5 Eylül 2015 Cumartesi

Muhacirden MÜlteciye



Vahye ilk muhatap olanlardan Müslüman olanlar sıkıntılı günler yaşadılar Mekke’de. Mekkelileri vahiyle tanıştıran Hz. Muhammed başta olmak üzere ona tabi olanlar en acımasız işkencelere tabi tutuldular. Bu işkence 13 sene devam etti. Sonunda mallarını, mülklerini, sevgililerini, analarını babalarını Mekke’de bırakarak Medine’ye iltica ettiler. Tevhid bayrağı’nın altına giren insanlar için o işkence hiçbir devirde bitmedi.  En acımasız şekilde çağımızda da devam ediyor. Afganistan’da, Irak’da, Somali’de, Filistin’de, Mısır’da, Arakan’da Suriye’de … devam ediyor. Hangi sebepten dolayı öldürüldüğünü bilmeyen küçücük çocuklar, yaşlılar, savunmasız insanlar acımasızca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı seyrediyor, hem de konulu filim gibi seyrediyor televizyon ekranlarından, internet sayfalarından.  Dün haberlerde Suriyeli bir genç feryat ediyordu, “Ülkemizdeki savaşı durdurun, biz vatanımıza dönelim, Avrupa’nız sizin olsun” diye. Bütün olan bitenleri özetleyen manidar bir feryad. Yrd.Doç.Dr. Necmettin Kızılkaya konu ile ilgili anlamlı bir makale kaleme almış. Sizlerle paylaşmak istedim. Okuyalım:

“Tarihin akışına yön veren önemli olaylar vardır. Bu olaylar sadece muhataplarını değil bir bütün olarak insanlığı etkilemektedir. Hicret de tarihin gidişatına yön vermiş bu tür hadiselerden biridir. Bu nedenle İslam Tarihi’nde Hz. Peygamber’in (a.s) risâlet ile gönderilmesinden sonraki en önemli hadisenin hicret olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Zira hicret ile beraber sadece Müslümanların değil insanlığın gidişatı değişmiş, yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin sadece Arap Yarımadası’na değil yeryüzünde mevcut olan tüm medeniyetlerin gidişatına önemli tesirlerde bulunduğuna tarih tanıklık etmektedir. 

Hicretin sahip olduğu bu genel etki Müslümanlar söz konusu olduğunda daha da somutlaşır. Bu nedenle Kur’ân ayetleri Mekkî-Medenî şeklinde bir ayırıma tâbi tutulur; Hz. Peygamber’in (a.s) başka din ve kültürlere mensup olan toplumlar ile olan münasebetlerinde iki döneme dair farklı tutumlar sergilediği kabul edilir; şer‘î ahkâmın karakterinin hicret ile beraber farklı bir şekil aldığı görülür. Müslümanların hicreti bu kadar önemsemelerinde birçok etkenden söz etmek mümkündür. Bunlardan biri, Mekke’den hicret eden ve Muhacir olarak isimlendirilen ilk Müslümanlar ile onları bağrına basan Medine mukimleri olan ve Ensar olarak isimlendirilen Müslümanlar arasındaki ilişkidir. 

Muhacir ile Ensar arasındaki ilişkiyi tarihte benzeri olmayan bir yere yükselten en temel husus hiç şüphesiz Medine yerlilerinin, vatanlarını, yuvalarını, ailelerini, akrabalarını, sahip oldukları mal ve mülkü bırakarak kendilerine yönelen Mekkeli Müslümanlara karşı takındıkları tavırdır. Zira Ensar, Mekke’de zor şartlar altındayken ilahî emirle Medine’ye gelen Muhacirleri insanlığın kıyamete kadar gıpta ile anacağı ve benzerini bir daha göremeyeceği bir fedakârlıkla karşıladı. Burada Mekkelilerin yardan ve serden geçerek arkalarına hiç bakmadan ellerinin tersiyle bütün dünyalıkları bir kenara itmeleri kadar, Medinelilerin karşılıksız ve büyük bir fedakârlıkla ortaya koydukları kardeşliğin de altını çizmek gerekir.
Ensar’ın tavrında kardeşliğin baskın gelmesi, Mekke’den Medine’ye gidişi bir göç ve iltica olmaktan çıkarmış, hicrete dönüştürmüştür. Bunda Ensar’ın, Mekke’den gelen kardeşlerine sığınmacı olarak bakmayıp onları Muhacir olarak görmelerinin büyük rolü olmuştur. Bu tutumun bir sonucu olacak ki hicret edenlerden biri olan Hz. Peygamber’i (a.s) kendilerine lider olarak görmüşlerdir. Ne Hz. Peygamber’i (a.s) ne de onunla beraber kutlu yolculuğa çıkan hemşerilerini incitecek bir tutum içerisine girmemiş; aksine onlara birçok kez iltifatta bulunarak bağırlarına basmışlardır. Zira Medineliler Mekke’den gelenlerin bulundukları yerlerde kendileri gibi bir hayat sürdürdüklerinin farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük ticari faaliyetler yaptıklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin asil insanlar olduklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük acılar sonucu kendilerine geldiklerinin farkındaydılar ve her şeyden önemlisi Medineliler Mekke’den gelenlerin ilahî takdir ile kendilerine yöneldiklerinin farkındaydılar. İşte bu farkındalık, hicret edenlerin geride bıraktıkları acıları unutmalarını sağlamıştır. 

Tarihte birçok defa evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalan nice toplumlar olmuştur. Ancak hiçbir ayrılık veya göç, hicret olarak isimlendirilmemiştir. Bunda göç edenler kadar onları karşılayan, onları yanlarına alanların tavrının belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Her göçün arkasında büyük acılar ve onulmaz yaralar bulunmaktadır. Bunları azaltan ve etkisini unutturan tek bir şey vardır: Kucak açanların tutumu. Göç edenlere sığınmacı, mülteci, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanlar gibi muamele edilmesi halinde acıların unutulamayacağı, belki de daha da artacağı aşikârdır. İslam Tarihi’ndeki hicreti iltica ve sığınmadan ayıran en temel husus, daha önce ifade edildiği üzere Ensar’ın tutumudur. Ensar, Muhacir’i çadır kentlere, mülteci kamplarına yerleştirmedi; evlerine yerleştirdi, ocaklarını paylaştı. Ensar, Muhacir’e insanî olmayan bir ücret vererek onları zor işlerde çalıştırmadı; kendi işlerine ortak etti. Ensar, Muhacir’e geri döneceklerini, geçici bir süre kendilerine sığınmacı olarak geldiklerini ima etmedi; onlara Medine’nin aslî unsurları gibi davrandı. Ensar, Muhacir’e yapılan haksızlıklara göz yummadı; hukuku onlara da teşmil ederek adaleti ayakta tutmaya çalıştı. Ensar, Muhacir’i kendi öz nefislerine tercih etti.

İşte bu tutum ve davranışlardır ki üzerinden onlarca asır geçmesine rağmen Müslümanların övündükleri bir kardeşlik destanı tesis edildi. Müslümanlar hicreti ve bunun sonunda ortaya çıkan Ensar-Muhacir kardeşliğini büyük bir övünç vesilesi olarak görseler de bugün onların aynı tutumu sergilediklerini söylemek oldukça güçtür. Hicret edenlere karşı ortaya konan tutum ve davranışlar bir yana, kavramsal düzeyde dahi yuvalarını terk edip kendilerine yönelen insanları mülteci ve sığınmacı olarak isimlendirip ötekileştirmekteler ne yazık ki. Hâlbuki kavramlar zihin dünyasının dile yansıyan somut göstergeleridir. İnsanlar içlerinde ve belleklerinde olanı dillerine dökerler. Dolayısıyla kimi zaman gelişigüzel kullanılan bir kelime aslında belki de bir tutumun bilinçli olmayan bir yansımasıdır. Bu bağlamda her bir kavram bir tavır ve duruşu ifade eder. Muhacir yerine sığınmacı ve mülteci kavramlarının günümüzde kullanılması bunun somut bir göstergesidir. Zira mülteci ve sığınmacı kavramları; bize ait olmayan, ötekileştiren, yüreğe basmayıp minnet ile bazı haklar tanıyan bir içeriğe sahiptir. 

Bu kavramların günümüzde hâkim hale gelmesinde, hicret ruhunun Müslüman toplumlarda unutulmaya yüz tutmasının rolü büyüktür. Zira Müslümanlar, artık muhacirleri mülteci ve sığınmacı olarak görmekte, Allah’ın arzının geniş olduğunu unutmakta ve dışlayıcı bir tutum benimsemektedirler. Oysaki hicret bazı zamanlarda kaçınılmaz hale geldiğinde, her Müslüman’ın başka hiçbir hesap yapmadan yüreğini ve kapısını kardeşlerine açması beklenir. Ancak bu ruhtan uzaklaşıldığı için tarihte örneklik teşkil eden Ensar-Muhacir kardeşliğini bırakın, mültecilerin temel haklarını koruyacak düzenlemeler dahi yapılamamaktadır.

 Müslümanlar bu konuda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (The United Nations Higy Commissioner for Refugees/UNHCR) gibi kurumların programlarını takip etmenin ötesine geçememektedir ne yazık ki! Nazi Almanya’sından kaçarak Amerika’ya sığınan mültecileri korumak için kurulan Hükümetlerarası Mülteci Komisyonu’nun (Intergovernmental Committee on Refugees/IGCR) bir devamı olarak faaliyetlerini sürdüren Uluslararası Mülteci Örgütü (International Refugee Organization/IRO) gibi kurumların yerini alan UNHCR’in, Ensar-Muhacir kardeşliği ruhunu tesis edemeyeceği de ortadadır. Bu kuruluşların tamamı, mülteci kamplarında zor yaşam şartları altında hayatlarını sürdüren insanlara yardım etmeyi ve onlara destek olmayı amaçlamaktadır. Hâlbuki problemin kaynağı, yerini-yurdunu terk edenlerin muhacir olarak görülmeyip mülteci/sığınmacı olarak algılanmasıdır. Müslümanlar için hicret eden insanların dışlanarak kötü muamele görmesi gibi bir durum söz konusu olmayıp aksine muhacirler, geldikleri toplumun asli unsurları olarak görülmelidirler. Ancak günümüzde Müslümanlar ne yazık ki bu üst düzey ahlakî tutumu yansıtmak bir yana, bahsi geçen mülteci kuruluşlarının sahip olduğu bakış açısını dahi yakalayabilmiş değiller. 

Medine’yi medeniyet beşiği ve selamet yurdu kılan, yeni sakinlerine kucak açan ve onlarla bir medeniyeti beraber inşa eden ruhtur. Müslümanlar günümüzde bu ruhtan uzaklaştıkları için artık muhacirden değil mülteciden, kardeşlikten değil sığınmacıdan söz edilmektedir. Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden tesis edilmedikçe hicretin, göçün, ilticanın neden olduğu sorunların çözüme kavuşması mümkün gözükmemektedir.”

AMAN DİKKAT YARDIM KURULUŞU ÇIKABİKLİR(!) 2015



İnsanların sıkıntılarını, zaaflarını, fırsata çevirmeyi bekleyen profesyoneller var. Yardım kuruluşu adıyla örgütlenmişler bunlar. Dikkatli olmak lazım. Almanya'ya gelen Suriyeli Mültecileri fırsat olarak görüp yardım toplamaya başladılar. Duygu sömürüsü yaparak bu işi yapıyorlar. Reklamlara başladılar. Televizyonlarda, gazetelerde yarış halindeler. İnsanları ajite edecek resimler yayınlıyorlar. Ben bu işi senden daha iyi yapıyorum diye çığırtkanlık yapmaya başladılar. Aman dikkat, kanmayın bu yol kesicilere.

