Sümela Manastırı’ndaki ve Ayasofya
Kilisesi’ndeki tarih katliamlarını ve Uzungöl’deki doğa katliamına şahit
olduktan sonra uğradığımız hayal kırıklığının boyutunu varın siz
düşünün…
Bundan sonraki güzergâhımızda
bizleri neler bekliyor Allah bilir. Bizim bildiğimiz ise “Yeryüzünü
gezin, görün ibret alın .”ayetinin ışığının bu topraklara ulaşmamış
olduğu.
Uzungöl’den ayrılıyoruz. Akşam
Fırtına Deresi’nde konaklayacağız. Önce Rize. Rize Türkiye’nin en çok
çay yetiştiren, en yeşil ve en çok yağış alan illerinden biri. Rize
ilinin adı ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüş; Yunanca
pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca'da "Rıza" olarak dağ eteği anlamında
kullanılmış. Sonradan Rıza, Rize’ye dönüşmüş.
Rize yaklaşık 330 bin nüfuslu bir
şehir. Geçim kaynağı, çaycılık. Çay tarımı Rize’de 1944 yılında
başlamış. Çayı işleyen fabrikalar da kurulunca bölgenin ekonomisi
gelişmiş.
Çayı Rize’ye getiren kişi Zihni
Derin. Zihni Derin 1880’de Muğla’da dünyaya gelmiş. Derin, Türkiye'de
çay tarımının başlamasına ve yayılmasına önderlik eden ziraat mühendisi
(1923). “Çayın babası” olarak biliniyor. Yanısıra balıkçılık, arıcılık
ve puro tütünü üreticiliği de önemli geçim kaynaklarından.
Rize’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetler de var: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
eski Başbakanlardan Ahmet Mesut Yılmaz, sanatçı Tarkan Tevetoğlu, İş
Adamı Abdurrahim Albayrak, Eski Bakan Ahmet Tevfik İleri, Yazar Prof.
Dr. İsmail Kara, T.B.M.M Eski Başkanı Köksal Toptan, Murat Karayalçın,
Yazar Ömer Lütfi Mete bu şahsiyetlerden bazıları.
Daracık sokaklar
Otobüsle turlamak mümkün değil
Rize’yi. İki caddesine girebildik. Daracık sokaklar, otobüs zor geçiyor.
Yalçın dağlarla deniz arasına sıkışıp kalmış bir şehir Rize. Denizi
doldurarak şehri genişletmeye çalışmışlar ama yapılan ortada, taşıma
suyla değirmen bu kadar dönüyor demek ki. Şehirde biraz soluklanmak,
dondurma yemek ve kahve içmek istedik, otobüsü park edecek yer
bulamadık. Ve terkettik Rize‘yi, şehrin dışında Rize bezi fabrikası
varmış, tur sorumlusu Emin öyle söyledi. Oylama yapıldı ve otobüs
çevirdi yönünü alışveriş merkezine. Alışveriş için başka çaremiz de
yoktu. Önce fabrika hakkında bilgi aldık sahibinden. Alt katta eski bir
tezgâh var. Fabrika sahibi nereden nereye geldiğini unutmamak için
sergiliyormuş bu tezgâhı. Üst katta Rize bezinden yapılmış, elbiseler,
gömlekler, tişörtler ve iç çamaşırları var. Almadan geçmek olmaz dedik
ve birkaç parça hediyelik alarak ayrıldık fabrikadan.
Çamlıhemşin
Çamlıhemşin’deyiz. Eski adı
Vicealtı. Başladı rehberimiz Yasin otobüste anlatmaya Çamlıhemşin’i;
„Çamlıhemşin Rize’nin Lazca konuşan tek ilçesidir. Hemşinliler de
yörenin en eski yerli halkıdır. Hemşinliler dağlık köylerde yaşarlar.
Çamlıhemşin’in merkezinde Türkler de vardır.
Çamlıhemşinin evleri genellikle
yamaçlara inşa edilmiştir. Bölgede bulunan eski evlerin çoğu yüz yıldan
yaşlıdır. Yapılarda tamamen doğal ahşap malzemeler kullanılmış, bilhassa
kestane, gürgen ve çam türü ağaçlar tercih edilmiştir. Eski köklü
ailelerin evleri çok katlıdır ve ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleriyle
süslenmiştir.
Fırtına deresi
Fırtına deresi, Doğu Karadeniz'de
yer alan akarsulardan birisidir. Kaçkar Dağları'nın Karadeniz'e bakan
yamaçlarındaki derelerin birleşmesi ile oluşur. Çay bahçeleri içinden
geçen Fırtına deresi, üzerindeki kemer köprülerle anlam kazanır,
rafting yapmaya elverişli parkurlarla da ününe ün katmıştır. Hava
muhalefeti olmazsa isteyenlerle rafting yapabiliriz.“
Arkadaşlardan bazıları çok istemelerine rağmen, hava muhalefeti yüzünden maalesef rafting yapamadık.
Fırtına Deresi’ne geldiğimizde gün
batmıştı. O gece Türkiye genelinde elektrikler kesikti. Paralel yapı
kesmiştir elektriği diye zanda bulunanlarımız bile oldu. Türkiye seçime
gidiyordu. Mevcut hükümetin zayıf düşmesi için ne gerekiyorsa
Türkiye’nin zararına bile olsa yapılabilirdi. Bu düşünceleri tasvip
etmesek bile, olay Türkiye’nin geldiği noktayı anlatıyordu bizlere. Oysa
bizler 3 bin km. uzaktan geliyorduk. Vatanımız diyorduk, havasını
koklamak suyunu içmek istiyorduk, yaylalarında özgürce dolaşmak, avaz
avaz bağırmak istiyorduk: Özlemiştik güzel vatanımızı. Taşını-toprağını,
havada uçan kuşunu, denizlerde yüzen balığını, velhasıl herşeyini,
anavatanım, güzel yurdum benim: Bir kısım çocukların senin ensende boza
pişirirken, tepinirken, bir kısım çocukların da senin bağrına yaslanmak,
senin kolların arasında huzur bulmak için geldiler buralara Türkiye’m.
Türkiye’m, türküsünü hep birlikte söyledik. Heyacan dorukta.
“Baş koymuşum Türkiye’min yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m
Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Eminem
Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiye’m
Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkarım,
Heybelerin nakışına ölürüm Türkiye’m”
Sırat köprüsü
Kalacağımız otel karşıda. Oraya
uydurma bir köprüyle geçilecek. Beşik gibi sallanıyor köprü. Bizleri
aldı bir panik, önümüzü görmüyoruz. Suyun üzerindeyiz, şarıltısına
bakılırsa büyük bir nehire benziyor. Allah korusun, köprüden aşağıya
düşsek, alıp götürür bizi, hem de bir daha geriye getirmemek üzere.
Telefon ışıklarıyla aydınlatıyoruz önümüzü. Yasin ve Emin kardeşlerimiz
önceden köprü ile ilgili bir açıklama yapmadıkları için oldukça korktuk,
hele hanımlar daha da çok korktular. Birbirimize tutunarak karşıya
geçtik geçmesine de, nasıl geçtik… Ayşe Hanım için çok daha zor oldu bu
geçiş. Onda yükseklik korkusu var. Baktık, eşi Mustafa koluna girmiş,
ağır ağır ilerliyorlar Sırat Köprüsü’nden, rahatladık.
Tulum ve horon
Fırtına Deresi’nde, otelin
bahçesindeyiz. Köprünün şokunu daha atlatamadık. Otel dediysem ahşap
evler. Biraz sonra ateş yaktılar meydana, daire şeklinde çevirdik ateşi,
ne güzel bir manzara. Hemen sonra tulum sesi geldi arkalardan bir
yerden. Karanlıkta zor seçiliyor. İsminin sonradan Sinan olduğunu
öğrendiğimiz genç çalıyor tulumu. Yorgunluğu ve korkuyu bir anda unuttu
arkadaşlar. Başladılar tulum eşliğinde horon tepmeye. O kadar
yorgunluğun üstüne o horon öyle güzel geldi ki, oynayanlar da,
seyredenler de, söyleyenler de mutluydu. Gezi amacına çoktan ulaşmıştı
bile.
Akşam yemeği
Yemek faslına geçmeden ışık da
geldi. Tezgâhın önünde yemek almak için sıraya geçtik. Hemşinli bayanlar
tezgâhların önünde servis yardımı veriyorlar. Bu güler yüzlü bayanlar
yemekleri tanıtıyorlar; ‘Karalahana çorbası, lahana sarması, biber
dolması, kızartma ve et çeşitleri var menüde’. İşte bu, tam istediğimiz
yemekler. Yemeklerin yöreye ait olması hepimizi mutlu etti. Fırtına
Deresi’nin çağıltıları eşliğinde yedik yemeklerimizi. “Kadın sesi, su
sesi, para sesi” derler ya. Tam isabet. Su sesinin dinlendiriciliğini,
Fırtına Deresi’nde çağıldayan su sesi eşliğinde çayını yudumlayanlar ve
lahana çorbasına kaşık çalanlar anlayabilir. O duygu anlatılmaz,
yaşanırsa anlaşılır.
Sabah kahvaltısı için kuymak
siparişi yaptık Sinan‘a. İtiraf edeyim Trabzon’da yediğimiz kuymak daha
lezzetliydi. Arkadaşlarımız da aynı düşüncede. Buna rağmen bitirdik
kuymağımızı, bitirmeyenler de vardı. Biraz da pahalıydı.
Zahire ambarları
Kaldığımız ahşap evler, eskiden
Karadeniz’de zahire ambarı olarak kullanılırmış. Odalar iki kişilik ama
çok dar. Adım atacak yer yok. Tuvaleti ve banyosu da dar. Sıcak suyu
yok, elekrikli soba var ısınmak için, o da yanmıyor. Hava oldukça soğuk.
Odayı ısıtamadık.
Ertesi gün de aynı yerde
konaklayacağız. Şikâyetlerimizi söyledik görevlilere. Çok normal bir şey
söylemişiz gibi, rahatsızlık bile duymadan sezonun yeni açıldığını ve
bu eksikliklerin giderilmesi için çalıştıklarını söylediler. Sinan
kardeşimizin güleryüzü ve mutfakta çalışan bayanların sevgi dolu
hizmetleri ve tebessümleri hatırına otel yöneticilerinin aymazlıklarına
ancak omuzumuzu silkerek cevap verebildik. Tabiatıyla dudağımızı da
büktük. Hafif de tebessüm.
O kadar yorgunluktan sonra, soğuk
bir odada yat ve 5 saat uyku fazla gelsin. Evet, bu doğru. Herkes
uykusunu almış, dipdiri ayaktalar. Temiz hava işte böyle birşey.
Çay bahçesi
Sabah kahvaltıyı yapar yapmaz, doğru
çay bahçesine daldık. Bazı arkadaşlarımız girdi tarlaya ve çaldı makası
çay bitkisine. Değişik bir duygu. Hayatımızda yakından hiç görmediğimiz
ama her sabah afiyetle içtiğimiz çayın bahçesindeyiz ve ona
dokunabiliyoruz. Fırtına Deresi’ni unutmak ne mümkün.
Yasin’in sesi o mutluluğumuzu
bozmaya yetti: „Acele ediniz yolumuz uzun, göreceğimiz daha çok yerler
var, geç kalanlara ceza verilecektir. Hedefimizde Rize derelerinin
üzerinde kurulan antik köprüler, Zil kalesi, Mucidin yeri, Sevdaluk
dizisinin platosu ve Palovit Şelalesi ve de Ayder Yaylası var.“ Yasin
haklı.
Şamata tur
Otobüsümüz kaldı Fırtına Deresi’nde.
Minübüslerle tırmanmamız gerekiyormuş o sarp yokuşları. Minibüsler
hazır bekliyor, gelin gibi süslenmişler. Nihayet, Minübüs şoförleri
sayesinde Karadenizlilerle ve Karadeniz müziğiyle tanıştık. Şive tamam,
onlar konuştukça başka fıkra anlatmaya gerek yok. Konuşmaları, şiveleri
fıkra gibi zaten. Aman Allah’ım, o ne şamata, o ne gürültü, dayanılmaz.
Üstüne üstlük bizler de katılınca şamataya iyice öocuklaştık. Ne güzel
bir ortam. Herkes şarkı söylüyor, hem de Karadeniz şarkıları. “Oy oy
Emine…” Şamata, minibüs şirketinin adı. İsabetli seçim.
Bir yakadan öbür yakaya geçmek için
belirli aralıklarla taştan köprüler yapılmış dere boyunca. Su, sarp
yokuşla, o özgürce göğün zirvesine ulaşmak için gayret sarfeden
ağaçlarla ve en önemlisi o taş köprüler ile birleşince o kadar güzel bir
manzara ortaya çıkıyor ki, büyüleniyorsunuz. Ortalık çok sakin,
sakinliği bozan bizim şamatamız. Zaman zaman bizim şamataya kuş sesi ve
su sesi de karışıyor elbet. Şamata Tur’un o iki güzel insanını çok
özleyeceğiz.
Taş köprüler
Köprü üzerinde sevgililerimizle
fotoğraflar çekildik, aşklarımızı yeniden ilan ettik, haykırdık,
çığlıklar attık, dileklerde bulunduk. Oturduk köprünün üzerine hayal
bile kurduk gözlerimizi kapatarak. Bir de o ses olmasa, Yasin’in sesi.
Bazende o sese Emin’in sesi ekleniyor. “Acele edin. 10 dakika bitmiştur,
haydi minübüslere, geç kalana ceza kesilecektur...”
Rize'de en eskisi 1800'lü yıllarda
yapılan 94 tarihi kemer köprü varmış. Bir asrı aşkın süredir doğanın
neden olduğu tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başaran köprüler,
geçmişte sivil mimarideki kaliteyi gözler önüne seriyor. Sevdaluk filmi
burada çekilmiş. (CinCiva=Şenyuva)
Kaçkar dağları
Kaçkar Dağları’nda yaklaşık 100 adet
buzul gölü bulunmaktaymış. Çat Deresi Vadisi’nde yer alan Zil Kale
Harabeleri, kültürel açıdan önemli bir değer taşımaktaymış. Zil Kale;
aşağı kale demekmiş. Aynı güzergâhta Varoş Kale (Kale-i Bala=Yukarı
Kale) Adıyla anılan bir kale daha varmış, biz onu görmedik.
Günümüzde, Kaçkar Dağı Milli
Park’ında irili ufaklı 40 kadar kırsal yerleşim birimi ve yayla
mevcutmuş. Milli Park’ın en yoğun ziyaretçi çekim merkezi durumundaki
Ayder Yaylası’nda, Türkiye’nin en eski kaplıcaları mevcut. Biz
kaplıcalara giremedik zaman yetmezliğinden dolayı.
Zil Kale (Kale-i Zir)
Bölgenin en dikkate değer
eserlerinden birisi Zilkale. Çamlıhemşin’den 12 km. uzaklıkta. Trabzon
İmparatorluğu döneminde Hemşin Lord’u ”Arhakel” tarafından yapılmış.
(1200-1450) Şamata bizi yolun ortasında indirdi. Kale karşımızda. Verdi
CD yi CD çalara, başladı Şamata. Mehter eşliğinde kaleye müteveccihen
yürüyoruz. Ellerimizde bayraklar, sanki kaleyi fethe gidiyoruz. İki
ileri bir geri. Allah Allah nidaları kubbedde boş bir seda bıraktı.
İşte Karadeniz zekası; tuvaletin
nerede olduğunu anlatabilmek için Karadenizli, ne kadar ismi varsa
hepsini tabelaya yazmış: Tuvalet, wc, ayakyolu, hela, kenef…
Zil Kale, Fırtına Deresi'nin batı
yamaçları üzerinde kurulmuş bir kale. Kalenin üzerinde inşa edildiği
sarp kaya denizden yaklaşık 750, dere yatağından 100 metre
yükseklikteymiş. Hemşin yöresi İlhanlılar zamanında fethedilmiş.
Osmanlıların döneminde askeri amaçla kullanılmış. Kalede bulunan Osmanlı
döneminden kalma iki el topu Trabzon Müzesi’ndeymiş. Restorasyon
çalışmasından dolayı kaleye giremedik.
Palovit Şelalesi
Zil Kale'den Palovit Şelalesi 3-4
km. uzaklıkta. Minübüslar oraya kadar çıkabiliyor. Yolun yarısı arnavut
kaldırımı, kalanı ise toprak. Şelale yaklaşık 15-20 metrelik bir
mesafeden dökülüyormuş. Heyelandan dolayı yol çalışması yapıldığı için
şelaleyi de göremedik. Döndük geriye. Dönüşümüzde bir başka yol
çalışmasına rastladık. Toprak kayması olmuş. Temizliyorlar. Yol açılsın
diye beklemeye başladık. 2 saat beklememiz gerektiği söylendi. Neyse ki
Emin ve Yasin gidip konuştu polislerle. 15 dakika çalışmalarına ara
verdiler, hızla geçtik o taşların üzerinden. Acelesinden Recai taşların
üzerine düştü. Korktuk. Aşağısı uçurum. Bizler o tehlikeli geçişi
eğlence olarak görme cehaletine düştük. Düşenlere yardım edeceğimize
onların fotoğraflarını çekmekle meşgul olduk. Toplu gezilerde
çocuklaşıyor insan. Eğelenceli geliyor.
Bu arada zorunlu molayı fırsata
çevirenler de vardı. Restorana demir atmışlar. Kuru fasulye yiyiyorlar.
Erol mert’ten bahsediyorum. Sonra da fotoğraf çekilirken ’ Göbekten
yukarı çekin.’ diye tembih ediyor...
Mucidin Yeri
Palovit Şelalesi’ni göremeden
dönüyoruz. İniş aşağı, dereboyu, çam ormanlarının çıkardığı hışırtılı
sesler eşliğinde yürüyoruz. Minibüslere bindiğimizde yorulduğumuzu
hissettik. Bu mutluluk veren bir yorgunluk. Hedefte Ayder Yaylası var.
Yol üzerinde yörenin tanınmış simalarından Mucit Mustafa’nın
Restoranına uğruyor ve Karadeniz insanının girişimciliğine hayran
kalıyoruz. Mucid burada kendi imkânlarıyla elektrik üretmiş, değirmen
yapmış. Kendi ihtiyacı olan unu da bu değirmende öğütüyor. Mini bir
hayvanat bahçesi var. Hemen yukarısında şelale. Öğle yemeğini burada
yiyoruz. Karadenizlilerin vazgeçilmezi muhlama da var menüde, lezzetli,
severek yedik, hani derler ya “parmaklarımızı yedik” diye, sanki bu
deyim mucidin muhlaması için söylenmiş… Bal da üretiyor mucid. Ama
oldukça pahalı. Mucidin dediğine göre gerçek Ayder balı pahalı olurmuş.
Bu baldan almak için sıraya girdik. Alışverişten sonra ver elini Ayder
yaylası.
Ayder yaylası
Çamlıhemşin'den 17 km. uzaklıkta.
Kaçkarlar denilince ilk akla gelen yerlerden birisi. Trabzon’a 165
Rizeye 95 km. uzaklıktaymış. Deniz seviyesinden yüksekliği 1350 metre.
Yayla, yaz kış binlerce ziyaretçiye ev sahipliği yaparmış. 1994 yılından
bu yana Milli park olarak koruma altına alınmış. Alınmış alınmasına da,
yayla, yayla olmaktan çıkmış. Tamamen turistik bir merkez haline
gelmiş. Pansiyon ve otel dolu. Arap turistler mekan tutmuşlar burada da.
Peçeli kadınları her yerde görmeniz mümkün. Erkekleri otelde uyuyor
olmalı. Birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. Ben niçin fotoğraf
çektiklerini, çekildiklerini merak ettim doğrusu. Sadece gözler açık.
Foğraftaki şahsın kim olduğu belli değil.
Trabzon’da aldığımız mısır ekmeği
bitti. Ayder de aradık bulamadık, sadece beyaz somun satıyorlar.
Esnafın derdi zahmetsiz para kazanmak. Yöreyi tanıtmak gibi bir dertleri
yok. Tıpkı Berlin Büyükelçiliği’ndeki yemek ihalelerini alan esnaf gibi. Aynı fay hattı üzerinde mekan tutan egoistler bunlar.
Ancak Ayder’in kömürde pişirilen
kahvesine diyecek bir şeyimiz yok. Mükemmel. 1,2,3. Hatta 4 tane
içenimiz oldu. Temel amca kızıyla birlikte çalışıyor, yine
yetiştiremiyorlar. Kahve içmek için uzun süre bekledik. Kızı güleryüzlü
biri, ama temel amca öyle değil. Lafı ağzından kerpetenle alıyoruz…
‘Kahveniz nasul olsun?’ Alun…
Yaylanın aşağısında, termal
kaplıcaların kenarında bir cami var. Öğle ile ikindi namazını cem ederek
kıldık burada ve peşi sıra hemen yola koyulduk.
Batum
Batum, 1564′te Kanuni Sultan
Süleyman döneminde Osmanlılar tarafından fethedilmiş ve 314 yıl süreyle
Lazistan Sancağı’nın merkezi olmuş. Daha sonra, Ayastefanos ve Berlin
Antlaşmaları ile şehir Rusya’ya bırakılmış. Şimdi Gürcistan’ın sınırları
içinde.
Gürcistan Tarih boyunca Roma,
Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı ve Rus akınlarına maruz kalmış. Nüfusun
%60’ını Hristiyan Ortodokslar, %35’i Müslümanlar ve %5’ini de diğer
dinler oluşturuyor.
Ülkeye girişte ilaç yasağı var.
Yanınızda Aspirin bile geçiremiyorsunuz. Biz ilaçlarımızı dışarda
şoförün tanıdığı bir dükkâna bıraktık. Geri kalmışlık böyle bir şey.
Apsaros Kalesi (Batum)
Roma döneminde yapılmış kale,
denizle nerdeyse sıfır noktasında kurulmuş. Kale, Roma, Arap, Osmanlı ve
Rus hâkimiyetine geçmiş. Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz
Matthias’ın anıt mezarı ile bir Osmanlı hamamı kalede görebilecekleriniz
arasında. Kalenin bahçesinde bir de Osmanlı Mezarlığı bulunuyor.
Orta Camii (batum)
Batum’da ayakta kalan tek camiymiş.
Burada Ahıska Türklerinden Gül Ali amcayla tanıştık. Bizi görünce çok
mutlu oldu ve duygulandı. İlhami ona biraz maddi yardımda bulundu,
neredeyse gözlerinden yaş gelecekti. Allah kabul etsin. Gül Ali amca çok
güzel Türkçe konuşuyor. Çocukları Türkçe’yi unuttukları için oldukça
dertli. 3 kişi daha vardı caminin avlusunda, onlar Acara
Müslümalarındanmış. Rasül, Zülkarneyn ve Miraç amcalar. Dünya yıkılsa
umurlarında değilmiş gibi oturuyorlar. Gül Ali’nin gösterdiği sıcaklığı
onlar göstermediler.
Caminin hemen yanındaki Türk
restoranında yemeklerimizi yedik. Çalışan bayanlardan biri başörtülü,
sorduk Gürcü müsün Acara mısın, Türk müsün? “Hiçbirisi, ben Ermeniyim.
Din olarak Müslümanlığı seçtim. Asıl mesleğim rehberlik. Başörtülü
çalışmama müsaade etmedikleri için burada garsonluk yapıyorum. Ailem de
beni dışladı. Az kazanıyorum ama dinimin emirlerini yaşama imkânım var.
Allah bereketini veriyor.” Batum’da Ermeni kızından ibretlik bir ders.
Botanik Bahçesi (Batum)
Botanik bahçesi Batumun merkezine
9 km. uzaklıkta. Dünyanın en büyük botanik parkları arasında yer
almaktaymış. Botanik bahçesini gezmek en az 3 saat sürermiş. Yasin sıkı
sıkıya tembih etti. “Sakın gruptan ayrılmayınız, kaybolursunuz.“
İki kafadar, Nusret ile İlhami’nin
canı sıkılmış olacak ki, tenbihe kulak asmamışlar. Hızlı bir şekilde
bahçeden çıkmak istemişler. Ormanda koybolunca da bu isteklerine
ulaşamamışlar. Yanlış kapıdan çıkmışlar. Yokluklarını farkettiğimizde
biz ana çıkışa yaklaşmıştık. Yasin diğer çıkış kapılarına telefon ederek
onları buldu. Gelmelerini beklemedik. Bilhassa Emine hanım acele
etmemizi istedi. Hava kararmadan teleferikle, kuş bakışı Batum’u
seyretmek istiyordu. Onlar arkamızdan taksi ile teleferiğe geldiler.
Aksilik olacak ya; hava yağmurlu olduğu için teleferiğe burada da
binemedik. En çok üzülen Emine Hanım oldu. Hem Ordu da hem de Batum’da
teleferik hayelleri kuruyordu. İkisi de olmadı.
Hopa
Akşam Hopa’da kaldık. Otelimiz idare
eder cinsinden. Küçük bir şehirde bu kadarına da şükür demek lazım.
Hopa Kazım Koyuncu’nun ilçesi. Yakalandığı amansız hastalık yüzünden
2005 yılında aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu. Karadeniz Rock’ının genç
efsanesi. Otelimizin tam karşısında heykeli var. 34 Yaşında hayatını
kaybetmiş.
Sırada Artvin, Ardahan ve Kars var. Ani harabeleri var.
Devam edecek
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder