30 Temmuz 2025 Çarşamba

LOZAN: KAZANAN OSMANLI, İMZALAYAN BAŞKASI (1)

Rüştü Kam | 29 Temmuz 2025 Tarih sadece savaşların değil, zaferlerin de çalındığı bir alandır. Ve bazı zaferler vardır ki, kazananı bellidir ama imzası başkasının olur. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, işte böyle bir siyasi operasyonun adıdır: Savaş meydanlarında galip gelen bir imparatorluğun, masada tasfiye edildiği bir kumpasın kod adıdır Lozan. “Kurtuluş” dedikleri savaşı kim kazandı? Sorarım size: 1918’de “teslim” olan bir imparatorluk, nasıl olur da 1920’lerin başında Anadolu’da emperyalizme diz çöktürür? Dumlupınar’a kim karar verdi? Sakarya’yı kim yönetti? Cephaneyi kim taşıdı? Bu topraklardaki bin yıllık devlet aklı mıydı o mücadeleyi yürüten, yoksa masa başında devlet kurma hayaline kapılan kadrolar mı? Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ordu, fiilen hâlâ Osmanlı ordusuydu. Üniformasıyla, komutanlarıyla, cephanesiyle… Başkomutanlık yetkisi resmen hâlâ Padişah’ta, Meclis hâlâ Osmanlı’nın devamıydı. İstanbul işgal altındaydı, evet; ama devlet ortadan kalkmış değildi. Saltanat kaldırılmamıştı. Sevr resmen imzalanmamıştı. Ve en önemlisi: Hiçbir hukukî metinle Osmanlı İmparatorluğu sona erdirilmemişti. Sevr yoktu, dolayısıyla “alternatif barış” da yoktu Lozan’ı meşrulaştırmak isteyenler, hâlâ aynı ezberi tekrar ederler: “Sevr yerine Lozan geldi.” Peki Sevr geçerli miydi? Hayır! Ne Meclis’ten geçti ne Padişah tarafından onaylandı. Bir avuç işbirlikçinin Paris’te attığı imzanın, milletin iradesini bağlamadığını herkes biliyordu. O hâlde ortada geçerli bir “eski anlaşma” yoksa, Lozan neyin yerine imzalandı? Gerçek şu: Lozan, Sevr’in alternatifi değil; bir başka tür Sevr’in, bir başka aktörle kotarılmış versiyonudur. Kıyafeti değişmiş, dili makyajlanmış, imzası değiştirilmiş ama özü itibarıyla Anadolu’yu daraltan, Türk milletini içeride sıkıştıran ve İslam dünyasından koparan bir senaryodur. Bunu anlamak için haritaya bakmak yeterlidir. Galip bir devlet, mağlup ettiğiyle masaya oturmaz Buradaki asıl garabet şudur: Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nda İngiltere’yi, Fransa’yı, İtalya’yı, Yunanistan’ı Anadolu’dan söküp atmıştır. Üstelik bu devletler sadece Anadolu’da değil, tüm İslam coğrafyasında karşılaştıkları en sert direnişi Osmanlı’dan görmüşlerdir. Mesela Kutü’l-Amâre’de, Osmanlı 12 bin İngiliz askerini esir alarak 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’ye karşı açık bir zafer kazanmıştır. Hal böyleyken, bu galip millet neden mağlup ettiği devletlerle bir masaya oturur? Üstelik onların dayattığı şartları konuşmak için? Bu akıl tutulması değilse nedir? Bu mandacı zihniyetin, emperyalizme boyun eğmiş kadroların yaptığı bir diplomatik teslimiyettir. Lozan, sadece bir antlaşma değil; Osmanlı’yı masa başında devreden çıkarma planının adıdır. Açık söylüyorum: Bu, bir hezimettir. Osmanlı’yı kazandığı savaştan sonra tasfiye ettiler Türk milleti, 1919-1922 arasında verdiği mücadeleyi kazandıktan sonra normalde ne yapardı? Egemenliğini ilan eder, zaferini tescil eder, devlet yapısını koruyarak reformlara yönelirdi. Ama olan bu olmadı. Lozan’a oturan heyet, zaferin sahibi değil, yeni bir rejimin taşeronlarıydı. Masada Osmanlı yoktu. Kazanan devleti yok sayarak, onun yerine başka bir uyduruk devlet kurdular. Kazanan taraf olmamıza rağmen antlaşmaya mağluplar gibi imza attık. Üstelik bu yapılırken de Osmanlı hukuku adım adım baypas edildi. Padişah yurtdışına kaçmış gibi gösterildi. Meclis işlevsizleştirildi. Milletin gerçek temsilcileri değil, Lozan’a “mandacı kafayla” bakan yeni kadrolar devreye sokuldu. Lozan'da imza atanlar, masa başında zafer değil; Osmanlı'nın cenaze belgesini imzaladılar. Sonuç: Lozan bir hiledir, hukuk dışı bir tasfiye metnidir, hezimettir Bugün hâlâ Ege’de nefes alamıyorsak, Batı Trakya’daki soydaşlarımızın hakları yok sayılıyorsa, Irak’ta üs kurmak zorunda kalıyorsak, Musul’u yeniden konuşuyorsak bunun sebebi şudur: Lozan’da yapılan bir hukuk darbesiyle, bu milletin bin yıllık devlet hafızası silinmeye çalışılmıştır. Zafer masa başında gasp edilmiştir. Bu bir teslimiyet değil, bir hiledir. Bu bir antlaşma değil, bir operasyonun sonucudur. Hukuken geçersiz bir sürecin meşrulaştırılmasıdır. Kazananın Osmanlı olduğu bir savaştan sonra, imzayı atan kadroların kurduğu düzenin adıdır Lozan. Unutulmamalıdır ki: Zaferi inkâr ederek barış yapılmaz. Devlet, savaşla değil; masa başında tasfiye edildiyse, ortada antlaşma değil, kumpas vardır. Ve tarih, bu kumpaslarla yüzleşmeyen milletleri, o kumpasın içine yeniden düşürecektir. Allah büyüktür, kumpasçılar bu günlerde yeniden hortlamaya başlasa da; o Türk Milletini kumpasçılardan koruyacaktır, bu yaşananlar doğum sancılarıdır, nur topu gibi bir çocuğun doğma zamanı gelmiştir… "İntikam alanların en hayırlısı Allah'tır." (İbrahim Suresi 47)

23 Temmuz 2025 Çarşamba

BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET: FATIMA EL-FİHRİYYE VE DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ

BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET: FATIMA EL-FİHRİYYE VE DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ -Erkeklerin Çağında Kadınca Bir Devrim- Berlin- Rüştü KAM Sosyal Medya’da bir bilgilendirme yazsı okudum. “Dünyanın ilk ünüversitesi bir kadın tarafından kurulmuştur” yazıyordu. Ankara Okulu tarafından servise konmuş. Dikkatimi çekti ve araştırdım ve de yazdım. Sonucu sizlerle paylaşmak istedim. Buyurun okuyalım: Tarih dediğimiz şey, maalesef çoğu zaman güçlülerin kaleminden çıkar. Bu yüzden nice hakikat, sessizliğin içinde kaybolur gider; nice büyük insan, gölgede kalır. Ama bazı isimler vardır ki, çağları aşarak gelir ve insanlığın alnına mühür gibi vurulur. İşte onlardan biri: Fatıma el-Fihriyye’dir. Bugün dünyanın en prestijli üniversiteleri olarak anılan kurumların temelleri zannedildiği gibi Oxford, Bologna ya da Paris’te, Berlin’de atılmadı. Tarihî kayıtlar ve UNESCO’nun da doğruladığı üzere, dünyanın hâlâ faaliyette olan en eski üniversitesi, 859 yılında bir kadın tarafından, hem de bir Müslüman kadın tarafından kuruldu: El-Karaviyyin Üniversitesi. Bu bilgi tek başına bile insanı sarsmaya yeter. Neden mi? Çünkü o dönem Avrupa’da kadınlar insan yerine konulmuyordu. 586 yılında Fransa’daki kilise konseyinde kadınların ruhu olup olmadığı tartışılıyordu. Kadınlar okula gidemez, mülk sahibi olamaz, fikir beyan edemezdi. Çünkü o insan bile değildi. Eğitim, sadece erkeklerin tekelindeydi. Bilgiye ulaşmak, ancak seçilmiş azınlığın hakkıydı. Evet doğru okudunuz, aynen böyleydi. Ama aynı çağda, Orta Çağ karanlığında kıvranan Batıdan çok uzakta, 7. yüzyılda çölün tam ortasında bir ışık parladı. Bu öyle bir ışıktı ki sadece bir kavmi değil, çağları aydınlatacak kadar güçlüydü. O ışığın adı Hz. Muhammed’di. O’nun getirdiği mesajla, kadın yeniden insan oldu; kız çocukları toprağa değil, okula gönderilmeye başlandı; ilim aramak her Müslümana farz kılındı. İşte Fatıma el-Fihriyye, o ışığın izini süren bir kadındı. Çölün ortasında yanan o nur, Fes’te bir üniversiteye dönüştü. Ama ne hazindir ki bugün, dünya yeniden karanlığı organize ediyor. İlimle ve hikmetle yoğrulmuş bu medeniyetin kökleri kazınmak isteniyor. Batı, Orta Çağ karanlığının içinden kurtulurken İslam’ın ışığından beslendiğini unutmuş gibi davranıyor. Ve daha da acısı, günümüzde batılılar ve bazı yandaş Müslümanlar o karanlığın içine Hz. Muhammed’i de katarak Müslümanları “yok edilmesi gereken bir tehdit” gibi göstermek istiyorlar. Oysa yanlış olan budur. İlim, şeffaf olmalı. Hakikat kimden doğduysa, nereden yükseldiyse, hakkı teslim edilmeli. Yapılan saklanmamalı, bastırılmamalı. Kim yaptıysa, alkışlanmalı. Fatıma el-Fihriyye bunu yaparken hiçbir gösterişe, ünvan peşine düşmedi. Ne bir saraya yaslandı ne bir sultanın gölgesine sığındı. Tek sermayesi imanı, iradesi ve ilme olan aşkıydı. Bugün eğitim sisteminden şikâyet ettiğimizde, gençlerin idealleri olmadığından yakındığımızda, toplumda kadınların yeterince yer bulamadığından bahsettiğimizde, Fatıma el-Fihriyye’yi yeniden hatırlamamız gerekir. Çünkü o, bin yıl öncesinden sesleniyor bize: “Eğer niyetin hakikîyse, yol açılır.” O, ne Batı'dan ödünç alınmış bir fikre yaslandı ne zamana boyun eğdi. Kendi medeniyetinin değerleriyle bir şey inşa etti. Üstelik bunu erkek egemen bir dönemde, tüm zorluklara rağmen yaptı. İşte bugün bu hikâye bize şunu hatırlatmalı: Kadın, bu ümmetin sadece namusu değil, aynı zamanda aklı, vicdanı ve ilminin teminatıdır. Ve bir kadın isterse, sadece bir ev değil, bir medeniyet de kurabilir. Fatıma el-Fihriyye, çağları aşan bir ışık gibi hâlâ parlıyor. Onun izinden yürüyen kadınlar yetiştirmek, bugün en büyük ihtiyacımız. Unutmayalım: Bir milletin gerçek yükselişi, kadınlarının yükselişiyle başlar. Ve bazen, dünyayı değiştirmek için yalnızca bir kadının duası, dirayeti ve davası yeterlidir. Batı'nın ve Batı hayranlarının, muasır medeniyet hayranlarının yazdığı tarih kitaplarında İslam, karanlıkla anılıyor; oysa gerçek karanlık, kadının varlığının tartışma konusu olduğu mahkeme salonlarında saklıydı Orta Öağ Avrupası’nda. Bizim medeniyetimiz, ilmi farz bilen bir Peygamber’in izinden giden, üniversite kuran kadınlarla yükseldi. Bugün İslam’ı Orta Çağ karanlığına mahkûm etmeye çalışanlar bilsin ki, hakikat susturulmaz; sadece geciktirilir. Hakikatin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır...

19 Temmuz 2025 Cumartesi

ÇAYKUR ÇAYI

BANA BİR KARADENİZLİ ARKADAŞIM ANLATTI KARAENİZ ÇAYI ORGANİKMİŞ “Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri elçisidir.” Rüştü KAM – Berlin Bir dost meclisinden, bir çay hikâyesi… Memleket meseleleriyle başlayan bir sohbette, laf döndü dolaştı, Çaykur çayına geldi. O çaydan, Karadeniz’in ekonomisine, oradan da Türkiye’nin dünyadaki varlığına uzanan içten bir sohbet haline dönüşüverdi… Ne olacak bu dünyanın hâli? Dostlarla oturuyorduk, dünya hâllerini konuşuyorduk. O meşhur soru bu meclise de geldi: “Ne olacak bu dünyanın hâli?” Derdi insan olan her insanın olduğu her yerde bu soru sorulur. Bizim mecliste de eksik olmadı. Önce dünyayı konuştuk. Siyasetten girdik, ekonomiye uğradık, eğitim dedik, Türkiye'nin komşularını da andık sırasıyla. Sonra bir baktık ki, laf dönmüş dolaşmış, Çaykur çayına gelivermiş. Çayın sıcaklığı, memleketin hatırası Masada içtiğimiz çay Çaykur’du. Rizeli dostum Yavuz Pederlioğlu sordu: — Hocam, sen Denizlilisin. Sana bu Çaykur çayı sevgisi nereden geliyor? Her yerde yazıyorsun, çiziyorsun, konuşuyorsun… Gülümsedim. — Sevgili Yavuz, Çaykur çayını sevmek için Rizeli olmaya gerek yok. Karadenizli olmaya da gerek yok. Türkiye’yi seven, Türkiye sevdalısı olan herkesin çayıdır ÇAYKUR çayı. Ben derim ki; Almanya’da 4 milyon Türk yaşıyor. Bunların yalnızca 1 milyonu düzenli olarak çay içiyor olsa ki; fazlası vardır ve kişi başı ayda 1 kilo çay tüketseler ki; tüketirler. A yda 1 milyon kilo çay yapar, yılda 12 milyon kilo çay demektir. Yani 12 milyon ton. Düşünün, sadece Almanya’daki tüketim bile Karadeniz’e takla attırır. Karadeniz’in kalkınması, Türkiye’nin kalkınmasıdır. Yirmi yıldır anlatıyorum Evet, ben 20 yıldır bu meseleyi kendime dert ediniyorum. Yazıyorum, konuşuyorum. Gittiğim toplantılarda, konferanslarda, çay varsa masada; soruyorum Türk çayı mıdır? Evet diyorlar. Oysa o çay Türk çayı değil markası Türkçe olan bir çay. Sonra da başlıyorum anlatmaya; çay sadece içecek değildir, kültürdür, bilinçtir ve ekonomidir diyorum. Az önce Yavuz söyledi: 15 Temmuz anma programına katılmış Berlin Büyükelçilik salonunda. Çaykur çayı ikram edilmiş orada. Eğer bu konudaki çabamın oraya bir damla katkısı olduysa, kendimi bahtiyar sayarım. Çünkü ben inanıyorum ki: Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri elçisidir. BİO yaz, Avrupa’yı kazan Bak Yavuz, sana bir şey daha söyleyeyim. Eğer Çaykur'da bir tanıdığın varsa, selamımı söyle. Bir de şu teklifimi ilet ona: Avrupa’da her geçen gün organik ürünlere olan ilgi artıyor. BİO marketler çoğalıyor. Duyduğuma göre, Çaykur çayına ilaç atılmıyormuş. Yani çay doğalmış, organikmiş, “BİO” imiş. Bak, sen de bunu onayladın. O hâlde ne bekliyorsunuz? Çay paketlerinin üstüne büyük harflerle “BİO ÇAY” yazılsın. Avrupa’daki organik marketlerde yerini alsın. Pazar açık. Fırsat büyük. Fikir babası da burada: Rüştü KAM. Çaykur yöneticilerine sesleniyorum: Eğer bu toprakların çayını, gurbet elde yudumlayan bir Türk'ün yüzünde memleket tebessümüne dönüştürmek istiyorsanız, şimdi tam zamanı; organik çayla önce Avrupa pazarlarına, oradan da gönüllere girin.

14 Temmuz 2025 Pazartesi

15 TEMMUZ

TÜRKİYE'NİN DARBELERLE İMTİHANI "Bu ülkede darbeler sadece yönetimi devirmedi; milletin hafızasını, inancını, iradesini de yaraladı." Berlin – Rüştü KAM 14 Temmuz 2025 Türkiye’de darbeler tarihi 15 Temmuz ile başlamaz. Aksine, 15 Temmuz bir finaldir; belki de “darbelerin son çırpınışı”dır. 15 Temmuz’u diri tutmak ve diğerlerini unutturmak ise maksat yanlış bir yaklaşımdır. Aynı hassasiyet yapılan diğer darbeler konusunda da gösterilmelidir. Her darbenin mağduru vardır. Onlar da vatan evladıdır. Bu ülkede “boru”yu eline geçiren herkes darbe yapmıştır. Bu bir metafor değil, gerçekliğin ta kendisidir. Askerin gölgesi, yıllarca siyasetin, hukukun ve toplumun üzerine düşmüştür. Demokrasiye her on yılda bir “ayar” verilmiş; sandığın üstüne postal izi bırakılmıştır. Eğer Türkseniz, üstüne üstlük bir de Müslümansanız, yetmezmiş gibi bir de başbakanınız veya cumhurbaşkanınızın İslamî hassasiyetleri varsa, darbe bu topraklarda kaçınılmaz olur. Mesela; 27 Mayıs 1960 sabahı ordu yönetime el koydu. Başbakan Adnan Menderes, bakanlarıyla birlikte tutuklandı. Yassıada’da kurulan mahkemelerde yargılandı ve sonunda idam edildi. Ülkenin seçilmiş lideri darağacında sallandırıldı. Bu, Türkiye'nin askerî vesayete teslimiyetinin resmî başlangıcıydı. 12 Mart 1971’de bu kez meclis feshedilmeden bir muhtıra verildi. “Ya istifa ya tank” denilerek hükümet baskıyla görevden alındı. Bu “postalsız darbe”, askerin siyaset üzerindeki etkisinin nasıl sinsice sürdüğünün bir göstergesiydi. 12 Eylül 1980 sabahı ülke yeniden tank sesleriyle uyandı. Generaller yönetime el koydu. TBMM feshedildi, siyasi partiler kapatıldı. Binlerce insan gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi. 5.000 genç yaşamını yitirdi, idamlar yapıldı. Kenan Evren hem darbenin mimarı oldu hem de cumhurbaşkanı. 1982 Anayasası’yla darbe, hukuki zemine taşındı. 28 Şubat 1997'de “postmodern darbe” yaşandı. Bu sefer tanklar sokakta değil, medyada ve MGK salonundaydı. Refah-Yol Hükümeti hedef alındı. Başbakan Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. İmam hatipler kapatıldı, üniversitelerde ve devlet dairelerinde başörtüsü yasaklandı. İslamî kimliği olan ne varsa baskı altına alındı. “İrtica” bahanesiyle halkın değerleri kriminalize edildi. Binlerce Müslüman vatan evladı mağdur edildi, üniversite okuma hakları ellerinden alındı. 27 Nisan 2007'de ordunun internet sitesinde yayınladığı “e-muhtıra” ile AK Parti hükümetine aba altından sopa gösterildi. Gerekçe aynıydı: Laiklik tehlikede! Aslında tehlikede olan, halkın kendi seçtiğini iktidarda tutma kararlılığıydı. Ama bu kez hükümet geri adım atmadı. Bu direniş, askerî vesayetin çözülmeye başladığı dönüm noktası oldu. 15 Temmuz 2016'da ise bu kez FETÖ adlı bir yapı, askerî üniformanın içine sızarak darbeye kalkıştı. Meclis bombalandı, insanlar sokakta vuruldu. 253 kişi şehit oldu. Halk, ilk kez tankların önüne bedenini siper ederek bir darbeyi püskürttü. Bu, Türkiye'nin darbeler tarihindeki en kanlı ama en onurlu direnişi olarak kayıtlara geçti. Darbelerin bu ülkeye kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Ne demokrasi, ne adalet, ne kalkınma… Her seferinde milletin iradesi çiğnendi, korku düzeni kuruldu. Ama artık ezber bozulmuştur. Darbeyle başbakanı bile asılmış olan bir millet, o gün kendisine yönelen namluyu tutmasını bilmiştir. Kemalizm üzerinden, demokrasi üzerinden ve din üzerinden menfaat devşirmeye çalışanlar dün olduğu gibi bundan sonra da olacaktır. Farklı dönemlerde, farklı ideolojik görünümler altında; değişik isimlerle kendilerini halka tanıtan kişi ve kurumlar, legal ya da illegal yollarla kamuoyunu etkilemeye çalışacaktır. Bu nedenle devlet aklı, yalnızca geçmişin hatıralarına değil; geleceğin ihtimallerine karşı da her zaman uyanık olmak zorundadır. Zira modern dünyada tehdit yalnızca askerî değil; aynı zamanda kültürel, ekonomik, dinî ve ideolojik biçimlerde de tezahür etmektedir. Bütün bunlardan dolayıdır ki; bugün sadece 15 Temmuz’un değil, bütün darbelerin lanetlenmesi gerekir. Yalnızca 15 Temmuz’u gündeme alarak diğerlerini unutmak ise maksat bu yanlıştır. Bu yanlışın ilerleyen zamanlarda ağır bedelleri olabilir. 15 Temmuz unutulmamalıdır elbette; ama 28 Şubat da unutulmamalıdır, Adnan Menderes ve arkadaşları da unutturulmamalıdır… Sadece 15 Temmuz’a odaklanarak diğer darbelerin mağdur ettiği vatan evlatları da unutulmamalıdır. 15 Temmuz önemlidir; çünkü Türkiye’nin o gece verdiği mücadele, darbelerin finali olması hasebiyle önemlidir. Bu kalkışmaya direnen halk, aynı zamanda emperyal aklın vesayet projelerine, vekâlet örgütlerine ve içeriden çökertme girişimlerine direnmiştir. Bu gerçeklik, uluslararası ilişkiler bağlamında Türkiye’nin güvenlik ve dış politika stratejilerini yeniden tanımlamasına neden olmuştur. 15 Temmuz bize bir kez daha şunu göstermiştir: Modern zamanlarda savaşlar sadece cephelerde değil; eğitim kurumlarında, medya ağlarında, yargı salonlarında ve dijital platformlarda verilmektedir. Devletler artık yalnızca tankla değil, algıyla da kuşatılmaktadır. Evet, Türkiye bu yeni nesil kuşatmayı görmüş ve kendi öz gücüyle yarmayı başarmıştır. Sonuç olarak, 15 Temmuz gecesi Müslüman Türk milleti, vatanına ve bağımsızlığına olan bağlılığını sadece sözle değil, canı pahasına ortaya koymuştur. Bu kalkışma, ihanetin coğrafyası ve dini olmadığını; ancak direnişin bir millete karakter kazandırdığını göstermiştir. Artık bu millet, sadece darbeye direnen bir halk değil; aynı zamanda küresel vesayet sistemine “dur” diyebilen bir iradenin de sahibidir. Hiçbir darbeyi unutmadık, asla da unutturmayacağız. Bitirirken: Her darbe, halkın devlete güvenini zedeledi. Umutla oy verdiği yöneticilerin asker postalıyla devrilmesi, demokrasinin meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Toplum sindirildi. Gözaltılar, işkenceler, fişlemeler sıradanlaştı. Darbelerle birlikte korku kültürü yayıldı. Konuşan değil, susan bir toplum üretildi. İnsanlar devletle arasına mesafe koydu, sivil inisiyatifler güçsüz hale geldi. Özellikle genç kuşaklar siyasetten soğutuldu, “ülkeyi konuşmak” bile tehlikeli sayıldı. Darbeler siyaseti resetlemedi; çürüttü. Seçilmişler görevlerinden edildi, partiler kapatıldı, liderler yasaklandı. Meclis devre dışı bırakıldı. Her darbenin ardından yeni bir anayasa yapıldı; ama bu metinlerin hiçbiri halkı değil, devleti koruyan metinlerdi. Seçimler ertelendi, sivil yönetim askıya alındı. Bürokrasiye “vesayet aklı” yerleşti. Askerî müdahaleler, siyaseti halka değil merkeze karşı sorumlu hale getirdi. Millî irade değil, “binlerce yıllık devlet aklının yerine geçen darbe aklı” kazandı. Bu da çoğulculuğu ve demokratik gelişimi engelledi. Darbelerin ve darbecilerin vazgeçilmez hedefi ise her zaman dindar halk kesimleri oldu. İslamî hassasiyetleri olan liderler, partiler, kurumlar hep “irtica” yaftasıyla bastırıldı. 28 Şubat’ta başörtüsü yasağı eğitim hakkını gasbetti. İmam hatipler kapatıldı, Kur’an kurslarına sınırlamalar getirildi. Camiler fişlendi, vaazlar kontrol altına alındı. İslamî dernekler, yayınlar, fikirler baskılandı. Bu durum din ile devlet arasına derin bir mesafe koydu. Müslüman kimlik, potansiyel tehdit gibi muamele gördü. Oysa toplumun büyük çoğunluğu Müslümandı; baskılanan halkın ta kendisiydi. Ben derim ki; asıl yapılması gereken şey, her yıl sadece 15 Temmuz’u anmak olmamalıdır. Önümüzü kapatan ne kadar köhnemiş benzer kafa yapısı varsa, onlar da tahlil edilmeli ve onlara karşı da çözümler üreterek Türk Milletinin geleceği inşa edilmelidir.

12 Temmuz 2025 Cumartesi

Terörsüz Tükiye

TERÖRSÜZ TÜRKİYE Rüştü KAM 13 Temmuz 2025 “Terörsüz bir Türkiye”... Kulağa ne kadar hoş geliyor, değil mi? Yıllardır nice analar gözyaşı döktü. Nice çocuklar, daha dünyaya doyamadan gözlerini yumdu. Nice babalar, çaresizlikten ellerini böğrüne bağlayıp sustu; sustukça içine kapandı, sustukça büyüdü acısı. Sokaklarda mahcubiyetle boynu bükük dolaştılar. Tam 46 yıl. Dile kolay. Koca bir ömür. Kürt'üyle Türk'üyle bu halk aynı sofraya oturmuş, aynı cephede can vermiş, aynı bayrağın altında gölgelenmiş bir milletti. İnsan insandır; adı ne olursa olsun, doğusu batısı fark etmez. Hak herkese lazımdır. Hürriyet herkesin hakkıdır. İnsan gibi yaşamak herkesin onurudur. O hâlde neydi bu kavganın sebebi? Cennet gibi bir ülkeyi cehenneme çevirmek, kime ne kazandıracaktı? Şimdi soruyorum: O “Cehennem Vadisi” dediğiniz yerler bile cennet gibiyken, siz orayı cehenneme çevirdiniz. O güzelim coğrafyada büyüyen çocuklar, hangi vaadin peşinden koştu da sizlere kandı? Ne kazandınız? Madem 46 yılın sonunda silah bırakacaktınız, bunca kanı niye döktünüz? Binlerce masumun canına hangi haklı sebeple kıydınız? Aç mıydınız? Açık mıydınız? Öyle bile olsa, bir yolu bulunamaz mıydı? Binlerce yıl aynı çorbaya kaşık sallayan insanlar değil miydiniz siz? Aynı sıkıntıları, aynı sevinçleri paylaşmadık mı? Çanakkale’yi birlikte geçilmez kılmadık mı? Türkiye’yi birlikte yurt edinmedik mi? Peki ne oldu da Cennet gibi bir ülkeyi cehenneme çevirdiniz? Ne kazandınız şimdi? Ne geçti elinize? Binlerce masumun kanına girdiniz. Evlatları yetim, anaları yaslı, ocakları viran bıraktınız. Sonra? 46 yıl sonra “silah bırakıyoruz” dediniz ve geldiniz. Eğer sonunda bu noktaya gelecektiyseniz, o kadar kan, o kadar ölüm, o kadar ihanetiş neden yaptınız? Bu devlet sana üniversite kapılarını açmadı mı? Devlet dairelerinde çalışmana engel mi oldu? Milletvekili olmak istedin de yapmadı mı? Bakan olmak istedin de önünü mü kesti? Cumhurbaşkanı, başbakan olmak istedin de mani mi oldu? İş kurmak istedin de “hayır” mı dedi bu devlet sana? O hâlde söylesene; niye çıktın dağa? Niye kardeşlerini katlettin? Niye bu milletin evlatlarını birbirine kırdırdın? Birlikte kıtlık görmüş, birlikte sevinç yaşamış insanlar değil miydik biz? Size dostuz diyenler, sizi dağın başında yapayalnız bırakırken, sizi evinize çağıran bu devlet, bu millet değil miydi? Ve şimdi... 46 yıl sonra, evin yaramaz çocuğu gibi geri döndünüz. Ama bilin ki: Ne siz 46 yıl önceki hayırsız evlatsınız, ne de karşınızda diz çöktüğünüz baba, o eski babanız… Bir bakın çevrenize: Ailenizin her bir yanı yara bere içinde. Beli bükülmüş, gözlerinin feri sönmüş, dizleri dermansız, elleri titriyor. Kolay değil. Elde yokken, avuçta yokken sen bu ülkeye trilyonlarca dolar zarar verdin. Fakir fukaranın rızkından kesildi o paralar. Ama... Bu millet, seni sokağa atmadı. Atmaz da. Yine de evine aldı. Çünkü bu topraklar affetmeyi de bilir, sahip çıkmayı da. Madem hatanı kabul ettin, o hâlde gel. Ama bu kez adam gibi gel. Bir daha yaramazlık yapma. Öyle elinde bir muz sallayanın peşine takılıp gitme. Baksana sana “dostuz” diyenler, dağ başında seni yapayalnız bırakıp gittiler. İşte bu yüzden, atalarımız boşuna dememiş: “Domuzdan post, gâvurdan dost olmaz.” Bak, unutma: Bu topraklar bir tanedir. Başka Türkiye yok. Toprağı başka güzel, havası ayrı güzel, iklimi bambaşka güzel. Alımlı ve çalımlı bir ülkedir burası; herkesin gözü onun üzerindedir. Sakın seni kandırarak bu ülkeyi ele geçirmek isteyenlere bir daha göz kırpma! Gölgesi dahi yaklaşmasın sana. Bugün olanlar oldu, evet... Ama yarın ne olacağının garantisi yok. Hani derler ya: “Bir kere ihanet eden, bir daha eder.” Bu söz boşuna söylenmemiştir. Ve şunu da iyi bil: Her ne kadar affedilmiş olsan da, devletin gözü hep senin üzerinde olacak. Çünkü güven, kolay kazanılan bir şey değildir. Ve bu millet artık hiçbir ihaneti sineye çekmeyecektir. Gözün aydın Türkiye! Kavuştun evladına. Şimdi sıra sende: Sana sığınanlara şefkat kanadını indir. Bak ne hale gelmişler, dertleri derdin, acıları acın olsun. Merhametle yaklaş onlara. Sar yaralarını onların şefkatli ellerinle. Sen devletsin. Büyüklüğünü göster onlara. Bir daha kurda kuşa yem olmasına müsaade etme onların. Tut ellerinden, doğruyu öğret. Yanlışı anlat. İkna et. Sahip çık. Sakın zulmetme. Çünkü sen sahip çıkmazsan, yine başkaları sahip çıkacaktır; o zaman onları bir daha onları ikna edemezsin. Ve bu ülke, bir 46 yılı daha kaldıramaz.

11 Temmuz 2025 Cuma

UYGUR TÜRKLERİ 2025

ÇÖLÜN SESSİZ ÇIĞLIĞI: DOĞU TÜRKİSTAN’DAN YÜKSELEN BİR FERYAT Rüştü Kam 10 Temmuz 2025 Türk Eğitim Derneği/ Berlin Bazen haritalarda yer alan coğrafyalar, insanlığın vicdanında çok daha geniş bir yer kaplar. Doğu Türkistan da öyle bir yer. Adı, Çin yönetimindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak yazılsa da, orası bizim için hâlâ Doğu Türkistan’dır. Çünkü orada hâlâ ezanların susturulduğu, mezar taşlarının söküldüğü, çocuklara “Ayşe” adını vermenin yasaklandığı bir toprak var. Ve o toprak, yalnızca Uygurların çile çektiği bir toprak değil, insanlığın ortak vicdanı olmalıydı. Bana Muzaffer Türk kardeşim haber verdi. “Hocam Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Turgunyan Alawdun ve eski başkan Dolkun İsa buradalar. Yanlarında başkan yardımcısı Zümret Ay ve berlin Bölge başkanı Gheyyur Qurban da var. Federal Alman Parlementosu’nda Srepzenitza soykırımını anma münasebetiyle buradalar. İlgini çeker mi” dedi. 10 Temmuz günü Türk Eğitim Derneği’nde bir tantım toplantısı yapmaya karar verdik ve bir gün içinde organize olduk. 40 kişi kadar ilgili katılımcıya ulaştık. Canlı yayın da yaparak daha fazla insanımıza ulaşmaya çalıştık. Amacımız yapabildiğimiz kadarıyla çölün sessiz çığlığı insanlarımıza duyurmaktı. Elhamdülüllah duyurduk da. Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Turgunyan Alawdun ve eski başkan Dolkun İsa, Doğu Türkistan’da yaşananları kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir dille anlattılar. Seslerinde ne kin vardı, ne öfke; yalnızca içleri yanmış bir milletin çaresizliği vardı. İçleri yanıyordu. Bizlerin içini de yaktırlar. Konuşulanlarda bir özet ayne şöyle: Turgunyan Alawdun: “Biz Uygurlar, İslam’la 720 yılında tanıştık. Sizler Karahanlılardan sonra batıya, Anadolu’ya yürüdünüz; biz ise o topraklarda kaldık. Bugün elimizde 1 milyon 800 bin kilometrekarelik bir vatan toprağı var. Üzerinde özgürce tasarruf edemediğimiz, yaşayamadığımız topraklar bunlar. Toprağımızın yalnızca yüzde beşi yaşamaya müsaittir. Diğerleri çöldür; kocaman ve sessiz bir çöl. Ve o sessizlik bugün, bizim mezarlıklarımızda, camilerimizde yankılanıyor. Bizim ne talihsiz başımız varmış meğer. Ne bedeller ödedik hâlâ da ödüyoruz. 18 bin caminin yerle bir edildiği topraklar oralar. Camilerimizin yerinde bugün oteller var, spor salonları var, hastaneler var... Hatta tuvaletler var. Ne kadar acı değil mi? Kutsal olanın yerine dünyevî olanı diktiler. Gözümüzün önünde, dünyanın, İslâm âleminin gözünün önünde yaptılar bunu. Bizim gücümüz yetmedi mani olmaya, gücü yetenler de omuz vermediler. Bugün Çin’de yalnızca bedenlerimizi değil, ruhumuzu da öldürmek istiyorlar. Biz bugün Berlin’de Federal Alman parlamentosunda Sreprenitsa soykırımının 30. Yılı münesabetiyle konuştuk. Derdimizi orada anlattık. Arkadaşlar, Bizim için soykırım yalnızca öldürülmek değildir; bizim için soykırım dilimizi, inancımızı, kimliğimizi silmektir, yok etmektir, namusumuzn çiğnenmesidir. Ayakta kalan beden neye yarar ruhu öldürüldükten sonra?” Öldüğün zaman bir kere ölürsen, gözünün önünde hergün aynı şeylere maruz kalırsan hergün yeniden bir daha ölürsün. Bu soykırım değildir de nedir? Dolkun İsa: Arkadaşlar; bugün Doğu Türkistan’da “Selamün aleyküm” demek yasaktır. Evinde Kur’an bulundurmak yasaktır. Oruç tutmak, namaz kılmak, Uygurca konuşmak yasaktır. Çocuklarımıza “Hatice”, “Ahmet”, “Fatma”, “Ali” adını koymak yasaktır. Kimin mezarı nerede bilinmez olmuştur. Ben Almanya’da yaşıyorum. Ülkeme giremiyorum. Annem babam öldüler ama ben onların cenazesinde bulunamadım, mezarlarını nerededir var mıdır yok mudur onu dahi bilemiyorum. Mezarlıklar düzlenmiş, yerlerine binalar dikilmiş. Tarih yok edilmiş. Hafıza silinmiş. Arkadaşlar bir milletin ruhu, gökyüzünden silinmiş. Ve daha beterini söyleyeyim: Çinli birine organ nakli mi lazım? Uygur tutsaklardan uygun biri bulunur; organı alınır, hesap sorulmaz. Daha ne diyeyim ne anlatayım ben size? Bu çağda Uygur Türkü’nün organının köle pazarında satılıyor olmasından daha vahimi ne oalabilir. Bir Çinliyi yaşatmak için sağlıklı bir Uygur’un böbreğini almanın suç sayılmadığı bir ülke tahayyül edebiliyor musunuz? İşte orası benim ülkem. Doğu Türkistan. Daha ne diyeyim ben size. Bu soykırım değildir de nedir? Bizler Uygur Türkü’nün sesini duyurmak için buralarda bedel ödüyoruz, annemiz babamız ve 40 milyon uygur halkı da Doğu Türkistan’da bedel ödüyor. Arkadaşlar biz Müslümanız, Müslüman, gel gör ki, İslam ülkelerinden cılız da olsa bir ses yükselmiyor. Biliyor musunuz, ben Türkiye’ye de giremiyorum. Dünya sessiz. Birleşmiş Milletler raporlar yayınlıyor, ama Türkiye ve diğer İslam ülkeleri susuyor. Raporları Avrupa ve Afrika’nın bazı ülkeleri onaylıyor; biz yine susuyoruz. Ey Anadolu halkı, Siz Anadolu’da huzur içinde büyük bir iştahla sahur yaparken, Doğu Türkistan’da iftar sofrası kuramayan kardeşlerimiz var. Biz burada Ayşe derken, oradaki insanlar Ayşe’nin ismini akıllarından bile geçiremiyorlar. Biz burada Kur’an okurken, orada Kur’an’ı evinde bile saklayamıyorlar. İşte bunlar Uygur halkı. Korkudan tiril tiril titriyorlar. Çin’in “eğitim kampı” dediği kamplarda 3 milyon Uygur tutuluyor. Eğitimin konusu zulüm, diploması ise sessizlik. Turgunyan Alawdun sözlerini şöyle bitirdi: “Evet arkadaşlar biz bu bedeli ödüyoruz. Ödemeye de devam edeceğiz, taki özgürlüğümüze kavuşuncaya kadar. Ben Türkiye’ye bile giremiyorum, olsun belki bir gün onlar da anlayacaktır beni. Çünkü onlar korkuyorlar. Bir Uygur’un Çin soykırımının ülkelerinde anlatılmasından korkuyorlar. Soruyorum size; bir halkın ruhu kaybolduktan sonfra, geriye ne kalır? Sadece boş bir beden kalır. Ne işe yarar o beden? Hiç? Ne gariptir ki dünyada bazı acılar yalnız yaşanıyormuş. Biz bu acıyı yaşıyoruz. Doğu Türkistan yalnız. Hem de çok yalnız. Ama unutmayalım: Bazı yalnızlıklar insanlığın utanç defterine kazınarak yazılır. Ve bir gün o defter açıldığında, kim nerede durduysa, adı da oraya yazılır. Allah’a emanet olunuz.”

7 Temmuz 2025 Pazartesi

SEVGİLİYE MEKTUP

SEVGİLİYE MEKTUP 2025 -Altıncı ölüm yıl dönümü münasebetiyle- Rüştü KAM 31 Mayıs 2025 Canım Sevgilim… Sana hâlâ mektuplar yazıyorum. içimi döküyorum. Çünkü ben inanıyorum ki: Sen bir yerlerdesin, ve duyuyorsun beni. Hissediyorum. Güzelim ben seni hiç eksiltmedim. Bahçedesin… çaydasın… çocuklardasın… kitapların satır aralarındasın… Ellerimi açıp dua ettiğim her anımdasın… Velhasıl her yerdesin. Kalbime emanet ettiğin o büyük sevdayla beraberim…Ama çok özledim seni be güzelim. Gülüm, Bizlere veda edip gidişinin üzerinden ne kadar yıl geçti, bilmiyorum. Sen yoksun ve hayat devam ediyor. Zaman tutmayı bıraktım. Takvimlerin ne anlamı var ki, sen yokken? Yıllar geçip gidiyor işte… Ama bazı anlar var ki, unutulmuyor. Bazı günler, takvimden silinmiyor. Bak işte… Sen gideli tam altı yıl olmuş. 8 Temmuz 2019. O sabah benim için hayat ikiye ayrıldı: Seninle olan ve sensiz kalan… İnsan başta anlamıyor, zamanın, birini değil, kendini götürdüğünü... Sesin azalmaya başlıyor önce, sonra adımların unutuluyor evin içinde. Kahvaltı sessizleşiyor. Perdeler bile farklı dalgalanıyor. Ama yine de alışılmıyor be gülüm. Ne adını unutturuyor zaman, ne varlığını silebiliyor. Sen gittin ama bir yanım hâlâ senin yanında duruyor. Gün geliyor gülüşün, bey deyişin düşüyor aklıma, içim ısınıyor. Gün geliyor sessizce bir dua oluyorsun dudaklarımda, yüzüm düşüyor. Ama her hâlükârda, varsın be Gölüm. Bu hayattan çekilmiş olabilirsin ama benden çekilmedin. Sen benim tamamlayamadığım cümlemsin. Yarım kalan şiirimsin. Eksik ama güzel kalan her şeyde seni görüyorum. Unutulmadın. Unutulmayacaksın da. Güzelim ruhun şâd olsun. Dışarıdan bakıldığında her şey sorunsuz gibi görünüyor … İşler, sorumluluklar, dernekler, belgeler, oradan oraya koşturmalar… Ama içinde Sen olmayınca, hiçbir şey tam olmuyor. Bir yanım hep eksik. Hep suskun. Zaman buldukça, senin çok sevdiğin o bahçeye gidiyorum; Hani, birlikte çimenlerin üzerine oturup, çay içmeyi hayal ettiğimiz o bahçeye. Evet evet, lavanta kokulu o yeşil bahçemize… Orada sessizliğe gömülüyorum. Adımlarımı dikkatle atıyorum. Seni incitmekten korkuyorum. Sanki toprağın her karışında senin izlerin var. Rüzgâr bile senden bir parça taşıyor. Alıyorum rayihanı. Bugün de oraya gideceğim, bugün 8 Temmuz, Senin hatırana hayır dağıtacağım komşulara. Her sene yapıyorum bunu. Biliyorum ki; haberdarsındır. Onların duası ulaşıyordur sana. Ama, Zülfikâr’ımızı her zaman götüremiyorum bahçeye. “Orası bana iyi gelmiyor” diyor. Senden sonra iyice içine kapandı. Çok suskun… “Annemin hatıraları var orada, ağır geliyor bana…” diyor. Ben de sadece başımı sallayabiliyorum. Ne diyebilirim ki? Ne desem eksik kalıyor zaten… Sen bilirsin onu; her şeyi içine atar. Senin eksikliğinin ecel ile ilgili olduğunu…O, benden daha iyi biliyor bunu sen de biliyorsun. Ama ben ona eceli anlatacak kelime bulamıyorum. Yok ki bulayım… Güzelim, Hani yıllardır bir kenara iliştirdiğim o hatıralarım vardı ya… Sen bana hep “Bunları kitaplaştır” der dururdun. Ben de “Olur inşallah” der ve geçiştirirdim ya… Gözün aydın, o iş oldu. Toparladım o hatıraları. Kitap yaptım. Hem de 500 sayfa. Adını çocuklar koydu: “Bir Hezarfenin Sergüzeşti – Kolak Köyü’nden Berlin’e” Hoşuna gitti biliyorum… Gülüyorsun şu an. Hem de gözlerinin içiyle. Keşke sen de burada olsaydın be güzelim… Sana da bir kitap imzalasaydım. O sayfaya adını yazsaydım, göz göze… Dur, dur bitmedi, bir müjdem daha var; bir de o eski “Dini Bilgiler” kitabım vardı ya… Onu da güncelledim. 600 sayfa oldu. Yeni neslin anlayacağı, sade ve açık bir dille yazdım. Onun adını da çocuklar koydu: “Modern Dinî Kılavuz – Gelenek ve Modernite Arasında Kalmışlar İçin” İki kitabı da sana ve anne-babama ithaf ettim. Niğmet kızımızla birlikte tashih ettik. Onun da sana selamı var. Hakikatli kızdır Niğmet. Zaten son Paris gezisinde beraberdiniz onunla… Bak güzelim, sıkı dur şimdi. Çok önemli bir haberim daha var. Dur çekiştirip durma, söyleyeceğim işte. Azıcık sabret. Acelen ne? Çocuklarımızın, çocuklarımızın ikincisi de evlendirdim… Evet, inanmayacaksın ama Dilruba da evlendi. Doğru söylüyorum. Vallahi evlendi. Bembeyaz gelinliğiyle Melekler gibiydi. Bak şimdi, şimdi ağlamanın sırası mı? Yani güzelim… ağlayasın diye yazmadım ben bunları. Hayalin gerçek oldu diye yazıyorum. Sevinç gözyaşları onlar, biliyorum elbet. Şimdi de kiminle diye soracaksın, dur, sormadan hemen söyleyeyim; Eritreli bir delikanlıyla evlendi. Çok iyi anlaşıyorlar. Allah muhabbetlerini daim kılsın. Sen şimdi “Eritre nere, Berlin nere?” diyorsun. Kader ağını öyle kurmuş ne yapabiliriz ki güzelim… “Kaderin üzerinde kader var.” Bana da yalnızca hayırlı olsun demek düştü. Evet… Hayat, ailemizi garip bir şekilde genişletti. Biz Denizli’den Almanya’ya… Çocuklar da Mardin’den Eritre’ye uzandılar. Bakalım Zülfikar’ımız bizi daha nerelere götürecek. Bir de onu baş göz edebilseydim…Sen de hep onu düşünürdün, bilmez miyim. Dur bakalım, bir gün o da olur inşallah. Kader, yollarımızı ilmek ilmek dokuyor; farkında bile olmuyoruz. Ben bazen susuyorum, bazen sadece izliyorum. Elimden geleni yapıyorum: Dua ediyorum, çabalıyorum, sabrediyorum. Ama yoruldum be güzelim... Hem de çok yoruldum. Sensiz olmuyor işte. Senin yerin dolmuyor işte, bunu herkes bilir. Eksiklerim oldu elbet… ama sevgim hiç eksilmedi be Gülüm. Bir görseydin çocuklarımız ne kadar mutluydu. Birlikte yaşamın ilk adımını atıyorlardı. Gözlerinde huzur vardı, sevinç vardı. Gülüşleriyle dünyam aydınlandı. Ve ben onlara baktıkça seni gördüm… Sanki senin sıcaklığını taşıyorlardı, Sanki senin yarım kalan cümlelerini tamamlıyorlardı. Anne sevgisi başka bir şeymiş. Ben babalık ettim, ettim ama anne şefkatiyle saramadım ki onları. Yine de elimden gelenin en iyisini yaptım elbet. Bazen sakince bekledim, bazen içimden taşanlarla sustum. Ama hep dua ettim: Sana, çocuklara, bize... Dilruba’nın düğününü, senin çok sevdiğin, ama bir türlü doya doya oturup tadını çıkaramadığımız o bahçede yaptık. İnan, her şey tam senin hayal ettiğin gibiydi. Aile arasında, sade ve sıcak bir düğün oldu. Zaten Dilruba da öyle istedi. Hatta, kına bile yapmadı. “Annem olmayınca kına benim neyime,” dedi… Senin öğrencilerin de oradaydı. Onları öyle toplu halde görünce, aralarında seni görür gibi oldum. Oğlan evi de Frankfurt’ta düğün yaptı. Oraya da gittik. O da çok güzel geçti. Çifte düğün oldu. Kızımız mutluydu. Hem de çok. Ailesi de iyi bir aileye benziyor. Damadın da babası vefat etmiş… Allah rahmet eylesin. Nikâhı yine Ömer Hoca kıydı. Sağ olsun, kırmadı bizi. Ben konuşma yapacaktım. Ama… yapamadım. Sesim titredi. Kelimeler içime oturdu. Boğazım düğümlendi. O yüzden konuşma metnini Hureyre’ye verdim. Zaten yapamayacağımı bildiğim için önceden söylemiştim ona. O da çok güzel okudu. Maşallah. Duyguyu, olduğu gibi aktardı. Ben onu dinlerken sadece sana baktım… Elini tuttum. Dizimin üzerine koydum. Ve yine, “Keşke,” dedim. Sonsuz bir keşke daha… O konuşmayı ikimizin adına yazdım elbet. Bakalım sen beğenecek misin?.. Değerli dostlar, kıymetli misafirler, Hepiniz hoş geldiniz. Her birinize yürekten sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Bugün, hayatımın en özel ve en anlamlı günlerinden birini yaşıyorum. Ve sizler, bu ana şahitlik ediyorsunuz. Kalbimde hem tarifsiz bir sevinç var hem de derin bir hüzün. Çünkü insan, en mutlu anlarında bile, bazen içinde bir burkulma hisseder. Bugün, biricik kızımı… gözümün nurunu, yıllarca sevgiyle, el bebek gül bebek büyüttüğüm yavrumu, kendi elleriyle kuracağı, büyüteceği, yeşerteceği yuvasına uğurluyorum. Evlat sahibi olunca daha iyi anlıyor insan; zaman ne kadar da hızlı geçiyormuş… Daha dün, minicik ellerinden tutup okula götürüyorduk onu. Pencereden bakıp, sırtında o ağır çantasıyla nasıl paytak paytak yürüdüğünü izliyorduk. İşte o çocuk… bugün gelinliğiyle yepyeni bir hayata adım atıyor. O bizim kızımız Dilruba. Biz onunla birlikte uzun bir yol yürüdük. Bazen yan yana, bazen uzaktan… Ama hep kalbimizin tam ortasındaydı. Şimdi o yol başka bir yöne doğru kıvrılıyor. Bu bir ayrılık değil; hayat dediğimiz uzun hikâyede yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç. O iyi bir kızdır. Hem de çok iyi. Onu annesi yetiştirdi. Vefalıdır, merhametlidir, yüreği geniştir, bulunduğu meclise güneş gibi doğuverir. Bu güzel hasletlerinin çoğunu annesinden almıştır. O vefakâr kadından… O cefakâr anneden… Bugün aramızda yok o. Ama biliyorum ki, işte oralardan bir yerlerden bizi seyrediyordur. O kızını yalnız bırakmaz. Kızının gelinliğine, mutluluğuna, yüzündeki gülümsemeye tanıklık ediyordur. Rabbim Fatmana’mın o güzel insanın mekânını cennet eylesin. Hatırasını yüreğimizde daim kılsın. Güzel kızım, kıymetlim, Bil ki biz her zaman seninleydik… Bundan sonra da hep seninle olacağız. Sakın üzülme ve korkma, aradığın zaman o bıraktığın yerde seni bekliyor olacağız. Sevgili kızım, Gözümün nuru yavrum, Sana nasihatim var, az kulak veresin: Artık sen bir evin hanımı, başka bir ömrün yoldaşısın. Şunu hiç unutma: Yuva dört duvarla kurulmaz. Yuva; anlayışla kurulur… ama sevgiyle, sabırla ve emekle büyür. Ve ancak böyle ayakta kalır. Her evde zaman zaman rüzgârlar eser; bazen hafif bir esintiyle serinletir, bazen de sert bir uğultuyla savurur. Ama mühim olan, o rüzgârı fırtınaya çevirmemektir. Evlilik, inatla değil; sevgiyle, saygıyla yürür. Hayat, şikâyetle değil; şefkatle güzelleşir. Eşin artık senin kader arkadaşın… Ona karşı nazın da olsun, vefan da. Güzel kızım, Eşine karşı sesin değil, kalbin yükselsin. Eşinin annesi senin de annen olsun, babası senin de baban… Onları dışlama ki, sen de dışlanmayasın. Adaletli ol. Haksızlık etme. Ama haksızlık karşısında da susma. Sevgili İbrahim, Bugünden itibaren sen de artık benim bir evlâdımsın. Üçüncü oğlumsun. Sana yalnızca bir kız evlât vermiyoruz biz… Sana bir ömrün hatırasını, yılların emeğini, bir annenin duasını ve bir babanın kalbini emanet ediyoruz. O bizim kıymetlimizdir. Onun bir damla gözyaşına dünyaları değişmeyiz. O bizim sevinç kaynağımız, içimizdeki neşedir. Onun neşesi sönmesin… ışığı eksilmesin. Aman ha dikkat edesin. Onu sev, koru, gözet ki… Sen de sevilesin, gözetilesin. Sadece gülüşünde değil, sessizliğinde de, gözyaşında da yanında ol. Unutma oğlum, evlilik sadece güzel anları paylaşmak değildir. Zorlukları birlikte omuzlamaktır. Nikâh masasında verdiğin o sözü daima hatırla: “İyi günde, kötü günde birlikte olacağız.” Bu bir vaat değil… Bu, bir namus sözüdür. Bu, birlikte yürünmesi gereken bir yoldur artık. Bir yuvayı ayakta tutan beş temel esas vardır unutmayasın: Sevgi, Saygı, Sadakat, Sabır ve Emek. Artık “ben” değilsiniz bundan sonra, “biz”siniz. Bu yuvayı birlikte kurdunuz. Birlikte büyütecek, birlikte yeşerteceksiniz. Ve meyvesini birlikte toplayacaksınız. Sevgili oğlum, Hata yapmaktan korkmayın. İnsanız, elbet hata yaparız. Ama hatada ısrar etmeyesin. Birbirinize gönül koyabilirsiniz, bu insani bir şeydir. Ama sakın gönül yıkan olmayasın. Birbirinizin eksiğini tamamlayın, fazlalıklarınızla övünmeyin. Ne yaşarsanız yaşayın, ne olursa olsun, birbirinizin elini sakın bırakmayın! Kalbiniz, birbirine daima sevgi ve saygı sinyalleri göndersin. Yüzünüzü birbirinizden asla çevirmeyin. Çünkü bu hayat; "keşke"lerle oyalanacak kadar uzun değildir. Güzel Mevla’m; Yuvanıza huzur, gönlünüze muhabbet, ömrünüze bereket versin. Ayağınıza taş değdirmesin. Kazancınız helal, rızkınız bol ve bereketli olsun. Kötülerle ve kötülüklerle karşılaştırmasın; iyilerle, iyiliklerle yolunuzu kesiştirsin. Çocuklarınız evinizin neşesi, kalbinizin armağanı olsun. Mevla’m onları korusun, gözetsin, yolundan ayırmasın. Sizlere, bir ömür boyu O’nun yolunda yürüyen gerçek birer kul ve birbirine sadık eşler olmayı nasip etsin. Bu özel ve güzel günde, aramızda olmasa da yüreğimizde her daim yaşayan eşime, 46 yıl bu yollarda beraber yürüdüğümüz can yoldaşıma, Rabbim’den rahmet diliyorum. Bugün burada bizimle olan, bu sevince ortak olan herkese gönülden teşekkür ediyorum. Ve şimdi… Sizleri, eşimin ruhuna birer Fatiha okumaya davet ediyorum. Canım sevgilim… Yıllar geçti, acım dinmedi, yokluğun eksilmedi. Ama ben, senden öğrendiğim gibi, güçlü durmaya çalışıyorum. Sen gittin ama ben seni bırakmadım. Dualarıma kazıdım adını. Çocuklarımızla, hatıralarınla, sevdanla yaşıyorum. Ve şimdi, bu mektubu bitirirken sana bir teklifim var bilirim beni kıfrmazsın: Senin o köşkünün bir köşesinde benim için de bir yer ayır. Çünkü bir gün oraya geldiğimde, yine dizine başımı koymak isterim. Parmaklarını saçlarımın arasında usul usul gezdirmeni isterim. Aynı köşkte. Aynı sessizlikte. Aynı muhabbetle. Dünyada yarım kalan ne varsa, orada tamamlayalım isterim. Ben yine sana kitaplarımı okuyayım, sen gözlerinle dinle isterim. Ben yine sustuğumda, gözlerime bakıp bsni anlayıveresin isterim. Çocuklarımız kendi yuvalarını kuruyorlar, zaman hızla akıyor… Ama içimdeki sevda yerinde öylece duruyor. Sen gittiğinden beri, kalbim hep bir yere bakıyor. Oraya…Senin olduğun yere. Sana… Özlemle, inançla, sonsuz bir sadakatle…Ben bu dünyada neyi tamamladıysam, bir gün gelip onları sana anlatacağım. O gün, yeniden “biz” olacağız. Ve bu mektup da yarım kalmayacak. 46 yıl aynı sofrayı, aynı duayı, aynı suskunluğu paylaştığın eşin; Rüştü KAM