22 Ekim 2011 Cumartesi

AVRUPA’DA KURULMUŞ OLAN İSLÂMÎ KURULUŞLAR YENİDEN YAPILANMAK ZORUNDADIR


Rüştü Kam  30.03.2011

Berlin’de İslam Konferansları düzenleniyor. Ancak bu İslâm Konferansları’nın İçişleri Bakanlarının başkanlığında yapılması bu toplantılara gölge düşürüyor.  İçişleri bakanlıkları güvenlikten sorumlu bakanlıklardır. İslam konferansı’nın güvenlikle alakasının olmaması gerekir. Bu şekildeki organizeler uzlaşmacı değil kavgacı bir ortamın oluşmasına vesile olabilir. Müslümanların düşüncelerinde terörist muamelesi yapılıyormuş gibi bir izlenimin uyanması, müslümanları yaralar. Güven ortamı oluşmaz. İçişleri bakanlarının elinde sopa vardır. Gül yoktur, güvercin yoktur, zeytin dalı yoktur. Bu toplantıların Eğitim bakanlığının başkanlığında toplanması güven ortamının oluşması açısından daha faydalı olacaktır. Müslümanların konumu güvenlik açısından değil de din eğitimi açısından ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Bu toplantılarda müslümanlar kendilerini potalsiyel suçlu değilde, Cumhurbaşkanımız Wullf’un ve Hükümet Eden Belediye Başkanımız\Başbakanımız Wowereit’ın da dediği gibi Almanya’nın bir gerçeği olarak görmeye başlarlarsa ve sorunların çözümünde kendilerine görev düştüğüne inanırlarsa, gerçekten sorunlar birer birer çözülecektir.
Samimiyet ve güven esastır
Ayrıca toplantıya çağrılanların  da din ile, dini cemaatlarla alakalı olmayışı İslâmi kuruluşların mensuplarını derinden yaralamaktadır. Toplantıya davet edilen bazı kuruluşların üyeleri arasında bir cami derneği bile yoktur,  din hizmeti veren bir dernek yoktur. Dahası, İslam dini ile alakası olmayan, Kur’an’ı istifade edilmesi gereken bir kitap olarak görmeyen kişilerin de bu toplantılarda taraf olarak bulunması aynı şekilde İslâmi hizmet veren kuruluşları yaralamaktadır.
İslâmi kurum ve kuruluşların da bu olumsuzluklarda elbette katkıları vardır. Değişik isimler altında oluşturulan kurumlar da, güven ortamının oluşması açısından Alman Devletini rahatsız ediyor olabilir. Müslümanların birlikte haraket etmeleri, sorunların çözümünde devletin konu ile ilgili kurumlarına yardımcı olmaları arzu edilen bir yapılanmadır.  Bu açıdan konuya yaklaşırsak:
Müslümanların teşkil ettiği kuruluşların yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardır. Müslümanlar dünyada ve özellikle de halkı müslüman olan ülkelerde olup bitenleri görmezlikten gelerek, hiçbirşey olmuyormuş gibi davranamazlar. Arap ülkelerindeki son olaylar özgürlük arayışın da gelinen son noktayı götermektedir. 
Müslümanların yeniden yapılanmaları gerekir
Hele Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların, mezhep ve meşrep endişelerini bir kenara bırakarak  hızlı bir şekilde hareket ederek, Avrupa’nın şartlarını da göz önünde bulundurarak demokrasinin içinde kalarak, tez elden yeniden yapılanmaları gerekir. Geçmişten devralınan yapılanmalar bugünün müslümanlarına faydalı olamadığı gibi, içinde yaşanılan toplumun fertlerine de korku veriyor. Almanya’da ve Avrupa’da yaşayan müslümanlar geçmişte buraları imar eden insanlardır. Şimdi de geleceklerini aynı gayret ve fedakarlıkla şekillendirmek zorundadırlar.  Ancak geleceğin şekillendirilmesi bazı yapısal değişiklerin yapılmasına bağlıdır.

NELER NASIL YAPILMALIDIR
Yeniden yapılanma çok ciddi şekilde üzerinde durulması gereken ve Avrupalı müslümanlar açısından önem arzeden hayati bir konudur. Bu zamana kadar uygulanan metodların belli teşebbüslerin, niyet ve nitelik yoksunluğundan dolayı taasup ve noksan uygulamalarla bir türlü rayına oturamaması, hastalığı kronikleştirmiştir.
Müslümanlar, hem düşünce planında, hem de öze yönelik değişiklikler planında, köklü bir yapılanma içine girmelidirler. Çünkü, her kurumsal faaliyet zaman, şartlar ve taleplerin gereği olarak, kendini işlev ve içerik olarak her konuda yenilemek mecburiyetindedir. Aksi halde gerek içinde barındırdığı kitleden, gerekse dışında muhatap olduğu kitleden uzaklaşmak ve kopmak durumunda kalacaktır, demode olacaktır.
Doğal olarak müslümanların hem söylem, hem de kurumsal organizasyon olarak durumunu köklü bir şekilde gözden geçirmesi gerekir. Bu konularda adım atacak cesur ve  sorumluluk taşıyan iyi niyetli ehil  yöneticilere ihtiyaç vardır.

Müslümanlar için yeniden yapılanma gerekli midir?
Yeniden yapılanmaya her açıdan ihtiyaç vardır. Ancak bu ihtiyacı giderecek potansiyeli ciddi bir şekilde gözden geçirmek gerekir: çünkü, yeniden yapılanmanın bedeli vardır, yeniden yapılanmanın şartları ağırdır, yeniden yapılanma fedakarlık ister, yeniden yapılanma ehliyet ister, yeniden yapılanma zamana ve şartlara göre tecditler ister.
Yeniden yapılanma, mümkün olduğu kadar ön yargılardan uzak, yeterli birikime ve analiz gücüne sahip kişilerin öncülüğünde, tabanın sesini de dinleyerek, mevcut kaynaklar tesbit edilerek yapılmalıdır.
Yeniden yapılanma sürecinde, bulundukları makamları kendine ait ve kurumu kendisiyle özdeşleşmiş gören bazı kişilerin, bu süreçten rahatsız olup, makam, mevki ve menfaat telaşıyla ciddi sorunlar ve engeller çıkarabileceği gözardı edilmemelidir. Bu kişilerin, kendi menfaatlerini, teşkilat menfaati gibi takdim etmeleri her zaman mümkündür.

YENİDEN YAPILANMA
1- Yapısal değişiklikler
Teşkilat saydamlığı esas alınmalıdır. Şimdiye kadar çekilen sıkıntıların temelinde takiyeci bir mantık yatmaktadır. Bu da içinde yaşdığımız topluma verdiğimiz güveni (yapılan bütün olumu icraatlara rağmen) zedelemektedir. Bundan dolayı teşkialatlarımızı temsil eden şahısların içeride söyledikleri ve yaptıklarıyla dışarıda söyledikleri ve yaptıkları örtüşmelidir, uyum içinde olmalıdır ki beklenilen güven oluşabilsin.
Müslümanların kurdukları teşkilatlarda teşkilatların genel başkanı dahil bütün yöneticileri atamayla değil seçimle işbaşına gelmelidir. Cemaat atanan başkandan daha ziyade kendi seçtiği başkanla çalışmak ister.
Genel Başkan ve dernek başkanları en fazla dört sene süreyle icra heyetlerinin başında kalabilmelidir.      (Bu süreler şartlara göre kısaltılabileceği gibi uyatılabilmelidir de)
Katılımcı şûrâ prensibinin karar alma mekanizmasında esas alınması.
Katılımcı şura prensibi doğru bir ifadedir. Sorun bu anlayışın doğru olarak uygulamaya konulmamasında yatmaktadır. Bu prensib, esas alınmanın da ötesinde bütün işleviyle birlikte titizlikle uygulanmalıdır, yani şurada istişare heyetine rağmen karar alınmamalıdır. Peygamber efendimizin ''Ümmetim yanlışta ittifak etmez'' buyruğu dikkate alınmalıdır. Sahibimizin de “Aklınızı çalıstırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım[1] buyruğu, şûrâda tüm boyutlarıyla geçerli olmalıdır.
Genel Merkez, Bölge ve Şube ilşkisinin belirlenmesi
Genel Merkez ve Şube ilişkilerinde bulunulan ülkelerin hukuku çerçevesinde federatif bir yapı esas alınmalıdır. Yani her bölge ve şube özerklik haklarını korumalıdır. Ve Genel Merkezle olan münasebetler bu yapı çerçevesinde özenle sürdürülmelidir.
İslam yerinden yönetimi esas alır ve güdümlü idareye karşı tavır koyar. Doğru olan da budur. Buradan hareketle her kuruluşun kendi tüzüğüyle ve adıyla varlığını sürdürmesi icabeder.
Müslüman teşkilatlar her bölgede federasyonlar kurarak varlıklarını sürdürmelidir. Faaliyet alanları farklı olan lokal kuruluşlar da çatı organizasyonlarını üye olarak desteklemelidirler. Bölge federasyonları bulunulan ülke çapında konfederasyonlarını oluşturmalıdırlar. Eyalet ve Ülke hukuku bu oluşumda belirleyici olmalıdır.
Böylece lokal kuruluşların faaliyetleri federasyonu olumsuz olarak etkilemeyecektir. Gerekli görüldüğü takdirde federasyonun dünya görüşüne muhalefet eden veya faaliyetleriyle federasyonu  zor durumda bırakan dernekler rahatlıkla federasyon bünyesinden çıkarılabilirler.
Kadın, Gençlik ve diğer kuruluşlar
Kadın, gençlik ve diğer kuruluşlar da çeşitli isimler altında dernekleştirilerek kendi federasyonlarını oluşturmaları ve konfederasyona, federasyon olarak üye olmaları, ancak kendi faaliyet alanlarında serbest bırakılmaları sağlanmalıdır. Çatı organizasyonuna bağlılıkları resmi üyelik şeklinde olmalıdır. Federasyon ayda bir olmak üzere üye derneklerle toplantılar yaparak faaliyetlerle ilgili bilgiler almalı ve yeni stratejiler belirlemelidir. Bu toplantılar kamuya açık olarak yapılmalıdır. Stratejilerin belirleneceği toplantılar istisna tutulabilir. Spor kulüpleri, veli dernekleri v.b. kuruluşlarda aynı prensiplerle çalışmalıdırlar.
2- Eğitimde yeniden yapılanma
Her teşkilatın bir el kitabı olmalıdır. Böyle bir çalışmanın yapılması fekalade faydalı olacaktır. Ancak muhtevanın akademik bir süzgeçten geçirlerek kitap haline getirilmesi gerekir. Böyle titiz bir çalışmayla daha faydalı sonuçlar elde edilebilinir. Ancak bu kitapçık içinde yaşanılan toplumun hukuk yapısına ters düşmemelidir.
Eğitim kurumları, dernekleşerek ve de özelleştirilerek federasyon içinde yerlerini almalıdırlar. Yaptığı faaliyetlerin getirisiyle ayakta durabilenler durmalı, duramayanlar belirli zaman dilimi içinde yapılabiliyorsa sübvanse edilmeli, yapılamıyorsa elden çıkarılmalıdırlar.
Müfredat programları bulunulan ülkenin şartları göz önünde bulundurularak ehillerince modern çağın eğitim metodlarından faydalanılarak hazırlanmalıdır.
Ders kitapları Ehl-i Kitap gerçeği göz önünde bulundurularak ehillerince hazırlanmalı ve okutulmalıdır. Diğer sahalarda, Tarih, Türkçe ve  Ehli Kitap medeniyetini tanıtan entegrasyon amaçlı kitaplar uzmanlarınca hazırlanacak veya başka yollarla tedarik edilebilecek yardımcı kitaplar da, faydalanılabilecek kitaplar olarak eğitim kurumlarına tavsiye edilmelidir. Öğretmenler çalışmalarında kaynak arama derdine düşmeden bu kitaplardan azami derecede yararlanabilmelidirler. Tabii ki derslerde bu kitapların dışında başka kitaplardan faydalanılamaz gibi bir şart, eğitimde kısırlaşmanın yolunu açar.
Müslümanlar yaygın ve örgün eğitime ağırlık vermelidirler. Eğitim kurumları da kendilerini yaygın ve örgün eğitime göre programlamalıdırlar. Örgün eğitimler hafta sonunda, yaygın eğitim hafta içinde  yapılmalıdır, böylece yaygın eğitim için gerekli zaman ve zemin oluşturulmuş olacağı gibi, eğitimci sıkıntısı da çekilmeyecektir.
Hafta içinde camilerde nachhilfe eğitimi yapılmalıdır
Bu şekildeki bir eğitim organizasyonu ile cemaat birebir eğitime tabi tutulacağı için, yanlış  cephelere kaymalar asgariye indirilmiş olacaktır. Hafta içinde camilerde nachhilfe eğitimi yapılmalıdır. Dolayısıyla çocuklar için cami faydalı hale geleceğinden, cami zorla gidilen bir yer olmaktan çıkacak ve cazibe merkezi haline gelecektir. Din eğitimi de hafta sonlarına kaydırılarak uygun ortamlarda belirli bir disiplin içinde günde üç ders saati olmak şartıyla toplam altı ders saati olarak verilmelidir. Böylece öğrenciler arasında yaş ve seviye tespiti yaparak cami eğitimi daha faydalı hale getirilmiş olacaktır.
İnternet ve radyonun eğitim amaçlı olarak kullanılması
Böyle bir çalışma gereklidir, ancak pahalı bir çalışmadır. Müslümanlar arasındaki yorum uyumunu sağlayacak  profesyonel ciddi bir dergi ve gazete çıkarılabilir. Hem teşkilat mensupları hem de dışarıdaki insanların istifadesine sunulabilir. İnternet, radyo ve televizyon gibi araçlarla da eğitim hizmetleri sunulabilir. Sözkonusu araçlara sahip değilsek bile bu araçlara sahip kişi ve kurumlarla menfaat birliği kurulabilir.
Yeni bir İlmihal çalışması
'Yeni bir İlmihal' yazılmalıdır. Geleneksel din anlayışından kaynaklanan yanlışlarımızdan uzaklaşarak, insanların dini idrak ve şuurları, Kuran'ın penceresinden hareketle geliştirilmeli, insanlarımız içinde yaşadıkları toplumda aydın bir müslüman kimliğiyle yaşayabilecekleri şekildeki özelliklerle donatılmalıdır.
Bu İlmihal Avrupa'nın şartlarını bilen yani Avrupa'yı, Avrupalı'yı, Avrupa'da yaşayan müslümanları ve onların yaşam şartlarını çok iyi tanıyan, ön yargısız, ufku geniş  uzman kişiler tarafından Kur’an esas alınarak hazırlanmalıdır.
Bu İlmihal „Ehl-i Kitap çoğunluk içinde azınlık olarak bulunan müslümanlar İslâm'ı nasıl yaşamalıdırlar?“ sorusunun her konuda rahatlatıcı cevabını içeren bir ilmihal olmalıdır: Yani müslümanların işlerini zorlaştıran değil kolaylaştıran, onların ellerinden tutan bir ilmihal olmalıdır.

Burs Yönetmeliği
Burs, müslümanların üzerinde hassasiyetle durması gereken bir çalışma alanı olmalıdır. Kadro elamanlarını yetiştiremeyen bir topluluk başarısızlığa mahkumdur. Hasbelkader ilk öğretim okullarından mezun olmuş veya sonradan meslek yapmış, imkanları ölçüsünde teşkilatlar içinde hizmete devam eden gönüllülerle, müslümanlar uzun vadede  hizmetlerine devam edemezler.
Üniversitelerde okuyan öğrenciler geçinebilecekleri kadar burs verilerek mutlaka desteklenmelidirler. Burs verilecek öğrencilerde aranacak vasıflar elbette olacaktır, ancak bu vasıflar, dar bir çerçeve içine sıkıştırılan üç beş maddelik cemaat mensubiyetiyle ilgili  vasıflar olmamalıdır. 
Bursları Genel Merkez veya bölgeler değil, şubeler vermelidir. Böylece şubelerin bünyesinde vasıflı elamanların sayısı artacak ve cemaat kime ne veriyorsa onu bilecek ve hergün gözünün önünde görecek, şubelerdeki sorumluluk bilinci artacaktır. Özet olarak şubeler arası hayırda yarış teşvik edilmiş olacaktır. En önemlisi bu vesileyle teşkilatlar ehil imsanların eline teslim edilmiş olacaktır.
Eleman yetiştirmek  
Müslümanların, teşkilata elaman yetiştirmek gibi bir lüksü olmamalıdır. Vasıflı insan yetiştirmek gibi bir derdi olmalıdır. Böylece yetişen vasıflı elemanlar içinden doğal seyrinde ihtiyaç duyulan birim ve konularda eleman seçmek daha kolay ve mantıklı olacaktır.
Seçilen bu elemanların teşkilat amacı doğrultusunda bilgilendirilecekleri ve belirli becerileri elde edebilecekleri enstitüler açılarak istenilen vasıflarla donanmış personel elde edilebilir. Eleman yetiştirmek için yukarıdaki metodun tercih edilmesinin sebebi şudur: Teşkilat için yetiştirilen insan çoğunlukla teşkilat varlığını sürdürdüğü müddetçe var olabilmekte aksi sözkonusu olduğunda ise yokolabilmektedir. Halbuki müslümanlar yetiştirdiği insanların vasıflı olmasına özen gösterirlerse, sözkonusu şahıslar,  bırakın kaybolmayı hiç teşkilatımızın olmadığı yerde bile çalışmalar başlatıp yeni  şubeler kurabilirler.
3- İrşad ve Tanıtma faaliyetlerinin reorganizasyonu
İrşad faaliyetlerinde Kur’an esas alınmalıdır. Tebliğ ve irşad denilince İslâm'ın tebliği, insanların irşadı akla gelir. Bu konuda Sahibimiz'in mihmandarlığı tebliğciler için yeterlidir.
Ne yaptığını bilen donanımlı, faaliyet yapacağı alana göre şuurlandırılmış tebliğ ve beyan edici elamanlar yetiştirmek esastır. Bundan ötesi propagandist yetiştirmek, çığırtkan yetiştirmek olur. Bu tür elemana gerek yoktur: Çünkü bu elamanlar cemaat fanatizmiyle hareket ederler. Gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olan teşkilatların böyle ucuz kahramanlara ihtiyacı olmaz. Teşkilata üye yetiştirmek olmamalıdır maksat, maksat Allah’a duruşu belli kul yetiştirmek olmalıdır.
İrşad derslerinin, hassaten nafile ibadet ve zikir programlarının teşvik edilmesi.
Gerçek bir müslüman yetiştirmek özlemiyle çalışan bir teşkilat, önüne hedef olarak irşad faliyetlerini ve nafile ibadetleri koyuyorsa, orada ruhbanlığa doğru bir kayma olur. Sistemlerin değil tarikatların alternatifi olmak gibi bir anlayışın varabileceği sonuçtur bu.
İslâm eğitiminde nafile ibadetlerin yeri bellidir. Merkezi idarenin nafile ibadetleri teşvik etmesi müslümanları  teşkilat amacının dışına taşımak olacaktır.
'İnsanlara hizmet etmek (Cihad) gibi ulvi bir davası olan insanların başka şeyleri yapmaya zamanı kalmaz'
Müslümanların kurdukları teşkilatlarda  genel olarak irşad faaliyeti yapılmaktadır. Sanki amaç problem çözmek, insan eğitmek  değil de beyin yıkamak gibi. „Hedef kitlenin derdi nedir? Bizler bu insanların ellerinden nasıl tutar da onlara yardımcı olabiliriz?“ diye bir düşüncenin geliştirilmesinin  planları maalesef  yapılmamaktadır. Bu durumun gözden kaçmış olabileceğini ümit ediyorum. Aksi taktirde insanların müslüman olmaları için sebep kalmamaktadır.
İmamların eğitiminin gözden geçirilmesi
Camilerde hizmet veren din görevlilerinin yaptıkları iş karşılığında hak ettikleri maaş  kendilerine verilmelidir. İkinci olarak imam olmalarından ötürü gerekli olan saygı ve hürmet kendilerinden esirgenmemelidir. En az bilgili olan imam bile,- madem onun arkasında namaz kılıyor ona tabi oluyoruz- hürmete layık büyüğümüz, önderimiz olarak baş tacı edilmelidir, tahsildar ve garson olarak kullanılmamalıdır. Ulema ve Umera sıralamasında birinci sırada olmalıdır. Başkana ve idare heyetine veya cemaatın önde gelenlerine yağ çekmek mecburiyetinde bırakılan imamın ne kendisine ne de başkasına faydası olur.
Donanım konusuna gelince; imamlara  ilk önce ülke lisanını öğrenme konusunda yardımcı olunmalı, teşkilat imkanları lisan öğrenimi için seferber edilmelidir. Lisan öğenimine parelel olarak hutbeler en azından iki lisanda okunmalıdır. Alt yapısı olan gençler imkanlar zorlanarak yukarıda sözünü ettiğim enstitülerde belirli periyodlarla ehil kişilerin gözetiminde  eğitime tabi tutularak ihtiyaç duyulan kadar imam yetiştirilmelidir.
Din İşleri Yüksek Kurulu (DİYK)oluşturulmalıdır
Bölge federasyonları içinde ve konfederasyon bünyesinde kurumlaştırılmalıdır.  üyeleri atama usulüyle değil ehillerince seçim usulüyle işbaşına getirilmelidir. Her bölge kendi dini problemini kendisi çözmelidir. Konfederasyon içinde kurumlaşan DİK ise, bölgelerde çözülemeyen konularda araştırma yapabilecek bir üst kurul olmalıdır. Ancak her iki kurulun fetvaları da bağlayıcı değil tavsiye niteliğinde olmalıdır. Ve aynı şekide başka konularda da DİK benzeri kurullar oluşturularak en azından hedef kitlenin günlük dini problemlerine neşter vurulmalıdır. Yani sadece dini alanda değil bunun yanısıra sosyal, kültürel ve hukuki alanlarda da benzeri kurullar oluşturulmalıdır.
Türkçe ve Türkçe olmayan tanıtma çalışmaları...
Türkçe ve Almanca yapılmış olan basılı ve sesli yayınlar derlenerek ihtiyaca uygun olanlarının üyelere servisi yapılmalıdır. Ancak bu pahalı bir çalışmadır. bu konularda çalışma yapan kurumlara siparişler verilerek daha ucuz ve daha az emekle bu ihtiyaç karşılanabilir. Teşkilat iş yapmak yerine işi organize edip, plan ve programını yapıp uzmanlarına havale etme yolunu seçmelidir. Yani özel teşebbüslerle işbirliğine gitmelidir. Ancak teşkilat bu işleri takip edecek kurul ve kurullar oluşturabilir. Bu kurullar dernek ve şirket statüsünde hizmet verebilir. Dolayısıyla Genel Merkez'deki personel fazlalığı da giderilmiş olur.
Müslim ve Gayri Müslim Göçmen kuruluşlarla işbirliği..
Bu tür faaliyetler uzman eleman işidir, nitelikli eleman ister, cemaat fanatizminden uzak olmayı gerektirir, özveri ister. Diyalog hep bana düşüncesiyle kurulmaz, biraz sana biraz da bana anlayışıyla kurulur.
İstenen çalışma böyle bir çalışma olacaksa hemen işe başlanılmalıdır. Hele 11 Eylülden sonra, müslümanların dışarda olup bitenlere bigane kalarak cazibe merkezi olmaları mümkün değildir.
Dini cemaatlarla olan ilişkiler de aynı şekilde cemaat fanatizminden uzaklaşarak kurulabilir.
Müslümanlar Ehl-i Kitapla olan ilişkilerini  Kura'n ve Sünnet çizgisine oturtmalıdırlar. Günümüzde dünyadan başka bir hayatı gerçek kabul etmeyen modern insanlara nispetle, Ehl-i Kitab'ın müslümanlığa yakın olan inançlarını dikkate alıp onlarla olan hukukun bu temelde oluşturulması  gerekir.
Camilerimize yeni şekiller kazandırılmalıdır.
„Camilere yeniden gözden geçirilmelidir. Mümkünse birinci ve ikinci katlarda ibadet yapma yerine, ihtiyaca göre şehrin mekezi yerlerine minareli camiler inşa edilmelidir.  İçine giren insanlarımızın manevi bir atmosfere bürünebilmelerini sağlayacak ortam oluşturulmalıdır. Böylece İslam medeniyetinin merkezini teşkil eden camiler Avrupa'da da işlerlik kazanabilir.
Estetik ve temizliğe önem verilmelidir. Çorap kokusundan, tuvalet kokusundan dolayı huşu içinde ibadet yapılamayan camilerimiz var. Secdeye inince burnunuzun direği sızlıyor. Bu faaliyetlerin denetlenmesi için her bölgede bir murakıb heyeti kurulabilir.
Bu konularda, bölgeler  kendi yerel yönetimleriyle ilişkiye girebilirler. Samimiyet ve güven içerisinde yapılan iyi niyetli çalışmalarla sorun çözülecektir.
Ancak kimlik gizlemekle, „Ben ondan değilim de“, „İşte karşılıklı menfaat birlikteliğimiz var da“, „Aslında o tukaka da, ben daha iyiyim de“ gibi, çelişkili tutarsız ifadelerle o istenilen güven ortamı oluşturulamaz. Oluşturuluyor gibi görünse bile bir gün ipler kopuverir. Şeffaflık esas olmalıdır.
4- Mali durum
Üyelik
Federasyon ve konfederasyon tipi bir yapılanmada çatı kuruluşlarına şahıslar değil, cemiyetler üye olacağından hukuki olarak zaten aidat alma hakkı doğmaktadır. Tek tek şahısların üye yapılması için çalışmalar yapmaya gerek kalmayacaktır.
Mensubiyet şuuru çalışmalarını samimiyetle yürüten ve hedeflerini gerçekleştirmek için gayret gösteren teşkilatlarda doğal olarak gelişecektir. Eğer gelişmiyorsa hatayı mensuplarda değil, ortaya koyduğumuz çalışmaların yukarıdaki ilkelere ne derece uyup uymadığına bakmak gerekir. Burada belirleyici olan güven unsurudur.
Hizmet alanlarına uygun yatırım
Hac hizmetlerimizin daha güzel yürütülebilmesi için yeni yapılanmaya uygun olarak konfederasyon seviyesinde şirket kurulmalıdır. Bu hizmetlerden elde edilen gelirler en küçük birimlere (şube) ulaşacak şekilde ve hizmetler katılım oranı dikkate alınarak adalet gözetilerek dağıtılmalıdır. Hac görevlileri hep aynı derneklerden değilde, konfederasyona üye olan derneklerin dönüşümlü olarak görev yapabilecekleri şekilde organize edilmelidir.
Kurban hizmetleri dedikoduya meydan vermeyecek şekilde organize edilmelidir. Kurbanların Almanya sınırları içinde kesilmesine özen gösterilmelidir. Alman komşularımızla birlikte paylaşılmalidir. Almanya’daki sosyal kurumlarla işbirliği yaparak ihtiyaç sahiplerine kurbanlarımız ulaştırılmalıdır. . Bu durum Allah’ın rızasına daha uygun olacaktır.  Diğer hizmet alanlarında da aynı hassasiyet gösterilmelidir.
Almanya’da Kurban ve Zekat paralarıyla ihtiyaç duyulan kurumlar kurulabilir. Okul, gazete, dergi, cami ve araştırma merkezi gibi kurumlar kurulabilir.  Vakıflar kurulabiliir....


[1]   Yunus 100

BOHEMYA GÜZELİ: PRAG



Rüştü Kam
2010 Prag

Berlin Türk Eğitim derneği ve Berlin Veliler Topluluğu’nun birlikte düzenledikleri gezilerden beşincisi için  Prag’da idik.(16.10.2010)
16 Ekim sabahı saat 02’ye beş kala yola koyulduk. Gece olması münasebetiyle gezi ile ilgili bilgilendirmeyi kısa kestik. Sabah namazını kılmak için mola verdiğimizde Prag’a 20 kilometre kalmıştı. Kahvaltıyı otelin restoranında yapabiliriz diye düşündük ama olmadı. Dolayısıyla sabah kahvaltısını tren istasyonunda yapmak zorunda kaldık. Rehberimiz geldiğinde saatin akrebi dokuzu gösterirken yelkovanı da 12.00’nin tam üstündeydi. Hava güzeldi tam bir gezi havası. Rehberimiz Azerbaycanlı bir delikanlı, Ramil Mehmetova.
Dönüşte gezinin değerlendirmesini yapan arkadaşlarımızın anlattıklarından da anladığımıza göre  herkes memnun kalmış Prag gezisinden. Özellikle kadınlar bu geziden oldukça fazla keyif almışlar. Ancak memnun olmadıkları bir husus varmış kadınların, o da kocalarından alış veririş izni alamamış olmalarıymış. Kristal bir avize, tek taş bir yüzük, küpe ve kristal bir su bardağı alamamışlar Prag’dan mesela...Velhasıl kadınlar buruk bir sevinçle dönmüşler Berlin’e. 

Çek Cumhuriyetinin tarihçesi
Mitolojiye göre 6'ncı yüzyılda efsanevi Prenses Libuse ve Prens Premysl'inin kurduğu kabul edilen Prag, 9'uncu yüzyıldan itibaren Çeklerin başkenti olmuş. Prag, 14'üncü yüzyılda İmparator 4.Karl'ın imar faaliyetleriyle sıradan bir şehir olmaktan çıkıp, bir metropol haline gelmiş. 17'nci yüzyıldan itibaren Avusturyalıların egemenliğine giren Prag,  1918'de kurulan Çek Cumhuriyeti'nin başkenti ilan edilmiş. 1939'da ise bombardıman tehdidi üzerine savaşmadan Almanlara teslim edilmiş. 1945'te Rus askerleri tarafından istila edilen kent, 1948'de yapılan seçimlerin ardından 40 yıl sürecek Komünist iktidarına adımını atmış. 1989’da yapılan “Kadife Devrimle” de yeniden demokrasiye geçmiş. 

Prag
Prag dünyanın en güzel şehirlerinden biri. O kadar güzel ve alımlı bir şehir ki, sanki açık hava müzesi. Sokaklar tertemiz, köpek pisliklerine rastlamıyorsunuz, gürültü kirliliği yok. Renkli Bohemya cam ve kristallerinin pırıltısı sokakları pırıl pırıl aydınlatıyor. Ancak bu kristallerin fiyatları oldukça yüksek. Msela, bir şarap bardağı 1.790 Kron, yaklaşık 60 €.
Prag’ın sokakları tarihe tanıklık ediyor. Birinci dünya savaşında Almanlara savaşmadan şehrin anahtarı teslim edilmiş, gaye şehrin bombalanmasının istenmeyişiymiş... Tanklar 1968 işgalinde saat kulesinin yanındaki belediye binasını yıkıp geçmiş…Bugün ayakta sadece bir duvarı kalmış…
Prag, 2004'den bu yana Avrupa Birliği’nin bir üyesi olan Çek Cumhuriyeti'nin başkenti. 1.2 milyon nüfuslu bu kent oldukça fazla turisti ağırlıyor. Prag geniş bir alana yayılıyor. Metro, tramvay ve otobüslerle  şehrin her köşesine kolayca ulaşabiliyorsunuz.

Saray bölgesinden Prag ve süslüyormuş nehri manzarası
Şehir oldukça geniş ve yüksek debili bir nehir olan Vltava nehriyle ortasından ikiye bölünüyor. Gece tekne gezintisi  harika. Nehrin kenarındaki tarihi eserler  öyle güzel ışıklandırılmış ki  tek kelimeyle muhteşem. Teknede açık büfe usulü yemek yiyebiliyorsunuz. Ancak önceden söylemeniz gerekiyor. 
Burada bulunan tarihi yapılar içinde en çok ilgi çekeni astronomik saat kulesi. Astronomikliği saatin güneş, ay ve gezegenlerin konumlarını da gösteriyor olmasından kaynaklanıyor. Prag'ın simgesi olan bu tarihi saat kulesinde, her saat başı çanların çalmasıyla ufak çaplı bir gösteri başlıyor. Saatin sağını solunu süsleyen birkaç heykelcik, çanların çalmasıyla birlikte hareket ediyor ve aynı zamanda  üst tarafta iki  pencere açılıyor ve 12 havarinin  heykelleri geçiş seromonisini başlatıyor. Rehberimizin anlattığına göre bu heykellerden her biri bir insanlık halini simgeliyormuş. Bana en ilginç geleni ipi çekerek çanı harekete geçiren iskelet oldu. Çünkü bu heykelin verdiği mesaj fevkalade önemliydi. Ve o iskelet yüzyıllardır her saat başı aynı canlılıkta bu mesajı vermeye devam ediyor: "Ey insanoğlu, öleceksin!..."

Eski meydan
Eski Şehir meydanında başka birçok tarihi yapı var. Buradaki en etkileyici yapılardan biri Meryem Ana Kilisesi. Gotik bir film setinden çıkmışcasına bütün heybetiyle meydana karşı duran bu yapı  oldukça etkileyici. Bu yapının iki kulesi var. Soldaki kule Hz. Adem’i, sağdaki kule Hz. Havvayı simgeliyormuş. Hz. Adem hafif eğilerek Hz.Havvaya kur yapıyormuş, soldaki kulenin eğriliği bu yüzdenmiş. Yılmaz Gün kardeşim de bu seromoniden etkilenmiş olacak ki; sevgili hanımına bu meydanda kendi deyimiyle yeniden ilanı aşk eylemiş Hz. Adem ve Havva’nın huzurunda.

Tırdlov (Trdelnik) tatlısı
Meydanda aynı zamanda, ortaçağ pazarlarını andıran bir pazar kuruluyormuş her gün.  Bu meydandan „Tırdlov tatlısı“nı yemeden ayrılmak olmazmış. Herkesin bu tatlıdan mutlaka yemesi gerekirmiş. Manası ahmak tatlısı demekmiş. İçinin boş olmasından dolayı beyinsiz anlamında bu isimle isimlendirilmiş. Kokoreç  şeklinde şişe dolanmış vaziyette satılıyor. Biz yedik ama ahmaklık konusundaki farkı farkedemedik.
Peynir kızartması da Prag’ın oldukça meşhur yemeklerinden biriymiş,  denemeye değermiş.  Prag’a gelipte ördek ve geyik eti yemeden gitmekse hiç mi hiç olmazmış. Ama bizim bu denemeyi de yapma şansımız olmadı. Yemekler çok pahalı değil. Örneğin bir kişi karnını  15-20 Euro arası bir ücretle doyurabilir. Şehrin en turistik yerinde en orjinal şeyleri yediğiniz düşünülürse bu fiat son derece normal bir fiyat. Para birimi olarak Kron’u kullanıyorlar. Avrupa Birliği üyesi olmalarına rağmen Euro’ya geçmemişler. Geçmeye de niyetleri yokmuş.

Prag sokakları adeta bir festival alanı gibi. Her köşe başında yeteneğini sergileyen  sanatçılara rastlamak mümkün.
Meydanda işimiz bitince Karlov köprüsüne doğru yol aldık. Bu kısa mesafede zaman tüneline giriyorsunuz adeta. Gördüğünüz o güzellikler karşısında hayranlığınızı gizleyemiyorsunuz. Kral Karlov’un dört hanımıyla birlikte dikilmiş anıtının yanından giriyorsunuz zaman tüneline. Sağlı sollu değişik heykellerin ve Vltava nehri üzerine yapılan o tarihi köprülerin ve etrafındaki o tarihi binaların güzelliği ve görkemi karşısında şoke oluyorsunuz.

Heykel deyip geçtiğime bakmayın, her bir heykelin ayrı bir hikayesi var. İçlerinden biri biraz kötü bir imajla da olsa zindan bekçisi bir Osmanlı'yı canlandırıyor. Osmanlı’yı görmemişler ama, Osmanlı korkusunu bir heykelle halklarına anlatmışlar. Ancak, zindan bekçisi olan Osmanlı’yı göbekli birisi olarak canlandırmışlar. Bira içen bir Çekli gibi düşünmüşler zindan bekçisini. Kılıç da Osmanlı kılıcına hiç benzemiyor.

Prag kalesinde St. Vitrus katedrali ihtişamıyla dikkat çekiyor, içine girdiğinizde başka bir ihtişamla karşılaşıyorsunuz. O günkü Kilisenin gücünü Katedralin içinde görebiliyorsunuz.
Bu bölgede en çok ilgi çeken yerlerden biri de Kafka'nın doğduğu ve yaşamış olduğu ev. Kafka, Çek asıllı bir Yahudi. Prag onu sahiplenmiş.

Oyuncak müzesi
Kafka'nın evini hemen geçtikten sonra birkaç katlı bir binada oyuncak müzesi kurulmuş. Biz müzeleri gezemedik. Sadece dışardan binaları gördük. Müzelerden söz açılmışken, Prag'da oldukça fazla müze varmış. Acak bir süre sonra bu müzelerin aslında tamamen turistik amaçlı birer derleme olduğunu farkediyormuşsunuz. Bu yüzden rehberimiz müzelere boşuna para vermeye gerek yok dedi. Bu müzelerden bazılarının isimleri şöyle: Komunizm müzesi, ulusal müze, işkence müzesi, Yahudi müzesi, müzik aletleri müzesi v.b.
Müzelerden en önemlisi ulusal müze imiş. Rehberimizden edindiğimiz bilgiye göre bu müzeyi gezmek 1 tam günümüzü alırmış.  Dışardan gördük ama içine giremedik.  Bu müzenin önünde birkaç yüz metre uzanan geniş bir meydan var. Wenceslas meydanı. Meydan boyunca yürümek ayrı bir keyif veriyor insana.

Buranın gece alemi de bir başka güzellik taşırmış. Murat ve arkadaşları bu alemin güzelliğine tanık olmuşlar. Bu durum Recai’nin gözünden kaçmamış tabi.  Bu caddeye Prag’ın Şanzelize’si (Champs-Élysées) diyorlar. Son model ferrariler(!) ve limuzinler(!) Süslüyormuş bu caddeyi geceleri. Recai biraz Murat’a takılmak istedi ve israrcı oldu ama, Murat’ın ağzından bir şey alamadı. Nihayet Murat “Recai abi boşuna uğraşma senin söyletmek istediğini  ben söylemiyeceğim” diyerek Recai’nin çekim alanından uzaklaşmasını bildi...

Saray bölgesinden dönüşte yine Karlov köprüsünü geçerek bu sefer sol tarafta kalan Yahudi mahallesi de gezilebilecek yerler arasında.
Prag'da görülmesi gereken yerlerden biri de Narodni caddesi. Burada sağlı sollu lüks dükkanlar görmek mümkün. İşin güzel tarafı bu dükkanlar ve caddedeki yapılar yeni yapılmış. Ancak kentin dokusuna uygun olmasına özen gösterilmiş.
Narodni caddesinin sonunda, caddenin Vltava kavuştuğu noktada etkileyici bir binanın zemin katında Cafe Slavia bulunuyor. Burası zamanında birçok ünlünün tercih ettiği bir mekanmış. Bu ünlülerin fotoğraflarını duvarlarda görmek mümkün. Fotoğrafların içinde Nazım Hikmet'in ve Yılmaz Güney’in fotoğrafları da var.
Bu mekan gerçekten fiyatlarıyla, tatlıları ve içecekleriyle, atmosferiyle, Vltava nehri ve Ulusal Tiyatro binası manzarasıyla mutlaka birkaç saat geçirilmesi gereken gizli bir hazine...

Tabi her zaman  olduğu gibi Hikmet yine burada da hanımını kaybetmiş…Bu konudan Güldane hanım otobüste anlatıncaya kadar haberimiz yoktu.…Bilmediğimiz bir şey daha, dört odalı odada iki kişi kalmışlar…Sabahattin, Yunus ve oğlu ise bir yatakta üç kişi olarak kalmış… Bu durum herhalde müdürün gözünden kaçmış olmalı…
Ahmet Yumuşak yolda rahatsızlandı ve Prag’a varır varmaz hemen yatağa attı kendisini. Hanımına ısrar ettik “sen bari bizimle gel”diye, ama o ben beyimi bu halde bırakamam diyerek beyi ile birlikte otelde kalmayı tercih etti... Kendisini dönüşte gezinin kadını ilan ettik.

Arnavut kaldırımlı sokakları üstü açık klasik arabalarla da turlamak mümkün. Fakat benim tavsiyem bu şehrin her sokağını adım adım dolaşmak.
Rehberimizin verdiği bilgiye göre; Prag'a gitmişken günübirlik gezilerle yakın yerlere gitmek de mümkünmüş. Bunlardan en bilinen ikisi Karlovy Vary ve Terezin nazi kampıymış. Karlovy Vary, Çeklerin kur merkeziymiş. Son dönemde zengin Rusların diktikleri otellerle çirkinleşen bir bölge olmuş burası.
Terezin nazi kampı ise Polonya'daki Auschwitz kadar meşhur olan bir kampmış.  Biz bunların hiçbirine gitme fırsatı bulamadık ne yazık ki. Bir de Prag'ın 70 km. doğusunda bir kasabada yer alan, tamamen insan kemikleriyle yapılmış bir kilise varmış. Burası da ilgi çeken yerlerden birisiymiş. Ancak vaktimizin kısıtlı olması nedeniyle biz buraya da gidemedik.

UHUD SAVAŞI


SON ELÇİ HZ. MUHAMMED VI

“Kuşların cesetlerimizi didiklemeye başladığını görseniz bile bulunduğunuz yerleri asla terketmeyeceksiniz !”

Rüştü Kam 23.01.2011
www.ha.ber.com
Hicretin üçüncü yılı (624-625 M.), Uhud savaşı (11 Şevval 3 H./27 Mart 625 M.) I-

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.”(Âl-i İmrân, 139)

Bedir savaşının üzerinden onüç ay geçmişti. Medine’de müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler gerginleşmeye balamıştı. Hatta Yahudiler işbirliği yapmak için Mekke’ye elçiler bile gönderdiler. Medine’li bir Hristiyan keşiş olan Ebû Âmir de aynı maksatla Mekke’ye yerleşmişti. Savaş alanına kamufle edilmiş çukurların kazılmasını o önermişti Mekke’lilere. İşte, Elçi savaşın ikinci safhasında bu çukurlardan birine düşmüştü.

Mekke’liler de Bedir yenilgisini birtürlü unutamamışlardı. “Nasıl olur da bu kadar az sayıda, üstelik tecrübesiz bir ordu, Mekke ordusunu perişan ederdi. Akıl alacak gibi değil!” diyerek dövünüyorlar, feryat ediyorlar, geceleri uyku bile uyuyamıyorlardı.  Bedr’in intikamı mutlaka alınmalıydı. Mekeliler bu ayıpla yaşayamazlardı. Nasıl çıkacaklardı bundan sonra diğer kabilelerin, devletlerin karşısına.

Bedir savaşında Mekke müşriklerinden 70 kişi ölmüştü. Bunlar arasında Ebû Cehil, Ukbe, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Âs b. Hişâm gibi Kureyş’in önde gelen simâları da vardı. İntikam alınmazsa, bu yenilgi Mekke devletinin sonu olabilirdi. Acilen yapılacaklar yapılmalı ve Muhammed’den intikam alınmalıydı.

Utbe kızı Hind durmadan dövünüyordu. Ne koku sürünüyor ne de geceleri rahat uyuyabiliyordu.
“Muhammed'i tepelemedikçe koku sürünmek bana haram olsun” diye yemin de etmişti.  “Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek de haram olsun” diyordu.

Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi. Ebu Süfyan'ın yürüttüğü kervanın malları Daru'n-Nedve'de durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri tarafından, herkese katılım payı verildikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verildi.

Bu karardan sonra hiç vakit geçirilmeden hazırlıklara başlandı. Bedir'de yakınları öldürülenler karalar giyinmiş olduğu halde kabileler arasında dolaşarak ve şairler de mersiyeler söyleyerek halkı savaşa teşvik etmeye başlamışlardı. Mekke dışındaki müşrik Arap kabîlelerine de, şâirler ve hatipler gönderilmişti.

Kervanın kârından  Uhud savaşı için  50 bin altın ayrılmıştı. Bunun yarısı ile  Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2 bin asker toplanmıştı.. Mekke’den katılanlarla bu sayı 2 bin dokuzyüze ulaşmıştı. 700′ü zırhlı, 200′ü atlıydı. Ordu mükemmeldi. Bedir’in intikamı sanki garanti gibiydi. Sevinç çığlıkları atılıyordu Mekke sokaklarında. Ordunun ihtiyacı olan şarap tulumları, şarkıcı ve dansöz kadınlar  da ihmal edilmemişti.

İstihbarat timleri Mekke’de olup bitenleri Elçi’ye detaylı olarak anbean rapor ediyorlardı. Mekke ordusuna Elçi’nin amcası Abbas katılmamıştı. Çünkü o, Bedir’de esir düştükten sonra müslüman olmuştu. “Abbas müslümanlardan korktuğu için müslüman oldu” demesinler diye müslümanlığını gizlemişti. Amca Abbas yeğenini aslında çok da severdi. O’nun başına birşey gelmesine rıza gösteremezdi. Bedir’e  katılarak yapmıştı bir hata. Aynı hatayı tekrarlamak istemiyordu. O, kendisini affettirmek istiyordu. Özel bir ulakla Elçi’yi durumdan haberdar etti.

İstihbarat timleri, Mekke ordusunun Medine’ye doğru yaklaştığı haberini ulaştırdılar Elçi’ye. Bu haber üzerine, ordu komutanları ve danışma kuruluyla son bir defa daha toplantı yaptı Elçi. Durumu yeniden gözden geçirdiler. Sonra da halkın karşısına çıktılar ve kararlarını açıkladılar. Açıklanan bu karardan halk memnun olmadı. Onlar meydan muharebesi istiyordu, savunma tedbirleri alarak düşmanı Medine’de karşılamak istemiyorlardı. Elçi son kez bir defa daha sordu halka: “Düşmanı Medine dışında mı karşılayalım, yoksa şehir içinde savunma tedbirleri mi alalım? “

Ensar ve Muhacirlerden oluşan Medine halkı gür bir seda ile “Düşmanı dışarda karşılayalım ve onlara hadlerini bildirelim.” Tekbir nidaları dalga dalga yükseliyordu semalara. İstedikleri olmuştu, meydan muharebesi yapılacaktı.

Elçi, birbiri üzerine iki zırh giyip, miğferini başına geçirdi ve hânei saâdetinden çıktı. Halk neden sonra “Biz hata ettik” dediler. Dediler demesine de iş işten geçtikten sonra dediler. Karar verilmişti bir kere. Düşman da Medine topraklarına ayak basmıştı. Kaybedilecek zaman yoktu. Verilen karardan caymak olmazdı.

Şöyle dedi elçi kalabalığa dönerek: “Bir komutan/peygamber zırhını giydikten sonra, savaşmadan onu çıkarmaz.”Eğer sabreder, görevinizi tam yaparsanız, Allah’ın yardımıyla zafer bizim olacaktır.”
Zaferin kazanılması için sabredilecek ve verilen görevler ne pahasına olursa olsun hakkıyla yerine getirilekti. Böyle demişti Elçi...

Bu arada Mekke ordusunun, Medine’nin 5 km. kadar kuzeyindeki Uhud dağı eteklerine karargâhını kurduğu haberi geldi. Elçi geç kaldıklarının farkındaydı. Abdullah b. Ümmi Mektûm’u Medine’de vekil bırakarak, 1.000 kişilik bir kuvvetle, cuma namazından sonra hemen yola şıktı.  Geceyi “Şeyheyn” denilen mevkide geçirdi. Sabahleyin şafakla birlikte Uhud’a ulaştı. Uhud dağının geride çıkışı olmayan boğazlarından birine karargahını kurdu. Burası ordunun selameti için en elverişli yerdi.

Yolda dökülmeler oldu. Übeyy oğlu Abdullah, “Muhammed bizim gibi yaşlı ve tecrübelileri dinlemedi, çoluk çocuğun sözüne uydu. Oysa ben meydan savaşını uygun görmemiştim…” bahânesiyle, kendisine bağlı 300 kişiyle birlikte ordudan ayrıldı. Böylece Müslümanların sayısı düştü 700′e.

Müslümanlar arkalarını Uhud Dağı’na vererek Medine’ye karşı saf tuttu. Elçi, stratejik önemi büyük olan solundaki Ayneyn tepesi’ne “Cübeyr oğlu Abdullah” komutasında 50 okçu yerleştirdi.
Onlara sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Bu tenbih ibret alınması için tarihe düşülen bir nottu aynı zamanda:

“Kuşların cesetlerimizi didiklemeye başladığını görseniz bile bulunduğunuz yerleri asla terketmeyeceksiniz. Şu vâdiden, düşman atlıları arkamıza dolaşıp bizi kuşatabilirler. Onları ne pahasına olursa olsun durduracaksınız, buradan geçirmeyeceksiniz!”

Elçi savaş düzenini son olarak bir kez daha gözden geçirdi. Sonra da açtı ellerini başladı yalvarmaya  Rabb’ine. Ordusu için sabır diledi, sabredenlere zaferin gelceğini biliyordu. Bedir’de aynı şekilde duasını yapmış ve savaş zaferle sonuçlanmıştı.

Mekke ordusu, sayıca Müslümanların 4 katından fazlaydı. Üstelik bunlardan 700′ü zırhlı, 200′ü atlıydı. Müslümanların ise 100 zırhı ve sadece 2 atları vardı. Ama sabrettikleri sürece onların yardımcısı Allah olacaktı. O yine, melekleriyle müslüman ordusunu cesaretlendirecek ve yüreklendirecekti. Elçi ordunun sağ koluna Ukkâşe’yi, sol koluna Ebû Mesleme’yi memur etti komutan olarak, kendisi de ortaya geçti.

Mekke ordusunun sağ kanadına Velid oğlu Hâlid’i, sol kanadına Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi, süvârilere Ümeyye oğlu Safvân’ı, okçulara ise Rabîa oğlu Abdullah’ı memur etmişti Ebu Sufyan da.

Mekke’li kadınlar, Bedir’de ölenler için mersiyeler okuyorlar, defler çalıp şarkılar söylüyrolar, askerler arasında dolaşıyorlar,  onları coşturmaya çalışıyorlardı.

Savaş, o devrin âdeti üzerine mübâreze ile (meydanda teke tek çarpışma ile) başladı. Kureyş’in bayrağını taşıyan Abdüddâr oğullarından ortaya çıkan 9 kişi birer birer Müslümanlar tarafından öldürüldü.

Mübârezaden sonra Elçi, elindeki kılıcı havaya kaldırarak: “Hakkını ödemek şartıyla bu kılıcı kim ister? diye sordu askerlerine. Ensârdan Ebû Dücâne de aynı ses tonuyla:
“Bu kılıcın hakkı nedir, Ya Rasûlallah? Dedi. Elçi:
“Eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmaktır,” diye cevap verdi.

Öyleyse ben istiyorum o kılıcı dedi ve Allah, Allah nidalarıyla daldı düşman saflarına. Hamza, Ali, sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne gibi kahramanların hücûmlarıyla kısa bir sürede 20′den fazla ölü veren Kureyş, bozguna uğramış, sağ ve sol kanat geri çekilmiş, def çalarak Kureyşlileri savaşa teşvik eden kadınlar, feryadlar kopararak yüksek tepelere kaçmaya başlamışlardı.

Savaş kazanılmıştı. Kazanılmıştı kazanılmasına da düşman takip edilmemişti. Düşmanın toparlanmasına müsade edilmemeliydi. Elçi haykırıyordu askerlerine, düşmanın takip edilmesini istiyordu onlardan. Ama elçiyi dinleyen yoktu ki. Müslümanlar asıl fonksiyonlarını unutmuşlardı. Düşmanın peşine düşeceklerine, ganimetlerin peşine düşmüşlerdi. Maalesef dünyalık sevgisi ön plana çıkıvermişti. Ya gerçekten açlık çekiyorlardı ya da dünyalıklara karşı olan sevgi, Allah’a olan  sevgiyle daha yer değiştirememişti....

Sonuç.:

1-Halk için bir iş yapılacaksa mutlaka istişare edilmelidir. Uhud savaşında Elçi halkla istişare yaptı ve çoğunluğun kararına uyarak meydan muharebesini kabul etti. Savaştan sonra inen bir ayetle de Elçi yaptığı işten dolayı tebrik edildi ve her zaman böyle davranması tenbih edildi.
“-Sen, Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. İş hususunda onlarla istişare et, karar verdiğin zaman, artık Allah’a güven, Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âli İmran 159)

.....Ayneyn tepesinden durumu seyreden okçular da: “Burada ne bekliyoruz daha, savaş bitti, zafer kazanıldı, biz de gidip ganimet toplayalım,” diyerek birbirlerini etkilemezler mi? Üç kuruşluk dünya menfaatına değişivermişlerdi Elçi’yi. Dava mı? Neki o? O unutulmuştu çoktan. Şimdi ganimet toplama zamanıydı. Millet ganimet toplarken orada beklemek enayilikti. Ya sonunda ganimet kalmazsa ne olacaktı...

Abdullah b. Cübeyr: “Arkadaşlar, Elçi’nin emrini unuttunuz mu? O’ndan emir almadıkca yerimizden ayrılmayacağız… diye ısrâr ettiyse de dinlemediler o nu. Bir anda Abdullah’ın yanında sadece 8 asker kalıverdi.

Savaş olanca hızıyla seyrederken, düşmanın sağ kanat komutanı Hâlid b. Velîd, Elçi’nin okçularla koruduğu Ayneyn vâdîsinden geçip Müslümanları arkadan kuşatmayı denemişti. Ancak okçular bu geçidi bekledikleri için kuşatmayı başaramamıştı. Okçuların buradan ayrıldığını görünce, emrindeki süvârilerle hücûma geçmekte gecikmedi. Cübeyr oğlu Abdullah’ı ve 8 sâdık arkadaşını şehit edip, ganimet toplamakla meşgul olan Müslüman ordusunu arkadan hızlı bir şekilde çeviriverdi.

Halit b. Velid’in savaş alanına geldiğini gören Müşrikler, geri dönüp yeniden hücûma geçtiler. Tepelere çekilen kadınlar da def çalarak aşağıya indiler.

Bu panikleme anında Elçi, önceden savaş alanına gizlice kamufle edilmiş çukurlardan birine düşmezmi.. Hay aksi...Kadınlar hemen devreye girdiler ve Elçiyi var güçleriyle korumaya başladılar. “Ümmü Umâre” adlı bir kadın tam bir savaşçı gibiydi. Devleşivermişti  birdenbire kuyunun başında, elinde kılıcıyla. Kimseyi yaklaştırmıyordu kuyunun başına. Pır dönüyordu kuyunun etrafında, bir o yana bir bu yana....

Kadınlar bu panikleme anının yıldızlaşan savaşçıları oluverdiler. Bir tarafta beylerini savaşa teşvik eden kadınlar, bir tarafta da yalın kılıç savaş meydanında düşmana karşı kılıç sallayan kadınlar... Savaş yeniden başlamıştı...

Sancaktarlar birbiri ardına şehit olmaya başladılar. Yere düşen sancağı almaya kimse cesaret edemezken, Ehabiş kabilesine mensup bir kadın olan “Amra” birdenbire fırlayıverdi savaş alanına, girdi düşmanın içine ve kaldırdı sancağı yerden. Bir elinde sancak bir elinde kılıç aslanlar gibi döğüşüyordu, savaş meydanını dar ediyordu düşman askerlerine. “Amra”, ve o sancağı düşman savaş meydanından uzaklaşıncaya kadar bırakmadı elinden.

Ordu Medine’ye döndüğünde bir başka kadın karşımıza çıkıyor. Amr’ın kızı Hind. Babasını, kardeşini ve kocasını kaybetmiş bu savaşta. Şehitlerinin haberlerini  kendisine ulaştıran elçiye bir zaman derin derin baktıktan sonra, “peki o nasıl?” diye soruyordu...

Müslümanlar, topladıkları ganimetlerle birlikte kalakaldılar düşman askerlerinin ortasında. Aptallaştılar. Biz bunları yenmiştik biraz önce, şimdi bunlar nereden çıktı diye aval aval etraflarına bakınmaya başladılar. Herkes canını kurtarma sevdasına düşmüştü, savaş düzeni bozulmuştu. Herkes paniklemeye başlamıştı. Sersem tavuk gibi bir o tarafa bir bu tarafa koşuşuyorlardı. Velhasıl kısa bir süre içinde hiçkayıp vermeden kazanılan savaş, ganimet sevdası yüzünden maalesef kaybedilmişti.

Bedir Savaşı’nda babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe’yi kaybetmiş olan Ebû Süfyân’ın karısı Hind, babasını öldüren Hamza’dan öç almak istiyordu. Mekke’den Medine’ye intikam hırsıyla gelmişti zaten. Bu panik halinden istifadeyle adım adım kurbanına yaklaştı Vahşi. Vahşi, Hind tarafından Hamza’yı öldürmek için özel olrak görevlendirilen bir köleydi. Görevini başarı ile bitirirse hürriyetine kavuşacaktı.

Düzenli savaş süresince Vahşî, Hamza’nın karşısına çıkmaya cesâret bile edememişti. Bir taşın arkasına gizlenip, Hamza’nın önünden geçmesini beklemiş durmuştu. Hamza ise savaş alanında durmadan sağa sola koşuyor, elinde kılıç önüne gelen müşrikleri tepelemeye devam ediyordu. O gün tam 8 müşriği tepelemişti Hamza.

Ganimet sevdasına düşerek savaş düzenini bozan müslümanların paniklemesiyle rahatladı Vahşi. Hamza, Abdu’l Uzza oğlu Sibah’la giriştiği mücadele de  Vahşî’nin tam önüne geliverdi. Vahşî fırsatı kaçırmadı. Mızrağını fırlattığı gibi Hamza’yı şehit etti.

Hamza’nın şehit edildiğini gören Hind çığlıklar atarak geldi Hamza’nın cesedinin başına, hiç vakit geçirmemişti. Hışımla deşti Hamza’nın karnını. Başladı ciğerini dişlemeye. Dişledi, dişledi, dişledi ve  yoruldu. Üstü başı kan içindeydi. Elinde Hamza’nın ciğeriyle çığlıklar atarak dolaşıyordu askerlerin arasında. “Hamza öldü, Hamza öldü, aslan avcısı Hamza öldü...İntikamımı aldım”...diyordu.

Vahşi böylece özgürlüğüne kavuşmuştu. Sonradan müslüman olan Vahşi için pegamberimiz şöyle diyecektir: “Vahşi kardeşime söyleyin, Mescid’de karşıma oturmasın, onu görünce amcamı hatırlıyorum.”

İbni Kamie el-Leysi adlı bir müşrik, Elçi’ye benzeterek, İslâm ordusunun sancaktarı Mus’ab b. Umeyr’i şehit etmiş ve “Muhammed’i öldürdüm!”, diye başlamıştı avaz avaz bağırmaya.

Enes b. Nadr,” Elçi şehid olduysa, Allah bâkidir. O’nun yolunda biz de şehit oluruz”, diyerek savaşa devâm ediyordu. Atılan oklar ve mızraklara aldırmıyordu bile. Vücudu delik deşik olmuştu Enes b. Nadr’ın.

Elçi şehid olduktan sonra, burada durmanın manası yoktur diyerek, savaş alanından ayrılanlar da vardı. Bunlardan bir kısmı dağlara çekilmişler, bazıları ise Medine’ye dönmüşlerdi.

Elçi yaralıydı. Dişi kırılmıştı. İbn-i Kamie’nin kılıç darbesiyle kuyuya düşmüştü. Zırhının halkaları kopmuş ve yanağına batmıştı.  Acı içinde kıvranıyordu O, kuyunun içinde .

“Ümmü Umâre”’nin  etrafında pervane gibi döndüğü Elçiyi, Nihâyet  Ka’b b. Mâlik gördü ve: “Ey mü’minler, Rasûlullah buradadır, Rasûlullah buradadır”, diye başladı sevinç çığlıkları atmaya. Ka’b'ın sesini duyan Müslümanlar, hemen oraya doğru koşuşmaya başladılar. Elçinin yaşıyor olması müslümanları kendine getirdi. Toparlandılar,  cesaretlendiler, karşı atağa geçtiler ve müşriklerin ilerlemesini durdurdular.

Elçinin ölmediğini öğrenen Ebû Sufyan:”Bu gün bir başka güne bedeldir.Uhud Bedr’in öcüdür. Hanzele ib.Amir, oğlum Hanzale’ye mukabildir. İsterseniz gelecek yıl Bedir’de aynı gün tekrar buluşalım” dedi ve atını mahmuzlayarak savaş alanından  hızla uzaklaştı.

Müşriklerin Uhud’dan ayrılmasından sonra Rasûlullah şehitlerini kanlı elbiseleriyle, ikişer üçer defnettirdi. Cenâze namazlarını ise, bu târihten tam 8 sene sonra kıldı.

Bu savaşta 70 şehit verilmiştir. Ölü ayısı ise 22 dir.

Sonuç.:

1-Eğer bir görev verilmişse o görev titizlikle yerine getirilmeli ve görev yerleri asla terkedilmemelidir. O görevin kuralları ne kadar keskin olursa olsun, çizilen çerçeve dışına çıkılmamalıdır.

2-Uhud savaşından sonra kadın hakları konusunda bir devrim gerçekleştirilmiştir. O güne kadar mirastan mahrum edilen kadınlar, Uhud’ta eşi şehit olmuş bir kadının Elçi’ye müracaatıyla o günden sonra, mirastan eşit şekilde pay almaya başlamıştır.

3-Uhud savaşında eline kılıcını alan kadın,  savaşta neleri yapabileceğini kanıtlamıştır.

5-Elçi de bir insandır. Savaş alanlarında kuyuya da düşer, yaralanırda. Vahyin muhatabı olması O’nun yüceltilmesini ve ilahlaştırılmasını gerektirmez.

ÜMMÎ


Rüştü Kam    29.08.2010  ha.ber.com

Ümmilik konusu; okuma yazma bilmez anlamında peygamberimiz için kullanılmıştır. O kadar ki, Peygamberimizin okuma yazma bilmeyişiyle onun ümmeti övünmeyi bir marifet olarak görmüştür. Bu konuyu Hakkı Yılmaz enine boyuna işlemiş, ben bu yazıyı aynen iktibas ederek sizlerle paylaşmak istedim. Yüce Mevlam doğru yolundan ayırmasın....
“Anlamı yanlış bilinen sözcüklerin en önemlilerinden birisi de “ ’’ümmî” sözcüğüdür. Kur’an’da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğün yanlış manalandırılması sonucu yüce İslâm dini doğru anlaşılmaz olmuş ve peygamberimiz de yanlış tanıtılmıştır.

“Ümmî” sözcüğü halk arasında “anasından doğduğu gibi bilgisiz, okur yazar olmayan” anlamında kabul edilmiş, toplumlarda bu anlamıyla kullanılır olmuş ve “anasından doğduğu gibi bilgisiz” olmak hep yerilmiştir. Hem de bu yergi, Şair Eşref’in bir hicvinde yer alan;  “Rahm-i maderden (ana rahminden) nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir, Gezmeden seyyah-ı âlem bilmeden allâmedir”
beytinde olduğu gibi veya “Ümmînin ümmîye imameti caizdir (Cahilin cahile imam olması sakıncasızdır” deyimindeki gibi alay eder tarzda yapılmıştır.

Hâl böyle iken “ümmî” sıfatının peygamberimiz için “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında kullanılması, kaş yaparken göz çıkarma deyiminde olduğu gibi övgü amaçlı çabaları sövgüye dönüştürmekte ve bizim gibi kendisine işin doğrusunu Allah’ın yardımı ile öğrenmek nasip olmuş kimselere de bu doğruları anlatmak bir borç hâline gelmektedir.

Peygamberimizin ümmîliği
Bilindiği üzere, Müslümanların ekserisi tarafından peygamberimizin okur yazar olmadığına inanılmaktadır. Ama başkaları için söz konusu olduğunda kınanan bu özellik için, peygamberimize bir hayli methiye düzülmüştür. Böylece, bilerek veya bilmeyerek hem peygamberimize hem de yüce dinimize lekeler sürülmüştür. Peygamberimizin “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında “ümmî” olduğu yolundaki iddiaya ise, konu ile hiç ilgisi bulunmayan Ankebut suresinin 48. ayeti ile ilk vahyi konu alan meşhur Hıra mağarası senaryolu rivayet kanıt gösterilmiştir.
Ankebut; 48: Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; ONU sağ elinle de (kendiliğinden) yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı batılcılar (batıla inananlar) mutlaka kuşku duyacaklardı.
Bu ayette, peygamberimizin Kitap okumak ve yazmakla meşgul olması hâlinde, Tevrat ve İncil’de bozulmuş olarak var olan konuların gerçeğinin Kur’an’da yer alması sebebiyle onun peygamberliği hakkında şüphe uyanacağı bildirilmekte ve peygamberimizin ehl-i kitap hahamları ve papazları gibi kitap okumak ve yazmakla meşgul olmadığı vurgulanmaktadır.
Aslında bu ayet, iddiacıların iddialarının aksine peygamberimizin okur yazar olduğunun kanıtıdır. Çünkü, okuma yazma bilmeyen birine “onu sağ elinle (kendin) de yazmıyorsun.” ifadesinin kullanılması anlamsızdır. Yani peygamberimiz okuma yazma biliyordu ki kendisine bu şekilde bir ifade yöneltilmiştir. Ayrıca, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine kanıt gösterilen Hıra mağarası rivayetinin de uydurma olduğu ve orada geçen “ma ene bikariin” ifadesinin de “ben okuma bilmiyorum” demek olmayıp, “ben okuyucu değilim” demek olduğu, tarafımızdan Alak suresinin tebyininde (İşte Kur’an, cilt 1; s: 26-29) açıklanmıştır.
Peygamberimizin “ümmî” olduğu, Kur’an tarafından bildirildiği için tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu; peygamberimizin hangi anlamda ve nasıl bir “ümmî” olduğu, daha doğrusu “ümmî”liğinin ne anlama geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa çözümleri Kur’an’a müracaat ederek bulunacağı için, bu konudaki gerçeklerin de Kur’an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir.

-“Ümmî” ne demektir?

“Ümmî” sözcüğü, “ana” anlamındaki “ümm” ile “ya-i nisbiyyeden (bağıntı ‘ya’sından, ‘ ya’ edatından)” oluşturulmuş bir sözcük olup, “anaya mensup “analı” demektir. Çünkü, sözcüklerin sonuna getirilen “ya” bağlantı edatı, genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için kullanılır. Meselâ; Konevî; Konyalı, Bağdadî; Bağdatlı, Halebî; Halepli, Rumî; Romalı… demektir. Buna göre “ümmî” de; adı “Ümm (Ana)” olan kent mensubu, Analı demektir. Ancak, buradaki “Ana” özel isim olup, cins isim olan “ana (anne)” ile karıştırılmamalıdır. “Ana”nın neresi olduğu konusunda ise rehberimiz her zaman olduğu gibi Kur’an’dır:
En’âm; 92: Bu da Bizim, Köylerin (kentlerin) anasını (Anakent’i) ve çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini doğrulayıcı mübarek (bereketli, bolluk dolu) bir Kitaptır. Ahirete inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar (desteklerini de sürdürürler).
Bu ayette peygamberimize önce “ümm-ül kura”yı, sonra da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Biz biliyoruz ki peygamberimiz Mekke’de elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyarmıştır. O hâlde ayetteki “ümm-ül kura” ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve çevredeki halkın dilinde “ümm-ül kura”dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur’an’da da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir tartışma olmamıştır. “Ümm-ül kura”; “köylerin/ kentlerin anası, anakent” demek olup, Mekke’nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi ise, Kâbe çevresinde kurulan ilk yerleşim merkezi olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı yerleşim birimlerinin, kendi isimleri ile değil de, özelliklerini yansıtan isimlerle anılması Türkçe’de de vardır. Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine Anayurt veya Anavatan, Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi…
“Anakent” nasıl “Ana” oldu?
Arap dilindeki İzafetlerde (tamlamalarda), bazen “muzafun ileyh hazf olur, ondan bedel olarak da muzafa, lam-ı tarif getirilir”. Yani tamlanan kaldırılarak onun yerine tamlayanı belirgin (özel) hâle getiren bir edat getirilir. Burada da “ümm-ül kura” tamlamasındaki “el kura” kaldırılarak yerine lam-ı tarif olan “el” konmak suretiyle iki kelimeden oluşan tamlama “el Ümm (Ana)” şeklinde tek kelime hâline getirilmiş ve “kentlerin anası/ anakent” ifadesi “Ana” olmuştur. Bu gibi durumlarda yeni sözcük özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş olan yeni sözcüğün ilk harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.
Mekke’nin diğer ismi olan “ümm-ül kura”, yukarıdaki şekilde “ el Ümm” şekline dönüşünce “Mekkeli”yi ifade etmek için de sözcüğün sonuna bağıntı “ya”sı getirmek yeterlidir: “el Ümmî”. Bir başka ifade ile, “anakent” “Ana”ya, “anakentli” “Analı”ya dönüşmüş olduğu için  el Ümmî” denince “Anakentli” anlaşılmalıdır.
Yerleşme birimleri ile ilgili olarak bu tarz kısaltmalar Türkçe’de de uygulanmaktadır. Meselâ, Aydın’ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından “Ada” denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili cümleler; “Ada’ya gittim”, “Ada’dan geliyorum”, “Ada’nın kaymakamı”, “Ada’nın belediyesi”, “Ada’lı Ahmet”, “Ada’lı Mehmet” vs. gibi ifadelerle söylenmektedir.
İşte “Ümmî” sözcüğü de, “ümm-ül kura” ifadesinin yukarıda izah edildiği gibi bir değişime uğramış hâli olup, “Ana’ya mensup, Analı”, yani “Mekkeli” anlamına gelmektedir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam altı ayette geçen “Ümmî” sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:
Bakara; 78: Onlardan bir kısmı da Ümmîlerdir/ Anakentliler’dir. Onlar Kitap’ı bilmezler, sadece hayal ve kuruntu bilirler. Ve onlar sadece zannederler (kuşkulanırlar).
Âl-i Imran; 20: Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben kendimi Allah’a teslim ettim. Bana uyanlar da.” Kitap verilenlere ve Ümmîlere/ Anakentliler’e: “Siz de teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olurlarsa doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir/ mesajı iletmektir. Allah, kullarını en iyi şekilde görendir.
Âl-i Imran; 75: Ve ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki, ona bir tek dinar/ kuruş emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bunun sebebi şudur: Onların: “Ümmîlerin/ Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir.” demelerindendir. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan söylerler de.
A’râf; 157: Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Ümmî/ Anakentli nebi elçiye uyarlar; o, onlara iyiliği emreder, kötülükten onları men eder. Güzel/ temiz/ hoş şeyleri onlara helal kılar, pis şeyleri onlara yasaklar. Sırtlarından ağırlıklarını indirir. Üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. Ona inanan, onu destekleyen, ona yardım eden, onunla indirilen Nur’a (Kur’an’a) uyan kişiler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
A’râf; 158: De ki: “Ey insanlar! Ben, kesinlikle, tümünüze göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan,kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın gönderdiği bir elçiyim. O hâlde Allah ve Rasülüne iman edin; Allah’a ve onun sözlerine inanan o Ümmî/ Anakentli peygambere iman ediniz ve ona uyunuz ki, doğru yolu bulabilesiniz.”
Cuma; 2: O Allah’tır ki Ümmîlere/ Anakentlilere içlerinden bir rasül göndermiştir. O, onlara Allah’ın ayetlerini okur. Onları arıtıp temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Onlar bundan önce tam bir sapıklık içinde idiler.
Yukarıdaki, “ümmî” sözcüklerinin tekil veya çoğul olarak geçtiği ayetler, bulundukları pasaj ile birlikte dikkatli bir şekilde okunup iyi anlaşılırsa, “Ümmî” kavramının; “Kitap ehli olmayan, yani Tevrat ve İncil’i okumayan veya Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler demek olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
O dönemde, peygamberimizin içinde yaşadığı toplumu; ehl-i kitap olanlar (Yahudi ve Hıristitanlar) ve ehl-i kitap dışındakiler olarak farklı iki zümreye ayırmak mümkündür. Yahudiliğin “millî din” olması sebebiyle, Yahudilerin aslen Mekkeli olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i kitap zümresinin diğer bölümü olan Hıristiyanların da, Mekke’nin “anakent” olması dolayısıyla Mekke’de yaşadıkları, Mekke’ye başka yörelerden göç etmiş oldukları, çeşitli kaynaklarla doğrulanmış bir gerçektir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve “zımmî” adı verilen bu yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu dönemde yasalarla belirlenmiştir (Ana Britannica, c: 32, s: 393). Toplumun ehl-i kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur’an’dan öğrendiğimize göre kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve zanlarıyla hareket edenlerdir ki bu zümre Mekke’de doğup büyümek suretiyle Mekkeli olanlardır. İşte Kur’an’da bu kesime mensup olanlara, yani Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış olanlara, taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara “Ümmî” denmektedir. Bunun böyle olduğu, hem Kur’an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.
Demek oluyor ki, peygamberimizin “Ümmî” oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil, Mekke’nin ehl-i kitap dışındaki zümresine mensup olduğunu göstermektedir.
-Konuya aklî olarak yaklaşıldığında da netice aynı olmaktadır:
Elçi olarak seçilmeden önce Mekke’de ticaretle uğraşan peygamberimizin, bir tüccar olarak okuma yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke’nin emini olması dolayısıyla herkesin malının, parasının kaydını, okuması yazması olmadan tutması da imkânsızdır.
Elçilik görevine seçildikten sonra, kendisine gelen ilk vahylerde “Oku! En üstün olan Senin Rabbin ise kalemle öğretendir.” (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu ifade aslında, peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir emirdir. Okur yazar olmayana ise böyle bir emir verilmez. Ayrıca, Kur’an’da okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet mevcuttur. Eğer peygamberimiz okur yazar olmasa idi, sürekli onun açığını arayan müşrikler bunu kendilerine malzeme yaparlar, kendisi okuma yazma bilmeyen birisinin bunu başkalarına ne yüzle emredebildiğini sorarlar, üstelik bu tip davranışların Bakara suresinin 44. ve Saff suresinin 2. ayetleri ile yasaklandığı için kendisinin çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.
Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce okuma yazma bilmediği var sayılsa bile, yirmi üç senelik elçilik hayatında da onun okuma yazma öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü, ilimi, bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve ilk teslim olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu süre içinde okuma yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki peygamberimizin, Bedir Savaşı esirlerini, okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması gibi, Kur’an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden bir çok önerisi ve uygulaması vardır.
Kısaca söylemek gerekirse; herkese ilim, irfan emredilirken, peygamberimize “Sakın sen okuma yazma öğrenme diye özel bir emir verilmediğine göre, onun okuma yazma bilmediğini söylemek, mantıksızlığın ötesinde peygamberimize yapılan büyük bir haksızlıktır.
-sonuç
 Naklen ve aklen sabittir ki, Kur’an’da geçen ÜMMÎ ifadesi “Anakentli (Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan)” demektir. Bu ifade, Mekkelilere peygamberimizin kendi içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri olduğunu, yakından tanıdıkları ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Kur’an’da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden biri olduğu konusu üzerinde duran daha bir çok ayet vardır (Sad; 4, Kaf; 2, Tövbe; 128). Yani peygamberimiz; okuyup yazabilen, Ümmî/ Anakentli (Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan) birisidir.“