“Hz. İsa, Kıyamet Günü’nde de
insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden
inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür.”(Aziz Pavlus)
Hz. İsa’nın Kıyamet öncesinde tekrar
yeryüzüne ineceği inancının Müslümanların da inancı olması manidardır.
Bu inancın Müslümanlara nereden geldiğini tarihi gerçekleri göz önünde
bulundurarak, aklıselim ile biraz düşününce anlamamak mümkün değildir.
Danyal Peygamber
Danyal Peygamber’in, Yahudilerin en
sıkıntılı dönemlerinden biri olan, Babil Kralı Nebukadnezar zamanında
gönderilmiş bir Peyganber olduğu bilinirmiş. Zalim bir Kralmış
Nebukadnezar. Yahudiler’e zulüm yaparmış. Yahudileri Nebukednezarın
zulmünden Danyal Peygamber kurtarmış.
Danyal Peygamber’in hikayesini türbe
görevlisi hoca efendi anlattı. Uzunca bir hikayeydi bu: “Nebukadnezar,
MÖ 598 yılında Yahudi Kralı Jehoiakim’le tutuştuğu savaşta onu yenmiş.
Savaş esirleri içinde Danyal peygamber de varmış. Esirlerle birlikte
zindana atılmış, zindandayken bir vesile ile Babil kralı
Nebukadnezar’ın rüyasını yorumlamış, “bir gün gelecek, tahtın
sarsılacak, hatta tahtını sarsacak olan o kişi de bir peygamber olacak”
demiş Kral’a.
Bu yoruma çok sinirlenen Kral,
Danyal Peygamber’i takibe almış ve onun, tahtını sarsacak olan peygamber
olduğunu öğrenmiş. Bu bilgiyi doğrulatmak için onunla münakaşalar bile
yapmış. Bir süre sonra da Danyal Peygamber’in idam edilmesine karar
vermiş. Ancak bu isteğine ulaşamadan, Kral kendi adamları tarafından
öldürülmüş.
Danyal Peygamber burada Yahudilerle
birlikte yaşamını sürdürürken, Kilikya Kralı’nın daveti üzerine Tarsus’a
gelmiş. Tarsus o dönemde kıtlık ve yokluk içindeymiş. Danyal
Peygamber’in gelişi ile birlikte Tarsus’ta kıtlık son bulmuş, bolluk,
bereket başlamış. Danyal Peygamber Kilikya’nın uğuru sayılmış ve bereket
peygamberi olarak ilan edilmiş. Ölene kadar Tarsus’ta yaşamış. Vefat
ettiğinde Tarsus’taki Makam Camii civarına defnedilmiş.
Ölümünden sonra birileri gelir de
mezarı çalarsa, yeniden kıtlık başlar korkusuyla Kilikyalılar, Danyal
Peygamber’in nâşını saklamaya karar verirler ve O’nun nâşını Kythnos
denilen Tarsus Çayı sularının altına gömerler. Milattan Sonra 8’nci
Yüzyılda Tarsus’a gelen İslâm Kuvvetleri tarafından bu sandukanın yeri
tespit edilir ve sanduka açılır. Sandukadaki cenazenin parmağında yüzük
vardır. Yüzük, Hz. Ömer’e getirilir. Yüzükte 2 aslan arasında duran
çocuk resmi bulunmaktadır. Hz. Ömer bu yüzükten cenazenin Danyal
Peygamber’e ait olduğunu keşfeder.
Tabii o zamanlar Tarsus Çayı şehrin
içinden geçmekteymiş. Kentin ortasından akan bu nehrin üzerinde büyükçe
bir köprü bulunmaktaymış. Bu köprüye 1989 yılı mayıs ayında, bir
inşaatın temel kazısında rastlanmış. Köprünün büyük bölümü Danyal
Peygamber’in kabrine çatı olmuş vaziyetteymiş.
1857 yılında türbenin olduğu yere,
Makam Camii yapılmış ve Mezar bu caminin altında kalmış. Ta ki 1956
daki olaya kadar. 1956’da ırmağa bir çocuk düşer ve çocuğun cesedi
bulunamaz. Çocuğun cesedinin bulunması için Belediye yetkilileri
tarafından Tarsus Çayı’nın suyu kestirilir ve arama sıklaştırılır.
Nihayet caminin temellerinin hemen yanında çocuğun cesedine ulaşılır.
Bu vesileyle nehir yatağı temizlenir. Bir de ne görsünler, caminin 10
m. altında bir mezar. Danyal Peygamber’in mezarı.”
Şahmeran
Farsça yılanların şahı anlamına
gelen "şah-ı meran" dan gelir. Ancak, Şahmeran'a ilişkin tüm efsanevi
kayıtlar ve Şahmeran efsanelerine özgü tüm betimlemelerde varlık
dişidir. Şahmeran kültürü daha çok Cizre ve Nusaybin civarında
yerleşiktir. Bu hikayeyi de 14 dakika civarında rehberimiz İmran
anlattı. Tarsus yöresinde de böyle bir yaratığın varlığına inanılırmış.
Sıcak bölge hikayelerindenmiş şahmeran hikayeleri. Şahmeran ustaları
tarafından yapılan tablolar evlerin duvarlarını süslermiş:
“Binlerce yıl önce yedi kat yerin
altında yaşayan yılanlar varmış Tarsus’ta. Meran adı verilen bu
yılanlar, gerçekten akıllı ve şefkatli imiş. Onlar barış içinde
yaşarlarmış. Meranların kraliçesine Şahmeran denirmiş. O genç ve güzel
bir kadınmış. Efsaneye göre, Sahmeran’ı gören ilk insan Cemşab ismindeki
delikanlı olmuş. O, geçimi için odun satan fakir bir ailenin oğluymuş.
Bir gün Cemşab ve arkadaşları içi bal dolu bir mağara keşfetmişler. Balı
çıkarmak için Cemşab'ı aşağıya indiren arkadaşları, balı yukarı
çektikten sonra paylarına daha çok bal düşmesi için onu mağarada bırakıp
kaçmışlar. Şaşkınlık içinde kalan Cemşab mağarada bir delik görmüş ve
buradan ışık sızdığını farketmiş. Cebindeki bıçak ile uzun süren bir
uğraş sonucunda deliği genişletmiş ve bu delikten ömründe görmediği
kadar güzel bir bahçeye çıkmış. Bu bahçede eşi benzeri olmayan çiçekler
ve bir havuz ile pek çok yılan görmüş. Önce korkmuş, kaçmak istemiş ama
gözüne havuz başındaki tahtta oturan bembeyaz, güzeller güzeli bir yılan
takılmış. Aman Allah’ım o ne güzellik, eli ayağına dolaşmış Cemşab’ın.
Ne yapacağını şaşırmış, aşık olmuş Cemşab Yılanların Şahı’na.
Kalmış orada, zamanla Şahmeran'ın
güvenini de kazanmış. Cemşab uzun yıllar bu bahçede sevgilisi ile
birlikte yaşamış. Ondan ayrılmak istememiş. Ancak yıllar sonra, ailesini
çok özlemiş, izin istemiş sevgilisinden, yani Şahmeran’dan.
Şahmeran da izin vermiş, vermiş vermesine de, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz almış sevgilisi Cemşab’tan.
Cemşab ailesine kavuşmuş ve uzun yıllar verdiği sözde de durmuş. Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiş.
Bir zaman sonra ülkenin padişahı
hastalanmış. Etrafa haberler salınmış, ne kadar hekim varsa hepsine
muayene ettirmişler padişahı. Hekimler ilaç olarak Şahmeran’ın etini
önermişler. “Bu hastalığın ilacı Şahmeran’ın etidir” demişler.
Ancak kimse Şahmeran’ın nerede
olduğunu bilmiyormuş. Cemşab iki arada bir derede kalmış. Birisi
sevgilisi öbürü padişah. Tercih etmiş sevgilisine padişahı, söylemiş
çaresiz yerini Şahmeran’ın, Şahmeran bulunmuş ve çıkarılmış huzura.
Şahmeran Cemşab'a; "Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir,
etimi de Padişaha yedir" demiş. Denilen yapılmış, vezir ölmüş, Padişah
ise iyileşmiş. Cemşab da olmuş vezir.
Efsaneye göre Şahmeran'ın
öldürüldüğünü yılanlar o günden beri bilmezlermiş, öğrenselermiş,
Tarsus'u yılanlar işgal edebilirmiş. İnanç böyleymiş…”
Aziz Paulus
Aziz Pavlus’un evinin önündeyiz.
Kalabalık bir ziyaretçisi var Pavlus’un. Bize beklememiz söylendi. Bu
arada Tarsus’un sokaklarını arşınlamaya başladık. Eski Tarsus’tayız.
Eski evlerin bir kısmı restore edilmiş bir kısmı da restore edilecekmiş.
Zamanımız geldi ve içeri girdik. İçeriye girmeyen arkadaşlarımız da
vardı. Oldukça sıcak bir hava vardı o gün Tarsus’ta. İmran başladı
anlatmaya:
“ Pavlus, Milâdî 5-67 yıllarında
yaşamıştır. Yahudi asıllıdır. Hristiyanlığı aslî çizgisinden çıkarıp,
teslis gibi temelsiz bir dogmaya mahkum etmiştir. Kiliseler kurmuş ve
Hristiyanlığı teşkilâtlandırmıştır. Bugünkü muharref Hristiyanlık onun
ürünüdür. Aziz Pavlus Tarsus’lu bir “Roma Yurttaşı” olarak dünyaya
gelmiştir. Yahudi ailesiyle birlikte çadırcılık yaparken genç yaşta
eğitim için Kudüs’e gitmiş, burada Hristiyanlıkla tanıştıktan sonra
,”Tarsus’lu Pavlus” olarak tanınmaya başlar. Pavlus, İncil’i yaymak için
gösterdiği cesaret ve çabalarla Hıristiyanlığa en çok hizmet eden biri
olarak bilinir.
Pavlus, Hz. Musa’nın yasalarını
yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları,
Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış ve İnciller seviyesinde görülmüştür.
Tevhid yerine Teslis’i, Hz. İsa’nın peygamber değil; Tanrı’nın oğlu ve
Tanrı olduğunu Hristiyanlara kabul ettirmiştir.
Aslî günah anlayışını da o icat
etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem’in işlediği suçla başlamış ve
bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının
mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip
olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için
yeryüzüne göndermiştir.
Pavlus’a göre, Hz. İsa, Kıyamet
gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için
yeryüzüne yeniden inecektir, ruh işte bu yüzden ölümsüzdür.
Aziz Pavlus; Hristiyanlığın
yayılmasına öncülük eden On İki Havari’ den biridir. Stoacı görüş ve
Yahudi felsefesini Hristiyanlığın özüyle uzlaştırmaya çalışmıştır. Şam,
Kudüs, Hatay, Kıbrıs, Makedonya, Yunanistan gibi birçok ülke gezmiştir.
66′da Roma’da tutuklanmış ve 67′de Ostia yolunda başı kesilerek
öldürülmüştür.
Hristiyanlığın içeriğini ve amacını açıklamak için yazdığı mektuplardan 14′ü günümüze kadar ulaşmıştır.
Aziz Pavlus’a ait olduğu belirtilen
ve suyunun şifalı olduğuna inanılan evinin avlusundaki kuyu,
Hristiyanların hac için Kudüs’e giderken uğrayıp su içtikleri yerdir.
Hristiyanların yaşadığı dönemden bu
yana bu kuyunun suyu kutsal bilinmiş ve şifalı olduğu inanışı
yerleşmiş. Pavlus’un evinden geriye, sadece 30 metre derinliğindeki bu
su kuyusu kalmıştır. Şu gördüğünüz kalıntılar ise, bir süre önce yapılan
kazı çalışmalarında ortaya çıkan mimari yapının kalıntılarıdır.
Pavlus’un doğduğu evin bu ev olduğu kabul edilmektedir.
Pavlus’un Hristiyanlık dinindeki
yeri önemlidir ve Hristiyanlığın bir Yahudi Mezhebi olmaktan çıkıp bir
Roma Dini’ne dönüşmesine belirleyici katkıda bulunan kişi olduğu
bilinir.” Bugünkü Hristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve
hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Hz. İsa’nın Kıyamet öncesinde tekrar
yeryüzüne ineceği inancının Müslümanların da inancı olması manidardır.
Aslında, bu inancın nereden geldiğini ve Müslümanların inancının içine
nasıl girdiğini biraz düşününce anlamamak mümkün değildir.
Antakya
Yönümüzü döndürdük Hatay’a. Amanos
Dağları’nın eteklerinden, o güzelim doğa harikası İskenderun’un çarpık
yapılaşmasını yadırgayarak, Amanos’un zirvesinde, Amik Ovası hakkında
anlatılan hikayelerin serabında kayboldum. Dedemin ve daha sonra da
babamın kıyamet alametlerini sayarken anlattıkları hikâyelerdi bunlar:
“Kıyamet yaklaşırken, isminin
başında A olan bir ülke Müslüman olacak, Antakya dağlarından Mehdi
zuhur edecek. Mehdi ordunun başına geçecek, ancak ordu komutanının Mehdi
olduğunu az kişi bilecek, Amik Ovası’nda büyük bir savaş olacak. Kan o
kadar çok akacak ki bu savaşta, önüne gelen kuzuları bile alıp
götürecek.
Bu harpte Müslümanlar, Yahudileri
yenecek, hatta Yahudilerden biri taş ve ağaç arkasında gizli kalsa bile,
Allah’ın izniyle o taş ve ağaç dile gelerek:
“Ey Müslüman! Arkamda saklanan
Yahudi’dir, gel onu da öldür,” diyecek. Yalnız Beyt-i Makdis’de ma’ruf,
Garkad denilen dikenli ağaç müstesnâ olacak. Çünkü o, Şecere-i
Yahud’dur.”
Bu hadislerin uydurma olabileceğini
söylediğimde dedem ve de babam, “Bunlar Buhari hadisleridir, bunlara
uydurma diyemezsin.” diye çıkışırlardı her defasında. -Dedem vefat
etti, Allah rahmet eylesin, babam sağdır ve imam emeklisidir, Allah
sağlıklı ve uzun ömürler versin-
Bu savaşlara Melhame-i Kübra savaşları deniyor. Hristiyanlar ve Yahudilerdeki versiyonu ise Armagedon savaşlarıdır.
Amik Ovası’nı gördüğünüzde bu
hikayelerin niçin uydurulduğunu hemen anlıyorsunuz. Amik Ovası tarıma
son derece elverişli bir ova. Toprağı çok verimli. M.Ö. 4 bin senesinden
beri muhtelif milletlerin yerleşme alanı olmuş. Yapılan araştırmalarda
tabandan tepeye kadar 14 kültür katına rastlanmış. Buralardaki
höyüklerde altı bin senelik bir tarih hazinesi saklıymış. Ne yazık ki,
80’li yıllarda çok sinek üretiyor diye, ovadaki Amik Gölü kurutulmuş ve
binlerce kuş türü ülkemizi terk etmiş.
Armagedon savaşları, Melhame-i Kübra
savaşları ile ilgili hikâyeler boşuna uydurulmamış, Çünkü Amik Ovası
her erkeğin hayal edebileceği gelin kadar güzel, alımlı ve doğurgan.
Hayal dünyamdan, rehberimiz İmran’ın
Antakya’nın Türkiye’ye katılması anonsuyla ayrıldım.” 1939 yılında
katılmış Hatay Türkiye’ye. Halk oylaması yapılmış ve Hatay halkı,
Türkiye’yi vatan olarak benimsemiş. Öncesinde bağımsız bir devletmiş.
Tarsus - Antakya yolculuğu nasıl
geçti, farkına bile varamadan Maho’nun yerine gelmişiz bile.
Yolculuğumuzun bu kadar rahat geçmesinde kaptanımız Süleyman Parlak’ın
emeği oldukça fazla...
Devam edecek
Rüştü Kam