Düşünmek lazım:
1-Bu insanları evlerinden yurtlarından ülkelerinden eden Avrupa, Amerika, Rusya ve 5 büyükler.
2-Bunların eline silah vererek birbirleriyle çatıştıranlar da bunlar.
3-Yardım kuruluşlarını teşvik ederek onlara müsaade vererek Müslümanların cebine el uzatanlar yine bunlar.

Müslümanların ülkelerini işgal ediyorlar, demokrasi adına işgal ediyorlar, vuruyorlar, kırıp döküyorlar, öldürüyorlar, katlediyorlar, gaz bombası atılmasına bile müsaade ediyorlar; sonra da Müslümanlar birbiriyle çatışsınlar diye ellerine silah tutuşturuyorlar. Bu arada ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların karınlarını doyurtmak için de Müslümanların yardım kuruluşu adı altında örgütlenmelerine müsaade ediyorlar. Böylece, açları doyurmak yine Müslümanlara kalıyor. Ne güzel bir oyun değil mi?

Bu senaryoyu görmek lazım. Figüran olmamak lazım. Rol alınacaksa oyunda, başrol oyuncusu olmak lazım. Bırakalım Almanya neyi ne kadar yapacak bakalım, görelim, şahit olalım. Bu konuda Birleşmiş Milletler var, onlar ne yapacak onlara bakalım. Beş büyükler ne yapacak onlara bakalım. Sazan gibi atlamaya gerek yok.

Mülteciler de biraz sıkıntı çeksinler. Acı çeksinler. Kafalarını önlerine koysunlar da biz niçin bu hale geldik? diye düşünsünler. Birbirlerinin acılarıyla acılarını sarsınlar. Sonra da asıl suçlulara sığınma yerine onlara isyan etsinler, baş kaldırsınlar, diklensinler. 12 yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğun sesine kulak verelim: "Ülkemizdeki savaşı durdurun da ben ülkeme döneyim. Avrupa’nız sizin olsun."

Bu ve benzer seslerin yükselmesi ve Avrupa semalarında çınlaması lazım. Bu seslerin kesilmemesi lazım. Çoğalması-artması lazım. Yoksa onlar da üç beş sene sonra acılarını unutacaklar, ülkelerini de unutacaklar ve sonra iyiki bizim ülkemizi işgal etmişsiniz diye Avrupalının önünde selam durmaya başlayacaklardır.

Bu mesele için sizlerden yardım talebinde bulunan yardım kuruluşlarına sakın itibar etmeyin. Onlara para vermeyin. Camilerde de para toplanacaktır muhtemelen önümüzdeki günlerde, sakın onlara da itibar etmeyin. Böyle olumsuzlukları fırsata çevirenlerin içinde maalesef camilerimiz de var.

'İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım? ' (A’râf 155)

15 Temmuz 2015 Çarşamba

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI (IV) 2015


Büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu rezidansının bahçesinde kurduğu çadırda vermişti ilk iftar yemeğini 2012 yılında. Karslıoğlu ogün yaptığı konuşmayla yeni bir çığır açmıştı. Şöyle demişti o iftar konuşmasında:
”Sevgi ve barış ayı olan Ramazan'da oruç tutan tutamayan, hatta inançsız insanlarla bile birlikte olmak istiyoruz, ilk kez verilen bu iftar yemeği adetini gelecek yıllarda da sürdüreceğiz.  Almanya'daki 13 başkonsolosluğa da iftar vermeleri talimatında bulundum.” 

Büyükelçilerin Ramazan ayında Cuma günü Cuma saatinde bile olsa kokteyl vermelerine alışık olan halkımız,  T.C. Devletinin yönetimindeki değişikliği o zaman fark etmişti. Halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülke 79 yıl sonra narkozun etkisinden kurtulmaya başlamıştı. Sevindik, mutlu olduk. Daha sonra bu gelenek kançılaryada da devam etti. Kur’an okundu, ezan okundu, açıklaması yapıldı, dualar edildi. İftar yemekleri kançılaryaya taşınınca, çadır geleneğini Başkonsolos Ahmet Başer Şen konutunda devam ettirdi. Hâlâ devam ettiriyor. 9 Temmuz’da konutun bahçesinde kurulan iftar çadırındaydık. 

Büyükelçiliğin başlayıp da unuttuğu iftar geleneği çadırda taviz vermeden aynıyla devam etti. Din Hizmetleri Ataşeliği’ne bağlı Anadolu Camii’nde görevli Muhammed Küçük ’ün okuduğu Kur’an davetlileri mest etti, konutta bir İstanbul hafızı vardı sanki. Sonra Türkçe ve Almanca meal verildi:
“Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.“ İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!“ Âl-i İmrân 133-136)

Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk’ün okuduğu ezanla oruç saatinin bittiği ilan edildi. Oruçlar açıldı. Sonrasında da arabesk havasında olmayan ilahiler eşliğinde yemeklerimizi yedik.  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yakışan bir iftar programı icra edildi. Dört dörtlük bir iftar sofrası.

Masalar ağaç gölgelerine kurulmuş. Misafirler ayrı ayrı ağaç gölgelerinde ağırlandılar. Bana çam ağacı gölgesi düştü. Ambiyans fevkalade. Sefa kardeşimle birlikte çay standına göz attık. Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu da Büyükelçilik gibi Seylan çayı mı ikram edecek yoksa Türk çayı mı diye kontrol ettik.  TSE damgalı çayı görünce rahatladık. Ama içimizde yine bir sıkıntı vardı, geçen sene de Türk çayı vardı stantta ama o çaydan demlenmemişti, göstermelik olarak konmuştu masaya. Acaba yine öyle mi olacak diye şüphelerimiz vardı.



Ağaç gölgesinden kalkınca ince belli bardaktan çayımızı yudumlamaya gittik. Türk çayının o mis gibi kokusunu aldık ve ‘İşte bu’ dedik. Teşekkürler Sayın Şen. 

STK ler de bu uygulamayı örnek alır ve kendi mekânlarında, programlarında devam ettirirlerse, Türkiye adına, Türk kültürü adına büyük bir adım atılmış olacaktır. Mesele çay meselesi değildir. Mesele kültür meselesidir. Kendi kültürümüze sahip çıkma meselesidir. 

Ayrıca iftara cümbür cemaat herkes davet edilmemiş. Eşleriyle gelenler vardı, ancak Büyükelçilikte olduğu gibi çoluk  çocuk aile boyu davet edilen misafirler gözümüze çarpmadı. 

Bu güzel günde Başkonsolos Ahmet Başar Şen’in konuşması mana yüklüydü. Türkçe ve Almanca yaptı konuşmasını.
Büyükelçi Sayın Karslıoğlu’nun kulağını çınlattık bu sırada. İftar programında Kur’an’ın okunması, iki dilde mealinin verilmesi ve günün konuşmasının da iki dilde yapılmasıyla kıyamet kopmadı.  

Arzu edilen bu geleneğin de sadece Büyükelçilikte ve Başkonsoloslukta değil, Sivil Toplum Kuruluşları tarafından da devam ettirilmesidir. Genel kurullarda veya özel toplantılarda sadece Almanca konuşulmamalıdır. Türkçeyi unutursa sivil toplum kuruluşları, üyelerine Türk dilinin öneminden bahsetmeleri abesle iştigal olur.  Uygulamalarda Türkçe ’ye yer verilmezse, ‘Türkçeyi unutmayınız, anadil çok önemlidir’ şeklindeki tavsiyelerin inandırıcılığı olmayacaktır. Dili olmayan toplulukların dini de olmaz, geleceği de olmaz. Türkçe fıkra anlatamayan, masal anlatamayan bir neslin geleceği yoktur. Kendimizi kandırmayalım. Kendi kimliğinden utanan insanlara Almanların da saygısı olmaz. Kimliğiyle ayakta duran onurlu insanların önünde ise herkes şapka çıkarır. 

Başkonsolos Sayın Ahmet Başar Şen’in o anlam yüklü konuşmasının tam metnidir: 

“Ruhlara güzellik, gönüllere zenginlik, nefislere irade ve toplumsal hayata huzur getiren on bir ayın sultanı ramazan-ı Şerif’i bu yıl bir kez daha şükür ve sevinçle karşıladık. 
İftarımızı bu gece huzur, dostluk ve sevgi içinde birbirimizle paylaşıyoruz. 
Ramazan ayı İslam toplumlarında insanlar arasında sevgi, saygı ve hoşgörünün yoğun bir şekilde yaşandığı, inananların lokmalarını paylaşarak kardeşliklerini pekiştirdikleri mübarek aydır. bu nedenle, ramazan milletimizin ve toplumumuzun tüm kesimleri arasındaki birlik ve beraberliği, işbirliği ve ortak hareket ruhunu daha da pekiştirmesini diliyorum.
Ramazan ayı, bizler gibi, vatandan ayrı, farklı dinlere ve kültürlere mensup insanlarla bir arada yaşayan Müslümanlar için,  hem birlikteliğimizi kuvvetlendirdiğimiz, birbirimizle kenetlendiğimiz, hem de başka dinlere ve kültürlere mensup dostlarımıza, komşularımıza sevgi ve barışı temel alan dinimizin anlatıldığı günlerdir.
Bu nedenle, ramazan ayını bu sene bir kez daha coşkuyla karşıladık. Ama içinde bulunduğumuz günlerde maalesef kardeş Müslüman halkların yaşamakta oldukları savaş, sıkıntı ve sarsıntılar nedeniyle büyük üzüntü ve keder içindeyiz. 
Komşumuz Suriye’de dört yıldan bu yana yaşanan insanlık dramı, komşumuz Irak’taki istikrarsızlık ve katliamlar, asırlardır o bölgelerde yaşayan Türkmen kardeşlerimizin yaşadıkları acılar bizleri derinden üzmektedir. Aynı şekilde ülkemize uzak coğrafyalarda Sincan’da, rohingya’da Müslüman ve Türk kökenli kardeşlerimizin yaşadıkları acılar da maalesef yüreğimizi burkan gelişmelerdir. Kardeşlerimizin acılarının bir an önce dinmesini yüce Allahtan diliyorum.

Türkiye’deki vatandaşlarımız için olduğu gibi, Almanya’daki vatandaş ve soydaşlarımızın da huzur ve barış içinde yaşamaları, eşit bireyler olarak alman toplumunda hak ettikleri yeri almaları devletimizin öncelikleri arasındadır. 
Türk–Alman dostluğu bilindiği üzere memnuniyet verici seviyededir ve gün geçtikçe gelişmekte ve derinleşmektedir. 

Almanya’da yaşayan üç milyonu aşkın insanımız bu dostluğun en kuvvetli garantörü, en etkin taşıyıcısıdır. 
Sayın büyükelçimizin başlattığı gelenek çerçevesinde, kendilerinden ilham ve örnek alarak, başkonsolosluklar olarak Almanya’daki siz değerli vatandaşlarımızla iftar sofralarımızı paylaşıyoruz. Bu sofralarda giderek artan bir şekilde davetlerimize icabet eden alman ve diğer yabancı dostlarımızı görmek de bizleri içtenlikle memnun etmektedir.  

Aynı şekilde, entegrasyondan sorumlu federal devlet bakanı Sayın Özoğuz tarafından verilen iftar yemeği, bu iftar yemeğinde konuşma yapan federal şansölyenin İslam’ın Almanya’ya ait olduğuna dair sözleri, benzer şekilde federal şansölye yardımcısı Sayın Gabriela’n ve federal içişleri bakanı sayın de Maiziere’in Berlin’de sivil toplum kuruluşlarımızca düzenlenen iftar programlarına katılarak verdikleri sıcak mesajlar buradaki toplumumuzda büyük memnuniyet yaratmıştır. 

Almanya’da barış ve huzur içinde yaşamakta olan, bu ülkeye en güzel şekilde uyum sağlamış olan, her alanda çok değerli katkılarda bulunan ve bu nitelikleriyle Almanya’da ve diğer batılı ülkelerde yaşayan göçmen toplumlarına örnek teşkil eden Türk toplumunun değerinin gün geçtikçe daha fazla anlaşılacağını umuyoruz. Bu değer anlaşıldıkça, onların Türk ve Müslüman kimlikleriyle daha fazla kabul göreceklerini, ayrımcılık, korku ve hatta düşmanlıkla değil, daha fazla dostluk ve “Hoşgeldin kültürüyle” karşılanmalarını bekliyoruz. 

Alman devletinin en üst düzeyinde gösterilen bu teveccühün bir sevgi tomurcuğundan birer sevgi ağacı yaratabilen insanımızdan fazlasıyla karşılık bulacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. 
Hüsn-ü kabul kültürünün gelecekte alman toplumunun tüm kesimlerine yayılması, çok renkliliğin topluma getirdiği kuvvet ve dinamizmin farkına varılması en büyük temennilerimizdendir. 

Dileriz ki, Almanya, Türk ve Müslüman anahtar sözcükleri söylendiğinde akla saldırıya uğrayan insanlar, NSU ve benzeri cinayetler ya da yakılan camiler, apartmanlar gelmesin. Alman dostlarımızın bu doğrultuda ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobyayla kısa, orta ve uzun vadeli stratejiler çerçevesinde daha kuvvetli bir mücadeleye gireceklerini umuyoruz. 

Bu bağlamda, Almanya’ya her alanda önemli katkılarda bulunan Türk toplumunun, sadece gençlerinin değil, tüm fertlerinin çifte vatandaşlık hakkını elde edeceği günlerin yakın olduğunu ummak istiyoruz. 
Aynı şekilde, AB müktesebatına aykırı bir uygulama teşkil eden aile birleşiminde dil kursu şartı aranması uygulamasının da bir an önce kaldırılarak hukukun üstünlüğünün sağlanmasını talep etmeye devam ediyoruz. 

Sözlerimi burada bitirirken, Ramazan ayının ülkemize, milletimize, Türkiye dışında yaşayan insanlarımıza ve tüm insanlığa barış ve huzur getirmesini, aramızdaki sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve kardeşlik bağlarının daha da pekişmesine vesile olmasını temenni ediyorum. Allah orucunuzu kabul etsin!”

Eksiklikler:
1-Yemek servisi Büyükelçilikteki servis gibi çok yavaştı. 2 saat gecikmeyle yemekler yenebildi. Ve yemekler soğuktu. Hele et yemeği soğumuş ve kaskatı olmuştu. Yanında sos falan da olmayınca tad alamadık. Allah’ın nimetine sözümüz yoktur, sözümüz pişiren ve servise koyanadır, tabii ki sorumluluk makamında olana da.  Bu sadece benim tespitim değil, misafirlerin neredeyse ortak tespitidir.

2-Güllaç tatlısı da oldukça bayattı. 

2- Türk kahvesinin yanında, lokum ve su her zamanki gibi unutulmuş. Veya önemsenmediği için konulmamış. Bu biraz da hassasiyet meselesi. Türk kültürüne önem verme meselesi.

3- Geçen senenin aksine, hakkında kanunname yazılan Osmanlı şerbeti yoktu: “Şerbetçiler gözlenecek, üzümün okkası bir akçeye alındığında, şerbetin iki okkası bir akçeye olur. Misk ve gül kokulu olmalı, ekşi ve fazla sulu olmamalıdır. Şerbetlerde kar ve buz olacak, tas ve kâseleri temiz olacak"

Rüştü Kam