuriyetler devri başlamıştı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı'nın devamı olarak sahnede yerini almıştı. Birinci Dünya Savaşı'nı yaşamış İkinci Dünya Savaşı'nı görmüş ve üstüna üstlük bir de kurtuluş savaşı yaşamış olan Türk halkı oldukça yorgundu, bitkindi. Halk işssizdi. Kıt kanaat geçiniyordu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı üstünde yeni bir devlet kurulmuştu:Türkiye Cumhuriyeti Devleti.

Dünya devletleri sanayisini kurarak kalkınırken, bu genç cumhuriyet sanayileşerek kalkınmayı tercih etmedi. Tarım ve hayvancılığı seçti. Türk halkının efendiliğinin devam etmesine bunlar yeterli olmadı.

31 Ekim 1961 tarihine gelindiğinde Türk halkı ''efendilerin'' hizmetine verildi. Bilinmeyen ülkelere doğru kara trenlerin kara vagonlarında ellerindeki tahta bavullarla yola çıkarıldılar. Bu insanlar kara talihlerinin farkına varmamaları için olacak herhalde, hem de davul ve zurna eşliğinde yola çıkarıldılar. Hüzün yaşlarıydı yolcu edenlerin ve yolcu olanların gözlerinden siğim siğim akan yaşlar. Karı kocadan, baba çocuklardan koparılıyordu. Bir lokma ekmek uğruna oluyordu bütün bunlar.

Anlaşmalar bir yıllıktı. Bir yılın sonunda ne Türkiye geri çağırdı bu insanları, ne de gittiği ülkeler geriye gönderdi. Devletler memnundu bu alışverişten. Ancak sevgililerinden ayrı düşen insanlar memnun değildi, onlar acı çekiyorlardı.

Zamanla bu kara talihli insanlar, talihlerine de küsmeye başladılar. Bir tarafta kendileriyle Alamancı diye alay edlirken öbür tarafta yabancı diye küçük görülmeye başlandılar. Ne İsa'ya yaranabildiler ne de Musa'ya... Kalakaldılar ortada tek başlarına.

Zaman geçtikçe sorunlar fazlalaşmaya başladı. Çifte vatandaşlık yolları kapandı, aile birleşiminde sıkıntı çekilir hale gelindi, seçme ve seçilme hakları ellerinden alındı, kendi gelecekleriyle ilgili kararları kendileri veremez hale geldiler. Derken belleri büküldü, gözleri görmez oldu. Yatırımları yetkililer tarafından yönlendirilmeden yapıldığı için boşa gitti. Çürüdü.

Bir de baktılar ki elli yıl geride kalmış

50 yıl önce davul zurna ile uğurlayanlar elli yıl sonra geldiler ve elli yılın muhasebesini yaptılar. Hem de efendilerin ülkesinde yaptılar. Bilanço ağırdı. Yapılanlarla yapılmayanlar yanyana gelince davul zurna ile uğurlananlar kaybedenler hanesinde yer alıyorlardı.

Kazanımlar; efendileri tarafından yetiştirilen sinema adamları, sporcular, siyasetçiler, sinema oyuncuları, avukat olan ve doktor olan ikinci kuşak insanımızdı.

Verilmesi gereken haklar; seçme ve seçilme hakkı, çifte vatandaşlık hakkı, mavi karttan doğan hakların genişletilmesi, vize almak konusunda yapılması gereken kolaylıklar olarak belirlendi v.b.

Bu hesaplaşmada, ben burada yaşamayı tercih eden insanları asimile edeceğim diye çırpınan Almanya'ya insan hakları hatırlatılırken, ben de insanımı asimile ettirmem diye çırpınan Türkiye'ye de nesajlar gitti... Karşılıklı restleşmeler oldu. Arada kalan halk yine çaresiz, boyun eğdi...

Almanya'dan beklentileri olan sivil toplum örgütleri de sahnedeydi

Sempozyumlarda onlar da konuştular. Tartışmalar Almanya'nın Türklere ve müslümanlara karşı önyargılı davarandığı konusu etrafında yoğunlaştı. Konuşmacılara göre, suçlu olan taraf genel olarak Almanya idi. İnsaf ölçüleri terkedilmiş gibiydi. Hırsıza suç yükleyen fazla olmadı. Bu sempozyumda yapılan konuşmaları birkaç cümleyle özetleyecek olursak şunları ön plana çıkarabiliriz:

''Almanya;

-integrasyonu değil asimilasyonu düşünüyor ama bu düşüncesini kendisi açık açık dillendiremiyor. Bazen sahneye Sarrazin'i çıkarıyor bazen, sağcıları,

-Eğitimde fırsat eşitliği tanınmıyor, yabancılar her zaman sahaya iki sıfır yenik çıkıyor,

-Ana dil düşmanlığı yapıyor, ana dilin öğrenilmesi konusunda adım atmıyor,

-İslâmofobi konusunda taraf oluyor, insanları provoke edenlere ses çıkarmıyor,

-İslâm konferanslarında samimi denecek bir adım atılmıyor, sanki İslâm güvenlik zirvesi gibi bir toplantı yapılıyor, bu toplantıya çağrılanların İslâm'la olan münasebetleri ne kadardır araştırılmıyor,

-İslâmofobi okul kitaplarına kadar girmiş durumda.

İslâmofobi: İslâm'dan ve müslümanlardan korkmak demektir. Müslümanlar bu korkuları besleyecek hiçbirşey yapmadılar. Müslümanlar ve Türkler konusunda bir kitap yazılıyor ve bu kitap da 2 milyon satıyorsa bu toplumda bir problem var demektir. İslâmofobi halkın merkezine kadar giriyorsa orada bir problem var demektir.

-Almanya yeni Alman olan çocuklarına karşı baba şefkatiyle yaklaşmıyor, üvey evlat muamelesi yapıyor,

-Buradaki Türkler için vize değil vize ötesi haklar vardır,

-Avrupa adalet Divanı'nın kararları tartışılamaz olduğu halde, nedense Türkler söz konusu olunca tartışılıyor,

-Berlin'de uluslararası bir üniversite niçin kurulmuyor?

-Avrupalı Türklere Avrupa vatandaşlarının hakları aynen verilmelidir,

-Devlet herhangi bir dini cemaata taraf olamaz,

-Vatan insanın kendini evinde gibi hissettiği yerdir, Almanya bizim için ne zaman vatan olacaktır,

-Geçmişe takılmak yerine geleceğe odaklanmak gerekiyor. Bundan sonrası için Almanya hangi konularda yabancıların önünü açacaktır, çocuklarımızın geleceğini Almanya'da göremiyoruz. Burada yetişen gençler neden Türkiye'yi çalışma yeri olarak seçiyorlar?

-Bu kadar çeşitli geleneklerden gelen yabancılara nasıl olur da tek bir integrasyon politikası uygulanır?

-Berlin'de okullarda ayırım yapılıyor, Alman öğretmenler bizim çocuklara, siz Alman öğrencilerinin şansını azaltıyorsunuz diyorlar,

-Türkler integre olmak için uğraşıyorlar, oluyorlar da. Ama Almanlar bu konuda bir adım bile atmıyorlar, integrasyon tek taraflı olmaz,

-Türk toplumu heterojendir, aynı integrasyon politikası uygulanamaz,

-Alman politikacıları İslâm'ı Almanya'nın bir parçası olarak kabul etmiyorlar, dahası Alman vatandaşı olmuş olan Türk bile Alman olarak kabul edilmiyor, büyük annesi ve büyük babası Türk olan çocuğa halen Türk kökenli Alman deniliyor,

-Başörtüsü bu toplumda tercih olarak görülmüyor hâlâ. Kimliklerin görünür olması Almanya için ne ifade ediyor?

-Müslümanlar terörist olarak gösteriliyor, oysa terörün dini yoktur,

-Almanya'nın imarına katkıda bulunan birinci kuşak Türkler, bugün neden işsizdir? Bu Almanya'nın ayıbıdır.''

Sivil toplum örgütleri neler yaptılar ?

Almanya'da hizmet veren sivil toplum örgütleri neler yapıyorlar, bilhassa şikayet edilen yukarıdaki konularda hangi çalışmalar yapıldı? Bu konularda siyasilerle münasebetler kuruldu mu? Kurulduysa hangi aşamaya gelindi? Hukuk bazında hangi çalışmalar yapıldı? İnsan haklarıyla ilgili konularda açılmış kaç tane dava vardır?

Konuşmak güzeldir ama meseleler sadece konuşulursa, konuşulduğu yerde kalır. 50 yıl sonra meselelerimizi hâlâ konuşuyorsak bir 50 yıl daha bekleyeceğiz demektir. Belki o zaman da yine konuşuyor olacağız....

Organizasyon

Organizasyon genel olarak iyiydi. Başta Kemal Yurttaç olmak üzere çalışma arkadaşlarını tebrik ediyorum. Yolunuz açık olsun. Ancak göze çarpan bazı eksiklikleri dile getirmeden de geçemeyeceğim.

1-Sempozyumlar gerçekten güzeldi. Konuşmacılar hazırlıklı olarak gelmişti (Bazıları hariç). Eş zamanlı oluşu tercih yapamamamıza sebep oldu. Oysa ben konuşmacıların hepsini dinlemek isterdim. Konu seçimleri güzeldi.

2-Katılımcılara soru sorma fısatı fazla tanınmadı, üç soru ile sınırlandırıldı. Konuya katkıda bulunmak istyenlere ise hiç fırsat verilmedi.

3-Birinci kuşaktan insanlar sempozyumlarda konuşturulmalıydı. Konu onların üzerinden işleniyordu. Birinci kuşaktan davet edilen insanlar çok azdı. Var olanlar da belirli dünya görüşüne sahip olan insanlardı. Yelpaze geniş tutulmalıydı.

4-Birinci kuşakla birlikte yaşayan Almanlardan temsilciler yoktu.

5-Alman basınından çok az temsilci vardı.

6-Gala yemeğine davet edilenler konu mankeni gibi sadece masalara oturtuldular, yemeklerini yediler, başbakanı dinlediler ve gittiler. En azından birinci kuşaktan bir Alman'ın ve bir de Türk'ün hatıraları dinlenmeliydi.

7-Gala yemeğine girerken alınan güvenlik tedbirleri fazla abartılıydı.

8-50 yıl sonra yine kendimiz çaldık kendimiz oynadık.

Önemli bir ayrıntı

Bazı şeyler vardır ki, insanları rencide eder. Tayyip Erdoğan Milli Görüş gömleğini çıkardıktan sonra, onun imanını yargılayanlar, ona ağza alınmayacak kadar galiz sözler sarfedenler, AK Parti'ye yakın duranları görevden alanlar, camilerin kantinlerindeki televizyonlardan haber dinlemeyi yasaklayanlar bu sempozyumda en öndelerdi.

Eğer bu insanlar geçmişte yaptıkları şeylerin yanlış olduğunu düşünerek oraya geldilerse, bir anlamda günah çıkarıyorlarsa, camilerine döndükten sonra yanlış yaptıklarını cemaatlarına da söyleyeceklerse ve görevlerine son verdikleri insanları davet ederek helalleşeceklerse, hepsinin alnından öpüyorum. Geç de olsa gerçeği anladıkları için alınlarından öpeceğim onları alınlarından ve hakkımı helal edeceğim onlara.

Yok eğer takiyye yapıyorlarsa, toplantılarda AK Partili olup da camilerde cemaata karşı SAADET Partisi'ni savunmaya devam edeceklerse, cemaatın huzurunda yine AK Parti'ye atıp tutmaya devam edeceklerse hepsini şiddetle kınıyorum.

İki yüzlü insanların müslümanların temsilcisi olmaya hakları yoktur. Bu şekilde davranan insanlara Allah münafık der.

Allah münafıkların şerrinden gerçek müslümanları korusun... Amin.

Rüştü Kam

3 Kasım 2011 Perşembe

Kurban (lll)



Rüştü Kam  Kasım 2011

Sevgili Berlinliler, Türk Eğitim Derneği ve Berlin İlahiyatçılar Derneği “lll. Kurban Bayramı Sokak Şenliği”ne sizleri davet ediyorlar.

“Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz
kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık...

Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni
kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde
haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır...”       

Böyle anlatıyor bayramı Can Yücel, bu veciz dizeleriyle…

Evet sevgili Berlin’liler, gelin bu “Kurban Bayramı”nı Alman dostlarımızla birlikte kutlayalım. Evimiz, sokaklarımız mutlulukla neşeyle dolsun.

“Kurban Bayramı” müslümanlar için önemli bir bayramdır. Çünkü müslümanlar bugün insanların, tanrılar için kurban edilmesine Allah tarafından son verildiğine inanırlar. Bundan dolayı bu bayramın adı, aslında ölümden kurtuluşun bayramıdır. Kesilen kurbanlar Allah’a teşekkür anlamı taşır. 

Müslümanlar bugün yaşama sevinciyle coşarlar. Severler ve sevilirler, sevinçlerini kurban keserek ve kestikleri bu kurbanı da dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle birlikte  paylaşırlar.

Kısaca Kurban’ın tarihine bakacak olursak, Kurban’ın, hak olan dinlerde de beşerî olan dinlerde de var olduğunu görürürüz. Hz.Adem'in oğullarından Hâbil ile Kâbil birer kurban kesmişler, Allah haklı olan Hâbil'in kurbanını kabul ettiği halde Kâbil'in kurbanını kabul etmemiştir( Maide, 5/28).

Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesi rüyasında emredilmiştir. Ama baba bıçağı oğlunun boğazına çalacağı zaman Allah  ona büyük bir koç göndererek oğlu yerine bu koçu kesmesini emretmiştir. Böylece baba-oğul ideal bir itaat, teslimiyet ve fedakârlık örneği vermişlerdir (Saffat, 37/107).

İlkel dinlerde krallar, kâhinler, ölüler ve putlar için kurban kesilirdi. İslâm öncesi Araplar da putlar adına kurban keserlerdi ( Maide, 5/3, Bakara, 2/173, En'am, 6/145, Nahl, 16/115).

Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah'ı kurban etmeye niyetlenmiş, fakat yaptığı istişareler sonunda onun yerine yüz deve kesmişti (İbn Hişam, es-Sire, I- 98).
Görüldüğü gibi İslâm tâ Hz. Adem'den beri süregelen kurban kesme geleneğini korumuş ve bu geleneği insancıl olmayan uygulamalardan arındırmıştır. Hayvanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhamet esasları dahilinde yeni bir düzenleme getirmiştir.

Kurban kesmek zorunlu değil, gönüllü bir ibadettir. Kurban kesmek için zengin olmak da şart değildir. İsteyen ve imkan bulan her müslüman kurban kesebilir.

Kurban kesmenin asıl amacı insanlarla bir araya gelerek kucaklaşmaktır. Karşılıklı fedakarlıktır. Sahip olunan malın birlikte paylaşılmasıdır. Bu paylaşımda ihtiyaç sahiplerinin de gözetilmesi gerekir. 

Hz. Peygamber kurban etlerinin kavrularak saklandığını ve ihtiyaç sahiplerine verilmediğini görmüş ve: "Hiç bir kimse kestiği kurbanın etini üç günden fazla evinde ve elinde tutmasın" buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in koyduğu bu yasağın amacı, insanların bencil duygulardan uzaklaşmalarını ve paylaşımcı bir ruhla  geniş halk kitleleriyle kucaklaşmalarını sağlamaktır.

Türk Eğitim Derneği ve İlahiyatçılar Derneği Kurban’ın belirttiğimiz amacına uygun olarak kesilmesine önem verir. Bu amaçla Berlin’de bir ilke daha imza atmışlardır. Geçen sene ikincisini yaptığımız bu şenliğin bu sene üçüncüsünü yapıyoruz. Bu kurbanlar Türk Eğitim Derneği’nin çalışmalarını destekleyen duyarlı müslüman kardeşlerimizin kurbanlarıdır.

Amacımız, kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır.
Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakarlığımızı ve sevincimizi onlarla paylaşmaktır.

Yüce Allah sadaka vermeyi emreder. Ve der ki, “Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın”.

Bizler Berlin’de yaşıyoruz. Berlin’de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza  karşı  görevlerimiz var bizim, hayırlarımızı verirken, önceliği Berlin’e tanımalıyız.

„Kurban“ı sadece et yemek olarak görmeyelim. Sadece et  bayramı olarak da görmeyelim: Çünkü,  „Kurbanın ne eti, ne de kanı Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan sizin takvanızdır.“ (Hacc 37) buyuran Yüce Mevlâmız konunun önemini vurgulamıştır.

Yardıma muhtaç olan insanlara elbette el uzatmak gerekir. Böyle bir yardım farzdır. Ancak; kendi evimizde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz. Oraya bir kova su gönderebiliriz, ama hortumu uzatamayız...Uzatırsak biz yanarız…

Yani, Allah bize öncelikli olarak Pakistan’daki, Afganistan’daki, Somali’deki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. Fakat Berlin’deki insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta, Alman komşunuz Thomas’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye soracaktır…

Değişik ülkelere  yapılan yardımlara karşı değiliz. O eli de tutalım, ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Kendi çocuğumuzu kuyudan çıkardıktan sonra  tutalım o eli.  O ülkelerin insanlarına dünya devletleri  yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor… Oysa bize ve bizim geleceğimize kimse yardım etmiyor, yatırım yapmıyor…

Yıllardan beri Afrika’da ve Asya’da  kurbanlar kesiliyor, ama sonuç değişmiyor. İnsan yılda bir öğün et yese ne olur yemese ne olur. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse bu bir gün et yemenin anlamı ne olabilir ki?

O insanlara bir lokma et yedireceğiz diye uğraş vereceğimize, bulunduğumuz ülkelerde  kurban paralarıyla özel okullar, üniversiteler, hastaneler açsaydık daha hayırlı bir hizmet yapmış olurduk.

Şimdi o ülkelerdeki gençleri getirip kurban paralarıyla bu okullarda  okutabilir veya hastanelerde tedavi ettirebilirdik. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olurdu.   

Ne dersiniz; isterseniz yardımlarımızı yaparken biraz da konuya bu tarafından bakalım….

İşte, Türk Eğitim Derneği, Berlin İlahiyatçılar Derneği, Hikmet Kütüphanesi ve Berlin Veliler Topluluğu  bu amaçlar doğrultusunda çalışmalarını temellendirdi ve bu “lll.Kurban Bayramı Sokak Şenliğini” düzenledi. Arzumuz bu şenliğin gelecek senelerde Berlin’in bütün ilçelerinde düzenlenmesidir.  

6 Kasım’da müslümanların Kurban Bayramı’dır. Kısa bir süre sonra da Hristiyan aleminin önemli günlerinden biri olan Weihnachten geliyor. Nasıl Alman komşularımız bizim davetlerimize katılıyorlar ve en önemli günümüzde bizlerle birlikte oluyorlarsa, bizler de onların davetlerine katılalım ve o önemli günlerinde onlarla beraber olalım. O zaman Sarrazin ve Sarrazin gibi insanlar kötü emelleri için bizleri malzeme olarak kullanamayacaklardır.

Cumhurbaşkanımız Sayın Christian Wulff’un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı sözüyle yazımı bitirmek istiyorum: “İslamiyet de  Almanya’nın bir parçasıdır”.

Devam edecek

Kurban (ll)


Rüştü Kam  Kasım 2011

"Bu kadar kurban kesmeye gerek yok!"

Kurban kesmek ibadet olmaktan çoktan çıkmış durumda. Kurban bayramı et bayramına dönüşmüş durumda. Kimisi kurban bayramında hayvanını kesiyor ve derin dondurucuya koyarak canı istedikçe oradan çıkarıp afiyetle yiyor. Kimisi değişik ülkelere et göndererek aynı gayeye hizmet ediyor. Bilhassa Türklerin sünneti haline gelen kurban kesme konusunda, Hande Köseoğlu’nun İhsan Eliaçık ile yaptığı bir röportajı önemine binaen  aynen iktibas ederek istifadelerinize sunmak istiyorum.

 “Türkiye’deki mezbahalarda bir vahşet yaşanıyor, hayvanlar birbirlerinin gözleri önünde kesiliyor, Avrupa Birliği’ndeki gibi acısız kesim yöntemine geçmeliyiz” tartışmasına nasıl bakıyorsunuz? Dinen uygun olup olmadığı endişesi taşıyanlara hak veriyor musunuz?

Acısız kesimde önerilen yöntem, elektroşok yöntemi.  Bu yöntemde hayvanın baygın mı yoksa ölü mü olduğunun kesin olarak bilinmesi lazım. Baygın hayvanı kesmekte dinen sakınca yoktur, kanı akıtılıyorsa. Ama elektroşok vereceğiz derken hayvanı bayıldı sanarak öldürürseniz bu olmaz. Bunun iyi bilinmesi lazım.
Kesimin çeşitli yöntemleri var, illa geçmişteki gibi atadan kalma, dededen kalma yöntemlerle hayvan keseceğiz diye bir şart yok. Önemli olan hayvanı kesmek ve kanını akıtmaktır. Kaldı ki mezbahaları bırakın, kurbanın bu kadar yaygın olmasına da gerek yoktur, bu da ayrı bir tartışma konusu.

Gereğinden fazla kurban kesiliyor diyorsunuz öyle mi?
Benim görüşüme göre bu kadar kurban kesmeye dinen gerek yok.  Her caddede, her
sokakta bir hayvan kesiliyor. Kuran-ı Kerim’e baktığımızda kurban ile ilgili konulara hac ayetlerinin geçtiği yerlerde değiniliyor. Hacılar Peygamberimiz’den öncesinden beri, Kâbe’ye gelince oraya hediye edilmek üzere kurban keserlerdi. Kuran-ı Kerim bu kültürden bahsediyor. Kuran’da kurban hac ile ilgilidir, hacca gitmeyenlerin kurban kesmesine gerek yok, zaten kurban bayramı da hac bayramıdır. Hacılar toplanıp Kâbe’nin etrafını tavaf edip, kurbanlar keserken biz de buradan, bulunduğumuz yerden onların bu büyük hac bayramına katılmış oluyoruz. Bu daha sonra bazı mezheplerce geliştirilmiş, “Hacca gitmeyenlerin de kurban kesmesi gerekir” denilmiş ve hacca gitmeyenler de kurban kesmeye başlamış. Ama İslam Dünyasına baktığımızda en çok Türkiye’de hacca gitmeyenlerin kurban kestiğini görüyoruz. Arap Dünyası’nda, İran Dünyası’nda kurban bu kadar yaygın değil.

"Türkiye’deki dini ritüeller İslam değil Şaman kültürüne aittir"
“Kurban, genel anlamda İslam kültürüne ait bir olgu değil” mi demek istiyorsunuz?

Ben kurbanın bu kadar yaygın olmasının İslam kültüründen ve Kuran’dan değil, Şaman kültüründen kaynaklandığını düşünüyorum. Şaman inanışta kurban kesmek dinin direğidir. Şaman anlayışında mescit yok, camii yok, hac yok bunun yerine kurban kesme geleneği var. Kurbanın doğada, açık alanlarda kesilmesi gerekir. Bizim vatandaşımız da tüm dayatmalara rağmen kurbanı dışarıda kesmekte ısrar ediyor, belediyeler buna engel olamıyor. Her bayram etrafta kaçışan danalar, koyunlar görürüz ve ben bu manzaranın çok eski bir kültüre dayandığını düşünüyorum. Şaman kültürü etkilerini taşıyan bir geleneğimiz de domuz eti yememedir.
Kuran-ı Kerim’de domuz etiyle ilgili beş ayrı sure var bildiğim kadarıyla…
Var ama eski Şaman Kültürü’nde olan bazı şeyler Kuran’da sınırlandırılmış derecede de olsa kendine bir uç bulmuş ve böylelikle eski ve yeni kültür bütünleşip birden bire yaygınlaşmış. Türkiye’deki en yaygın dini ritüellerin kurban kesmek, domuz eti yememek, türbe ziyaret etmenin Gök Tanrı İnancı, Atalar Kültürü, Şeyhlik Kurumu vb.nin kökeninin eski Şaman Kültürü’ne dayandığını düşünüyorum. İslam Kültürü’nde domuz eti yememe daha çok Doğu Kültürü ve Asya Kültürü’ne aittir. Kurbanda da böyle.
İslamiyet kurban geleneğini Hac ile sınırlandırıyor. Şöyle garip örnekler de var: Adam namaz kılmıyor, hacca gitmiyor, İslam’ın diğer gereklerini yerine getirmiyor, yetim hakkı yiyor, işçisine asgari ücret veriyor ama asla domuz eti yemiyor!
Dini, etik değerlerimiz esnemeye müsait ama konu domuz eti yemeye gelince asla, öyle mi?

