1 Aralık 2025 Pazartesi

PAPA 14.LEO TÜRKİYE' DE

PAPA’NIN TÜRKİYE ZİYARETİ ve ARKASINDA BIRAKTIĞI DEDİKODULUR Rüştü KAM 30.11.2025 TED/BERLİN Papa Türkiye’ye geldi ve gitti. Arkasında da gazete köşelerini, televizyon ekranlarını, sosyal medyayı günlerce meşgul edecek bir yığın dedikodu bıraktı. Kimileri, “1700 sene sonra neden geldi?” diye sordu; kimileri, “Trump’a ne tür sözler verildi?” ye odaklandı; kimisi, “Ruhban okulu açılacak mı?” tartışmasına kilitlendi; kimileri de, “Tala‘al-Bedru Aleynâ ilahisiyle neden karşılandı?” sorusuna takılıp kaldı. Ama neredeyse hiç kimse şu temel soruyu sormadı: Papa, 1700 sene sonra İznik’e (Bitinya’ya), yani Hristiyanlık tarihinin en kritik kavşaklarından birine neden geldi? Papa’nın gelişiyle ilgili cevabı ben vereyim: Papa, basit bir protokol ziyareti için değil, geçmişinin izini sürmek için geldi. Köklerinin peşine düştü; ilk ekümenik konsilin toplandığı, kanonik İncillerin tespit edildiği, teolojilerinin şekillendiği, kimliklerinin tarihî temellerinin atıldığı o coğrafyaya, İznik’e geldi. O, Hz. İsa’nın buyruğunun peşine takıldı da geldi: “Hepsi bir olsunlar. Baba, sen bende, ben sende olduğum gibi onların da bizde bir olmalarını sağla; öyle ki dünya senin beni gönderdiğine iman etsin.”( Yuhanna 17:21- İsa’nın Birlik Duası) Ben bu açıdan bakıyorum ve Papa’yı da Vatikan’ı da bu bilinçli tavırlarından dolayı alkışlıyorum. Çünkü kimlikli kalabilmek tam olarak budur: Köküne sahip çıkmak, hafızayı diri tutmak, geçmişini kutsamayı bilmek. Ancak o zaman gerçek anlamda kimlik sahibi olur, başın dik, alnın açık olarak dünya arenasında yürüyebilirsin. Gerisi laf-ı güzaf. Garip olan ve asıl eleştirilmesi gereken, Türk halkının ve medyasının bu ziyarete bakışındaki yüzeysellik ve öz güvensizliktir. Biz neden kendi geçmişimizi inkâr ediyoruz? Neden tarihimizi küçümsüyor, hor görüyor, hatta ona küfrediyoruz? Papa Türkiye’ye geliyor, yapması gerekeni yapıyor ve gidiyor. Evet, yapıyor hem de en doğru, en tutarlı biçimde yapıyor: Kendi tarihini hatırlatıyor, köklerini yüceltiyor, hafızasını diri tutuyor. Peki biz ne yapıyoruz? Lozan’da elde ettiğimiz hakları korumak için benzer tarihî ve diplomatik ziyaretleri neden Batı Trakya’ya, Yunanistan’a yapamıyoruz? Neden kendi haklarımızı, kendi tarihî derinliğimizi savunma cesaretini gösteremiyoruz? Bu soruyu kimse sormuyor, sormaya da yanaşmıyor. Papa ve Vatikan kendi tarihini kutsuyor; biz ise kendi tarihimize karşı yabancıyız. Hatta yabancılığı da geçtik, büyük bir kısmımız geçmişine karşı düşmanca bir dil kullanıyor. Maalesef, kendi tarihî şahsiyetlerine hakaret eden, kendi medeniyet birikimini hafife alan, kendi köklerine yabancılaşmış bir toplum hâline gelmişiz. Papa’ya eşlik eden Hristiyan din adamlarının kıyafetlerine dikkat eden de pek yok. Hepsi kendi Hristiyan geleneğinin üniformasını giymiş durumda: Cüppeleriyle, takkeleriyle, külâhlarıyla, sembolleriyle oradalar. Kim oldukları, hangi geleneğin mensubu bulundukları, daha uzaktan göründükleri anda belli oluyor. Bu tutarlılıklarını ve temsil bilinçlerini gerçekten kutluyorum. Bir de Papa ile aynı karede yer alan Diyanet İşleri mensuplarına bakın: Dar pantolonlu, kravatlı, “modern” takılmış, sözüm ona Avrupalı görünümlü bir profil… Şimdi soruyorum: Sen mi Avrupalısın, yoksa karşında, geleneğinin kıyafetini gururla taşıyan o Hristiyan din adamları mı? Sen kendi kimliğinden utanır gibi dururken, o kendi kimliğini simgeleyen kıyafetiyle dünyaya çok net bir mesaj veriyor. Ey bre gafiller, asıl sorgulanması gereken yer tam da burasıdır. Hadi sorgulasanıza… Papa Anıtkabir’e gitmiş; bence gitmesi de yanlış değil. Diplomatik, sembolik ve tarihî bir jest yapmış oldu. İyi de yaptı. Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken, bu ziyaretin bizim için ne anlam ifade ettiğidir. Papa sanki lisan-ı hâliyle, anlayana şunu söylüyor: “Ben Katolik Hristiyan âlemini temsilen buradayım; sana şükranlarımı sunmaya geldim. Eğer sen olmasaydın, bugün Türkiye’de benim muhatabım bir ‘Halife’ olurdu. Halifeliği kaldırarak Hristiyan dünyasının önünü açtın. Var olasın! Bugün dünyada rahatça nüfuz kurabiliyorsak, İslâm coğrafyasının bu dağınık ve perişan hâlinde senin payın büyüktür.” Yine lisan-ı hâl ile adeta şunu da ifade ediyor: “Sen olmasaydın, Türkiye Latin alfabesine geçemeyecek, Türk halkı kendi geçmişinin şeref dolu tarihini okuyabilecekti. O zaman Osmanlı’nın insan hakları konusundaki yüksek standartlarını, inanç hürriyeti konusundaki hoşgörüsünü, farklı dinlere ve kültürlere gösterdiği saygıyı yeniden keşfedeceklerdi. Ve belki de o zaman bize özenmeyeceklerdi. Sağ olasın ‘Atam’, var olasın ‘Atam’; senin sayende bugün bu toprakların hafızasıyla bağı kopmuş bir nesil yetişti ki; işte ben buradayım.” Hristiyan dünyası 1095 yılını unutmamış: O tarih, Birinci Haçlı Seferi’nin başlatıldığı tarihtir. Müslümanlara karşı büyük bir seferberliğin ilan edildiği, din ve kimlik üzerinden yürütülen küresel bir mücadelenin milatlarından biridir. Çirmen Savaşı’nı da unutmamışlar. 800 kişilik bir birliğin 70.000 kişilik Haçlı ordusunu darmadağın ettiği o destansı karşılaşmayı hafızalarından silmemişler. Papa ve Batı dünyası, tarih hafızasında bu savaşı daima kritik bir kırılma olarak muhafaza ederken, ne yazık ki Türk halkının büyük kısmı bu savaşı bilmez. Peki Türk halkına soralım: “Çirmen Savaşı ne zaman oldu?” Kaç kişi doğru dürüst cevap verebiliyor? Ey bu toprakların geçmişinden koparılan acınasıca insanı! Sen otur ve önce kendi kendine yan. Gerekirse dizlerini döv. Saat kulelerinin kaçta durduğunu, kimlerin saatimize ayar vermeye çalıştığını tartışmadan önce, kendi iç saatine bak: • Sen kimdin? • Şimdi kimsin? • Geçmişte ne yapıyordun, şimdi ne yapıyorsun? • Dün kimsenin karşısında eğilmeyen bir medeniyetin mensubu iken, bugün kimin uşağı hâline geldin? Bu sorularla