31 Aralık 2024 Salı
YENİ YIL 2024 YILINDAN 2025 e GEÇİŞ
2024 YILI İTİBARİYLE, ALMANYA'DA MÜSLÜMANLARA VE MÜSLÜMANLARIN İBADETHANELERİNE YÖNELİK ÇEŞİTLİ SALDIRILAR VE WEINACHTSMARKTLARA YAPILAN SALDIRILARIN FATURASININ İSLÂM’A KESİLMESİ..
Rüştü KAM
Sevgili okuyucularım, ben de 2024 yılından 2025 yılına geçerken bir değerlendirmek yapmak istedim. Bu gece eğleneceksiniz. Hindiler yiyeceksiniz. Abartılı kutlamalar yapanlarınız olacak. Çamları süsleyeceksiniz. Bunun için kapitalizmin istediği harcamaları çoktan yaptınız bile. Ne yaptığınızı, niçin yaptığınızı bilerek yaparsanız tüm bunları sorun yok. Herkes yapıyor ben de yapayım diye yaparsanız sıkıntı var demektir. Şuursuzca yapılan işler sonucunda bedeller ödemek zorunda kaldığımız zamanlar çok olmuştur. İbret alınmamışsa başımıza daha çok sıkıntılar gelecek demektir. Ben yeni yılınızı kutlamayacağım. 2024 yılının dünyada Müslümanlar açısından nasıl bir grafikle sona erdiğini sizlerin değerlendirmesine bırakarak 2025 yılının Müslümanlar açısından hayırlar getirmesini Mevlam’dan temenni edeceğim.Ve siz okuyucularımdan 2024 yılında Almanya’da Müslümanların başına neler gelmiş bir göz atmanızı istirham edeceğim. Okuyalım:
2024 Yılında Almanya
2024 yılı itibariyle, Almanya'da Müslümanlara ve Müslümanların ibadethanelerine yönelik çeşitli saldırılar düzenlenmiştir. Maalesef saldırıları gerçekleştiren gerçek saldırganlar bulunamamıştır. “Saldırıyı bu kişi yaptı” diye takdim edilenler de Müslümanlar tarafından inandırıcı bulunmamıştır. Ayrıca Hristiyanların yaptığı teröre Hristiyan terörü denilmezken, "İslamcı terör" kavramının kullanımı da Müslümanları rahatsız etmiştir, etmektedir.
Müslümanlara ve İbadethanelerine Yapılan Saldırılar:
Almanya, son yıllarda özellikle camilere ve Müslümanlara karşı gerçekleştirilen ırkçı saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Bu tür saldırılar, genellikle aşırı sağcı grupların ve bireylerin motivasyonları ile gerçekleşmektedir. 2024 yılında, camilere yapılan saldırılar, Müslümanlara yönelik saldırılardır. “Seni almanya’da istemiyoruz, defolun gidin saldırısıdır.” Bu durum, Almanya’daki Müslümanlar için tehdit oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, sosyal medya üzerinden yapılan nefret söylemleri ve tehditler de işin tuzu biberi olmuştur, olmaktadır.
Müslümanlara Fatura Edilen Cinayetler ve Saldırılar:
Almanya’da, bazı saldırılar da islâm ülkelerinden gelen birilerine fatura edilmektedir. Bu cinayetler veya saldırılar, "İslamcı terör" olarak nitelendirilmeye çalışılsa da, bu tür saldırıların motivasyonları daha karmaşık ve çeşitli olabilmektedir. Her durumda, cinayet ve saldırıların, Müslümanlara fatura edilmesi, Alman devlet kurumlarına olan güveni sarsmakta ve toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmektedir.
İslamcı Terör Kavramının Yanlışlığı:
"İslamcı terör" ifadesi, terörizmin İslâm dini ile ilişkilendirilmesi anlamına gelir. Bu terimin bu şekilde yanlış ve tehlikeli kullanımı, tüm Müslümanları suçlu gibi gösterme eğiliminden olsa gerektir. Müslümanları potansiyel suçlu olarak göstermek demektir. Terörizmin, bir ideoloji veya dini inançtan bağımsız olarak tanınlanması gerekir. İslamcı terör ifadesi ile tüm Müslümanların terör ile ilişkilendirilmesi, demokratik Almanya'ya hiç yakışmamaktadır. Bu şekildeki yaklaşımlar, toplumsal önyargıları ve ayrımcılığı da körüklemektedir. Bu, özellikle Almanya gibi çok kültürlü toplumlarda, Müslümanların daha fazla dışlanmasına, şiddete ve önyargılara maruz kalmalarına yol açabilir. Yanlıştır.
Almanya, Ülkesinde Yaşayan Müslümanlara Yönelik Nefret Söylemlerine Yol Vermemelidir:
Almanya’da yaklaşık 6 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu rakam ülkenin kültürel ve toplumsal çeşitliliğine önemli bir katkı sağlamaktadır. Demokrasinin kurallarına bağlı olarak bildiğimiz Almanya, her bireyin temel haklarını ve özgürlüklerini korumakla yükümlüdür. Müslümanlar da bu haklardan yararlanmalıdır. lrkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemlerinin muhatabı olmamalıdırlar.
Bir siyasi parti olan AfD (Almanya için Alternatif), göçmen karşıtı ve ırkçı söylemleri ile dikkat çekmektedir. Bu tür partiler, toplumsal barış ve uyum açısından tehdit oluşturabilir. Almanya, gelecekte kendisini zor durumda bırakacak bu tehlikelerden, içinde yaşayan 26 miyon yabancı kökenli insanların haklarını korumak için gerekli adımları acilen atmalıdır.
Irkçı ve ayrımcı söylemlerin önlenmesi, Müslümanların dışındaki diğer yabancıların ve din mensuplarının da haklarının korunması, sadece devletin değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarının, eğitim kurumlarının ve toplumun geniş kesimlerinin de görevidir.
İslamofobi, Yani İslam'a Karşı Duyulan Korku, Önyargı Ve Nefreti Tetikleyen Yayınlar Ve Söylemler, Toplumsal Barışı Tehdit Eden Önemli Faktörlerdir:
İslamofobi, Müslümanlara yönelik önyargı, ayrımcılık ve şiddet anlamına gelir. Bu kavram son yıllarda Almanya genelinde sıkça kullanılır olmuştur. Dolayısıyla, özellikle medya, sosyal medya platformları ve bazı politik figürler tarafından da aynı oranda kullanıldığı için, geniş kitleler üzerinde yanlış algılar oluşmaya başlamıştır ve farklılıklar tehdit olarak hedefe konmuştur. Bunun sonucunda, İslam ve Müslümanlar tanınmadan, bilinmeden, önyargı ile yargılanarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Yargısız infaz.
İslamofobiye karşı durulması ve bu tür söylemlerden vazgeçilmesi; daha sağlıklı, hoşgörülü ve adil bir toplum inşa edilmesine yardımcı olacaktır. Ayrıca, kültürel çeşitliliği önemsemek ve insanlar arasında anlayış ve saygıyı teşvik etmek önemlidir. Bu bağlamda, medya kuruluşları, liderler ve bireyler, toplumda nefret söylemlerine karşı durmalı, daha pozitif ve kapsayıcı dil kullanmaya özen göstermelidirler.
İşte ülke genelinde İslamofobiye karşı atılabilecek bazı ciddi adımlar:
1. Eğitim ve Bilinçlendirme Kampanyaları: İslamofobiyi engellemek için toplumda hoşgörü ve farklılıklara saygıyı teşvik eden eğitim programları düzenlenebilir. Okullarda ve üniversitelerde İslam ve diğer inançlara dair doğru bilgi verilmeli, önyargıların ve yanlış anlayışların önüne geçilmelidir.
2. Medyanın Rolü: Medya, toplumsal algıyı şekillendiren önemli bir araçtır. Medya kuruluşları, Müslümanları ve İslam'ı olumsuz bir şekilde betimleyeci haberlerden kaçınmalı ve çeşitliliği ve hoşgörüyü teşvik eden içerikler üretmelidir. Ayrıca, medyada İslamofobiye karşı duyarlılık yaratacak düzenlemeler yapılmalıdır.
3. Toplumsal Diyalog ve Entegrasyon: Farklı dini inançlara sahip insanlarla toplum içinde düzenlenecek etkinlikler, diyalog platformları ve kültürel değişim programları, İslamofobinin azalmasına yardımcı olabilir. Bu tür platformlar, insanların birbirlerinin kültürlerini, inançlarını ve yaşam tarzlarını daha iyi anlamalarına imkan tanır.
4. Hukuki Düzenlemeler: İslamofobik saldırılar, ayrımcılık ve nefret söylemi gibi suçların cezalandırılmasına yönelik yasal düzenlemeler güçlendirilebilir.
5. Dini Özgürlüklerin Korunması: Her bireyin dini inançlarına saygı gösterilmeli ve dini özgürlüklerin güvence altına alındığı bir ortam yaratılmalıdır. Bu, cami ve diğer dini mekanların güvenliği için önlemler almayı da gerektirir.
6. Sivil Toplum Kuruluşlarının Güçlendirilmesi: İslamofobiyle mücadele etmek için sivil toplum kuruluşlarının (STK) aktif bir şekilde rol alması gerekir. STK'ler, toplumsal farkındalık yaratma, eğitimler düzenleme ve İslamofobiyi teşvik eden davranışlara karşı kampanyalar yürütme konusunda etkin olabilirler.
7. Politikacıların Sorumluluğu: Siyasetçiler, toplumu birleştirici, kapsayıcı bir dil kullanarak, önyargıları pekiştiren değil, azaltan açıklamalar yapmalıdır. Aynı zamanda, İslamofobiye karşı kamuoyunda güçlü bir duruş sergileyerek, toplumu hoşgörüye ve barışa yönlendirmelidirler. Aksi uygulamalar, söylemler Almanya'da yaşayan topluma zarar verir. Yazıktır, günahtır. Tarihten ibret almak gerekir.
Sonuç olarak,
İslamofobiyi engellemek, yalnızca Müslümanların değil, tüm toplumun huzuru için önemlidir. Bu tür adımlar, uzun vadede daha barışçıl, eşitlikçi ve hoşgörülü bir toplumun temellerini atmaya yardımcı olacaktır.
2024 yılında Almanya'da Müslümanlara ve ibadethanelere yönelik olarak yapılan saldırılar, toplumsal bütünlük ve dini özgürlük açısından büyük bir endişe kaynağı olmuştur. Aynı zamanda, "İslamcı terör" gibi genellemelerin de yanlış kullanımı, Müslümanlara yönelik toplumsal önyargı ve dışlanmayı artırmıkştır. Bu tür kavramların dikkatli bir şekilde kullanılmaması, toplumsal huzursuzlukları daha da derinleştirebilir.
Dikkatli olmak gerekir. Tüm kışkırtmalara ve saldırılara ve işlenen cinayetlere rağmen Müslümanların bugüne kadar oyuna gelmemeleri sevindiricidir. Alkışlanacak bir durumdur. Bundan sonra da oyuna gelmeyeceklerine olan inancım tamdır...Almanya bizim de ülkemizdir.
26 Aralık 2024 Perşembe
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN 25. YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE 2025
TÜRK EĞİTİM DERNEĞI’NİN 25. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE
Rüştü KAM
25.12.2025
Türk Eğitim Derneği, 25 yıl önce bir yola girdi, eğitim alanında farkındalık oluşturmak için girdi bu yola. O farkındalığı oluşturdu da.
Milenyumda dünya şirince köyüne giderek kıyametin kopmasını beklerken bizler neslimizin geleceğini inşa etmek için Türk Eğitim Derneğini kurarak geleceğimize yeni bir kapı açmakla meşguldük ve o kapıyı açtık. Beş inanmış insanın önderliğinde kurulan derneğimiz, geride bıraktığımız çeyrek asır boyunca sayısız etkinlik, organizasyon ve projenin altına imza atmıştır.
Geride bıraktığımız 25 yıl içerisinde, eğitime verdiğimiz destekle, gençlerimize ve çocuklarımıza sunduğumuz dershane hizmetlerimizle, onların başarılarına katkıda bulunmanın haklı gururunu yaşadık.
Cuma okumaları ile hem dini hem de tarihi bilgiye ulaşarak kültürel değerlerimizi ve yakın tarihimizi, manipüle etmeden genç nesillere aktarmaya çalıştık. Bizim olana, bizden olana sahip çıktık.
Eğitim, bireylerin ve toplumların kalkınmasının teminatıdır. Bir toplumun geleceğini inşa etmek, sadece ekonomik ve teknolojik gelişmelerle mümkün değildir; kültürel değerlerin, dilin, tarihsel mirasın, milli bilincin korunması ve geliştirilmesi gerekir, bu da ancak eğitimle mümkündür.
Amacımız, Türk kültürünü, tarihini, dilini ve dinini bulunduğumuz bu coğrafyada yüceltmekti. Çocuklarımıza ve gençlerimize çağdaş bir eğitim anlayışı sunmaktı. Toplumsal gelişimi desteklemek ve bireyleri donanımlı hale getirmekti. Getirdik mi? Tam olarak getirdik diyemem ama en azından getirmek için mücadele ettik. Maddi ve manevi olarak mücadele ettik. Malımızla ve canımızla yaptık bu mücadeleyi.
25 seneden beri yollardayız. Bu yolda yürürken ayağımıza dikenler battı, yollarımızı kesenler oldu, taşlandık, hakaretlere uğradık. Ama yılmadık. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın demedik.”
Nerede olduğumuzu çok iyi bildiğimiz için nereye gideceğimizi bilinçli bir şekilde tayin edebildik. Hedeflerimiz büyüktü,hâlâ büyüktür. Hedeflerimiz bulunduğumuz coğrafyaya ve o coğrafyanın şartlarına uygun olarak değişti, değişiyor ve gelişiyor. Hedeflerimizi devamlı aktif halde tuttuk. Adam aldırmadan geç git demedik aldırdık. Çiğnemedik ama çiğnendik. Buna rağmen hakkı tuttup kaldırdık.
Eğitimde en büyük sorunlardan biri, okul-veli-öğrenci ilişkileridir dedik. Derneğimiz, bu ilişkileri güçlendirmek ve yaşanan ve yaşanabilecek problemleri çözmek adına, rehberlik hizmetleri sunarak, eğitimdeki verimliliği artırmaya yönelik çalışmaların altına attı. Okul, veli ve öğrenci arasındaki problemlere çözümlerler üretti.
25 seneden beri her hafta düzenlediği cuma okumalarıyla, katılımcıları bilinçlendirmeyi kendine görev bildi. Onlarca kitap okuduk. Bu okumalar katılımcılara çok şeyler kazandırdı. Özgüvenlerini artırdı.
Türkçe dilinin korunması ve geliştirilmesini sağladı. Böylece, Türkçeyi de doğru ve etkili kullanmayı öğrendik. Kültürel mirasımızı geleceğe taşımak adına önemli adımlardı bunlar.
Kültürel mirasımızı yaşatmak için geziler düzenledik. Bu geziler ile, kültürel bağlarımızı güçlendirmek istedik. Bu geziler, halkımızın hem tarih bilincini artırmak hem de öğrenilen bilgilerin kalıcı olmasını sağlamak için düzenlendi. Türkiye’yi 13 bölgeye ayırdık. Bu bölgeleri rehber eşliğinde gezdik. Gezimizin adı “Türk Eğitim Derneği Kültür ve Araştırma Gezisi”dir.
Ayrıca, düzenlediğimiz gezilerle sadece Türkiye’nin farklı bölgelerini değil, aynı zamanda Balkanlar gibi tarihimizin önemli noktalarını da ziyaret ederek kültürel ve tarihi bağlarımızı güçlendirmeye çalıştık.
Önümüzdeki yıl nisan ayında Türk ve İslam medeniyetinin temellerinin atıldığı Özbekistan’a gideceğiz.
Ata Yurdumuzu ve atalarımızdan bizlere bırakılan mirasımızı yerinde görmeyi ve keşfetmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz.
Sanat alanında düzenlediğimiz şiir okuma günleri, saz ve ney kursları, sıra geceleri gibi etkinliklerimizle toplumsal birlikteliği ve kültürel mirasımızı yaşatmaya çalıştık.
Ayrıca, Almanya’yı ve Avrupa’yı da tanımak istedik. Avrupa ülkelerinden bazılarını gezdik. Almanya’dan başladık gezmeye. Önce Waimar’dan başladık Almanya’yı gezmeye. Toplama kamplarına gittik. Almanya’da Türk izlerinin peşine takıldık. Müzeleri gezdik. Her gezimiz, geçmişle bağ kurarak geleceği inşa etme yolunda önemli birer adım oldu.
Her yıl düzenli olarak konferanslar ve seminerler organize ettik. Seminerler ve konferanslar, eğitimdeki güncel gelişmeleri takip etmemizi ve toplumu bu gelişmelerle buluşturmamızı sağladı. Yeni yeni bilgiler koyduk heybemize.
Rutin olarak her yıl eğitim kampları düzenledik. Böylece ailelerin de bir araya gelerek kaynaşmasını sağladık. Çeşitli aktivitelerle çekici hale gelen eğitim kampları, iple çekilen etkinlik haline geldi. Bu kamplarda üç gün boyunca konuların uzmanlarını dinledik. Alacağımızı aldık onları da heybemize koyduk.
Almanya'nın ilk Türk kütüphanesini kurduk. Şu anda içinde bulunduğunuz Kütüphaneyi her bireyin erişebileceği, bir eğitim yuvası haline getirdik. Bugün itibariyle kütüphanemizde yaklaşık 13.000 eser bulunmaktadır
Bir dergi çıkardık. Mocca Dergisi, hem Türkçe hem de Almanca yayınlanan, derneğimizin misyonunu ve vizyonunu geniş kitlelere ulaştıran önemli bir yayın organımızdır. 44. Sayısı ocak 2025 tarihinde okuyucusuyla buluşacaktır. Dergi, halkımızla aramızda bir köprü konumundadır. Halkımıza, sunduğumuz bilgilerle farklı perspektifler kazandırmayı amaçladık. Geldiğimiz yerden baktığımızda yapılması gerekenleri yaptığımız kanaatindeyiz. Gücümüz ölçüsünde elbet. Mocca dergisi her üç ayda bir yayınlanır. Bu dergimizin okuyucusuyla buluşması için gayret sarf eden arkadaşlarımıza, mütercimlerimize, yazarlarımıza, reklamlarıyla destek olan İş Adamlarımıza huzurlarınızda teşekkür ediyorum.
Türk Eğitim Derneği olarak, dini ve milli bayramlarımızı büyük bir coşku ve saygı ile kutladık. Kurban bayramlarımızı sokak şenliği şeklinde kutlayarak halkımıza ve Alman komşularımıza daha yakın olmak istedik. Olduk da. Yaklaşık 10.000 kişiye hitap ettik. Kurban etlerimizi pilav üzerinde yanında ayranıyla birlikte ırk, din, dil ayrımı yapmaksızın tüm Berlinlilerle paylaştık. Toplumsal birlikteliği pekiştirmek için yaptık bunu.
Bu etkinlik, halkımızı Alman komşularımızla bir araya getiren, sosyal dayanışmayı pekiştiren önemli bir buluşma noktası oldu.
Ayrıca Aşure geleneğimizle de halkla bütünleşmeye çalıştık. Aşureyi de halkımızla ve Alman komşularımızla paylaştık. Sokakta pişirerek sıcak sıcak gelene de geçene de ikram ettik.
Müslümanların Ehli Kitap ile birlikte faaliyetler yapma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk Allah buyruğudur. Bu buyruğu esas alarak kiliseler ile etkinlikler düzenledik. Toplumsal hoşgörü ve birlikte yaşama kültürünü pekiştirmek adına, kiliselerle ortaklaşa düzenlediğimiz bu etkinlikler, farklı inançların bir arada nasıl huzur içinde yaşayabileceğinin en güzel örneğidir. Bu etkinlikler ile, hoşgörü temelinde özellikle Hristiyanlarla ve diğer din mensuplarıyla kucaklaştık. Gönül bağlarımızı güçlendirdik.
Velhasıl;
Türk Eğitim Derneği, geçen çeyrek asır boyunca her geçen gün daha büyük bir güçle ve kararlılıkla, eğitimdeki farkındalığı artırmayı, toplumsal bilinci yükseltmeyi, kültürel değerlerimizi yaşatmayı ve insan haklarına saygılı bir toplum oluşturmayı kendine görev edinmiştir. 25 yıl önce çıktığımız bu yolculuk süresince bir gün bile “öf” demedik. , Hep birlikte, bu değerli misyonu gelecek nesillere taşımaya bundan sonra da devam edeceğiz.
Diyeceksiniz ki, bu kadar işin altından nasıl kalkıyorsunuz. Evet zor bir zanaat. Ama inanırsanız, irade beyan ederseniz Allah yardım ediyor. En zor günümüzde bir yerlerden imkan doğuyor ve kervan yürüyor. Bizim tek bir adım attığımız zamanlar çok oldu, baktık ki Allah söz verdiği gibi bize koşarak geliyor. Ne saadet.
Bizimle ilgili eleştiriler de oldu, yolumuzu kesmek isteyen de oldu, bilhassa bu coğrafyanın şartlarını göz önünde bulundurarak açıkladığımız dini düşüncelerimizden dolayı eleştirildik. Bu eleştiriler bizlere can suyu oldu. Eleştirilmeseydik bir şeyler yapmamış olurduk. Ben huzurlarırınızda o molla Kasımlara da teşekkür ediyorum.
Bu önemli günümüzde bizimle birlikte olduğunuz ve mutluluğumuzu paylaştığınız için hepinize teşekkür ediyorum.
Ben ve dostlarım bizler geleceğe umutla bakıyoruz. Geniş vizyonumuz ve inancını kaybetmeyen ekibimizle daha nice başarılı projelere imza atmayı hedefliyoruz. Bugün, 25 yıllık başarı hikâyemizin ardında, emeği geçen herkese, üyelerimize, gönüllülerimize ve bu yolda bizimle yürüyen dostlarımıza yürekten teşekkür ediyorum.
Son olarak derim ki; derneğimizin her kademesinde görev yapan ve genç yaşta aramızdan ayrılan kardeşlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum. Onlar için Allah'tan rahmet diliyorum. Onlar görevlerini layıkıyla yaptılar. Bizler şahidiz. Mevladan şahitliğimizin kabulünü diliyorum. Ruhları şâd olsun.
19 Aralık 2024 Perşembe
BERLİN'DE GAZETECİLER TOPLANDI
BERLİN’DE GAZETECİLER TOPLANDI (18.12.2024)
Rüştü Kam
T.C.Berlin Basın Müşaviri Hasan Kocabıyık, Berlin’de hizmet veren yerel ve ulusal Türk gazetecileri 18 Aralık akşamı saat 18 de bir masa etrafında topladı. Duayen Gazeteci Ahmet Külahçı başta olmak üzere Berlin‘de halkımıza hizmet vermek için zor şartlarda çalışan arkadaşlarımız oradaydı. Kocabıyık’ın açış konuşmasının ardından gazeteciler kısa kısa kendilerini tanıttılar. Dertli olduklarını anlamak için başka şahide gerek yoktu. Her hallerinden belliydi sıkıntıları. Ama yüzleri de gülüyordu. Çünkü, Karşılıksız hizmet vermenin mutluluğunu yaşıyorlardı.
Mesleki zorluklarından bahsettiler. Sıkıntılarının ortak noktası nedir denilirse; ekonomik sıkıntılardan derim.
Berlin’de gazetecilik yapmak hem zordur hem de kolaydır. Kolaydır, çünkü Berlin’de haber çok fazladır, gazeteci de haber kaynaklarına çok kolay ulaşır. O kadar fazla haber vardır ki; gazeteci bazılarını atlatmak zorunda bile kalır. Ulaşım da kolaydır.
Zordur, çünkü gazeteciler; -devlet kurumlarından veya başka kaynaklardan maaş alanlar hariç-, gazetelerini veya dergilerini okuyucularıyla buluşturmak için ekonomik sıkıntı içindedirler. Bir taraftan haberi veya köşe yazarını bulmak için gayret sarf ederlerken öbür taraftan o sayının baskı parasını, tercüme parasını nasıl bulacaklarının sitresi altındadırlar. Bazı sayılar, borç alınan paralarla okuyucusuyla buluşturmaya çalışılır. Acıdır ama gerçektir.
Bu sıkıntı magazin dergileri için de geçerlidir. Onlara magazin dergileri demek de zordur elbet. Ama güçleri o kadarına yeter. Magazin dergisi-gazetesi deyip geçmemek lazımdır. Zor bir iştir. Gerçek bir magazin dergisinin çıkarılması bedel ister. O beli ödemek kolay değildir.
Velhasıl Berlin’de gazeteci olmak zor zanaattır.
Berlin halkına hizmet veren gazeteciler resmi ve gayri resmi kurumlardan maaş almazlar. İstisnalar vardır. Aldıkları reklamlarla hem gazetelerini veya dergilerini finanse ederler hem de ekmek paralarına destek bulmaya çalışırlar. Tabiki para kalırsa.
Berlinli İş Adamları bu konuda onların tek destekçileridir. Onların verdikleri reklamlarla ayakta dururlar. Ben, bir yerel gazeteci olarak onların en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsine teşekkür ederim ve önlerinde saygıyla eğilirim.
Para verdikleri için değil; halkımıza hizmet veren, bilhassa Türk dili konusunda hizmet veren gazete ve dergileri destekledikleri için iliklerim ceketimin düğmesini önlerinde. Onların desteği olmasa yerel gazetelerin ve dergilerin hiç birisi okuyucusuyla buluşamaz.
Ancak bu konuda duyarlı olmayan İş Adamlarımız da vardır. Parayla dans eden İş Adamlarımızdır bunlar; “Benim reklama ihtiyacım yok” diye cümle kurabilen İş Adamlarımızdır bunlar. Oysa, parayı da gazetecilerin; Türkçe dilini, gelenek ve göreneklerini, dinleri unutmasınlar diye yırtınan gazetecilerin, hizmet verdiği insanlarımızdan kazanırlar.
Bilinmesi gereken bir mesele daha var: Anadolu Ajansı ve TRT direkt olarak Almanya halkına hizmet vermez. Onların yüzü Türkiye‘ye dönüktür. Varlık amaçları odur zaten. Vazifelerini iyi yaptıkları sürece şahıs olarak onları da tebrik etmek, gözlerinden öpmek lazımdır. Vazifelerini kötüye kullanan nice gazeteci gördü bu gözler. Devletin parasını çarçur eden ve amacına uygun iş yapmayan gazetecilerden bahsediyorum.
Kurumlarına gelince, o kadar ki; o kurumlar, yerel gazetecilerin ihtiyacı olan haber ve fotoğraf desteğini bile vermezler, parayla satarlar. Bu büyük bir ayıptır. Türk halkına saygısızlıktır. Kendi değerlerini kaybetmemek için paralanan insanımızdan, halkımızdan, diasporadan bahsediyorum. Ayıptır, günahtır. Oturup ağlamamız gereken bir durumdur bu. Dizlerimizi dövmemiz gereken hazin bir durum.
Sözün özü; Almanya’da halka hizmet sunan, yerel gazetecilerdir. Yalnız bırakılanlar da onlardır. Lazım oldukları zaman kullanılanlar da onlardır. Sorumsuz sorumluların kaderlerine tekettikleri gazeteciler de onlardır...
Evet bütün bu olumsuzluklara rağmen; biz vatanımızı severiz. Milletimizi severiz. Dinimizi severiz. Kültürümüzü severiz. Devlet büyüklerimize saygımız sonsuzdur. Basın Müşavirinin çağrısına da sırf bu nedenle gittik. Devlet millet elele düşüncesi. Ancak aşk tek taraflı olmuyor ki; …
Bir şey daha var. Konu gazetecilikle ilgili değil ama yazmam gerekiyor. Ben Türklerin yaptıkları toplantılarda özellikle de resmi toplantılarda ÇAYKUR çayının içilmesini isterim. Yıllardan beri bu arzumu her fırsatta dile getiririm. Benim çağrıma kulak verenler oldu elbet. Mesela; Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen gibi. Başka bir makam sahibi ve dernek başkanı maalesef bu sesime kulak vermedi.
Akşamki toplantıda ÇAYKUR çayı içmek isterdim. Ama içemedim. Daha da kötüsü, “biz de Türk çayı demliyoruz” dediler. Türk çayı dedikleri çay, üzerinde markası türkçe yazılan, Almanya’da harmanlanan ve paketlenen çaylardır. Onlar Türk çayı değildir, Türk çayı ÇAYKUR çayıdır. Allah aşkına, kendi ülkesinin değerlerine sahip çıkamayan bizlerden ve bizim gibilerden kime ne fayda gelir ki;…
Not: Ben Karadenizli değilim, Denizliliyim. Çaykur’dan da destek almıyorum…
15 Aralık 2024 Pazar
ÖZBEKİSTAN; TÜRK VE İSLAM MEDENİYETİNİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI TOPRAKLAR (IV)
-Ata Yurdumuz; bilinenlerin ve öğretilenlerin aksine, ünü bugünlere kadar gelen İmam Matürîdi, Uluğbey, Ali Kuşçu, Devletşah Semerkandi gibi yüzlerce ulema ve bilim insanı bu topraklarda yetişmiştir-
Rüştü KAM
SEMERKANT
Semerkant, milâttan önce 535 yılında Pers Hükümdarı (MÖ 590-529) Büyük Cyrus tarafından, ipek yolunun üzerinde kurulmuş bir şehirdir. Cyrus; insanlığın bilinen ilk insan hakları beyannamesi olan cyrusun silindirini yayınlamış olan Pers Kralıdır. Kendisi aynı zamanda Pers İmparatorluğunun kurucusudur. Medleri devirip persleri iktidara getirmişdir.
Semerkant, Zerefşân nehri kenarına kurulmuş bir şehirdir. Seyyahların cennete benzettikleri bir mevkide bulunmaktadır. Akarsuları, yemyeşil bitki örtüsü ve tertemiz havasıyla sıhhatli bir yaşama son derece müsait en güzel şehirlerden biridir. Kusem b. Abbas’ın kabri “Şâh-ı Zinde” (yaşayan sultan) diye anılmış ve bu adlandırma bütün alanı tanımlar hale gelmiştir.
Önemli bir kültür ve ticaret merkezidir Semerkant. Emevîler’in Horasan valisi Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilmiştir (93/711). Kuteybe bin Müslim 714 senesinde şehit oldu. Türbesi Özbekistan'ın Fergana vadisinde, Andican vilayetinin Pamuklu köyündedir. Türkistan halkının; aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen kendisine halâ büyük bir veli, ermiş, şeyh, imam gözüyle bakmaları, kabrini bir ziyaretgâh olarak kabul etmeleri ve derin bir saygı ve bağlılık duymaları O'nun Türklerin nazarında nasıl kudsî bir yer işgal ettiğini ve dini duygularına nasıl tesir ettiğini açıkça göstermektedir.
1500 yılına gelindiğinde, Özbek Hükümdarı Şeybânî Han tarafından ele geçirilen Semerkant, 1868 yılına kadar Özbek hanlarının idaresi altında kalır. Özbekler ülkeyi Buhara’dan yönetirler. Onlar başşehirlerinin imarı ve gelişmesine önem verirler. Böylece, Semerkant ihmal edilir ve Buhara’nın gölgesinde kalır.
1868 yılına gelindiğinde şehir tekrar el değiştirir. Mâverâünnehir topraklarında ilerleyen Ruslar Semerkant’ı da zapt ederek Türkistan genel yönetim bölgesine dahil ederler.
Semerkant, 1 Eylül 1991’e gelindiğinde bağımsızlığını ilân eder ve Özbekistan Cumhuriyeti’nin en önemli şehirlerinden biri olur.
Tarihi Büyük İpek Yolu güzergahında yer alan Semerkant, Özbekistan'ın en büyük ikinci şehridir. Bugün Semerkant, MÖ sekizinci yüzyıla dayanan köklü tarihini yansıtan binden fazla kültürel yapıya da ev sahipliği yapmaktadır.
Tarihi süreç içinde, çeşitli dönemlerde aralarında Batı Karahanlı, Şeybani ve Timurluların da bulunduğu birçok Türk devletine başkentlik yapan Semerkant, Orta Çağ'da inşa edilen o mavi kubbeli camileri ve medreseleri, mavi desenli çinileriyle bezeli kervansarayları, göğe doğru uzanan minareleriyle görenleri kendisine hayran bırakır.
Semerkant, yüzyıllar boyunca Çin ile Avrupa arasındaki Büyük İpek Yolu üzerinde kilit konumdadır. Dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biridir. “Dünya dönüyor” dediği için engizisyonlarda yakılıp, derisi yüzülerek vahşice öldürülen ilim adamlarının çağı olarak bilinen o karanlık Orta Çağ'da dünyayı aydınlatan bilim merkezlerinden biri haline gelmiştir. Engizisyon (Latince: inquisitio, soruşturma), Katolik Kilisesine bağlı bir mahkeme sistemidir. Ortaçağ’da Katolik memleketlerinde dînî inançlara karşı gelenleri bulup cezâlandırmak üzere kurulan ve akıl almayacak derecede korkunç cezâlar veren kilise mahkemelerinin adıdır.
Semerkant geniş bulvarları olan oldukça ferah ve yemyeşil bir şehirdir. Registan Meydanı en büyük meydandır. Külliyesi ve Timur İmparatorluğu'nun kurucusu Emir Timur'un mezarının yer aldığı Gur-i Emir Türbesi buradadır.
Ayrıca Semerkant'ta, Timur'un torunu Uluğ Bey’in talimatıyla inşa edilen üç medrese bulunur. Duvarlarındaki rengarenk mozaik işlemeleri ve mavi kubbeleri ile bu bölgeye has bir mimarisi vardır. Timur’un eşi adına yaptırdığı Bibi Hanım Camii ve Şah-i Zinde, benzer mimariye sahip büyüleyici yapılardır.
Semerkant’ta görülmeye değer bir diğer nokta da Uluğ Bey Rasathanesidir. Astronom ve matematikçi olan Uluğ Bey, inşa ettirdiği bu rasathane sayesinde, güneşin iz düşümünden yaptığı hesaplarla bir yılın 365 gün 6 saat 10 dakika olduğunu, yalnızca 1 dakikalık sapmayla, bundan yaklaşık 5 asır önce keşfetmiştir (1394-1449).
Bilinenlerin ve öğretilenlerin aksine, ünü bugünlere kadar gelen İmam Matürîdi, Uluğbey, Ali Kuşçu, Devletşah Semerkandi gibi yüzlerce ulema ve bilim insanı bu topraklarda yetişmiştir.
Emeviler döneminde İslam'ı yaymak için bölgeye gelerek ve orada şehit düşen ve Hz. Muhammed'in kuzeni olduğu bilinen Kusem bin Abbas'ın türbesinin bulunduğu Şah-i Zinde; türbeler kompleksi demektir ve 11 türbeden oluşur. Çoğu XIV yüzyıla aittir.
O tarihlerde, İslâm toprakları üzerinde en kaliteli kâğıt Semerkant’ta üretiliyordu (Makdisî, s. 256).
Ayrıca Semerkant âlimler şehri olarak da bilinir. Çok sayıda büyük âlim yetişmiştir: Necmeddin en-Nesefî; el-Ḳand fî ẕikri ʿulemâʾi Semerḳand isimli eserinde 1000’den fazla Semerkantlı âlimi tanıtmıştır.
-Meşhur muhaddis Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî,
-Şâfiî fıkhının öncülerinden İbn Hibbân,
yine meşhur fakihlerden Ebü’l-Leys es-Semerkandî ve adını doğup büyüdüğü Semerkant’ın -Mâtürid mahallesinden alan kelâmcı İmam Mâtürîdî bunların başında gelmektedir.
-Târîḫu Semerḳand yazarı Abdurrahman b. Muhammed el-İdrîsî,
-Alâeddin es-Semerkandî,
-Çehâr Maḳālemüellifi Nizâmî-i Arûzî,
-Rükneddin el-Âmidî, Nakşibendî şeyhi Nizâmeddin Hâmûş,
-Uluğ Bey,
-Şehâbeddin İbn Arabşah ve Ali Kuşçu çeşitli dönemlerde Semerkant’ın yetiştirdiği meşhur âlimlerden bazılarıdır.
Semerkant tarihi süreç içinde zaman zaman istila edildi. Yakılıp yıkıldı. Semerkant’ın yeniden imarı ve en parlak dönemi, Timur'un, Semerkant’ı kendisine başşehir yapması ve çeşitli bölgelerden âlim ve sanatkârları burada toplaması ile başlar (771/1369). Günümüze ulaşan tarihî yapılar daha çok Timur ve torunlarının eserleridir. (Timur Devrinde, s. 136-184).
Uluğ Bey tarafından yaptırılan Çihil Sütun adlı sarayla meşhur rasathâne bu dönemin en önemli eserleri arasındadır.
Semerkant. İpek böcekçiliği ve dokumacılık yönünden de gelişmiştir. Ayrıca halısı da meşhurdur. Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanır. Sanayisi de gelişmiştir. Hafif sanayi kuruluşları yönetim merkezi Semerkant’ta toplanmıştır. Traktör ve otomobil parçaları imâlatı başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Seramiğiyle de ünlüdür.
Zerefşân vadisinin sulanabilen kesimlerinde daha çok pamuk ekilir; bunun yanında buğday, çeşitli meyveler, üzüm, tütün ve pirinç yetiştirilir. Meyve ve sebze konserveciliği de meşhurdur.
Nüfusun dörtte üçünden fazlasını Özbekler, diğer bölümünü Ruslar, Tatarlar ve Tacikler oluşturur.
Devam edecek
7 Aralık 2024 Cumartesi
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ MÜNASEBETİYLE 2024
DÜNYA KADIN HAKLARI GÜNÜ MÜNASEBETİYLE
Rüştü KAM
Dünya kadın hakları münasebetiyle yazı yazmayı düşündüm, sonradan vazgeçtim. Vazgeçtim geçmesine de içim de rahat etmedi. Tarihe not düşmek lazımdır dedim ve geç de olsa yazımı yazdım.
Kadın hakları ve erkek hakları bahanesiyle kadını ve erkeği ayırmak çok büyük bir hatadır. Bu bilinçli olarak yapılmaktadır. Kadınların haklarını savunuyoruz bahanesiyle kadınları baştan çıkarma operasyonlarıdır bunlar. Dünyada kadın hakları nelerdir? Sorusuna verilen cevap aynen şöyledir: “Kendi cinselliğini yaşama hakkı; tecavüzsüz, tacizsiz, enseste maruz kalmadan yaşama hakkı; doğum kontrolünü kullanma veya kullanmama hakkı; sağlıklı yaşama hakkı; kadının bedeninin yalnızca kendine ait olması hakkı.” Bu sayılanlarmış kadın hakları. Yazılanlar ve çizilenler böyle.
Bu haklar sadece kadınlar için değil, erkekler için de haktır. Erkeğin de cinselliğini yaşama hakkı vardır. Erkeğin de taciz edilmeden erkekliğini koruma ve yaşama hakkı vardır. Erkeğinde sağlıklı yaşama hakkı vardır. Yani erkek için de doğum kontrolü bir haktır. Bu haklar kadın hakkı ve erkek hakkı diye ayrılamaz. Bunlar insan haklarıdır. Kadın da erkek de önce insandır. Bulunacaksa, kadın hakkı- erkek hakkı diye değil insan hakkı diye savunulmalıdır. Aksini savunmak erkek ve kadını karşı karşıya getirmek olur. Aile içinde bölünme sebebidir. Günümüzde olduğu gibi. Bazı münferit olaylar gündeme getirilerek, sosyal medyada günlerce aylarca döndürülürse sonuçta olacak olan olur ve toplumun temel taşı olan aile paramparça olur.
Kadın hakları konusunu dile getirenler Atatürk’ün 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiğinden dem vururlar. 1923 yılında kuruldu cumhuriyet. O güne kadar dünyada sanki kadınlar seçme seçilme hakkına sahipmiş de Osmanlı bu hakkı kadına vermemiş gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. 1934’e yapılan vurgu bunun içindir. Bizim aydınlarımızın (!) Kadın hakları günü münasebetiyle yaptıkları şey; İslam’a, Osmanlıya, Selçuklu ’ya ve İslâm tarihine saldırmaktan başka bir şey değildir. Yapılan tamı tamına budur. 1934’te atıf yapanlar, İsviçre'de kadınlara seçme ve seçilme hakkının 1971 de verildiğini yazmazlar… Kadınlar seçme hakkını 1971’de elde etseler de İsviçre Anayasası’na “Kadın ve erkek eşittir” ifadesinin bir on yıl sonra, 14 Haziran 1981’de girdiğinden hiç söz etmezler.
Ayrıca bu aydınlarımız, genel evlerinde çalışmaya zorlanan kadınlarımızdan da bahsetmezler. Onlar için nümayiş de düzenlemezler...
Oysa İslam kadınlara seçme ve seçilme hakkını 611 yılında vermiştir. Cenneti de ayağının altına koymuştur.
Aynı dönemde (Orta Çağ) Avrupalı kadınlara bütün kötülüklerin anası anlayışıyla yaklaşılmakta, cadı ve şeytan yaftalaması ile engizisyonda yakılarak can vermektedirler. Ayıptır günahtır.
Kadın hakları günü gibi kavramları ortaya atanlar Avrupalılardır. Amaçları kendilerini aklamak ve bu vesileyle de İslâm’a darbe vurmaktır. Çünkü Orta Çağ’da kadının insan olmadığına karar verenler Avrupa ülkeleridir. Bu durumun pek çok nedeni olmakla birlikte esas sebeplerinden birisi hiç şüphesiz inançtan kaynaklanmaktadır. Orta Çağ boyunca dominant bir karaktere bürünen Hıristiyan inancı, kendi oluşturduğu düzenle kadın sıfatını neredeyse yok saymaktaydı. Bu durum topluma da yansımış bu nedenle kadınların özgürlük alanı fazlasıyla kısıtlanmıştır. Özellikle Hıristiyanlığın yaygın olduğu Avrupa toplumlarında kadın algısı ciddi anlamda derinlik kazanmıştır.
Özetlemem gerekirse Orta Çağ Avrupası’nda kadınlar genel olarak çok iyi bir hayat yaşamıyorlardı. Aslında ilk günahın sebebi kabul ediliyorlardı ve bu yüzden mutlaka her zaman kontrol altında tutulmaları gerekiyordu. Dul olmaları durumunda bu katmerleniyordu. Hukuki olarak bir hakları ya da temsil yetkileri yoktu.
Topluluk içinde konuşmaları, ayinleri yönetmeleri, öğretmenlik yapmaları, ilaç olabilecek şifalı şeyler hazırlamaları yasaklanıyordu. Din adamları aslında kadın hakkında pek bir şey de bilmiyorlardı, kadını tuhaf, çelişkili, korkutucu bir şeymiş gibi anlatıyorlardı. Vaazlarında sürekli erkeklere hitap ederek dikkatli olmaları öğütleniyordu çünkü kadın tehlikeliydi. Genel olarak kadın düşmanı bir bakış açıları vardı.
İlk günah Hz. Havva ve Hz. Adem tarafından işlenmişti ama kadının rolü erkeğinden daha fazla görülüyordu. Hz. Havva, şeytanın onu baştan çıkarmasına izin vermişti, bu yüzden baştan çıkaran kadın ile özdeşleştirildi. Bu yüzden mesela Tertullianus kadınlara Tanrı kanununu çiğneyen ilk kişi olarak “şeytanın kapısı” der.
11. yüzyılda Rennesli Marbode kadını yılan, veba, haşere, zehir gibi sıfatlarla tanımlar. Ona göre kadın tüm kötülüklerin kökenidir. Lavardinli Hildebert’e göre erkeğin üç düşmanı vardır: Kadın, para, onur. Kadın her zaman zarar verirdi, aldatmak için doğmuştu. Örnekleri artırmak mümkündür.
Orta Çağ Avrupası’nın anlayışına göre; bütün kötülüklerin anası kadındır. Kadın ruhu insan bedenine geçerek bütün kötülüklerin yapılmasına sebep olur. Dolayısıyla kadın insan mı şeytan mı tartışması yapılmıştır. Avrupa medeniyetinden Kadına asla özgürlük gelmez. Kadın, bir metadır. Kadın, köledir. Kadın, şeytani duyguların kabarmasına vesile olan canlıdır. Kadını seks kölesi yapan kültür Avrupa kültürüdür.
1350’lerde Katolik inancının en koyu temsilcisi İspanya’da başlayıp, ardından tüm Avrupa’ya yayılan “Engizisyon”, 400 yıla yakın bir süre kadının kabusu oldu...
On binlerce kadın, bu insanlık dışı mahkemelerde, “büyücülük”, “şeytana tapıyor” saçmalıklarıyla diri diri yakıldı. Bu dönemde öylesine işkenceler yaratıldı ki, burada anlatmaktan utanç duyarım.. İsteyen, İspanya’da “Engizisyon Müzesini” gezip bizzat görebilir!
Orta Çağ’da hukuki zeminde birçok kanun kadınları sınırlamaya yöneliktir. Örneğin, kadınların yaptığı tanıklık kabul edilmez. Süslenmeleri halk tarafından pek hoş karşılanmaz ve hatta bu da kanunlarla sınırlandırılmıştır. Öte yandan medeni hukukun miras alanında, 13’üncü yüzyıla kadar oğul yoksa kızların da mirasa ortak olabildiği söylenebilir.
Ortaçağ’da özgür bir kadın ile özgür olmayan bir erkeğin birlikteliği ise gayrimeşru olarak nitelendirilmiştir. Bu duruma “contubernia” denerek ayıplanmıştır. Ancak bunun tam zıttı bir şekilde erkeklerin köle kadınlarla cinsel ilişkiye girmesinde hiçbir sakınca yoktur. (Genç, 2011)
Bunlara ek olarak kadınlar, toplumun ya da krallığın yönetiminde bulunamazdı. Kutsal ya da politik herhangi bir görev üstlenemez, hakim veya avukat olamazdı. Ayrıca askeri bir amaca da hizmet edemezdi.
Fahişelik özellikle Roma İmparatorluğu’nda kabul gören bir meslektir. Başlarda kilisenin karşı çıktığı bilinse de sonrasında bunu kabul ettiği hatta kilisenin genelevlerden vergi alarak kendisine kazanç sağladığı da bilinmektedir.
Yoksulluk, kadınların fahişeliğe başlamasının ilk nedenlerinden biri olarak göze çarpmaktadır. Bu sebeple aslında Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde fahişelik örgütlü bir biçimde değildi, devlet kontrolü de yoktu. Fahişeliğin örgütlü bir hale gelmesi kenti yönetenlerin dikkatlerini yoksullara çevirmeleriyle başlamıştır. (Genç, 2011)
Genelevlerin, örneğin Almanya’da, devlet eliyle açıldığını bilmekteyiz. Bu yüzden genelevlere devletin de kazanç elde ettiği kurumlar olarak bakabiliriz. Zaten genelevler bulundukları kentlere ekonomik yardımda da bulunmaktaydı. Fakat fahişelerin kendilerinden beklenen ve istenenleri yapmadıkları sürece, özellikle toplum tarafından, türlü işkencelere maruz bırakılmış olmaları da bilinen bir diğer gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Geniş bilgi için: (Orta Çağ’da Kadın, Altan Çetin, Lotus Yayınevi, 2011
Kitap içinde bölüm: Orta Çağ Avrupasında Kadın, Özlem Genç, 2011)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)