Evet. Bir örnek vermek gerekirse: Almanya’da çalışan Türk işçilerine yapılan bir ankette sorulmuş: ‘Vazgeçmeyeceğiniz en son şey nedir?’ diye. Anketten çıkan sonuç; ‘Türk vatandaşlığından ayrılıp Alman olabiliriz, Müslümanlıktan çıkıp Hıristiyan olabiliriz, içki içebiliriz, bar ve pavyona gidebiliriz ama asla domuz eti yemeyiz’ olmuş.
İnancı algılayışımızdaki bu kopukluğun nedeni ne?
Ben Türkiye’deki inancı algılayışta Şaman-İslam sentezi olduğu görüşündeyim. Eski Şaman Kültürü ve temel ritüelleri genellikle ilkokul, ortaokul mezunu seviyesinde olan kadınlarca devam ettiriliyor, o kadınlar tüm bunları taşıyıp, nesilden nesile aktarıyorlar, çocuklarını ona göre yetiştiriyorlar. Örneğin: ‘Ocağı kirletme, eşikte oturma’ derler Anadolu’da. Biri size bu sözü söylerse ve siz “Bu söz nereden çıktı?” derseniz alacağınız yanıt ”Sus, tövbe tövbe, dinden çıktın” diyerek sana kızar. Bu deyiş aslında Şaman Kültürü’nde var olan Ocak Tanrısı ve Eşik Tanrısı’nı kızdırmamak için kullanılır ve kökü Şaman Kültürüne dayanır.
Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra Şaman inancı ile İslam inancı birbirine karışmıştır ve dışarıdan İslam kökenli gibi görünen ama içine girdiğinizde dinin temel imgeleri ve esasları, dinin akıp geldiği anafor Şaman Kültürüdür ve iki bin yıldır değişmemiştir.
Yineliyorum, kurbanın Kuran’da bugün uygulandığı kadar yaygın bir yeri yok, herkesin kesmesi gerekmiyor. Kuran’da kurban, hacca gidenlerin, hacdan dönenlerin yapması gereken bir ibadet olarak yer bulur.  Bunu netleştirmek lazım.

DEVAM EDECEK


KURBAN ( l )



Rüştü Kam 2011

Kurban: Kurban Bayramı günleri, Allah’a yaklaşmak maksadıyla kesilen hayvanın adıdır. Kurban; hicretin ikinci senesinde meşru kılınmıştır. Kurban, hacca giden müslümanların yerine getirmeleri gereken bir ibadettir. Allah’a yakınlaşmak anlamına gelir.

Kur’an hacca gitmeyen müslümanlara kurban kesme zorunluluğu getirmez. Ancak Hanefi mezhebi Kevser suresini esas alarak zengin olan müslümanların kurban kesmelerinin vacip olduğu kanaatindedir. Diğer mezheplerin kanaati kurban kesmenin sünnet olduğu yönündedir.

Hatta Şafii mezhebi ömürde bir kez aile adına kesilen kurban, sünneti yerine getirme adına yeterlidir demiştir.

Konu ile ilgili ayetler, hadisler ve mezhep görüşleri aşağıda olduğu gibidir. Okuyun ve kendiniz hakkındaki kararı kendiniz veriniz.   

Konuyla ilgili Kur’an buyrukları


 “Biz o büyükbaş hayvanları da Allah’ın kutsallık nişanları arasına koyduk. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar ayakları üzerine sıralanmış du­rurken, üzerlerine Allah’ın ismini anın, yanları yere yaslandığı zaman da onlardan yiyin“. (Hacc Suresi 36)

Bakara Suresi

196.   “Allah için Hacc’ı ve Umre‘yi tamamlayın. Eğer alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderiniz. Kurban yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. Sizden biri hasta olur veya başında bir rahatsızlık olursa, fidye olarak ya oruç tutar, ya sadaka verir veya kurban keser. Güvende olduğunuz zaman ise hacca kadar umreden faydalanmak isteyen kimse,  kolayına gelen bir kurban keser. Bulamayan, hacda üç gün, döndüğünde yedi gün -ki hepsi tam on gün eder- oruç tutar. Bu Mescid-i Haram’da oturmayan kimseleredir. Allah’a saygılı olun ve Allah’ın cezalandırmasının çetin olacağını bilin.”  

Hacc Suresi

27. “İnsanları Hacc’a çağır ki,  yürüyerek veya uzak yollardan gelen idmanlı binekler üstünde sana gelsinler.  

28- Kendileri için birtakım faydalar görsünler.   Allah’ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yiyin; çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.“   

32- „İşte böyle; kişinin Allah’ın nişanelerine hürmet göstermesi, kalplerin Allah’a karşı saygılı olmasındandır.“  

33- „Bu hayvanlarda sizin için belle bir süreye kadar faydalar vardır. Sonra bunların varacakları yer Kâbe’dir.“   

34- „Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerlerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi, her ümmet için bir ibadet biçimi kıldık. Sizin Allah’ ınız tek bir Allah’tır O’na tabi olunuz. Allah’a gönülden bağlanmış olanları müjdele.“  

36- „Sizin için büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın nişaneleri kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar ön ayaklarından biri bağlanmış haldeyken üzerine Allah’ın adını anın. Yanları üzere düşüp canları çıkınca yiyin,  isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye böylece onları sizin buyruğunuza verdik.“  

37- „Bu hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan sizin saygınızdır. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. Iyi davrananları müjdele.”    
           
Maide Suresi

27. “Onlara Âdem’in iki oğlunu doğru olarak anlat. İkisi birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. “Seni mutlaka öldüreceğim demişti“. “Allah sadece kendisine saygılı olanlardan kabul eder „cevabını vermişti.“
97- “Allah saygın ev Kâbe’yi, saygın ayı, Kâbe’ye hediye edilen kurbanı ve boynu tasmalı kurbanlıkları insanlar için bir dayanak kıldı. Bu Allah’ın göklerde olanları ve yerde olanları bildiğini ve Allah’ın herşeyi bildiğinizi bilmeniz içindir.”  

Kevser Suresi

“...Rabbin için namaz kıl,  kurban kes...“


Konuyla ilgili Hadisler

- „Zilhiccenin hilâlini görüpte sizden herhangi biriniz kurban kesmek isterse; saçlarını ve tırnaklarını kesmesin“. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli , c. 4,  s. 394)
- “Ben Kurbanla emrolundum.   Bu sizin    için Sünnet’ tir.” (Neylü’l Evtar’dan,  s. 108. Vehbe Zuhayli,  İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 4,  s. 394)
- „Sakatlığı,  hastalığı veyahut bir gözünün kör olduğu belli olan veyahut zayıflıklarından dolayı kemiklerinde ilik kalmayan hayvanlar kurban olarak kesilmezler.“ (Ebû Davûd- 2802‘tan-Ibn. Rüşd,  B. Müçtehid,  c. 2,  s. 324)
- „Teşrik günlerinin hepsi kurban kesme zamanıdır.“ (Müslimden, a. g. e.  404- Bi­dayetül Müctehid,  c. 2,  s. 333)
- „Sen hangisinden hoşlanmıyorsan onu kurban etme, fakat başkasına da haram etme“. (Nesa-i’den 7/214,  B. Müçtehid,   s. 326)
- „Kurban etmek için koç aldım fakat kurt kuyruğunu kopardı. “Peygamber­imiz“:   Birşey olmaz kurban et.“ (İbn. Mace’den 3146,  B. Müçtehid,  s. 327.)  
- „Yiyiniz, yediriniz, saklayınız“. (Neylü‘ l Evtar‘dan, 1367.  İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 422)

İlim Adamları  kurbanla ilgili olarak neler demişler

- İmam’azam Ebû Hanife’ye göre: Kurban kesmek vaciptir. İmam’ı Yusuf ve Muhammed’e göre Sünnet’i Müekkede‘dir.  Müslüman, hür, baliğ ve zengin olanlar keser. Kadın ve erkek olması arasın­da fark yoktur. Ehl-i Kitap olab birisi de kurban kesebilir. Ölen insanlar  adına kurban kesilebilir.   (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 303)

- İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii, Imam-ı Hanbeli’ye göre: Sünnettir. Ödeyebileceğine inanan kimse borç alarak kurban kesebilir. Ayrıca; Şafii Mezhebinde,  bir kişinin ömründe bir kez kurban kesmesi Sünnet-i ayn, aile içerisinde bir kişinin kesmesi ise Sünnet-i Kifâyedir.  Ölen insanlar adına kurban kesmek  Malikilere göre mekruhtur. Şafiiler: Necm Sûresi 39‘u delil olarak ele almışlar vasiyet etmişse  kesilebilir. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 394)

Kurban kesmenin vakti  

1- Namaz ve hutbeden sonra:  
- üçüncü bayram günü akşamına kadar kurban kesilebilir. Hanefi,  Maliki, Hanbeli mezheplerinin görüşü böyledir.
- tan yerinin ağarmasıyla başlar, dördüncü bayram günü akşamına kadar kesilebilir. Bu görüş Şafii mezhebinindir.
Geceleyin yanlışlık yapılır ihtimalinden ötürü kurban kesmek mekruhtur denilmiştir. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 402)

Kurbanlıklarda yaş 

- Devede;  5 yaş esas alınır,  sığırda 3;  yaş esas alınır.  Koyun ve keçide; 2 ve daha yukarı yaş esas alınır. Gösterişli ise 6 aylık bir kuzu ve oğlak kurban olarak kesilebilir. Bu oranlama büyük baş hayvanlarda da yapılabilir. Hanefiler. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 408)

Kurbanlık hayvanları vasıfları   

- Etin kesilmesine mani olan her kusur, kurban olarak kesilmesine de manidir.   Etin değerini düşürmeyen her kusur; kurban olarak kesilmesine de mani değildir.  (Cumhur. B. M., c.   2, s. 325/İ İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 414)

Velhasıl; Boynuzu kopmuş, burulmuş ve uyuz olmuş hayvanlar kurban olarak kesilebilirler. Çünkü uyuz hastalığı deridedir,  ette değil. Ama en iyisi eksiksiz olan hayvanı kurban olarak kesmektir.( İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 412)

-  Etlerin taksimi
Eti üçe ayırmak lâzımdır:  
1- Yiyeceğimiz olan  bölüm,  
2- Saklayacağımız olan bölüm ,  
3- Yedireceğimiz olan bölüm olmak üzere. Yakın komşularımız arasında ayırım yapmadan; önce muhtaç olanlara, sonra Ehli Kitap olanlara daha sonra da diğerlerine etler pay olarak dağıtılmalıdır. Bizim dağıttığımız etin nasıl hangi şartlarda yenileceği bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren,  eti Allah’ın rızasına uygun olarak dağıtmaktır.  

- Bayram namazını hükmü
            1- Hanbelîler’e göre :              Farzı Kifâye
            2- Hanefîler’e göre   : Vacip
            3- Malikiler’e göre    :              Sünnet-i Müekked
            4- Şafiiler’e göre      :              Sünnet’tir. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Vehbe Zuhayli s. 453)

-Kevser Suresinin anlamı şöyle olmalıdır
"Sen onların sözlerine aldırış etme de nübüvvet makamının şükrünü eda için Hakka yönel; gönlünü, sadrını, nahrını O'na aç, teslimiyetle O'nun huzurunda el-pençe divan dur! İnsanlar içinde de göğsünü gere gere dolaş. Nimetlerden mahrum olan sen değilsin ki! Hayırdan mahrum olanlar asıl seni mahrumiyetle suçlayan o zavallıların kendileridir!"
Kevser suresinin bildik meali ise şöyledir
“Biz sana kevseri verdik, o halde sen de Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Asıl zürriyetsiz olan, sana buğzedenin kendisidir.”

Sonuç:

Yukardaki ayetlerden ve hadislerden anlaşıldığına göre, kurban kesmek Hacc ibadetini yerine getirenler için bir vecibedir, gerekliliktir. Hacc’a gitmeyenlerin kurban kesmeleri gerekmez. Araplar arasında kurban kesmenin  bizdeki gibi yaygın olmayışının sebebi Kur’an’ı doğru anlamalarındandır.

Oysa Kurban Türkiye‘de zenginlerin yerine getirmesi gereken bir ibadet olarak algılanmaktadır. Ancak son zamanlarda zenginin de fakirin de kurban kesmesi moda haline gelmiştir.

Bununla birlikte, kurban etinin bir kısmının fakirlere dağıtılması şartıyla, kurban geleneğinin hayırlı bir gelenek olduğu söylenebilir.  

Kurban bir ibadettir. Ancak Hanefi mezhebinde olduğu gibi vacip bir ibadet değildir. Sünnet bir ibadettir. Bir ibadetin sünnet olması, o ibadetlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez.  Kurban ibadeti, yaşanılan bölgedeki insanların kaynaşmasına vesile yapılmalı ve o şekilde değerlendirilmelidir. Şenlikler yapılmalıdır. Kurban etleri bu şenliğe gelenlere ikram edilmelidir.

Afrika ülkelerinde, Asya ülkelerinde kurban kesiyoruz, kurbanlarınızı bize verin diye kapıya gelenlere itibar edilmemelidir. Onlara kurban verilmemelidir.

Hacca gidecek olanlar da kurbanlarını Mekke’de değil bulundukları yöredeki hayır kurumlarına vererek değerlendirilmelidirler. Bugün mekke’de kurban kesmenin bir anlamı yoktur. Orada kesilen kurbanlar maalesef zebil ediliyor.

Devam edecek 

KURBAN IV

 -ha-ber.com sitesindeki yazıma yazılan bir yorum için-

03 Kasım 2011 Perşembe, 13:05 tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Şirvan Bey,
yazılarımı zevkle okuduğunuzu söylüyorsunuz, beni mutlu ettiniz. Bir yazarın en büyük arzusu okunmaktır. Ayrıca zevkle okunmak ifadesi  fevkalade önemlidir, teşekkür ediyorum. Bu arada benim sizlerle her Pazartesi buluşmama vesile olan sitenin sahibi Sefa Doğanay Beyefendi'ye de teşekkür etmeden geçemeyeceğim.
İsteğinizi yorum olarak yerine getirmeye çalışacağım, bundan dolayı da yorumun adına KURBAN (IV) başlığını koydum:
Kurban farz veya vacip olan bir ibadet değildir. Sünnet olan bir ibadettir. Her sene yerine getirilmesi gereken sünnet bir ibadet de değildir. Ömrünüzde bir kere bu ibadeti yerine getirmeniz yeterlidir. Hatta bu ibadeti ömrünüzde bir kez aileniz adına da yerine getirebilirsiniz.
Diğer İslâm ülkelerinde uygulama  böyledir. Hanefi mezhebine de vaciptir diye geçti. Bu vaciplik konusu diğer mezheplerde yoktur. Kevser suresi bu konuda delil gösterilir. Ancak bu delile diğer mezhepler itibar etmemişlerdir. Zamanımızın bazı alimleri de aynı şekilde itibar etmemektedirler.
Bu düşüncelerimden, benim kurbana karşı olduğum anlaşılmasın. Ben kurbanın istismarına karşıyım. Arzum kurbanın doğru anlaşılmasıdır. Allah bir şeye farz dediyse o farzdır. O farz demediyse biz bir şeyi farz kılamayız. Sonra bir ibadetin sünnet olması o ibadetin önemsiz olduğu anlamına gelmemelidir. Fazla kurban toplayacağız diye Allah'ın buyruklarını çarpıtmamak gerek. Kurban maalsef istismar edilen mali ibadetlerdendir. Bu istismara malzeme olmayalım istiyorum ben.
Biz Berlin'de, Türk Eğitim Derneği ve İlahiyatçılar Derneği birlikte Kurban Bayramı'nı sokak şenliği olarak kutluyoruz. Bu sene üçüncüsünü yapacağız bu şenliğin.  Ama kimseden teşvik ederek kurban almıyoruz. Üyelerimize soruyoruz, kurban kesecek misin? Keseceğim derse, burada kes Allah'ın rızasına daha uyugundur diyoruz. Kurban vesilesiyle İslâm'ın güzelliklerini Alman dostlarımızla birlikte paylaşalım diyoruz. Çocuklarımız Kurban Bayramı havasını teneffüs etsin diyoruz. Kabul edenlerin kurbanlarını kestirip kavurma yaptırarak sokak şenliği çerçevesinde halka taktim ediyoruz. Bu sene bin kişilik bir organize yaptık. Bu uygulamanın gelenek haline gelmesidir arzuladığımız.
Bayramlarımıza çocuklarımız gereken önemi vermiyorlar. Çünkü bizler tanıtımlarımızı Almanya dışında yapıyoruz.
Zekat dışarıya gidiyor, kurban dışarıya gidiyor, çocuğa ne kalıyor? Hiç birşey.
Camilerde salonlarda değil, bu bayramlar şenlik olarak sokaklarda kutlanmalıdır. Almanya sokak şenliği konusunda oldukça hoşgörülü bir ülkedir, gelenek oluşmuştur. Biz bu geleneğin bizim dînî bayramlarımız konusunda da oluşmasını  istiyoruz.
Kimseye, "Hali vakti yerinde olupta kurban kesmeyen mescidimize yaklaşmasın" da demiyoruz. Biz kimseye Peygamberimiz için kurban kesiyoruz da demiyoruz. Kurban keseceksen burada kes ve Alman komşularımızla birlikte yiyelim diyoruz. Biz yukardaki hadisin uydurma olduğuna inanıyoruz. Bu düşüncemizi de açıkça söylüyoruz.
İslam yerinden yönetimi esas alır. Kurban ve Zekatlar nerede yaşıyorsak orada toplanmalı ve orada halka arzedilmelidir. Kardeşlik görevi için yardımlarımızın kırkta biri kadarı başka yerlere gönderilebilir. Ancak otuz dokuzu kendi yaşadığımız yerde kalmalıdır. Çocuklarımızın hali bellidir. Dışarıya bağlı olarak yerine getirilen bir mali ibadeti savunupta çocuğundan şikayet etmek çelişkidir.
Sadakaların verileceği yerler arasında "Kalplerini İslâm'a ısındırmak istediğimiz insanlar vardır, İslâm'a olan zararlarını azaltmak istediğimiz insanlar vardır."
İşte bu insanlar Avrupa ülkelerindedir. Neden onlar için organize çalışmalar yapılmaz da sadakalar hep Afrika ülkelerine gider? Bu konularda duygusallığa yer yoktur. Aklımızla hareket etmek zorundayız. Emperyelizme destek vermek, hem de ibadet aşkıyla destek vermek çelişkidir.
Allah derki; "Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım." Bizim içinde bulunduğumuz durum pislik değil de nedir? Kaç tane aile çocuğuna söz geçiriyor? Bu kadar çok olan bu boşanmaların sebebi nedir? Evlilikler neden kısa sürelidir? İnsanlar neden depresyon hastasıdır, bilhassa kadınlarımız neden depresyondadır? Bunlar pislik değil de nedir?
Kendi evinde yangın olan insan başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemez. Giderse kendisi yanar. Kurban et yeme bayramı değildir. Et vesilesiyle kucaklaşma, sevinçleri paylaşma bayramıdır. Allah derki;" Kurbanın ne eti ne de kanı bana ulaşır, bana ulaşan sizin takvanızdır." Niyetinizdir, duruşuzdur, anlayışınızdır.
Allah'a emanet olunuz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

DÜNYAYI DEĞİŞTİREN ADAM



Muhammed  ibn.Abdullah’tan Allah’ın Elçisi Muhammed’e
Rüştü Kam
 07.12.2010 Berlin

O, Miladi takvime göre 571 yılında zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğmadan önce babasını, daha küçük yaşta annesini kaybetti. Amcasının yanında büyüdü. Eğitimini amcası yardımıyla tamamladı. Küçük yaştan itibaren ticaretle uğraştı. Oldukça hareketli bir gençliği vardı. Sivil toplum örgütlerine üye oldu ve yönetim kurulu üyeliği yaptı(Hılful Fudul). Sağlam arkadaşlıklar kurdu. O eşraftandı. Şehir halkının ve yönetiminin gözdesiydi. O na güvenilir insan anlamında Muhammed’ül Emin ünvanını verdiler. Halk arasındaki bütün sorunları nerede ise o çözüyor ve anlaşmazlıkları o gideriyordu. Kâbe’yi tavaf etmek isteyenlerin, başlama noktasını belirlemek için işaret taşı olarak kullanılan Siyah Taş’ı, yerine kimin koyması gerektiği konusundaki kabile reisleri arasında ki anlaşmazlığı bile O çözmemişmiydi...

Derken evlilik yaşına geldi, bütün kızlar onunla evlenmek için can atarken, hatta o şehrin ileri gelenlerinin kızları onunla evlenmek için sıraya girmişken O, o şehirde sayıları çok az olan kendi yaşıtı hristiyan bir ailenin kızı ile evlendi. Hatice dul bir kadındı. Gönül bu ya ferman dinlemedi. Örnek bir evlilikleri oldu. Bu evlilikten dördü kız olmak üzere altı çocukları oldu.  

O, zaman zaman Mekke’nin dışına çıkarak, kafasını dinlerdi. Doğa ile başbaşa bir gece geçirirdi. Kuşların okuduğu şarkılar eşliğinde yıldızları yorgan yaparak uykuya dalardı. Hira mağarası sanki O’nun evi gibi olmuştu. 40 yaşına geldiğinde, o evinde istirahat halindeyken „Oku, seni yaratan Rabb’inin adıyla oku“ şeklinde ilk defa duyduğu yabancı sesle irkildi, yorganını üzerinden fırlatarak korku içinde ayağa kalktı. Kimdi bu sesin sahibi, daha önce hiç duymamıştı o sesi. Titiryordu. Elinde yazılı bir metin yoktu ki, okusun. Neyi okuyacaktı. Tereddütlü ve endişeli bir sesle „neyi okuyayım“ diyebildi.

Cebrail isimli Meleğin sesiydi bu ses. O’nu görevlendirmişti Alamlerin Rabbi müjde ile. O artık Abdullah ibn.Muhammed değil, Allah’ın Elçisi Muhammed’di. Putperest olan Mekke halkına Allah’ın bir olduğunu duyuracaktı. Nasıl olacaktı bu. Arkadaşları, akrabaları nasıl karşılayacaktı bu daveti? Korku içinde terk etti sığınağını. Hanımına „Ört beni ört!“ diyebildi, artı 40 derece sıcaklıkta üşüyordu, titriyordu. Amcası Varaka ile paylaştı hanımı bu durumu. O keşişti, hemen anladı O’nun Ahir Zaman Elçisi olduğunu, O’nu müjdeledi ve ekledi “Korkmayın, belli mi olur, bir gün gelir, belki ben de sizinle beraber olurum”dedi.

Bu kez eşinin dizinin dibinde istirahat halindeyken, olup bitenleri anlamaya çalışırken Varaka’nın yardımıyla, O ikinci bir sesle tekrar fırladı sıcak yatağından, „Ey örtüsüne bürünen kalk!“ diyordu o ses yine. Kalktı ve söyleneni yaptı. Uyarıyı yaptı yapmasına da, kimse memnun olmadı bu uyarıdan. En yakınındakiler bile burun kıvırdı, delirmiş bu galiba diye uzaklaştılar yanından. Direnç çok şiddetliydi.  Bütnkapılar birer birer kapandı yüzüne, selam  sabah kesilmişti. Yolda kimse onunla karşılaşmak istemiyordu. O delirmişti, cinlenmişti, yazık bu genç yaşta diye dizlerini dövenler bile oldu. Bulaşıcı bir hastalık gibi görmeye başladılar onu…

O kendisine inanılmamasına birtürlü akıl erdiremiyordu. “Daha dün ben bu insanlara ne söylesem hemen inanıyorlar ve gerekeni yapıyorlardı. Şimdi ne oldu da bu insanlar benden kaçıyorlar” diye hayıflanıyordu. O artık Allah’ın Elçisi muhamed olmuştu. Abdullah’ın oğlu Muhammed değildi. İçi içine sığmıyordu ve birtürlü içine sindiremiyordu bu olup bitenleri. 
Karar verdi Taif’e gidecekti. Orada da akrabaları vardı, belki onlar dinlerlerdi O’nu, öyle düşünüyordu. Ve gitti  Taif’e akrabalarının yanına. Onlardan da yüz bulamadı. Taşladılar, alay ettiler, acımasızca saldırdılar o savunmasız Elçiye. Gözleri dönmüştü onların da. „Ey Allah’ım onlar bilmiyorlar affet onları“ dedi yardıma gelen melek aracılığıyla Rabb’ine. 

Kaldığı yerden devam etmek için çaresiz Mekke’ye döndü. Döndü dönmesine de Mekke’ye girebilmesi için birisinin himayesine ihtiyacı vardı. Kurallara göre o artık Mekkeli değildi. Herkes ona hâmilik yapmaktan çekiniyrodu. Emin insan, güvenilir insan diye yere göğe sığdıramadıklar Muhammed İbn. Abdullah, Allah’ın Elçisi Muhammed olunca bütün kapılar kapanıverdi yüzüne. Çünkü O Allah birdir demiş ve putları reddetmişti. Bütün suçu bu, sadece putları reddetmek.

Adiy İbn. Mutim eman verdi  ve yedi oğlu ile birlikte Elçiye  sahip çıktı. Adiy de putperestti, ancak delikanlıydı. Yiğitti, sözünün eriydi, arkası kuvvatliydi. Muhammed onun gözünde, o insan hakları derneğinde, haksızlığa uğrayanları sonuna kadar savunan  emin insandı, dürüst insandı. O’nun yalanı, yanlışı olmazdı. O na yardım edilmeliydi.

Mekke O’nu sıkmaya başladı
Allah’ın Elçisi Muhammed, dışardan panayırlara katılmak için Mekke’ye gelen kabilelerle temas kumaya başladı. Onlardan himaye istedi, kendisini kabilelerine kabul ederlerse birlikte daha güçlü olacaklarını  anlattı onlara. Her yıl başka başka kabilelerle temas kurmasına rağmen olumlu hiç bir yanıt alamadı. Gün geçtikçe sıkıntılar artıyordu, dayanamaz oldu o acılara, yiyecek içecek sıkıntısı da çekiliyordu. Amborgo uygulamaya başladı putperest Mekkeliler Elçi Muhammed ve arkadaşlarına. Rabbiyle olan münasebeti de kesilmişti (Fetret Devri). Vahiy almaz olmuştu. Rabbi O’nu yarı yolda mı bırakmıştı? Güven bunalımına girmişti.

Ne yapacaktı şimdi? Gördükleri, işittikleri yalan mıydı? Kabus muydu bütün bunlar? Ne diyecekti arkadaşlarına, akrabalarına. Zaten deli, cinli demiyorlar mıydı? İşte şimdi haklı çıktılar? O bütün bu olanları gururuna yediremedi ve intihar etmeyi düşündü. Son anda o sesle tekrar irkildi ve rahatladı. Çünkü bu ses o sesti.

Sıkıntılarla ve acılarla dolu on üç yıl geride kaldı..
Bu süre içinde kendisine inanan mü’minlerle birlikte aldığı vahiyleri paylaşıyor ve o vahyin sıcaklığıyla Daru’l- Erkam’da  teselli oluyordu. Mü’min kardeşliği anlayışı başlamıştı. Sımsıkı tutunuyorlardı birbirlerine o bir avuç insan.

Elçilik görevinin 12. yılıydı.  Medine’den panayır için gelen Hazrec kabilesine yanaştı ve onlara da önceki kabilelere anlattığı şekilde  sığınma teklifinde bulundu. Hazrecliler O’nun anne tarafından akrabaları oluyordu. Evs kabilesiyle kavgalı olan ve gittikçe Evslilere karşı güç kaybeden Hazrec kabilesi teklifi değerlendirmeye değer buldu. Kendi aralarında durum değerlendirmesi yapmak üzere Medine’ye geri döndüler. Ertesi sene tekrar panayır için Mekke’ye geldiler ve O’nun teklifini kabul ettiler. Biatlaştılar ve kendisini Medine’de beklediklerini söylediler. Bu akitleşme tarihe II.Akabe biatı olarak geçti.

Elçi onlardan söz istedi: „Sevinçli hâlinizde de, kederli hâlinizde de din işinde kusur etmeyeceğinize, hakkın yerine getirilmesi için hiç bir şeyden çekinmeyeceğinize, yurdunuza hicret ettiğimde beni âileleriniz ve çocuklarınız gibi koruyacağınıza dair sizden söz (and) istiyorum" dedi. İstediği sözü aldı.

Onlar da aynı sözü O’ndan istediler ve devamla şöyle dediler: „Medine’ye gelip güçlendikten sonra bizleri terkedebileceğinden endişe duyarız bu konuda da bize söz vermelisin?” İstedikleri sözü aldılar Elçi’den. Vedalaştılar ve ayrıldılar…

Elçi ile Medine’li Müslümanlar arasında cereyan eden Akabe Bîatları ve yapılan antlaşmalar, Müslümanların önünde yep yeni emniyetli bir yol, saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibâdetlerini serbestçe yerine getirebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yaşayabileceklerdi.

Çünkü, Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç onlara kucaklarını açmış, her durumda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dâir vaadde bulunmuşlardı. Elçi biraz da olsa rahatlamıştı.

„Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.“ 16/41

13 senelik Mekke döneminde II. Akabe Biatlarında hazır olanlar dahil olmak üzere  müslümanların sayısı 400 kişiyi geçememişti.  Hicret hazırlıkları başladı. Tekrar geriye dönmeyi kafasına koyduğu o güzelim Mekke’den bir süreliğine ayrılacaktı. O önce kendisine bir yol arkadaşı seçti…..

Sonuç: Müslüman olmadan önce, güvenilir insan olmak gerek....


Elçi hiç vakit geçirmeden koşar adımlarla Ebu Bekir’in evine gitti, adeta uçuyordu sevincinden. Olan biteni anlatmalıydı O’na. Çünkü O, O’nun can dostuydu. Hani Allah Elçisini, bir gece “Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ’ya bazı ayetlerini göstermek için yürütmüştü” ya. İşte Elçi bu olayı anlatmıştı Mekkelilere. Anlatmaz olaydı. Bütün Mekke üzerine gelmişti. O’na” Yalancı, düzenbaz, ne olacak yeni yeni şeyler uydurarak insanları kandırmaya çalışıyor” demişlerdi. Sahtekarlıkla suçlamışlardı Elçi’yi.

O zaman  Ebu Bekir’e de sormuşlardı “Sen ne diyorsun?” diye. O da, “O söylemişse doğruyu söylemiştir.” diyerek tereddüt bile etmeden onaylayıvermişti bu haberin doğruluğunu.

Bu olaydan sonra hakikatı kabul eden ve onaylayan anlamında, “Sıddık” lakabı verilmişti O’na. Ebu Bekir Sıddık. İşte O, O Ebu Bekir’i seçmişti, yol arkadaşı olarak. Sevincini onunla paylaşacak ve yol arkadaşlığı teklif edecekti. 






İçi çine sığmıyordu Elçi’nin (Rasül). Nihayet kurtuluyordu bu şehirden. Soluk soluğa gelmişti Ebu Bekir’in evine. Heyacanlıydı. Ebu Bekir’in teklifini kabul edeceğini adı gibi biliyordu.  Başladı kapıyı dövmeye. Ebu Bekir korkmuştu. Hayr’ola nedir bu telaşın, bilmediğim bir şey mi oldu. Yoksa yine birisine mi saldırdılar.... “Yok yok öyle değil, gidiyoruz, terkediyoruz bu şehri, Medine’ye gidiyoruz. Göç ediyoruz buradan. Müjdeler olsun! Hazreçliler kabul ettiler teklifimi, tamam dediler, gel dediler, kabulümüzsün dediler, bağrımıza basacağız seni dediler.”

Olup bitenleri bir çırpıda anlatıvermişti Ebu Bekir’e. Ebu Bekir hiç itiraz etmeden, sen öyle istiyorsan tamamdır dedi. Sarıldılar birbirlerine, göz yaşları sel olmuş akıyordu. Sevinç göz yaşlarıydı bunlar. Kötü günler geride kalacaktı, aydınlık yarınlar onları bekliyordu. Artık kimse inancından dolayı yargılanmayacaktı, öldürülmeyecekti.



Hedef şaşırtma

Göç(hicret) hazırlıkları başladı. Planlar yapıldı. Tahminler edildi. Herşey en ince teferruatına kadar konuşuldu:

Şehirden gezinti yapmaya gidiyormuş gibi çıkılacaktı. Sevr* mağarasına kadar gidilecek orada üç gün kalıncaktı. Sevr’den yola çıkmak için ortalığın sakinleşmesini beklemek gerekiyordu. Hedeflerini şaşırtmak lazımdı putperestlerin. Onların ilk akıllarına gelecek olan kaçış yolu Medine yolu olacaktı. Çünkü, müslümanların çoğu gruplar halinde Medine'ye zaten hicret etmişti. Mekke'de kalan sadece bir kaç müslümandı. Putperestleri rahatsız eden de bu göçler değil miydi?



Dördüncü günün sabahında, Abdullah b.Uraykıt’ın getireceği develerle yola devam edilecekti. Abdullah b.Uraykıt putperestti ancak işinin ehliydi. Ser verip sır vermeyen cinstendi. Mert birisiydi. Aynı zamanda delikanlıydı da.  Kimse ona yaptığı işten dolayı hesap da soramazdı.



Ebu Bekir’in  oğlu Abdullah ve kızı Esma, bu iki gün içinde mağaraya yiyecek ve içecek getirecekllerdi, aynı zamanda Mekke’de olup bitenleri de. İstihbarat bilgilerine ve lojistik desteğe ihtiyaçları vardı.  Ebu Bekir’in koyunlarının çobanı Âmir b. Füheyra da hem onların hem de  Ebu Bekir’in oğlu ve kızının yürüdüğü yola koyunlarını sürecek ve izlerini kaybettirecekti. Amir koyunlarını zaten Sevr dağının eteklerindeki otlaklarda otlattığı için dikkat de çekmezdi. Mekkelilerin iz sürme konusunda ne kadar ehil olduğunu bilmeyen mi vardı.



Ancak Elçi’nin üzerinde, Abdullah’ın oğlu Muhammed iken kendisine emanet olarak bırakılan para, altın, gümüş v.b. emanetler vardı. Emanetler mutlaka sahiplerine verilmeliydi. Ama bu iş nasıl olacaktı, emanetler sahiplerine nasıl teslim edilecekti. Uzun süren tartışmadan sonra karar verildi. Eşyalar yeğen Ali’ye bırakılacaktı. O teslim edecekti sahiplerine emanetleri. Sonra arkadan gelecekti Medine’ye.  Plan taraflara anlatıldı ve uygulamaya konuldu.



İnfaz kararı

Akabe biatlarından haberdar olan putperestler de boş durmuyorlardı. Ortalıkta bir hareketlilik vardı. Telaşlıydılar. Ne yapacaklarını tam olarak bilemiyorlardı ama, mutlaka birşeyler yapmalıydılar.  Yoksa putperestliğin geleceği tehlikeye girebilirdi. İyi ama, Muhammed öyle sıradan biri değildi ki; Eşraftan biriydi. Yıllarca Mekke’yi yönetenler O’nun dedeleriydi. Mekke’nin ileri gelenlerindendi O’nun ataları. Her ne kadar bu yeni durumdan sonra akrabaları O’nu yalnız bırakmış olsalar da, ciddi bir durumla karşılaştıkları zaman neler yapabileceklerini kestirmek mümkün değildi. Öyle bir plan yapılmalıydı ki; kimse töhmet altında kalmamalıydı. Açık verilmesi halinde bedelini ödemek çok ağır olurdu.



Ancak bu belirsizliğin uzaması halinde Muhammed ellerinden kaçabilirdi. Mekke’ye her gelen kabileyle görüşüyordu. Eğer söylenenler doğruysa Medine’liler O’nu ükelerine bile davet etmişlerdi, acele edilmeliydi. O’nun Mekke’nin dışında taraftar bulması başlarına daha büyük dertler açabilirdi. Aradan geçen 13 yıla rağmen hâlâ aklı başına gelmemişti. Sabrın da bir sonu vardı. Hertürlü teklifle gidilmişti kendisine.” Gel başımıza geç bizi yönet” denilmişti, “Ticari konularda önününü açacağız, seni Mekke’nin en zengini yapacağız” denilmişti, “gel seni Mekke’nin en güzel kızıyla evlendirelim denilmişti. O ne demişti: “Güneşi sağ, ayı da sol elime verseniz davamdan yine vaz geçmem!” demişti. Nankörlüğün bu kadarı da fazla değil miydi?



Yılanın başını ezmenin zamanı gelmişti

Nihayet karar verildi: Abdullah’ın oğlu Muhammed öldürülmeliydi. Dar’un-Nedve’den karar böyle çıktı. Kimin tarafından öldürüldüğünün bilinmemesi için veya tek bir aşiretin, kabilenin suçlanmaması için her kabileden bir genç seçildi. Bir gece baskınıyla derdest edilecekti Muhammed.



Baskın basanındır mantığıyla hareket edilerek, Elçi’nin evine ani bir baskın yapıldı. Yeğen Ali karşıladı baskıncıları muhammed’in odasında. Çılgına döndüler putperestler. Olan olmuştu, Muhammed’i ellerinen kaçırmışlardı. Hemen arama öalışmaları, her yöne arama timleri çıkarıldı. Dağ taş demeden her tarafta birden aranıyordu Muhammed. Hatta Sevr Mağarası’nın önüne kadar geldiler. Alınması gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra, sonucu  Rabbi’ne bırakan Elçi’yi Rabbi koruma altına almıştı çoktan. Örümcek gelmiş ağını örmüş, güvercin de gelmiş yuvasını yapmıştı. Bu durumda içeriye insan girmiş olamazdı. Böyle düşündüler Putperestler, çaresiz geriye döndüler.



Elçi ve arkadaşı içeride ecel terleri döküyordu. Ya içeriye girerlerse ne olacaktı. Ayakları görülüyordu putperestlerin. Elçi’nin ve yol arkadaşının ne örümceğin ağından ve ne de güvercinin yumurtasından haberleri vardı. Elçi yol arkadaşını teselli ediyordu: "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu.

Dördüncü gün develer dağın eteğine getirilmişti. Abdullah b. Uraykıt’a gereken ödeme yapıldı ve yola devam edildi.






Yüz deve ödül verilecekti

Kureyşliler, Muhammed’i bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Süreka bu haberi duyunca düştü yola. Kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Bağırdı bağırmasına da O Allah’ın Elçisiydi, Rabbi’nin koruması altındaydı Süraka bunu bilmiyordu, birdenbire Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömülüverdi.  Anlamıştı gerçeği Süraka, akıllı birisiydi, gerçekten o Elçiydi. Özür diledi Muhammed’den ve müslüman olma isteğini belirtti O’na. Müslüman oldu ve hemen oracıkta katıldı o ikiliye, üçüncü olarak. Ver elini Medine. 



Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmıştı, Elçiye o da yetişti. Elçiyi görünce karıştı eli ayağına, ne yapacağını bilemedi. Durumu farkeden Elçi yaklaştı ona ve gerçeği anlattı. Büreyd ve yanındakilerin müslüman olmaktan başka seçenekleri sanki yoktu. Bir türlü toparlayamadılar kendilerini ve nede sonra onlarda topluca müslüman oldular. Onlar da katıldılar Elçi’ye. Büreyd, Peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yaptı.


Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyor ve sıcak bastırıncaya kadar orada bekliyorlardı O’nu. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu görünce kendisini tutamayarak heyecanla "ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek avaz çıktığı kadar başladı bağırmaya.


Kimi mü'minler evlerinin damına çıktı, kimi gençler ve kimi hizmetçiler döküldü yollara ve Hep bir ağızdan söylediler sevinç şarkılarını: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emr ile geldin bize." (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).



O artık bir Medine’lidir. Medine’de yapacağı devrimlerle başlayacaktır dünyanın çehresini  değiştirmeye. Söylemleriyle, adâlet anlayışıyla, insan hakları konusundaki duyarlı uygulamalarıyla çağa damgasını vuracak olan Adamdır O, O Allah’ın son Elçisi Hz. Muhammed’dir...



Sonuç:

Gerekli çalışmalar yapıldıktan sonra, tam anlamıyla tevekkül de yapılırsa, Allah o tevekkül sahibini yalnız bırakmayacaktır. O isterse; kuluna yardın için örümceği de görevlendirir, güvercini de...



Medine Devri (M.622 - İslamın 13. Yılı - Hicri-1 )

 Son Elçi’nin  Medine’ye ulaşmasıyla İslâm vahyinin kendine has bir özelliği olan Mekke dönemi kapanmıştır.

Son Elçi Hz. Muhammed artık Medine’dedir. 53 yıl yaşadığı Mekke’yi görev uğruna terketmiştir. Elbette içi kan ağlamaktadır. Kocaman bir 53 yıl, kolay değil... Yabancı bir şehir, insanları yabancı, havası-suyu yabancı, örfleri adetleri yabancı. Akşam başını koyduğu yastık, sırtına örttüğü yorgan, üzerinde yattığı döşek yabancı. Sabah uyandığı zaman ilk gördüğü şeyı, sokakları, evleri, tarlaları yabancı, velhasıl herşeyiyle yabancı bir şehir.

İçinde de bir endişe var. Ya buradaki putperestler de Mekke’liler gibi davranırlarsa... Bu şehirde Yahudiler de var, onların tutumu nasıl olacaktır? 72 kişinin arkasına takıldık geldik...İyi mi yaptık kötü mü yaptık...Acabalar devam eder gider... Soru üzerine soru, cevabı hemen verilemeyecek sorular bunlar.

 Anne tarafından Akraba olan Eyyub el-Ensari’nin misafiri olmuştur ilk gece. Medine’deki akrabalarının varlığı rahatlatmıştır aslında O’nu. Allah’ın Elçisi Muhmmed olduğundan beri O’na evini açan nadir akrabalarından biridir Eyyub el-Ensari.  Mutlu etmiştir bu kabul O’nu.

 Hissettirmemeye çalışsalarda arkadaşları da aynı şekilde tedirgindirler Elçi’nin. Sevdiklerini terk ederek yaban ellere gelmişlerdir. Acaba yanlış mı yapmışlardır...Kimisinin annesi, kimisinin babası, kimisinin hanımı, sevgilisi, çocukları kalmıştır Mekke’de. Daha şimdiden burunlarında tütmeye başlamıştı bile sevgilileri, bir inanç uğruna değer miydi bütün bu olanlar...?

 Mekke’de aslan avcısı lakabıyla tanınan Hz.Hamza, bastığı yeri titreten, adaletiyle ve cesaretiyle ünlü Hz.Ömer, Mekke’nin en zenginleri arasında yer alan Hz.Ebu Bekir...Bu hale mi düşeceklerdi? Bir lokma ekmeğe muhtaç olmuşlardı Medine’de. Bu insanlar hayatlarında hiç kimseye muhtaç olmamışlar, hep veren el olmuşlar alan el olmamışlardı... İşleri yoktu, evleri yoktu, bağ ve bahçeleri yoktu. Sığıntı gibi hissediyorlardı kendilerini Ensar’ın evinde, uzun süreden beri banyo bile yapamamışlardı...

Ensar cömertti, kendilerinde olanları, misafirlerleriyle paylaşmakta hiçte cimri davranmıyorlardı ama... Olsun, insanın kendi evi gibisi yoktu...Böyle düşünüyorlardı. Gizliden gizliye ağlıyorlardı yalnız kaldıklarında... Muhacirlerin göz yaşları sel olmuş akıyordu Medine sokaklarında... 

 Ey Mekke birgün mutlaka sana döneceğim

Mekke’den ayrılırken kendi kendine verdiği sözü hatırlar Elçi birden bire; birgün mutlaka Mekke’ye dönecektir. Bu dönüş onun hayalidir: “Binlerce müslümanla birlikte girecektir Mekke’ye...Herkese can ve mal güvenliği verecektir, savaşmadan, kan dökmeden alacaktır mekke’yi, intikam peşin de olmadığını yüksek sesle ilan ettirecektir Mekke sokaklarında münadilere. Doğru Kâbe’ye gidecek, putları birer birer asasıyla devirecek ve böylece Allah’ın hükümrarlığını tüm dünyaya edecektir ilan.”  Rahatlar ve o günün en kısa zamanda gelmesi ümidiyle  koyar başını yastığa...

Geriye dönüşü olmayan bir yola girilmiştir...Zaten O’nun asıl görevi Mücadele etmek değil midir... İnsanları Tevhid’e çağırmak o kadarda kolay değildir. Bu durum tecrübeyle sabittir. Mekke’de 13 yıl boyunca çekmediği çile görmediği işkence kalmamıştır O’nun. 

Gördüğü bu rüya sıkıntı vermişti Elçiye. Yatağından fırladı birden bire. O bu dünyayı değiştirmeye gelmişti... Allah O’nunla birlikteydi. O, O’na yardım edecekti. Allah’ın vaadi böyleydi. O vadinden dönmezdi...Üzüntülerle, sıkıtılarla dertlenerek vakit geçirmek bana yakışmaz diye düşündü ve etrafa münadiler saldı... 

 Öyleyse hemen kolları sıvamalı ve işe başlamalıdır

Şehrin meydanına topladı Ensar ve Muhacirleri. Herkes telaş içindedir. Acaba ne söyleyecektir? Meraklı gözler pür dikkat üzerindedir Elçi’nin. Yaptıklarından dolayı Ensara teşekkür ettikten sonra söyler söyleyeceğini: “Her şeylerini Mekke'de bırakarak, Allah yolunda hicret eden bu muhacirler sizlerin kardeşidir” der ve bu kardeşliği birbirine mirasçı olacak kadar ileri götürür. Eşi ve benzerine o güne kadar rastlanmayan bu olay, tarihe "Muahat"  adıyla geçecektir. Hemen sonra Elçi, kadın ve erkek herkesten biat alır. O güne kadar insan olarak bile kabul edilmeyen kadınlara seçme hakkı verilmiştir. Kadınlar mutludur...Nihayet onları farkeden birisi çıkmıştır...Bundan sonrası için ne yapılması gerekiyorsa o yapılacaktır...Umudu olmuştur Elçi Medineli kadınların...

Hicri takvimin başlangıcı

Hicretin İslâm ve dünya tarihindeki yeri çok mühimdir. Hicret, yapılışından 17 yıl sonra takvim başlangıcı olarak kabul edilecektir. Böylece Medine devriyle birlikte hicri  yıl da başlamış olacaktır.

Yahudilerle Vatandaşlık Andlaşması

Son Elçi Hz. Muhammed, ikinci adımını, Medine Şehir Devleti’ni kurmak için atar. Şehirde beraber yaşadıkları diğer insanlarla birlikte kuracaktır bu devleti. Bu insanların başında yahudiler gelmektedir. Medine'ye göç etmekle putperest Mekkelilerin tehlikesinden kurtulmuş sayılmazlardı. Kureyşliler, gönderdikleri mektublarla gerek yahudileri, gerekse Medine’de bulunan putperestleri  sürekli müslümanlar aleyhine kışkırtmaktadırlar. Bu tehlike fazla büyümeden devlet kurulmalıdır. Siyasi bir güç olarak varlıkları ilan edilmelidir dünyaya...

 Hiç vakit geçirmeden gerekli alt yapı çalışmaları yapılır ve oturulur Yahudilerle birlikte masaya. İlerde ‘Medine Vesikası’ adıyla, dünyada yazılı ilk anayasa olarak tarihe geçecektir bu vesika. Karşılıklı olarak imzalar atılır. Bu antlaşmaya göre, “Medine'ye yapılacak düşman saldırıları karşısında ortak hareket edilecektir. Taraflar birbirlerinin haklarına saygı gösterecekler, kötü hareketlerden ve tek taraflı kararlardan kaçınacaklardır.” Bu devletin başkanlığını, Son Elçi Hz. Muhammed yapacaktır. Anayasa 27 maddeden ibarettir.

Böylelikle Medine Site Devleti kurulmuş, Anayasası yazılmış ve  başına da Son Elçi Hz.Muhammed getirilmiştir. O artık Siyaset sahnesinde devlet başkanı olarak da yerini almıştır. O şimdi hem Elçidir, hem de bugünkü demokratik yapılanmaya göre söyleyecek olursak devlet başkanıdır.

 Devlet Başkanlığı Binası ve Suffa Eshâbı

Sıra gelmiştir üçüncü adıma. Müslümanların çok amaçlı olarak kullanabilecekleri bir mekana ihtiyaç vardır. Bu mekan öncelikle millet meclisi olarak, spor salonu olarak, kışla olarak, karargah olarak,  hükümet merkezi olarak, yabancı konukların, elçilerin ağırlanacağı konuk evi olarak kullanılacaktır. Aynı zamanda ibadet yeri olarak da kullanılacaktır.

Hemen uygun bir arsa satın alınır. En önde Son Elçi Hz. Muhammed olmak üzere  bütün sahabiler canla başla çalışarak bu mekanı çok kısa bir zamanda  hizmete hazır hale getirirler. Daha sonra bu mekan,"Mescid-i Nebevî = Peygamber Mescidi" adıyla anılacaktır.

 Devlet kurulmuştu kurulmasına da bu devlette çalışacak memura, halkı eğitecek okula ve devleti hertürlü saldırıdan koruyacak askere ihtiyaç vardır. Hiç vakit geçirilmeden devlet başkanlığı binasının hemen yanına, ilk okuldan üniversiteye kadar eğitim hizmeti verecek olan kurumun temeli atılır ve çok kısa bir zamanda hizmete açılır. Boşa geçirecek zaman yoktur. Kurdelesi bizzat Hz. Muhammed tarafından kesilir. Böylece ilim tahsili başlamıştır. Bu kurum daha sonra Ashab-ı Suffa adıyla tarihe geçecektir.

 Hazreti Aişe ile Evlenmesi (M. 623- H. 2)

Artık dördüncü adımı atma zamanı gelmiştir. Elçi hâlâ misafir olarak Eyyub el-Ensarinin evinde misafir olarak kalmaktadır. Her hangi bir sıkıntı söz konusu değildir ama, insanın kendi evi gibisi yoktur. Aradan sekiz ay gibi uzun bir zaman geçmiştir. Kendisine ait özel bir evi olmalıdır. Böyle düşünür Elçi.

Derhal harekete geçer ve devlet başkanlığı binasının hemen yanına kendi evini yaptırır. O zamana kadar Mekke'de bulunan ev halkını getirterek bu eve yerleştirir. Önceden nişanlı olduğu Hazreti Ebû Bekir'in kızı Hazreti Aişe ile de dünya evine girer.  Hazreti Aişe 18 yaşındadır. Yol arkadaşı, can dostu, Hz. Ebu Bekir’in kızıdır o. Hz. Ebu bekir sanki kızını bugünler için yetişrtirmiştir. Eş olarak, eşine az rastlanan kadınlardan biridir. Halk içine girdiği zaman herkesin annesidir. Medine Site Devletini ziyaret eden devlet başkanlarının hanımları ve onların elçilerinin hanımlarıyla olan ilişkilerde fevkalade düzeylidir. İlme çok düşkündür. Hitabeti de oldukça güçlüdür. Artık O First Leydidir.

 İlk Ezan, Namaz Rekatleri Ve Aşûrâ Orucu (H.-2)

Mescid'in bitmesinden sonra, müslümanlar namaz vakitlerini bildirmek için bir alâmete ihtiyaç duyarlar. Sahabileriyle çeşitli çareler düşünür Elçi. Çan çalmak, boru çalmak, ateş yakmak gibi fikirler atılır ortaya. Başka dinlerin alâmetlerine benzediği için kabul edilmez bu fikirler. Sonra, görülen bir rüya üzerine bugünkü şekliyle Ezan okunmasına karar verilir... Hz. Bilali Habeşî okur ilk ezanı.

 Savaşlar başlıyor (M. 623- H.2)

Elçi bu çalışmalarla uğraşırlen, Mekke’li putperestler boş durmazlar. Müslümanları takibe alırlar. Elçinin yaptığı bu çalışmalar, attığı adımlar hiç te hoşlarına gitmez. Müslümanların günden güne güçlenmesine müsade edilmemesi gerekir.

Bunun için Medine’deki yahudileri ve putperestleri kışkırtmaya başlarlar. Hatta onları tehdit ederler.  Etkili de olurlar. Kışkırtmakla da kalmazlar, Medine yakınlarına kadar gelerek müslümanların can ve mal güvenliğini tehdit ederler.

Putperestlerin bu tehditlerinden sonra, sayıları 1500'e kadar ulaşan müslümanlar şehrin etrafında sırayla nöbet tutmaya başlarlar.

Tehditler zaman zaman saldırıya dönüşse de,  Müslümanlar bu saldırıları ustalıkla def etmeyi bilirler.

Seriyye ve Gazalar*

Bu tehditlere gereken cevap verilmedikçe, şehir halkı rahat bir uyku yüzü görmeyecektir. Ne yapılabilecekse onlar yapılmalıdır. Komutanlarını toplar, nelerin nasıl yapılması gerektiğinin istişaresini yapar onlarla Elçi...Gerekirse düşmana karşı koyulacaktır...Medine’deki varlıklarının devamı düşman karşısındaki alacakları başarı ile, zafer ile doğru orantılıdır birazda...

 *Son Elçi Hz. Muhammed Medine’de  yaşayacağı 10 yıl içinde 20 den fazla savaşta orduya komutanlık etmiştir. Hz.Muhammedin ordunun başında bulunduğu savaşlara "Gazâ" veya "Gazve", bulunmadıklarına ise "Seriyye" adı verilir. Gazvelerin içinde en mühimleri Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarıdır.

Seriyyelerin görevi, keşif yapmaktır. Medine topraklarına vizesiz ve gümrüksüz giren ticaret kervanları üzerine giderek gözdağı vermektir.

Bedir savaşına kadar, seriyyelere katılan askerler hep muhacirlerden meydana gelmiştir. Hz. Muhammed’in henüz Ensara olan güvenci tam değildir.

Hazreti Abdullah b. Cahş’ın komutan olarak bulunduğu seriyye hariç  diğer seriyelerin hiç birinde kan dökülmemiştir. Daha sonra gelen bir vahiy ile bu seriyye askerleri afvolunmuş, kâfirlerin yaptığı düşmanlığın daha ağır ve kötü olduğu bildirilmiştir.



 Sonuç:

Hz. Muhammed de insandır. O’nun da duyguları vardır, zaafları vardır. Ancak onun zaafları Allah tarafından sürekli denetlenir. Sevgide ölçü kaçırılırsa O, insan peygamber olmaktan çıkar, müşriklerin  de beklediği melek peygamber olur ki, böyle bir peygamber inancı  müslümanları şirke götürür.



Putperest Mekke’lilerin tehditleri gün geçtikçe artmaya başladı. Abdullah b.Ubeyy’e gönderilen mektuptan anlaşıldığına göre  Putperstler Medine’de de Elçi’yi rahat bıramayacaklardı: “Kaçmış bulunan arkadaşımıza bir eman ve sığınma hakkı tanımış bulunuyorsunuz. Allah’a yemin ederiz ki, şayet ona karşı bir çatışmaya kalkmazsanız veya onu ülkenizden çıkarıp atmazsanız, savaşçılarınızı öldürmek ve kadınlarınızı da kendimize almak üzere hepimiz kalkıp üzerinize yürüryeceğiz.” Eb’u Davud 19/23

Bu anlamda gönderilen mektuplardan sonuncusuydu bu mektup. Mektuplardan sonuç alamayan Mekke devleti bu sefer Yahudilerle birlik olup  yeni planlar üzerinde çalışmaya başladılar.

Durumun vahametini anlayan Elçi harekete geçti hemen. Medine site devleti yeni kurulmuştu. Hem bu devlet içinde yaşayan Yahudiler ve hem de burada yaşayan Arap kavimleri ve Ensar bu yeni devletten çok şeyler bekliyordu. Elçi de onlara mutlu bir gelecek vadederek gelmişti zaten Medine’ye. Verilen sözlerin arkasında durulmalıydı. Yoksa buradaki bir yenilgi yolun sonunu getirebilirdi.  Neler yapılmalıydı ve nasıl yapılmalıydı; Elçi arkadaşlarıyla istişarelerini yaptı. Alınan kararlara göre: Etraftaki kabilelerle askeri antlaşmalar yapılacak, savaş araç ve gereçleri konusunda onlardan destekler alınacaktı. En önemlisi yiyecek ve içecek konusunda alınacak  olan destekti. Elçi bir heyetle birlikte hemen yola koyuldu.  Onbeşgün sonra etraftaki kabilelelerle  bir dizi antlaşma yapmış olarak gururlu bir şekilde Medine’ye geri döndü. Mutluydu, memnundu.

Bilhassa Şam’a giden ticaret kervanlarının yolu üzerinde bulunan Cuheynî kabilesiyle yapılan antlaşma savaşın sonucuna etkisi açısından son derece anlamlıydı. Mudlic Kabilesi’nin toprakları da  stratejik açıdan fevklade önemliydi. Medine Site Devleti kendisine karşı açılacak bir savaşı kazanmak istiyorsa Şam Kervan yolunu denetimi altına almak zorundaydı. Yapılan antlaşmalar çervesinde  Elçi, üzerlerine düşen çalışmaları vakit geçirmeden yaptı ve Kervan yolunu kontrol altına alacak olan ekipleri yola çıkardı. 

Ayrıca, Mekke’deki putperestler neler yapıyorlardı, onların yaptıkları çalışmadan da haberdar olunması gerekiyordu. Elçi, onların aldıkları nefeslerden bile haberdar olmak istiyordu; bunun için Mekke’ye, Şam’a giden kervanlardan haberdar olabilmek için de  Filistin’e istihbarat ekipleri gönderildi, bu ekipler mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Elçi’yi bilgilendireceklerdi.

Böylece alınması gereken tedbirler alındı. Muhtemel bir savaş durumunda alt yapı çalışmaları tamam sayılırdı.  Yapılması gerekenler yapılmıştı. Gerisi Allah’a bırakıldı ve Bedir köyüne doğru yola çıkıldı....

Bedir Savaşı 17 Ramazan (13 Mart 624)

Resulullah hicretin ikinci yılı, Ramazan ayının sekizinci günü, Abdullah İbn Ümmü Mektum'u Medine'de kalan halkın dini vecibelerini yerine getirmelerine yardımcı olmak  için görevlendirdi. Ebu Lübabe'yi de  devlet işlerinin aksamamamsı için yönetimin başında vekil olarak  bıraktı. Bu uygulamayla din ve devlet işlerini birbirinden ayırıyordu Elçi. Kendisi de zaten hem vahiy alan Elçi, hem de devlet başkanı olan Elçi değil miydi...


Elçi’nin başında bulunduğu, yeni kurulan Medine Site Devleti ile Mekke Devleti arasında başlayacak olan ilk savaş için start verildi.


Müslüman ordusunun sayısı üçyüzbeş kişi idi. Bunların seksenüçü Muhacirlerden, altmışbiri Evs'den, geri kalanları da Hazrec kabilesinden idiler. Muhacirlerden yalnızca Osman b. Affân, hanımı Resulullah'ın kızı Rukiye ağır hasta olduğu için Medine'de kalmıştı. Kendisi de ayrıca rahatsızdı.

Müslümanların yalnız üç atları ve yetmiş develeri vardı. Bineklerine sırayla binmek zorundaydılar. Zefiran denilen yere geldiklerinde, Mekke’li müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler. Biraz duraklayıp tereddüt ettiler. Çünkü onların büyük hazırlıklarla gelen Mekke ordusuna karşı koyacak kadar askerleri yoktu. Resulullah ashabıyla yeniden istişare etti. Kervanın peşine mi düşülmeliydi, yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı? Allah Resulu ve Muhâcirler ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar. Ensâr ise, Akabe beyatında verdikleri sözle Medine' de Rasûlullah'ı koruyacaklardı. Şimdi ise Medine dışında idiler. Rasûlullah  onlara reylerini sordu. Ensardan Sa'd b. Muaz şöyle dedi:


"Ya Resulullah, biz sana inandık. Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu tasdik ettik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için artık denize girersen, seninle beraber biz de gireriz. Hiç birimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı durmaktan çekinmeyiz. Muharebeden geri dönmeyiz. Sabrederiz ve sadakatten ayrılmayız. Bizden memnun kalacağın işler nasip etmesini Allah' tan dilerim. Hemen Allah'ın bereketini dileyerek istediğiniz tarafa yürüyünüz."


Elçi, ashabının bu birlik ve beraberliğine çok sevindi. Allah'a hamd ile, müşriklerle karşılaşmak üzere Bedir kuyuları mevkiine doğru yola koyuldu.


Ebu Süfyan, müslümanların Bedir'e gelmekte olduğunu öğrenince kervanın yönünü değiştirdi. Deniz tarafından Mekke'ye yollandı. Müslümanlar Bedir'e gelince, kervan çoktan uzaklaşmıştı bile.


Müşrikler ise Bedir kuyularını tutmuşlardı. Gece yağan yağmur, hem araziyi pekiştirdi, hem de müslümanların su ihtiyacını giderdi. Allah’ın yardımıydı bu, yardım gelmeye başlamıştı. Bu yardım daha sonra şu şekjilde ifadeye konulacaktı:











İslâm ordusu karargahını kumluk bir arazi üzrine kurdu. O yöreyi çok iyi tanıyan Habbâb b. Munzir Elçiye, „Karargahı buraya kurmak vahiy gereği midir, yoksa sizin düşünceniz midir? diye sordu: Benim düşüncemdir cevabını alınca, „Ben buraları çok iyi bilirim burası karargah için uygun değildir“ dedi ve Habbâb b. Munzir’in isteği üzerine karargahı hemen Bedir köyünün en sonundaki kuyunun yanına taşıdılar.

Elçi işi ehline bırakmıştı…“Ben Elçiyim ben ne dersem öyle olacaktır“ demedi…Gelecekte müslümanların başında yönetici olacak olanlar için Elçi’nin dilinden tarihe düşülmüş önemli bir  nottu bu.


Mekke’li müşrikler zırhlar içindeydi. Sayıları bin kişiye yakındı. Bunun yüz kadarı süvari yedi yüzü develi ve geri kalanı piyade idi. Bu sayı İslâm ordusunun üç katıdır.



Bu ordu, Müslümanların ilk ordusu, aynı zamanda tek ordusuydu. Eğer bu ordu yenilecek, ezilecek ve silinecek olursa, Allah'ın hükmünü hâkim kılacak bir başka topluluk kalmayacaktı yeryüzünde.



Ashabına belli etmese de, durumun ciddiyetinden endişe ediyordu Elçi: "Allah'ım, vadettiğin yardımını bugün lutfet. Allah’ım, eğer bu bir avuç mücahid bugün yok olursa, bu muvahhidler bugün telef olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kimse kalmayacaktır!" diye endişelerini kelimelere dökerek dua ediyordu Rabb’ine. Bu mektup belki de sevgiliye yazılan son mektuptu.



Sevgili’nin Elçiye cevabı gecikmedi: "Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır. " (el-Kalem, 68/45)


Allah Elçiye yardımını gönderdi Göndermesine de, bu savaş başka türlü bir savaştı, değişik bir savaştı.  Akıl ile izahı mümkün olmayan kareler vardı bu savaşta. Tarih hiç bir zaman bu derece anlamlı bir savaşa tanık olmamıştı:



Bir tarafta  Ebu Bekir, diğer tarafta oğlu Abdurrahman;

Bir tarafta müşrik ordusu komutanı, Utbe b. Rabia, karşısında oğlu Huzeyfe;

Bir tarafta Elçi, öbür tarafta amcası Abbas ve kızı Zeyneb'in eşi, damad Ebu'l As;

Bir tarafta Hz.Ali öbür tarafta kardeşi Akîl, nasıl olacaktı bu iş.



Kim kimin boynunu uçuracaktı…



Karar verilmesi oldukça zor bir durum. Onlar Allah’ı çok seviyorlardı ama, nede olsa karşı taraftakiler de sevgilileriydi, canlarıydı. Hangisinden vazgeçeceklerdi.



Tercihler yapıldı, içleri kan ağlaya ağlaya yaptılar tercihlerini... Sonuç 70 ölü ve 14 şehit….



Mekke’li müşriklerden bir miktarı esir alındı. Bu esirlerden bir kısmı fidye karşılığında serbest bırakılırken bir kısmı müslümanların çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakıldı.


Hz. Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi. Esirlerden elbisesiz kalmış olanlara giyecekler verildi. Bu esirler müslümanlarla birlikte ve onlarla eşit şartlar altında yemeğe oturuyorlardı. Esir alınanlardan sadece ikisi idam edildi. Çünkü bunların casus oldukları daha önceden tesbit edilmişti.  

Elçi’nin bu ilk askerî karşılaşmada gösterdiği insânî tutum ve davranış daha sonraki olaylarda da hiç değişmeyecektir.

Mekke müşriklerinin ileri gelenleri ve başkanları, bu ilk savaşta öldürüldü. Ebû Süfyan, ticaret kervanıyla birlikte kaçıp kurtuldu. Mekke’ye ulaşınca başkan seçildi. Oğlu, kayınpederi ve kayınbiraderi Bedir savaşında öldürüldü. Ebu Süfyan, bu ölümleri hazmedemedi. İntikam yemini yaptı: „Bedirde ölen yakınlarımın intikamını alıncaya kadar hanımıma yaklaşmayacağım, saç ve sakalını kestirmeyeceğim.“



Karısı Hind de, kendi akrabalarını öldürenleri bulup onların ciğerlerini çiğ çiğ yiyeceğine dair and içti ve yeni bir savaş için hazırlıklar başladı…


Sonuç:

Hangi konuda olursa olsun kul üzerine düşeni yaptığı zaman, Allah da yardımını gönderecektir.

Bedir savaşından önce ve sonra Elçi, bir dizi ilklerin altına  imzasını koymuştur. Bu ilkler bizler için ibret alınması gereken, fiili sünnetlerdir.



Elde edilen bu zaferden sonra:

§         Müslümanlar siyasi ve dini yönden daha güçlü hale gelmiştir.

§         Hz. Muhammed’e olan güven artmıştır.

§         İslâm hukukunun temelleri atılmış, elde edilen ganimetler paylaştırılmıştır.

§         Şam ticaret yolları Müslümanların kontrolüne geçmiştir. 



Bedir savaşı müslümanların ilk meydan savaşıdır. Müslümanların bu savaşa o kadar da istekli olmadıklarını anlatmıştım yukarıda. Buna rağmen savaş müslümanların lehine sonuçlandı. Ama bu sonuca kimse sevinemedi. Herkes gözü yaşlı olarak Medine’ye döndüler. Yanlarında savaş esirleri de vardı. Bu esirlerden bir kısmı fidye karşılığında serbest bırakılırken bir kısmı Müslümanların çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakıldı.



Bir kısmı da Medine’de kaldı. Kalmasına kaldı da, bu kalış yeni bir tartışmanın başlamasına sebep oldu. Bu esirlere nasıl bir hukuk uygulanacaktı? Ordu komutanları ve bürokratlar kendi aralarında tartışmalarını sürdürürken, Kur’an soruna çok geçmeden el koydu:  “Size helal olan [savaş esiri olarak bulunan ] kadınlar arasından veya meşru şekilde sahip olduklarınız [arasın]dan biri ile evlenin; [hatta] ikisi, üçü, dördü [ile.] Ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, [sadece] bir tane [ile] yetinin.” (Nisa 3,25,129-  Nur 32)



Kur’an savaş esirleri için "ma meleket eymânüküm" ifadesini kullanmıştır. "Yeminleştikleriniz" ya da "Antlaşma Yaptıklarınız" anlamına gelmektedir. Ancak bu kavram zaman içinde bazı müfessirler tarafından “Cariye” olarak anlamlandırılmış ve konu mecrasından saptırılmıştır. Bugün cariye denince efendisinin kendisinden istifade ettiği kadın akla gelmektedir. İslâm’ın da böyle bir rezilliğe müsade ettiği anlatılmaktadır, yazılıp çizilmektedir. Yanlıştır. Doğru değildir. Doğrusunu İhsan Eliaçık’tan okuyacağız:



“İslam'da cariye var mı?



Önce altını kalın çizgilerle çizelim: Kur’an’da “cariye” kavramı geçmez.Sadece "Meleket aymânukum" kavramı geçer:


Meleket eymânüküm:



Harfi harfine “Sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. Bu deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor;


1- Veli, şahitler vb. meşrû şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak

2- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak.


Yani ister hür ister esir böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi olmaktır. Zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. Cenabı-ı Hak bunu “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” hem nikah ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur (Razi).


Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez.Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denilir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez.


Ayette geçen “Ezvâcuhum ev ma meleket eymânuhum” ifadesi, “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır” manasına gelmektedir. Kadın erkek bütün eşleri kapsamaktadır. Çünkü 11 ayetlik yukarıdaki pasajda konu erkek ve kadın bütün müminlerin temel özelliklerinin sıralanmasıdır. Aradaki “ev” bağlacı seçenek bildiren “veya” değil; açıklama getiren “yani” anlamında kullanılıyor. Kur’an’ın kendi kendini tefsir ettiğine dikkat ediniz.Düşünmek veya yani şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur” (Furkan; 25/62) ayetinde geçtiği gibi. Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı nikahsız cinsel ilişki kurulabilen kadın demek olan “cariye” uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir: “Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25)


Dikkat edin, düpedüz ailesinden
izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten bahsediliyor. Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikah kıymadan, sırf savaşta elime esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın ruhuna ve vicdanına ters.


Bugün yeniden üretilecek (inşa çağı) fıkhında bunun adı “savaş esirleri hukuku”dur.
Buna göre bugün bir savaş olsa ve müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce esir düşse şunlar yapılır: Güvenliği sağlanmış korunaklı bir yerde bekletilirler. Ganimet olarak görülemezler. Esir alan askerlere dağıtılamaz, hiçbiri köle ve cariye yapılamaz. Evli olanların evlilikleri devam eder. Esir düştü diye ailesinden veya eşinden zorla koparılamaz, hangi dine göre kıyarsa kıymış olsun nikahı feshedilemez. Her türlü kötü muamele, angarya, işkence, tecavüz, cinsel taciz yasak olur. Misafir muamelesi görürler.



Ya esir mübadelesi karşılığında serbest bırakılırlar.Ya fidye veya tazminat karşılığı salıverilirler.Ya örneğin, lisan belletme, teknoloji öğretme, meslek kazandırma vs. karşılığı üçer beşer serbest bırakılırlar. İçlerinden kendi istekleri ile evlenmek ve Müslüman toplumda yaşamak isteyen olursa, kendi rızasıyla, ailesinin izni alınarak (hatta çağrılarak) ve mehirleri tastamam verilerek bekarlarla telli duvaklı, davullu zurnalı baş göz edilip serbest bırakılırlar.


Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Suriye’nin fethi sebebiyle sayıları yüz bini bulan erkekli kadınlı esirler ele geçmişti. Bu kadar insana ne yapılacağı sorun olunca ...Hz. Ali: “Ey Ömer! Bunların hepsi Bizans’ın zulmü altında inleyen sefil ve biçare insanlardır. Artık bunlar bizim halkımızdır. Bunların kolları ve cesetleri kazanıldı, şimdi de yüreklerinin kazanılmasına sıra geldi. Görüşüm şudur: Hepsini kayıtsız şartsız serbest bırak! İslam’ın sevgi, merhamet ve adaleti altında saadetle yaşasınlar. Varsınlar çoluk çocuklarına kavuşsunlar.” (Filibeli Ahmet Hilmi; İslam Tarihi, shf. 287)



Hz. Ömer bu görüşü büyük bir sevinçle kabul etti. Yüz bin esirin serbest bırakılması için derhal bölge komutanı Ebu Ebeyde b. Cerrah’a emir gönderdi.


Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi ... ilki Reyhane, Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu kabile ile yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikah kıyarak evlendi. (Belazuri,1, 920).



Mariye ise babası İranlı, annesi Yunan Mısırlı Hristiyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı tarafından gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da yaptığı anlaşılıyor. Çünkü Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz. Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin “Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı geçen hanım Mariye idi.“Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest bıraktığı şeyi niçin kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2, Razi, Kurtubi, İbn Kesir, Zemahşeri).



Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikah sorumluluğu altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep ile aynı statüde olan Mariye idi.”   



  

Sonuç:



İslam’da cariyelik diye bir şey  yoktur. Müslümanlar akıllarını başlarına toplamak zorudadırlar. Dinlerine karışan yanlış örf ve adetleri temizlemek zorundadırlar. Dinlerini ata baba dini olmaktan kurtarararak, Sahibi’ne, dîni, dînin Sahibine teslim etmek zorundadırlar:

Bugünkü cariye anlayışına göre, diyelim ki  müslüman bir ülke  gayrimüslim bir ülkeyle savaştı. Bu sürede oradaki kadınlar kızlar müslümanların cariyesi mi olacaktır? Müslüman onlarla  nikahsız ilişkiye mi girecektir, böyle bir ilişkiye caiz mi diyecektir? Bu ilişki zorla onların ırzına geçmek değil midir? İslam’ın böyle bir ilişkiye onay verdiği nasıl  izah edilecektir?

Bu durumda Bosna canavarlarından, Irak, Afganistan canavarlarından Müslümanların farkı ne olacaktır?

..........................................................................................................................................
*Sevr mağarası, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında Hz. Ebu Bekir ile birlikte müşriklerden gizlendikleri ve üç gün süreyle kaldıkları mağaradır.
Sevr dağı, Mekke'nin güney tarafında ve 5 km. Uzaklıktadır, zirvesi 739 m dir. Sevr, bir çok tepeden oluşan bir dağdır. Bu dağda pek çok irili ufaklı mağara vardır. Bu mağaralar dağın değişik yerlerine dağılmıştır. Mağaranın ön ve arkasında delikleri vardır. Bunlar mağaranın alt kısmındadır. Bu sebeple mağaraya ancak sürünerek veya eğilerek girmek mümkündür. Mağaranın çevresinde, dışarıda dolaşan kimsenin içeriyi görebileceği başka delikler yoktur. Mağara içinde bulunanlar, dışarıda dolaşanların ayaklarını görebilir, fakat dışarıda olanlar mağaranın içindekileri göremezler. Görebilmeleri için eğilip, başlarını ayaklarının hizasına getirmeleri gerekir. Öte yandan Hicret esnasında Sevr mağarasında gizlenmenin bir başka avantajı daha vardı. Hemen dağın eteğinde Âmir b. Füheyre'nin koyunları otlattığı ve geceleri sütünü Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir'e ikram edeceği bir otlak vardı.