yüzleşmeden, başkalarını eleştirme hakkını elde edemezsin. Elbette şu soruları sorma hakkın var: “Bu ziyarette ne tür tavizler verildi?” “Arka planda hangi pazarlıklar yapıldı?” Ama önce soru sorma hakkını elde etmen gerekir. Hafızasını kaybetmiş, tarihle bağını koparmış, kimliğini tüketim alışkanlıklarına indirgemiş bir toplum, çok yüksek perdeden soru sorsa ne olur, sormasa ne olur? Hadi oradan derler adama… Öyle ‘Ben Müslümanım’ demekle Müslüman olunmuyor. Tıpkı “Ben milliyetçiyim” demekle tarihini bilmiş, “Ben muhafazakârım” demekle de bir değeri muhafaza etmiş sayılmadığın gibi… Papa 1700 sene öncesine, İznik’e gidiyor; ruhen ve zihnen oraya bağlanıyor. Sen de 1700 sene öncesine gitmeye cesaret etmelisin önce. Kendi tarihinin dönüm noktalarına, kendi medeniyetinin beslendiği kaynaklara doğru bir yolculuğa çıkmalısın. İznik’te o zaman kimler vardı? Kimlerle mücadele ettiler? O coğrafyada hangi fikrî, siyasî ve teolojik çatışmalar yaşandı? Bunları bilmeden bugünü nasıl okuyacaksın? “İstanbul’da Latin serpuşu görmektense Müslüman sarığını görmeyi tercih ederim.” diyen Ortodoks Hristiyanları hatırla. Onlara sor: “Sen neden böyle bir cümle kurmak zorunda kaldın? Hangi tarihî tecrübeler seni buna sevk etti?” de. Evet sor, böyle sor. Sormaya cesaretin yoksa, zihninde şu yolculuğa çık: 1700 sene geriye git ve bu toprakların kurucu şahsiyetlerine kulak ver. Süleyman Şah’a sor, Ertuğrul Bey’e sor, Osman Gazi’ye, Orhan Gazi’ye sor. Şeyh Edebali’ye sor. Onların dünyasında adalet, merhamet, izzet, vakar ve kimlik nasıl inşa edilmişti, onlardan öğren onları. Bil ki, bu işler öyle yerde bulduğunu ölçüsüzce yemekle, göbek şişirmekle, son model arabalarla caddelerde fink atmakla olmuyor. Kimlik; tüketim nesneleriyle değil, tarihî hafıza, ahlâkî duruş ve fikrî derinlikle inşa ediliyor. Evet, ben bu ziyaretinden dolayı Papa’ya ve Vatikan’a tekrar saygılarımı sunuyorum. Çünkü bu ziyaret, az da olsa, Türkiye’de taşların yerinden oynamasına vesile olduysa, bu bile başlı başına önemli bir kazanımdır. Sayın Papa; belki farkında olmadan bize şunu hatırlattınız, teşekkür ederim: Kendi tarihinle bağ kurmadan, kendi köklerine tutunmadan, sadece modernliğin dış kabuğuna özenerek bir kimlik inşa edilemez. Şimdi sıra bizde: • Biz kendi İznik’imizi, kendi Çirmen’imizi, kendi tarihî hafızamızı yeniden keşfetmezsek; • Kendi devlet büyüklerimize, kendi tarihimize, kendi ilim ve irfan önderlerimize kulak vermezsek; • Kim olduğumuzu, nereye ait olduğumuzu, neyi niçin savunduğumuzu kendimize sormazsak… Hiç kimseyi samimiyetle eleştirme hakkımız da olmaz, olamaz. “Bize niye böyle davranıyorlar?” deme lüksümüz de olamaz. O hâlde önce kendimizle yüzleşelim, samimi olarak yüzleşelim, başımızı ayaklarımızın arasına alarak yüzleşelim; Sonra, söz söylenmesi gerekenlere de dünyaya da olursa söyleyecek sözümüz, sözümüzü söyleyelim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder