1 Aralık 2025 Pazartesi

EBABİL, EBREHE, FİL ORDUSU

EBABİL’İN KUŞ OLMADIĞINI ANLADIK; MEĞER VOLKANİK PATLAMAYMIŞ -Türk Eğitim Derneği’nin Kültür Gezisinden UMRE 2011- RÜŞTÜ KAM 2911.2025 TED/BERLİN Arafat Dağı’nın hemen yanı başında bir vadi var: Muhammes Vadisi. Ebrehe’nin ordusunun helâk edildiği yer olarak anlatılan vadi burası. Vadide dolaşırken, sanki taşların dili açılmış, çözülmüş de bize bir şeyler fısıldıyormuş gibi hissettik. Oradaki, toprağın üzerinde öylece duran, adeta fırında pişmiş gibi simsiyah kesilmiş taşlara baktığınızda, bir zamanlar şiddetli bir volkanik patlamanın yaşanmış olabileceğini anlamak hiç de zor değildi. Zaten o zeminde yürümeye bile zorlanıyorsunuz; ayağınızın altındaki her adım, sanki size “Burada sıradan bir şey olmadı” diye fısıldıyordu. Buradaki olanlar evet sıradan şeyler değildi. Peygamberimiz’den önce gerçekleşmişti. Görüntüler burada başka bir ilahî müdahalenin izlerini taşıyor gibiydi. Fil Suresi’ni de bu gözle yeniden okuyunca, Prof. Dr. Mikail Bayram’ın yorumuna hak vermemek mümkün değildi. Ebâbil’in ille de “kuş” olmak zorunda olmadığını gördük. Burada, çok büyük bir tabiat olayı gerçekleşmiş olabilir. Müthiş bir helâk sahnesi… İbretlik bir helâk tablosu… Âd ve Semûd kavimlerinin helakı gibi. Neden olmasın? Mikail Bayram’ın Fil Suresi tefsirinde söylediği gibi, “ebâbil” kelimesinin aslında “bölük bölük, sürü sürü gelen şeyler” anlamına gelebileceğini; “siccil taşları”nın da volkanik patlamayla birlikte savrulan, yüksek ısıyla pişmiş taş parçaları olabileceğini anlıyoruz. Böyle bakınca, Ebrehe ve ordusunun, gökten özel olarak gönderilmiş kuş sürülerinin gagalarından ve pençelerinden atılan taşlarla değil, Allah’ın kâinata yerleştirdiği tabiat yasaları çerçevesinde meydana gelen bir volkanik patlama sonucunda helâk edildiği ihtimali öne çıkıyor. Kur’an, bu felaketi anlatırken hem ilahî müdahaleyi, hem de o müdahalenin tabiat içindeki izlerini birlikte bize gösteriyor olabilir. Mikail Bayram bu yorumuyla, olayı bütünüyle akıl dışı bir mucize anlatısından çıkarıp, hem vahyi hem tabiatı birlikte okumaya çağırıyor bizleri; biz de oradaki taşlara bakarken bu yaklaşımın yabana atılacak bir tarafının olmadığını ayne’l-yakîn gördük. Amacımız, mucizeyi inkâr etmek değildir. Asıl sorun başka yerdedir: Her şeyi ve her olayı yalnızca “mucizelere” bağlamak, vahyin asıl amacını gözden kaçırmaktır. Bu yanlış yaklaşımın Müslümanları nasıl bir kaderciliğe sürüklediğini, aklı ve sorumluluğu nasıl gölgelediğini fark edebilmektir, mesele olan bu anlayıştır. Yüzyıllar boyunca Müslümanların düşüncesinde, inancında her şeyi “gökten gelen kuşlara”, “görünmez güçlere” havale eden bir anlayış hâkim oldu. Aklı devre dışı bıraktı bu anlayış. Sebep–sonuç ilişkilerini küçümsedi. Tabiat hadiselerini okumayı gereksiz gördü. Ve bu hastalıklı anlayış, Müslümanlara çok şey kaybettirdi. Dolayısıyla, tembelliklerinin, geri kalmışlıklarının temelinde bu anlayış yatıyor. Bu anlayış sayesinde “nasılsa Allah bir mucizeyle bizi kurtarır” türü sağlıksız bir anlayış doğdu. Beklentilerin arkasına gizleyen bir zihin yapısı oluştu. Evet, biz o taşlara bakarken, aslında bu kaybın ağırlığını düşünüyorduk. Düşündükçe de insanın içi daha çok sızlıyordu. Çünkü biliyorduk: Arayı kapatmak artık sadece teknolojiyle mümkün değildi. Zihniyeti değiştirmek gerekiyordu. Hem de köklü bir şekilde. Ve bunun da birkaç yılda, birkaç sloganla olmayacağını biliyorduk, fark ediyorduk. Ebrehe, Mekke’yi istila etmek için filleriyle yola çıkmış büyük bir komutan. Böyle bir tehdit karşısında Abdülmuttalib’in orada öylece oturup işgali beklemesi akla da tarihin mantığına da uygun değildi. Üstelik o sırada Peygamberimiz henüz doğmamıştı; yani ortada “olağanüstü korunan özel bir şahsiyet” etrafında şekillenmiş bir liderlik sahnesi de yoktu. Bu şartlar altında Abdülmuttalib’in, elindeki imkânlarla bir savunma hattı oluşturmuş olması, Mekke’yi ve Kâbe’yi korumak için bir direniş örgütlemesi çok daha mantıklı görünmektedir. “Kâbe Allah’ın evidir, onu O korur; ben develerimi almaya geldim” şeklindeki ajite edilmiş bir hikayenin sahnelenmesi ise, Abdülmuttalib gibi bir liderin şahsiyetine ve devlet başkanlığı vasfına pek yakışmamaktadır. Koskoca bir kabile reisinin, şehrin ve Kâbe’nin işgal tehlikesi karşısında hiçbir askerî, siyasî, stratejik tedbir almadan sadece develerinin peşine düşmüş gibi resmedilmesi, hem tarihî gerçeklikle hem de liderlik ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Bu tür hikâyelerin, olayın gerçek zeminini gölgelediği; Kâbe’nin korunmasını da tamamen “mucizeye havale edilmiş pasif bir teslimiyet” gibi gösterdiği açıktır. Oysa akla ve sorumluluğa dayalı bir okuma, Abdülmuttalib’i de, Mekke’nin o dönemdeki direnişini de çok daha tutarlı bir şekilde anlamamızı sağlayacaktır. Sonuç: Evet, Prof. Dr. Mikail Bayram haklıdır. Ebabil kuş değildir. Ebrehe Mekke'ye yaklaşınca orada volkanik bir patlama olmuş ve patlamanın etkisiyle göğe yükselen o taşlar(siccin)Ebrehe'nin ordusunu perişan etmiştir. Ancak Ebrehe ve belirli sayıda asker kurtulup Yemen'e dönebilmişlerdir. Ebabili kuş olarak düşünürsek ve ağızlarıyla attıkları taşlarların Allah tarafından atıldığı düşünülürse ve askerleri "yenmiş ekin"e benzettiklerini varsayarsak; O zaman Allah'ın hedefleri ıskaladığını düşünmemiz gerekir ki; o da Allah'ın kemaline gölge düşürür...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder