1 Aralık 2025 Pazartesi

İHRAM, MEKKE, UMRE, İSRAİLİYAT

İHRAM ELBİSE DEMEK DEĞİLDİR YASAK BÖLGEDİR -Türk Eğitim Derrneğinin Kültür Gezisinden 2012- Rüştü KAM 28.11.2025 TED/BERLİN Saat 17.00’yi gösterdiğinde, Peygamberimizle vedalaşarak çoktan Mekke yoluna revan olmuştuk. Medine’nin hemen dışında, Zülhuleyfe denilen yerde ihrama girilmesi gerektiğini söyledi rehberimiz. Biz de kendisine, ihramın sadece “elbise”yle sınırlı bir kavram olmadığını düşündüğümüz için, “İhram giymeyeceğiz” yolumuza devam edelim dedik. Rehber bu sefer adeta çıldırdı. “Siz hangi şeyhin müridlerisiniz?” gibi küçümseyici ifadeler kullanarak bizi aşağılamaya çalıştı. Hatta işi daha da ileri götürüp, “Ben size Mekke’de hizmet etmeyeceğim, tavaf ettirmeyeceğim!” dedi. Küstü ve Mekke’ye varıncaya kadar da bizimle tek kelime konuşmadı. Elbette kendisine, ihramın bizim anladığımız şekliyle ne demek olduğunu, meselenin sadece iki parça havludan ibaret olmadığını anlatmaya çalıştık; haram bölgeyi, canlıya zarar vermemeyi, kavga ve gürültüden uzak durmayı hatırlattık. Ama dinlemedi bile… Onu ikna etmek değildi derdimiz, en azından düşüncemize saygılı olmasını istiyorduk, ama onun ne dediğimizi anlamak gibi bir derdi de yoktu. Bizce ihram; haram kılınan bölge ve o bölgenin ahlâkî kuralları demektiir. Yani orada “yeşile zarar vermemek, canlı öldürmemek, kavga-dövüş yapmamak”tır. Alt-üst iki havludan ibaret o kıyafet değildir. Bu yüzden, sadece şekle indirgenmiş olan o kıyafetin içine girmedik biz. Çırılçıplak soyunuyorsunuz, sonra çıplaklığınızı iki havlu parçasıyla örtmeye kalkıyorsunuz. Altına kilot da giyemiyorsunuz; çünkü dikişli olduğu için yasak. Bu uygulamayı kefen benzetmesiyle açıklamaya çalışmak bize göre yerine oturmuyordu. Sıcakta oraya buraya uzanabiliyorsunuz, etrafta kadınlar da var… Ortaya çıkan manzara ne kadar da kötü. Onun yerine beyaz bir pantolon ve beyaz bir fistan ya da gömlek giyseniz, güzel kokunuzu sürseniz, başınıza da beyaz bir örtü taksanız daha zarif ve daha derli toplu olmaz mısınız? Allah böyle bir şıklığı neden istemesin? O’nun bizim giysimizle ne derdi olabilir ki? Mescitlere giderken temiz elbiselerimizi giymemizi, güzel kokular sürünmemizi isteyen bir Rabbin, burada —hem de 40–50 derecelik sıcakta— neden bizim neredeyse çıplak olmamızı istediğini anlamakta zorlanıyoruz… Kanaatimizce ihram, İslâm öncesinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf eden Arapların o geleneklerinin, bugüne “uyarlanmış” bir devamı olmaktan öteye geçmez. Üstelik ihramlıyken “koku sürünmeyeceksin, dikişli giysi giymeyeceksin, kaşınmayacaksın” gibi yasaklar var. Bu yasakları çiğnerseniz cezası da hazır: Kurban keseceksiniz. Bütün bunlar, bize göre, ibadetin ruhundan ziyade ekonomik bir düzeni besliyor gibi duruyor. Tıpkı Medine’deki “kırk vakit namaz” ısrarında olduğu gibi. Üstelik Allah, sanki bu iki havlunun içindeyken temizlik ve bakıma adeta yasak (!) getiriyor. Biz bu yaklaşımın mantığını bir türlü kavrayamadık. Oysa biz, huzura güzel kokular sürünerek, temiz, derli toplu ve zarif bir hâlde varmamız gerektiğine inanıyoruz. Elli dereceye varan sıcağın altında terlememek mümkün değil. İhramlı olduğunuzda ise bu durum daha da sıkıntılı hâle geliyor; ter ve kir kokusuyla huzura çıkmış oluyorsunuz. Yolda, mola yerlerinde, oturup kalkarken de son derece uygunsuz ve rahatsız edici durumlarla karşılaşılabiliyorsunuz. Üstteki havlu düşerse neyse, fazla problem olmuyor; ama alttaki havlu düşerse gerçekten mesele büyüyor. Kadınlar için ise durum farklı: Onlar dikişli elbise giyebiliyorlar. Bu da bize göre açık bir çifte standart… İki insansın, aynı ibadetin içindesin, aynı mekândasın, birine “yasak” olan şey diğerine serbest; zihnimizde cevaplanmamış sorular bırakıyor. Allah’ın çifte sıtandardı mı olurmuş? Sonuçta Zülhuleyfe’den ayrıldık ve yolda uygun bir yerde yemek için şoförümüzle sözleştik. Rehberimiz artık bize tavrını koymuştu; bizimle konuşmuyor, her şeyi şoför üzerinden hallediyordu. Çölde akıp gidiyoruz… Yol boyunca, dağların eteklerine serpiştirilmiş, simsiyah taşların arasına sıkışmış köyler gördük. Ne bir ağaç ne bir gölge ne de ferahlık taşıyan en küçük bir yeşil iz… Kavurucu sıcağın altında, taş yığınlarının arasında yaşayan insanlar… İçimizden şu sorular geçip durdu: Bu insanlar bu çıplak kayaların arasında nasıl hayatta kalıyor? Kim, hangi düzen, onları burada yaşamak zorunda bırakıyor? Bir tarafta bir tane bile ağacı olmayan, yoksulluğun yüzüne çarptığı o köyler; öte tarafta küvette süt banyosu yapan Suud Krallığı… Bir tarafta gündelik hayatı “hayatta kalmak”tan ibaret olan insanlar; öbür tarafta lüksü ve israfı ibadetlerinin yanına iliştirenler… Ve bütün bunların ortasında, ihramın dikişini, havlunun boyunu, kokunun hükmünü tartışan zavallı ziyaretçiler… Paradoks değil bu, resmen trajedi; hem de kutsal toprakların tam ortasında. İhram, Kâbenin yanında da bırakmadı yakamızı; Safâ ile Merve tepeleri arasında say yaparken, Karadenizli olduğunu şivesinden anladığımız ve bize müftü olduğunu söyleyen bir beyefendi önümüzü kesti, yaklaşıp bizi durdurdu: “Bu elbiselerle say yapamazsınız; dolayısıyla say bölgesinden çıkmanız gerekir,” dedi. “Bu elbiseler” dediği, beyaz bir fistan, bol kesim beyaz bir pantolon ve başımızda beyaz bir örtüydü. Oldukça da sert söyledi bunu, sinirliydi… Raşit Tanrıverdi, “Biz yapıyoruz, oluyor; sen işine bak,” dedi ve yolumuza devam ettik. Kendisini de Allah’a havale ettik. Biz Umre yaptık. Peygamberimizin İslâm’ı hayata nasıl hâkim kıldığını anlamaya çalıştık. Kâbe’yi ve Mescid-i Nebevî’yi, Arafat’ı ve Rahman Dağı’nı günah çöplüğü/mezarlığı olarak görmedik. Günahlarımızı oralarda bırakmayı da hiç düşünmedik. Allah kabul eylesin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder