Başbakan yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ, Berlin Büyükelçiliği'nin
verdiği sabah kahvaltısında (20.01.2012) Berlin'de hizmet veren sivil
toplum örgütlerinin(STK) çatı kuruluşlarının başkanlarıyla bir araya
geldi. Abartılı olmayan bir kahvaltı sofrası etrafında samimi bir
ortamda gerçekleşti sohbet. İnsanımızın problemleri ve bu problemleri
çözmek için STK'ların yaptıkları çalışmalar konuşuldu. Bu çalışmaların
yetersiz kaldığı noktalarda Türkiye'nin yapması gerekenler üzerinde
teklifler kondu masaya.
Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Sayın Hüseyin Avni Karslıoğlu'nun
yaptığı açış konuşmasıyla sohbet başladı. Karslıoğlu „Bu tür
toplantılarda, gençleri görmeye başlamamız lazım, onlara el verme
zamanı gelmiştir" diyerek sözünü sonlandırdı. Yani, her toplantıda
aynı yüzler ve aynı konuşmalar yapılıyor, gençlere yol verin de
sorunları burada doğan büyüyen o gençlerden dinleyelim artık demeye
getirdi sözü. Haksız da değildi hani.
Karslıoğlu fazla uzatmadan, Başbakan Yardımcısı Sayın Bekir
Bozdağ'a verdi sözü. Bozdağ'ın açış konuşması kısa sürdü. Daha ziyade
STK'ların temsilcilerini dinlemeyi yeğledi. Hem açış konuşmasında ve
hem de soruların cevabında Bozdağ'ın altını çizdiği konuları şu
şekilde özetlemek mümkün:
"Her bakan geldiğinde dertlerimizi anlatıyoruz ama bir arpa boyu yol
alamıyoruz demeyin, yapılanlar sizin anlattıklarınızın neticesidir.
Sorunlarınızın önemli bir bölümünü çözdük, çözmeye de devam ediyoruz ve
devam edeceğiz.
Örgütlü yapılanmaların önemi çok büyüktür. STK'ların önemini
yadsıyamayız. Sizlerin Türkiye'ye yönelik çalışmalar yerine Almanya'ya
yönelik çalışmalar yapmanız lazım. Buranın siyasetinde, iş dünyasında
daha fazla söz sahibi olmanız lazım.
Başarılı olmak için eşit katılım şarttır, bunun için çalışmanız
lazım. Türkiye'nin siyasetine yönelik ayrışmaların size faydası olmaz,
yoktur. Bırakın Türkiye'dekiler kendi mücadelelerini kendileri
yapsınlar, sizler buraya bakınız, omuz omuza vererek bu çalışmaları
yapınız, eğer böyle yapmazsanız; çocuklarınızı kaybedersiniz.
Bizde bir atasözü vardır, "Doğduğunuz yer değil, doyduğunuz yer"
diye. Doğduğumuz yer evet çok kıymetlidir, ama siz yüzünüzü doyduğunuz
yere çeviriniz. Bugün vatandaşlarımız cenazelerini burada bırakmaya
başladılar, torunları burada yaşıyor. Türkiye'deki kavgaları buraya
taşımak size zarar verir.
Entegrasyonun modası geçmiştir, sizler eşit katımın mücadelesini
yapın. Berlin Duvarı yıkıldı ama, Almanlardaki ön yargılar hâlâ
yıkılmadı, bunun mücadelesi verin. Irkçılıkla mücadele edin. Almanlarla
kaynaşmaya özen gösterin, öryargılarını haklı çıkaracak
davranışlarınız olmasın.
24 saat sizin aleyhinizde olan siyasi partilerle, kurum ve
kuruluşlarla oturup kalkmayın. Size değer veren siyasi partilere oy
verirseniz ve bu işi parçalanmadan yaparsanız sizi kaale alacaklardır,
paramparça olursanız ve her biriniz ayrı ayrı partilere destek
verirseniz sizi kimse kaale almaz. Sizlerin buradaki oy potansiyeliniz
iktidarları değiştirmeye yetecek sayıya ulaşmıştır. Sizi yok etmeye
çalışan oğlunuz bile olsa ondan uzak durun. Sizin varlığınıza tahammül
edemeyen partilerin içinde Türk aday var diye parti desteklenmez,
Türklerin haklarına değer verenler desteklenir. Uygun parti ve uygun
aday arayın, bunun Türk olması şart değildir.
Dininize ve Dilinize sahip çıkın. Dininizin değerini Dilinizin
değerini iyi bilin. Çocuklarınıza Dinini ve Dilini mutlaka öğretin.
Almanlar, vize konusunda sıkıntı yapıyorlar, sanıyorlar ki, vize
kolaylığı sağlanırsa Türkler buraya gelecek; yanılıyorlar, 'Almanya'dan
Türkiye'ye giden paranın daha fazlası, bugün Türkiye'den Almanya'ya
akıyor. Bunu görmüyorlar."
Almanya'da yaşayan vatandaşlarımızın geleceği konusunda mücadele
veren herkesin, Sayın Bozdağ'ın ve Sayın Büyükelçi'nin bu tavsiyelerine
katılmaması mümkün değildir. Her iki devlet büyüğümüze de teşekkür
ediyorum.
Umulur ki STK temsilcileri de bu tavsiyelerden gerekli dersi
çıkarırlar da, birbirlerinin ayağına basmayı bırakırlar ve birbirlerine
omuz vererek istenilen değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek için
anlamlı bir yarışa girerler.
Rüştü Kam
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
25 Ocak 2013 Cuma
21 Ocak 2013 Pazartesi
KUR'ÂN'IN TOPLANMASI, ÇOĞALTILMASI, HAREKELENMESİ (II)
5- Kur'ân'ın Harekelenme Ve Noktalanması
Hz.
Osman zamanında çoğaltılan Mushaflar, harekesiz ve noktasız
olarak yazılmıştı. Bunun gerekçesi de Kur'an'ın çeşitli
kıraat vecihlerine göre harekesiz ve
noktasız metinde okunabilmesini sağlamaktı.
Fakat
Arap olmayanların İslâm'a girmeleri ve
bunların Arapçaya vâkıf olmamaları sebebiyle Kur'ân-ı Kerîm'i
yanlış okuma olaylarına sık sık rastlanılır olmuştu.
Dolayısıyla Kur'ân'ı sağlıklı ve kolay okumayı sağlayacak
nokta ve hareke gibi bir takım düzenlemelere gitmek gereği
belirmişti.
Kur'ân'ı
ilk defa harekeleme yoluna giden Ebu'l-Esved ed-Düelî'dir(69/688).
'Bu zat başlangıçta Basra valisi Ziyad b. Ebîh'den gelen teklifi
kabul etmemiş, daha sonra bir şahsın, Tevbe sûresinin 3. âyetinde
yer alan "Ve Rasûlühü" kelimesini "Ve Rasûlihi"
şeklinde okuduğunu duymuş, hemen vali Ziyad'a başvurarak
harekeleme işine girişmiştir.
Çünkü
geçen âyetin "Allah ve Rasûlü müşriklerden beridir"
şeklindeki anlamı, duyduğu okuyuşa göre "Allah müşriklerden
de Rasûlünden de berîdir." şekline dönüşmüştü.
Bu
yüzden Mushaf yazısındaki farklı renkteki bir mürekkeple fetha
hareke için harfin üstüne bir nokta, kesre için altına bir
nokta, zamme için önüne bir nokta koymak suretiyle bu işi
tamamladı. Tenvin için de iki nokta kullanılmıştı.
Harekeleme
işinden hemen sonra da harflerin noktalanması işi
gerçekleştirilmiştir. Bu işi de Irak valisi Haccac b. Yusuf'un
(95/713) emriyle Düelî'nin talebesi Nasr b. Asım (89/708)
yapmıştır. Bazı rivayetlerde de bu noktalama işini Yahya b.
Ya'mer'in(129/746) gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Şu var ki
Basra'da bu iki zatın başlattıkları noktalama hareketi, daha
sonra Medine'ye ve diğer İslâm beldelerine yayılmıştır.
İlk
dönemlerde uygulanan ve noktalarla gösterilen harekelerle, benzer
harfler için uygulanan noktalar Mushaflarda farklı renklerle
işaretlenmiştir. Bir süre devam eden bu uygulama Halil b. Ahmed'in
(175/791) bildiğimiz hemz, teşdid, sıla , revm ve işmam gibi
diğer noktalama işaretlerini tamamlamasıyla son şeklini almıştır.
Kur'ân-ı
Kerîm'e hareke ve nokta konulması meselesi başlangıçta tartışma
konusu olmuş aralarında Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd ve
İmam Malik'in de bulunduğu bir grup selef âlimleri bu hareketi hoş
karşılamamışlardır. Fakat sonraki dönemlerde, hareke ve
noktalama hareketinin Kur'ân-ı Kerîm'e herhangi bir zarar değil,
yarar getireceği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Bu yüzden
nokta ve harekelemeye ruhsat verilmiş, hatta müstehab olduğu
söylenmiştir.
Kur'ân'ın
nokta ve harekelenmesiyle ilgili birçok eser yazılmıştır. Bunlar
arasında ed-Dânî'nin (444/1053) "el-Muhkem Fi Naktil-Mesâhif
adlı eseri meşhur olanıdır.1
Kıraat Meselesi
Kur'ân
kelimeleri üzerinde med, kasr, hareke, sükûn,
nokta ve i'râb yönünden farklı okuyuşlara kıraat denmiştir.
Hz. Osman zamanında çoğaltılarak belirli merkezlere gönderilen
Mushafların harekesiz ve noktasız oluşu muhtelif kıraatlerin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Hicrî
I. asrın ikinci yarısından itibaren Medine, Mekke, Kûfe ve
Basra'da kıraat mektepleri açılmaya başlanmış, II. asrın
başlarından itibaren de çok çeşitlenen kıraatler içinde tercih
edileni belirtmek üzere Yedi Kıraat (Kıraat-ı Seba'a) tabiri
yaygınlaşmıştır. Konuyla ilgili çalışmalar yapılmış,
yazılan eserlerle kıraat bir ilim olarak tespit edilip
uygulanmıştır.
Nihayet
Ebû Bekir b. Mücâhid (324/925) yazdığı "Kitâ-bu's-Seb'a"
isimli eseriyle kıraatları yedide sınırlarken sahih kıraatları
da toplamıştır. Yalnız bu yedi kıraatin Yedi Harften ayrı
olduğu, aralarında bir ilginin kurulmaması gerektiği
unutulmamalıdır. Daha sonra İbnü'l-Cezerî (833/1429) başta
olmak üzere bir grup âlim. Yedi imama üç meşhur imamın da
kıraatlarının eklenmesini uygun bulmuşlar, dolayısıyla
kıraatların sayısı ona (Kıraat-ı Aşere) yükselmiştir.
Belirtilen
ve sayısı 14'ü bulan sahih kıratlar da Müslümanlar için
ezberleme, anlama ve hüküm çıkarma gibi kolaylıkların söz
konusu olduğu bilinmelidir. Kıraat uygulaması sünnettir. Farklı
kıraatlere Hz, Peygamber tarafından müsaade edilmiştir.
Mütevatir
sayılan on kıraatın imamları ise
şunlardır:
1-
Ebû Abdurrahman Nâfi (169/785) Nâfi'nin râvileri, Kalûn ve
Verş'tir.
2-
Abdullah b. Kesîr (120/738)
3-Ebû
Amr (154/771)
4-
Abdullah b. Âmir (118/736)
5-
Asım b. Ebi'n-Necûd (127/745). Asımın râvisi Hafs'dır.
6-
Harrıza b. Habib (156/773)
7-
Ali b. Hamza el-Kisâî (189/805)
8-
Halef b. Hişam (229/844)
9-
Ebû Ca'fer el-Ka'ka (130/748)
10-
Ebû Muhammed Ya'kub b. İshak
Sayılan on
mütevatir kıraatin bugün üç tanesi fiilen kullanılmakta olup
diğerleri bir ilim olarak tetkik edilmektedir. Pratik olarak
uygulanan üç kıraat şunlardır:
1-Ebû
Amr kıraati, sadece Sudan'ın bir kısmında kullanılan bu kıraat
yaygın değildir.
2-Nâfi
kıraati, Mısır hâriç , Kuzey Afrika'da tutunmuş bir kıraattir,
3-Asım
kıraati, yeryüzündeki Müslümanların büyük çoğunluğu Asım
kıraatini ve Hafs rivayetini kullanmaktadır. Mushaflar da bu
kıraata göre basılmaktadır.2
7- Kur'an'ın Bölüm Ve Parçalarıyla İlgili Bilgiler
Kur'ân-ı
Kerîm 114 sûre ve 6236 âyetten meydana
gelmiştir. Kur'an'ın bölümleri ve parçalara ayrılışına
ilişkin bazı bilgiler şöyledir:
1-
Kur'ân'daki kelime sayısı: 77.934 veya 77.437'dir.
2-
Kur'ân'daki harf sayısı: 326.048 veya 323.671'dir kelime ve harf
sayısındaki farklılık, imlâ ve kıraattaki ihtilâftan ileri
gelmektedir.
3-
Cüz: Mushaflar 30 cüze ayrılmıştır. Her cüz 20 sayfadan
oluşmaktadır. Mushafların sol tarafındaki sayfa kenarına konan
işaretlerle gösterilmiş, içine cüz yazısı ve sayısı
yazılmıştır.
4-
Hizip: Cüzün dörtte birini oluşturan beş sayfalık bölümün
adıdır. Toplam hizip sayısı 120'dir. Bunlar sayfa kenarlarına
konulan ve içine hizip yazılan işaretlerle gösterilir.
5-
Duraklar: Âyetleri birbirinden ayırmak için konulan işaretlerdir.
İlk zamanlarda Mushaflarda bulunmayan duraklar, daha sonra daire
meyilli çizgiler halinde yapılmıştır. Daha sonraları yalnız
daire halinde gösterilmiştir. Zamanla bu daireler gül şeklini
almış veya içi süslü daireler olarak kalmıştır.3
Zamanımızda
basımı yapılan Mushaflarda çeşitli şekillerde durak
işaretlerine rastlanmaktadır. Çoğunlukla
da bu durakların içinde âyet numaraları yazılıdır.
6-
Secâvendler: Okunan yerin anlamı göz önünde bulundurularak
konulmuş bir tür noktalama işaretleridir. Secâvendler,
işaretlerin büyük bölümünü ilk defa uygulayan Muhammed b.
Tayfur Secâvendî'nin(560/1165) ismiyle anılmışlardır. Her biri
vakıf ve vasılın çeşitli durumlarıyla, konuları ifade eden bu
işaretler "Mim, Tı, Cim, Sad, Kaf' gibi harflerle
gösterilmiştir.
7-
Sûre Başlıkları : Her sûrenin başında o sûrenin adının,
nerede nazil olduğunun ve âyet sayısının belirtildiği kısımdır.
8-
Secdeler : Kur'ân'da 14 yerde geçen secde âyetini belirten
işaretlerdir. Bu işaretler secde âyetinin hizasına konulmuş ve
içine "Secde" yazılmıştır.
Devam edecek...
Rüştü
Kam
........................
1-Kur'ân'ın
hareke ve noktalanmasıyla ilgili ayrıntyı için bkz. İbn Nedîm,
el-Fihrist, 60 ; Dânî Ebû Amr Osman b. Said, el-Muhkem Fi
NakÜ'l-Mesâhif, nşr. îzzet Hasan, Dımeşk, 1379/1960, 3-10;
el-Muknt 124-126; Menâhil, 1/408-409 ; Mebahis, 92 ; Kattan,
Mebahis, 150-151 ; Vefeyat, 2/32 ; Keşfıızzunûn, 1/712 ;
el-ltkân, 2/170-171 ; izmirli, Tarihi Kur"ân, 16 ; Kurtubî,
et-Câmf, 7/63 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 88-95 ; el-Burhan,
1/376-379 ; Zencanî, Tarihu'l-Kur'an, 87-88 ; Zehebî,
Tarthul-İslâm, 4/68.
2-
Kıraat meselesi. Kıraat ilmi. Kıraat ihtilâfları ve imamlanyla
ilgili olarak bkz. Menâhil, 1/403,417,441 ; Rafii, İ'câzu'l-Kufan,
51-53 ; Mekkî b. Ebû Tâlib, el İbâne, 48 ; Îbnü'l-Cezerî,
en-Neşr, 1/34, 41-46 ; Gaye, 1/261-263; 288-292, 346-349,423-425,
443-445. 502-503, 535-540, 615-616, 2/330-334, 382-384 ; 386-389 ;
el-Burhnr\ 1/318-330 ; î. Karaçam, K. Kerim'in Nuzülü, 245-247,
312 ; K. Kerîm'in FazÛetleri, 474-477 ; Vejeyat, 2/216; 3/9,41-42,
295-297,466-470; 5/368-369, 6/274-276,390-392 ; Alam, 2/308 ; 3/72 ;
4/12, 228, 255, 366 ; 5/93-94 ; 297 , 8/317-318 ; 9/241, 255;
İzmirli, Tarih-i KuKân, 18 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 102-114 ;
Keskioğlu, K. Kerîm Bilgileri, 159-164 ; A. Çetin, K. Kerîm
Tarihi, 158-171 ; Suat Yıldırım, Kur"ân-ı Kerim ve Kur'ân
ilimlerine Giriş, İstanbul, 1983.
3-
Keskioğlu, K. Kerim Tarihi, 268 ; Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş,
İstanbul, 1981, 88 ; A. Çetin, K. Kerim Tarihi 149.
DİN'E VE DİL'E UZANAN EL NAMUS'A UZANMIŞ DEMEKTİR /BEKİR BOZDAĞ/2012 BERLİN
Ağlamak
mı gerekiyor yoksa düşünmek mi? Bazı gerçeklerle yüzleşmek o
kadar zor geliyor ki insana, çoğu kez yüzleşmemeyi tercih etmek
daha kolay olabiliyor. Nice hayallerle yıllar önce gurbete çıkan
insanlar, her an geriye dönme ümidiyle yatırımlarını
Anavatanlarına yaparak hem ülke kalkınmasına destek oldular hem
de hayallerini gerçekleştirmek için küçük küçük adımlar
attılar. Ev, arsa, dükkan, tarla satın aldılar. Canlarının
çektiği yemeği bile yiyemediler ağız tadıyla, yerlilerin çöpe
attıkları koltukları, dolapları kullanmayı tercih ederek
artırdılar o yatırım paralarını. Aldıkları kredilerin
borçlarını ödemek için 1 odalı 2 odalı evlerde oturmayı
tercih ettiler. Derken bir baktılar ki, yaş gelmiş 60'a- 70'e.
Torun torba derken kalakalmışlar gurbet ellerde. Geriye gitse
gidemiyor, burada kalsa kalamıyor.
Ne
yapsın şimdi bu adam, yıllarca ana baba özlemi çeken, vatan
hasreti çeken bu adam ne yapsın şimdi?
Başbakan
yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ, Berlin Büyükelçiği'nin
verdiği sabah kahvaltısında (20.01.2012) ''Almanya'dan Türkiye'ye
giden paranın daha fazlası, Türkiye'den Almanya'ya akıyor''
derken film şeridi gibi geçti o güzelim yıllar gözümün
önünden. Evet doğru söylüyordu Bozdağ. Devletimiz 50 yıllık
süreç içinde hep döviz yumurtlayan tavuk gözüyle baktı
gurbetçisine. Onun birikimini devlet eliyle yatırıma dönüştürmenin
yollarını aramadı. Yurtdışında yaşayan Türklerle ilgili birim
daha yeni oluşturuldu. Ancak bu arada ne din kaldı ortada ne de
dil. Şu anda açılan camiler cemaat sıkıntısı çekiyor. Böyle
giderse on sene sonra açılan camiler birer birer kapanacaktır.
Yeni neslin din konusunda yeterli duyarlılığa sahip olduğunu
söylemek o kadar kolay değildir.
Pansuman
tedbir olma kabilinden okullarda verilen Türkçe dersleri faydasız
değildir ama dil eğitimi konusunda yeterli de değildir.
Sayın
Bozdağ, haklı olarak ''İki şeyden asla taviz verilmemlidir.''
derken ikinci bir yaranın kabuğunu kaldırıyordu: ''Din ve Dil
konusunda taviz verilemez.'' Ama bu iş nasıl olacak? İşte ortada
duran soru bu? Nasıl olacak bu iş?
Sayın
Bozdağ, bu iki vazgeçilemez olan değerin ikisi de maalesef
kaybolmak üzere. Siz bizlere ve toplantıda söylediklerimize, biz
şunları yapıyoruz, bunları yapıyoruz demelerimize fazla
güvenmeyin. ''Bizler burada birlik ve beraberlik içindeyiz''
dememizi de fazla önemsemeyin. Keşke öyle olsaydı.
Ancak
bir gerçek var, sivil toplum kuruluşları her türlü imkansızlığa
rağmen, engellemelere rağmen bilâ ücret geleceklerine yatırım
yapmanın derdiyle yanıp tutuşuyorlar. Bazı STK'lar temsil
ettiklerini söyledikleri toplumun değerlerini istismar ederek
kendilerine imkân sağlamış olabilirler, sağlıyor da
olabilirler.. Kötüler emsal teşkil etmemelidir. Kurduğu folklör
derneği ile Türkiye toplumunun bir değerini geleceğe taşımaya
çalışan Muzaffer Topal gibi hizmet aşığı insanların başkan
olduğu derneklerin sayısı az değildir. Buna inanın.
Burada
acı olan devlet yardımıyla bu hizmetlerin yapılmış olmasıdır.
Arzu edilen, halkımızın kendi değerlerini ayakta tutmak için
gençlerine, geleceğine kendilerinin yatırım yapmasıdır.
Sahiplenme ancak o zaman olur. Bu şuur meselesidir. Kimliğin
korunması gerektiğini bilen, düşünen insanların derdi
olmalıdır değerlerin korunması için yatırım yapmak. Böyle
olursa o zaman Muzaffer Bey'lerin derneği kapanmayacaktır.
Cenazelerimizin
Türkiye'ye gitmesi için vasiyet edenler, şimdilerde burada kalması
için vasiyet etmeye başladılar. Ancak burada yeterli müslüman
mezarlığı yok. Mezar taşları tapudur. Kimliğin tapusudur,
asimile olmamanın tapusudur, saygının ve sevginin tapusudur. Arefe
günlerinde mezarların ziyaret edilmesi insanların sevdikleriyle
bağ kurmasına vesile olacaktır. Dualar yapılacaktır o mezarların
başında, dini kimliğin muhafazasına yarayacaktır bu ritüel. El
atılmalıdır, sahip çıkılmalıdır.
Sayın
Bozdağ, bir kahvaltı çerçevesinde dile getirilen problemler o
kadar fazlaydı ki, bıraksanız arkası gelecekti mutlaka. Çoğu
tekrar olan bu problemleri bizler her gelen devlet yetkilisine
söyleriz, belki aynı şeyleri sizler de tekrar tekrar
dinlemişsinizdir. Belki de aynı şahıslar aynı şeyleri
söylemişlerdir. Sizlerin de gözlemlemiş olabileceği gibi bazı
STK temsilcileri konuşmak için de konuşmuş olabilirler; ancak
ortada bir gerçek var ki yurt dışında yaşayan Türkiyeliler çok
dertli. Hem de çok.
Bu
insanların derdiyle dertlenmek gerek. Sadece dinleyip gitmekle
insanlarımızın gazı alınmış olabilir, bir süre idare eder bu
gaz, ama yara gittikçe derinleşiyor.
Sayın
Bozdağ, ya bu insanları alıp götürün vatanlarına, ya da bu
insanların problemlerinin çözümüne destek olmak için imkanlar
hazırlayın ikinci vatanlarında. Onların tutan eli olun, yürüyen
ayağı, gören gözü olun. Yapabileceklerinizi yapmak için lütfen
beklemeyin.
''Seçme
hakkı veriyoruz size, seçilme hakkı değil'' demek, ne kadar
demokratik bir yaklaşımdır onu ben bilemiyorum. Ancak bu durumda,
seçilme hakkı da bir gaz alma olabilir mi diye düşünmeden
edemiyoruz.
Sayın
Bozdağ, ''doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi'' atasözünden
yola çıkarak, doyulan yerin de vatan olabileceğinin altını
çiziyorsuz. Siyasetin bu yeni vatanda yapılması grektiğini
söylüyorsunuz, ancak bunu buradaki insanlara söylüyorsunuz. Oysa
bu insanlar Türkiye'deki bir fikir kuruluşunun, bir siyasi
kuruluşun, dini kuruluşun devamıdır. Bence Türkiye'deki o
kuruluşlara da Almanya'daki inanların yakasından düşmesini
söylemeniz daha etkili olacaktır. Bu konuda ilk adımı parti
olarak sizin atmanız örnek olması açısından daha doğru olur
kamaatindeyim. UETD Derneği'ni kapatmakla işe başlamak mümkündür.
Sayın
Bozdağ, buradaki müslümanlar, mali ibadetlerini Türkiye'ye ve
dünyanın başka bölgelerine göndererek yapmaya çalşıyorlar.
Hattâ bu konuda yarışıyorlar. Sırf bu amaçla birçok yardım
kuruluşu var Almanya'da. Bu konuda yönlendirici olunması lazımdır.
Bu suretle hem buradaki insanımız istismar edilmemiş olacaktır,
hem de burada yaşayan insanımızın geleceğine yatırım yapılmış
olacaktır.
2011
yılında, ha-ber.com' da yazdığım bir yazıyı bu vesileyle
tekrar gündeme taşımak istiyorum:
Dini
Cemaatler ne iş yaparlar?
İslâm
dinini din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların
rehber edinmeleri gereken kitabın adı Kur'andır. Kur'an'la
müslümanları tanıştıran kişiye peygamber denir. O'nu Allah
seçmiştir. Seçilen bu kişiler güvenilir kişilerdir. Son elçi
olduğu, Seçen tarafından son peygamber- dir diye ilan edilen
kişinin adı Muhammed'dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi'den
6 asır önce İncil'de ilan edilmiştir. Bunlar Elçi'dirler,
kendilerine emanet edilen ''Emanet'e''
birşey ilave edemezler ve O'ndan birşey eksiltemezler.
Dinler
insanların dünya hayatını dizayn etmek için gönderilirler.
Hedeflenen, ahiret hayatının mutlu bir hayat olarak devam
edebilmesidir. Bu gaye için bir dizi ön şart sıralar Allah,
Elçi'ye emanet ettiği O Kitap'ta.
İbadetler,
emir ve yasaklar bu ön şartları oluştururlar. Cemaat olmak ve
cemaat şuuru ile yaşamak bu ön şartlardandır. Cemaat hedefi olan
topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak
hedefler insanların dünyada mutlu bir hayat sürebilmeleri için
gereklidir:
-Barış içinde
yaşanılacaktır.
-Zulüm
yapılmayacaktır, zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime ağırlık
verilecektir.
-Komşuların hakkı
korunacaktır.
-Adaletle muamele
edilecektir.
-Doğa
korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza
edilecektir.
-Fakirler görüp
gözetilecektir.
-Kurumlaşılacaktır
v.b.
Cemaatleşmenin
amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarıda
zikredilenler. Dinîn buyruklarını yaşamının şekillenmesinde
eas alan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme bu insanlar için
Farz-ı ayn bir ibadettir. Allah'ın olmazsa olmaz buyruklarındandır.
Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi çalışmalar
güçlerin birleşmesiyle yapılır. ''Hep
birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp
parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.''
(Âl-i İmrân 103)
Günümüzde
cemaatler güçbirliği yapmak için değil, sanki güçbirliği
yapanları zayıflatmak için oluşturulurlar. Dinî cemaatler bu
amaca uygun olarak kurdurulur da denilebilir bir başka ifadeyle.
Almanya'da hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bakarsak;
onların Allah'a kul değil kendilerine üye yatiştirmekle meşgul
olduklarını görürüz. İstisnalar her zaman vardır elbette.
Cemaat
başkanı veya hocası, kendi cemaatlerinin dışındaki dinî
cemaatlerin hep yanlışlarını anlatırlar cemaatlerine. Çünkü,
kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatleridir. Yani fırka-i
naciye kendisidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren cemaat/topluluk
demektir. Güya son Elçi: ''Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır,
içinden bir tanesi kurtuluşa erecektir, 72 si dalâlettedir.''
buyurmuştur.
Almanya'daki
dini cemaatler ne iş yaparlar diye bakarsak; ''kendiliğinden camiye
gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını
yaptıklarını görürürüz. Camide çocuklara dini eğitim
verilmesi de aynı amaca yöneliktir.
Samimiyetle,
canını dişine takarak hizmet eden, sadece Allah'ın rızasını
gözeten gerçek mü'minler bu dairenin tabii ki dışındadırlar.
Allah onlardan razı olsun, onların yar ve yardımcısı olsun. Ne
mutlu o Allah dostlarına...
Bu
cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır,
kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki
insanların durumu ajite edilerek toplanır bu sadakalar. Sinevizyon
gösterileriyle insanların manevi duyguları tetiklenir. Hedef
duygu sömürüsü yaparak daha çok para elde etmektir. Bu
cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle
tutulacak hizmet yoktur desek yeridir.
Çocukları,
pedagojik formasyonu olmayan hocalar okutur. Ehil olan insanlara
verilecek maaş fazladır çünkü. Bazı camilerde bir hoca 50-60
çocuğu bir iki saat içinde okutmak zorundadır. Bir çocuğa düşen
zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki üç çocuğu aynı
anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek
istenilmez. Çünkü, toplanan paralar camilerde kalmaz, genel
merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar yaptıkları
hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner. Çarkın
yanlış döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı
dillendirenler hemen görevden alınırlar. Hem de çeşitli
iftiralar atılarak görevden alınırlar.
Dinî
cemaatlerin :
-Vakıfları
yoktur.
-Hastaneleri
yoktur.
-Öğrenci
yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren
yüksek okulları yoktur.
-Kur'an
öğretmeni, din dersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları
yoktur.
-Gazeteleri,
dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Hukuk büroları
yoktur.
-Danışma
merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları
yoktur.
Yani
gelecekleri yoktur...
Topladıkları
paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla
meşguldürler onlar. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar,
bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım
diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları
vardır. Yıllardan beri ne Afganistan'ın problemi çözülmüştür,
ne Filistin'in, ne Çeçenistan'ın... Buna rağmen yine de toplanır
o paralar. Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz.
Bu
sorumsuz sorumluların tutumu yüzünden; dini cemaatler bir araya
gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek
ortak çalışma içine girememektedirler. Meşrep çalışmaları
dini hizmetlerin devamlı önünde tutulmaktadır. Olmazsa olmaz
olan, din değil de sanki meşrepmiş gibi hareket edilmektedir.
Örneğin,
50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri
yetiştirememektedirler. İmam yetiştiren bir yüksek okul
açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya
güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi
meşrebe göre din anlatacaktır, Kur'an'ı hangi meşrebe göre
yorumlayacaktır? Sorun buradadır. Yazıktır, günahtır.
Türkiye'den
getirilen emekli hocalar, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz
para kazanarak, geriye gitmeyi düşünüyorlar. Etliye sütlüye
karışmadan sürelerini doldurmak istiyorlar. Diyanet'in gönderdiği
din görevlileri de sorumluluk konusunda fazla hevesli
davranmıyorlar. Onların süreleri de sınırlı. Bu yüzden ciddi
çalışmaların altına imza atamıyorlar. Cami derneklerinin de
işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap.
Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor.
Tekerin önüne taş koymak isteyen olursa, ona haddini bildirmek o
kadar zor olmuyor.
20
yıl öncesinde camiler Ramazanlarda, Cumalarda dolup taşardı. 20
yıl sonrasında ilave cami yapılmamasına rağmen camilerdeki
tutulan saflarda boşluklar olabiliyor. 20 yıl önce doğan çocuk
bugün 20 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin
olabileceğini düşünürsek, bugün camilerin cemaati almaması
gerekir.
Bu
duyarsızlık böyle devam ederse 10 yıl sonra camiler birer birer
kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır.
Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra 30 yıl
sonra gelen nesil çekecektir.
Kendi
çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken,
Afrika'ya el uzatmak ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın
yine aç kalacaksa, birgün et yese ne olur yemese ne olur...
''Aklınızı
çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde bırakırım.'' (Yunus
100)
Kiliselerin
papaz yetiştiren:
-Yüksek okulları
vardır.
-Vakıfları vardır.
-Sosyal konutları
vardır.
-Danışma
merkezleri vardır.
-Meslek okulları
ardır.
-Televizyonları,
dergileri vardır.
-Yayınevleri
vardır.
-Araştırma
merkezleri vardır.
-Meslek okulları
vardır
-Hastaneleri vardır.
-Üniversiteleri
vardır.vb.
Müslüman
cemaatlerin ise:
-Tarihe mal olmuş
ataları vardır (!)
-Babaları deleri
müftüdür (!)
-Kalpleri temizdir
(!)
-Somalileri vardır
(!)
-Filistinleri vardır
(!)
-Afganistanları
vardır (!)
Ancak,
kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır,
kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapihanededir. İş merkezlerinin
kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın
gibi dolaşırlar ortalıkta.
Allah
aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
Rüştü
Kam
14 Ocak 2013 Pazartesi
KUR'ÂN'IN TOPLANMASI, ÇOĞALTILMASI, HAREKELENMESİ (I)
14 Ocak 2013 Pazartesi, 13:43 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Bu notunun önizlemesidir.
Kaydetmek için "Yayınla"ya, değiştirmek için "Düzenle"ye tıkla.
Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Yazılması Ve Ezberlenmesi
Olaylara uygun olarak zaman aralıklarıyla inen ve 23 senede tamamlanan Kur'ân'ı, Hz. Peygamber vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Kur'ân Hz. Peygamber hayattayken yazılmıştır. Yalnız vahiy devam ettiği için sırayla, toplamaya imkân olmadığından bu yazılanlar dağınık halde kalmıştır.
Âyetler yazılırken Hz. Peygamber'in yanında kalmak üzere bir nüsha kendisine veriliyordu. Bazı Ashâb da kendileri için özel Mushaf yazmışlardı.
Yazılan vahiyler tümüyle ezberlenmişti. Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı öğrenmeye ve öğretmeye teşvik eden hadiseleri, bu yöndeki gayretlere hız katmıştı. Ashâb arasında Kur'ân'ı ezber bilenlere "Kurrâ" adı verilirdi. Sahabeden meşhur olan 29 Kurrânın isimleri sayılmaktadır. Öne çıkan Kurra sahabeler şunlardır
Erkeklerden:
1- Abdullah b. Mes'ûd
2- Salim
3- Muaz
4- Ubey b. Ka'b hafız Sahâbîierdendir.
Kadınlardan:
1- Hz. Aişe
2- Hafsa
3- Ümmü Seleme de Kur'ân'ı ezberlemişlerdir.1
Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep ve Hikmetleri
Hz. Peygamber hayatta iken yazılan ve ezberlenen Kur'ân'ın resmen bir cilt halinde kitap haline getirilmeyişinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece vahy devam etmişti. Kitap haline gitirilmesi belki de bir takım karışıklıklara sebep olabilirdi,
2- Sûreler nuzûl tarihine göre tertip edilmediği için inen âyetlerin daha önce inen bir sûreye ilâve edilmesi gibi durumlar söz konusu olduğundan kitap haline getirme girişimi karışıklıklara sebep olabilirdi.
3- Allah Resulünün müslümanların başında bulunduğu dönemde Sahâbîler Kur'ân'ı ezberlediği için, Peygamber döneminde, böyle bir ihtiyaç da duyulmamıştır.
4- Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber'in vefatı arasındaki süre 81 gün gibi çok kısa bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu kadar kısa sürenin Kur'ân'ı bir kitap halinde toplamaya yetmeyeceği de aşikârdır.2
Kur'an'ın Hz. Ebû Bekir Devrinde Toplanması
Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekir devrinde bir takım yalancı peygamberler türemiş, irtidat ve irtica hareketleri baş göstermişti. Halife Ebû Bekir bu karışıklıkları önlemek için bazı teşebbüslerde bulunmuş, bu arada sahte peygamber Müseyleme üzerine de bir ordu göndermişti. Yemâme'de (12/633) yılında yapılan savaşta 70 Kadar hafız şehit düşmüştü.3
İşte bu durum Hz. Ömer'i telaşlandırmış, endişesini belirtmek üzere Halife Hz. Ebû Bekir'e gitmiş ve Kur'an'ın toplanmasını teklif etmiştir.
Hz. Ebû Bekir ilk anda Hz. peygamber'in yapmadığı bir işi yapma durumuyla karşı karşıya geldiği için çekinmişse de daha sonra, gönlü bu işe ısınmış ve Hz. Ömer'in düşündüğü gibi düşünmüştür.
Hemen Zeyd b. Sâbit'i çağırmış ve ona Kur'ân'ı inceleyip toplama görevini vermiştir. Zeyd b. Sabit ilk anda Ebû Bekir gibi aynı gerekçeyle bu görevi yapmaktan çekinmiş ise de halifenin telkin ve tavsiyelerine uyarak, önce bir komisyon oluşturmuş ve vakit geçirmeden hemen Kur'ân'ı toplamaya koyulmuştur.4
Kur'ân'ı toplama görevi kendisine verilen Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber'in vahiy kâtibiydi. Kur'an'ın tamamını Hz. Peygamber'in sağlığında toplamıştı, elindeydi. Akıllı, zekî ve yetişkin bir genç olarak tanınmıştı.
Zeyd b. Sabit'in Kur'ân'ı toplama işiyle görevlendirilişinden hemen sonra, durum Hz. Ömer tarafından halka duyuruldu ve Hz. Peygamber'den alınan Kur'ân'a dair bilgi ve belgelerin getirilmesi istendi.
Getirilen âyet ve sûrelerin kabul edilebilmesi için şu şartlar aranıyordu:
a) Getirilen âyetlerin ezberlenmiş olması
b) Peygamberimizin huzurunda yazılmış olması
c) Bunun da en az iki şahidin şehâdetiyle ispat edilmesi.
Aranan prensiplere son derece riayet ederek yazılı metinleri bir araya getiren Zeyd b. Sabit bu işi yaklaşık bir yılda tamamlamıştır. Toplanan bu sayfalar Hz. Ebû Bekir'e teslim edilmiş, vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır. Böylece Resûlüllah tarafından okunan, tebliğ edilen, yazılan ve ezberlenen Kur'an Hz. Ebû Bekir Devrinde, başta Zeyd b. Sabit olmak üzere Sahabenin gayretleriyle toplanıp tek kitap haline getirilmiştir.
Toplanıp kitap haline getirildikten sonra Mushaf adını alan bu nüshayı şu özellikleriyle tanımak mümkündür:
a) En ince ilmî tesbit usulleriyle toplanmıştır.
b) Nüshanın doğruluğu, tevatür yoluyle sabittir ve bu konuda icmâ'-ı ümmet vardır.
Hz. Ebü Bekir'e teslim edilen bu Mushaf, onun vefatından sonra, Hz. Ömer'e, Hz. Ömer'den sonra da kızı Hafsa'ya teslim edilmiştir. İstinsah(El ile kopyalamak) sırasında Hz. Osman istemiş, sonra iade etmiştir.
Kur'ân'ın Hz. Osman Zamanında Çoğaltılması
Hz. Osman Devrinde İslâm Devleti sınırlan Arabistan'ı aşmış, fetihler sebebiyle insanlar grup grup İslâm'a girmişti. Her şehir halkı Kur'ân-ı Kerîm'i başka başka okumaya başlamıştı. Öyle ki, farklı okuyuş sebebiyle insanlar birbirlerini günahkârlık ve hatta küfürle itham edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Nitekim Ermenistan ve Azerbeycan fetihlerine (25/646) katılan kumandan Huzeyfe b. Yemân, bu durumu açıkça görmüş ve derhal halife Osman'a müracaat ederek, bu işin çaresine bakmasını istemiştir. Bunun üzerine Hz, Osman Hafsa'ya haber göndermiş, Mushaf'ın sonradan iade edilmek üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. Hz. Hafsa da Mushaf-ı halife Osman'a göndermiştir.
Hz. Osman, gönderilen Mushaf-ı istinsah edip çoğaltmaları için Zeyd bin Sabit'in başkanlığında dört kişilik bir komisyon oluşturmuştur:
1-Zeydb. Sabit
2- Abdullah b. Zübeyr
3- Said b. As
4- Abdurrahman b. Haris
Bunlardan Zeyd Medîne'li Ensâr'dan, diğerleri ise Mekke'li Kureyşlilerdendi. İstinsah heyetine halife tarafından ihtilâf halinde Kureyş lehçesinin esas alınması talimatı verilmiş, heyet de aşağıdaki prensipleri göz önünde bulundurarak çoğaltma işlemini gerçekleştirmiştir:
1- İstinsah, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan Mushaf esas alınarak yapılacaktır.
2- İhtilâf halinde Kureyş lehçesi tercih olunacaktır.
3- Mushafın istinsahı bir kaç nüsha halinde yazılarak gerçekleştirilecek ve muhtelif beldelere gönderilecektir. Gönderilen Mushaflara uymayan ve tashihi mümkün olmayan sayfa ve Mushaflar imha edilecektir.
4- Sûreler, bugün elimizde bulunduğu şekliyle tertib edilecektir.
5-Bu Mushaflara, daha önceki Mushaf veya sayfalara yazılmış, açıklama mahiyetindeki ibareler yazılmayacaktır.
Komisyon belirtilen esaslar çerçevesindeki çalışmasını beş sene zarfında tamamlamış, çoğaltılan nüshalardan birisi Medine'de bırakılmış, diğerleri Küfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn'e gönderilmiştir.
İstinsah işlemi tamamlanınca esas Mushaf, Hz. Hafsa'ya iade edilmiş, çoğaltılan Mushaflar üzerinde Ashâb ve Tabiîlerin icmâ'ı gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Hz. Osman'ın gerek kendisinde bulundurduğu ve gerekse diğer şehirlere gönderdiği bu Mushaflar derhal benimsenmiş, kısa zamanda bunlardan istinsahlar yapılarak, birçok müslümamın elinde Kur'ân nüshaları görülmeye başlanmıştır. Bugün taşıdığımız ve okuduğumuz Kur'ân-ı Kerîm nüshaları Hz. Osman'ın çoğalttırdığı nüshaların ayrısıdır.5
Devam edecek...
Rüştü Kam
Kaynaklar:
1- Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde toplanışı ve ezberlenişiyle ilgili ayrıntı için bkz. Fethu'l-Bârî, 9/43 ; Ibn Nedim, el-Fihrist, Mısır, 1348 ; 41 ; İbn Hacer el-Askalâirî, el-tsâbefi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır, 1358/1939, 2/281, 3/240 ; el-Burhân, 1/241 ; el-İtkân, 1/71 ; Müslim, Sahih, 4/1913 ; Duhârî, Sahih, 6/230 ; Müsned, 3/233,277 ; İbn Sa'd, Tabakât, 2/112-113 ; İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fi Marifeti's-Sahâbe, Mısır, 1289 ; 4/216 ;Zencânî, Ebû Abdillah, Tarihu'l-Kur'ân, Beyrut, 1388/1969, 46 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 66-69.
2-Bu konuda ayrıntı için bkz. Bağavî , Ebû Muhammed Hüseyn b. Mes'ûd, Şerhü's-Sünne, Tan., Şuayb Amavud-Muhammed Zuheyr Saviş, Dimeşk 1397/1977, 4/519 ; İzmirli, Tarihi Kur'ân, İstanbul, 1956, 10 ; Menâhû,- 1/248 ; Şehhâte, Abdullah Mahmud, Tarihu'l-Kur'an ve't-Tefsîr, Mısır, 1392/1972, 36 ; îsmail Karaçam, K. Kerim'in Nuzûlü ve Kıraati, İstanbul, 1974, 163-165; K. Kerim'in Faziletleri ve Okunma kaideleri, İstanbul, 1980, 34-35; A.Çetin, K. KerimTarihi 92-93.
3-Ayrıntı için bkz. el-îtkân, 1/71 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 32 ; İbnü'l-Cezeri, en-Neşr fı'l-Kıraati'l-Aşr, Tah: Ali Muhammed Debba1, c. 2, Mısır, ts, 1/7 ; Kurtubi, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 20, Mısır, 1386/1966, 1/5O ; Fethu'l-Bârî, 9/9 ; Ayrıî, Bedruddîn Mahmud b. Ahmed, Umdetü'l-Kârî li şerhi Sahihi'l-Buhâri, 20/16 ; Râfıî, İ'câza'l-Kur'an, 35.
4-Zeyd b. Sabit tarafından anlatılan ayrıntı için bkz. Buhâri, Sahih, 6/225 ; 9/92-93.
İstinsah olayı ile ilgili ayrıntı için bkz. Buhârî, Sahih, 6/99 ; Müslim, Sahih, 1/560-562 ; Men&hÜ, 1/256,260-261 ; İbn Haldun Abdurrahman Mağribî, Mukaddime, Beyrut, ts., trc. Kadir Zâkiri Ugan, İstanbul, 1967, 437 ; Taberî Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir, Cami'u'l-Beyan an Te'vûi ÂyÜ-Kur'an, Mısır, 1388/1968, 1/26-28 ; Kurtubî, el-Cami; 1/51-52 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 47,55-57 ; Râfıî, fcâzu'l-Kur'an, 36-39 ; Dânî, Muknî, 120-121 ; Bağavî, Şerhıt's-Sünne, 4/523 ; el-Kâmû, 3/112 ; İbn Kesir, Zeyl, 10; İbnü'l-Cezerî, Gaye, 1/7; el-ltkân, 1/59,-60 ; Büyük Tefsir Tarihi 1/24-25 ; Mebâhis, 78 ; Kattan, Mebâhis, 124,129 ; Mekkî, İbâne, 29 ; Ebû Şâme, el-Mürşidil-Vecîz, 60,73 ; Keskioğlu, Kur'ân Tarihi, 159, 161 ; î. Karaçam, K. Kenm'in Nuzûlü, 191-192,195, K.K. Faziletleri, 49 ; İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/7; İzmirli, Tarih-i Kur'ân, 13; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, îstanbul, 1974, Şibli'den trc. 5/263,267; A. Çetin, K. KerimTarihi, 103-110.
5- İstinsah olayı ile ilgili ayrıntı için bkz. Buhârî, Sahih, 6/99 ; Müslim, Sahih, 1/560-562 ; Men&hÜ, 1/256,260-261 ; İbn Haldun Abdurrahman Mağribî, Mukaddime, Beyrut, ts., trc. Kadir Zâkiri Ugan, İstanbul, 1967, 437 ; Taberî Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir, Cami'u'l-Beyan an Te'vûi ÂyÜ-Kur'an, Mısır, 1388/1968, 1/26-28 ; Kurtubî, el-Cami; 1/51-52 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 47,55-57 ; Râfıî, fcâzu'l-Kur'an, 36-39 ; Dânî, Muknî, 120-121 ; Bağavî, Şerhıt's-Sünne, 4/523 ; el-Kâmû, 3/112 ; İbn Kesir, Zeyl, 10; İbnü'l-Cezerî, Gaye, 1/7; el-ltkân, 1/59,-60 ; Büyük Tefsir Tarihi 1/24-25 ; Mebâhis, 78 ; Kattan, Mebâhis, 124,129 ; Mekkî, İbâne, 29 ; Ebû Şâme, el-Mürşidil-Vecîz, 60,73 ; Keskioğlu, Kur'ân Tarihi, 159, 161 ; î. Karaçam, K. Kenm'in Nuzûlü, 191-192,195, K.K. Faziletleri, 49 ; İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/7; İzmirli, Tarih-i Kur'ân, 13; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, îstanbul, 1974, Şibli'den trc. 5/263,267; A. Çetin, K. KerimTarihi, 103-110.
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
Olaylara uygun olarak zaman aralıklarıyla inen ve 23 senede tamamlanan Kur'ân'ı, Hz. Peygamber vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Kur'ân Hz. Peygamber hayattayken yazılmıştır. Yalnız vahiy devam ettiği için sırayla, toplamaya imkân olmadığından bu yazılanlar dağınık halde kalmıştır.
Âyetler yazılırken Hz. Peygamber'in yanında kalmak üzere bir nüsha kendisine veriliyordu. Bazı Ashâb da kendileri için özel Mushaf yazmışlardı.
Yazılan vahiyler tümüyle ezberlenmişti. Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı öğrenmeye ve öğretmeye teşvik eden hadiseleri, bu yöndeki gayretlere hız katmıştı. Ashâb arasında Kur'ân'ı ezber bilenlere "Kurrâ" adı verilirdi. Sahabeden meşhur olan 29 Kurrânın isimleri sayılmaktadır. Öne çıkan Kurra sahabeler şunlardır
Erkeklerden:
1- Abdullah b. Mes'ûd
2- Salim
3- Muaz
4- Ubey b. Ka'b hafız Sahâbîierdendir.
Kadınlardan:
1- Hz. Aişe
2- Hafsa
3- Ümmü Seleme de Kur'ân'ı ezberlemişlerdir.1
Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep ve Hikmetleri
Hz. Peygamber hayatta iken yazılan ve ezberlenen Kur'ân'ın resmen bir cilt halinde kitap haline getirilmeyişinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece vahy devam etmişti. Kitap haline gitirilmesi belki de bir takım karışıklıklara sebep olabilirdi,
2- Sûreler nuzûl tarihine göre tertip edilmediği için inen âyetlerin daha önce inen bir sûreye ilâve edilmesi gibi durumlar söz konusu olduğundan kitap haline getirme girişimi karışıklıklara sebep olabilirdi.
3- Allah Resulünün müslümanların başında bulunduğu dönemde Sahâbîler Kur'ân'ı ezberlediği için, Peygamber döneminde, böyle bir ihtiyaç da duyulmamıştır.
4- Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber'in vefatı arasındaki süre 81 gün gibi çok kısa bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu kadar kısa sürenin Kur'ân'ı bir kitap halinde toplamaya yetmeyeceği de aşikârdır.2
Kur'an'ın Hz. Ebû Bekir Devrinde Toplanması
Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekir devrinde bir takım yalancı peygamberler türemiş, irtidat ve irtica hareketleri baş göstermişti. Halife Ebû Bekir bu karışıklıkları önlemek için bazı teşebbüslerde bulunmuş, bu arada sahte peygamber Müseyleme üzerine de bir ordu göndermişti. Yemâme'de (12/633) yılında yapılan savaşta 70 Kadar hafız şehit düşmüştü.3
İşte bu durum Hz. Ömer'i telaşlandırmış, endişesini belirtmek üzere Halife Hz. Ebû Bekir'e gitmiş ve Kur'an'ın toplanmasını teklif etmiştir.
Hz. Ebû Bekir ilk anda Hz. peygamber'in yapmadığı bir işi yapma durumuyla karşı karşıya geldiği için çekinmişse de daha sonra, gönlü bu işe ısınmış ve Hz. Ömer'in düşündüğü gibi düşünmüştür.
Hemen Zeyd b. Sâbit'i çağırmış ve ona Kur'ân'ı inceleyip toplama görevini vermiştir. Zeyd b. Sabit ilk anda Ebû Bekir gibi aynı gerekçeyle bu görevi yapmaktan çekinmiş ise de halifenin telkin ve tavsiyelerine uyarak, önce bir komisyon oluşturmuş ve vakit geçirmeden hemen Kur'ân'ı toplamaya koyulmuştur.4
Kur'ân'ı toplama görevi kendisine verilen Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber'in vahiy kâtibiydi. Kur'an'ın tamamını Hz. Peygamber'in sağlığında toplamıştı, elindeydi. Akıllı, zekî ve yetişkin bir genç olarak tanınmıştı.
Zeyd b. Sabit'in Kur'ân'ı toplama işiyle görevlendirilişinden hemen sonra, durum Hz. Ömer tarafından halka duyuruldu ve Hz. Peygamber'den alınan Kur'ân'a dair bilgi ve belgelerin getirilmesi istendi.
Getirilen âyet ve sûrelerin kabul edilebilmesi için şu şartlar aranıyordu:
a) Getirilen âyetlerin ezberlenmiş olması
b) Peygamberimizin huzurunda yazılmış olması
c) Bunun da en az iki şahidin şehâdetiyle ispat edilmesi.
Aranan prensiplere son derece riayet ederek yazılı metinleri bir araya getiren Zeyd b. Sabit bu işi yaklaşık bir yılda tamamlamıştır. Toplanan bu sayfalar Hz. Ebû Bekir'e teslim edilmiş, vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır. Böylece Resûlüllah tarafından okunan, tebliğ edilen, yazılan ve ezberlenen Kur'an Hz. Ebû Bekir Devrinde, başta Zeyd b. Sabit olmak üzere Sahabenin gayretleriyle toplanıp tek kitap haline getirilmiştir.
Toplanıp kitap haline getirildikten sonra Mushaf adını alan bu nüshayı şu özellikleriyle tanımak mümkündür:
a) En ince ilmî tesbit usulleriyle toplanmıştır.
b) Nüshanın doğruluğu, tevatür yoluyle sabittir ve bu konuda icmâ'-ı ümmet vardır.
Hz. Ebü Bekir'e teslim edilen bu Mushaf, onun vefatından sonra, Hz. Ömer'e, Hz. Ömer'den sonra da kızı Hafsa'ya teslim edilmiştir. İstinsah(El ile kopyalamak) sırasında Hz. Osman istemiş, sonra iade etmiştir.
Kur'ân'ın Hz. Osman Zamanında Çoğaltılması
Hz. Osman Devrinde İslâm Devleti sınırlan Arabistan'ı aşmış, fetihler sebebiyle insanlar grup grup İslâm'a girmişti. Her şehir halkı Kur'ân-ı Kerîm'i başka başka okumaya başlamıştı. Öyle ki, farklı okuyuş sebebiyle insanlar birbirlerini günahkârlık ve hatta küfürle itham edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Nitekim Ermenistan ve Azerbeycan fetihlerine (25/646) katılan kumandan Huzeyfe b. Yemân, bu durumu açıkça görmüş ve derhal halife Osman'a müracaat ederek, bu işin çaresine bakmasını istemiştir. Bunun üzerine Hz, Osman Hafsa'ya haber göndermiş, Mushaf'ın sonradan iade edilmek üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. Hz. Hafsa da Mushaf-ı halife Osman'a göndermiştir.
Hz. Osman, gönderilen Mushaf-ı istinsah edip çoğaltmaları için Zeyd bin Sabit'in başkanlığında dört kişilik bir komisyon oluşturmuştur:
1-Zeydb. Sabit
2- Abdullah b. Zübeyr
3- Said b. As
4- Abdurrahman b. Haris
Bunlardan Zeyd Medîne'li Ensâr'dan, diğerleri ise Mekke'li Kureyşlilerdendi. İstinsah heyetine halife tarafından ihtilâf halinde Kureyş lehçesinin esas alınması talimatı verilmiş, heyet de aşağıdaki prensipleri göz önünde bulundurarak çoğaltma işlemini gerçekleştirmiştir:
1- İstinsah, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan Mushaf esas alınarak yapılacaktır.
2- İhtilâf halinde Kureyş lehçesi tercih olunacaktır.
3- Mushafın istinsahı bir kaç nüsha halinde yazılarak gerçekleştirilecek ve muhtelif beldelere gönderilecektir. Gönderilen Mushaflara uymayan ve tashihi mümkün olmayan sayfa ve Mushaflar imha edilecektir.
4- Sûreler, bugün elimizde bulunduğu şekliyle tertib edilecektir.
5-Bu Mushaflara, daha önceki Mushaf veya sayfalara yazılmış, açıklama mahiyetindeki ibareler yazılmayacaktır.
Komisyon belirtilen esaslar çerçevesindeki çalışmasını beş sene zarfında tamamlamış, çoğaltılan nüshalardan birisi Medine'de bırakılmış, diğerleri Küfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn'e gönderilmiştir.
İstinsah işlemi tamamlanınca esas Mushaf, Hz. Hafsa'ya iade edilmiş, çoğaltılan Mushaflar üzerinde Ashâb ve Tabiîlerin icmâ'ı gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Hz. Osman'ın gerek kendisinde bulundurduğu ve gerekse diğer şehirlere gönderdiği bu Mushaflar derhal benimsenmiş, kısa zamanda bunlardan istinsahlar yapılarak, birçok müslümamın elinde Kur'ân nüshaları görülmeye başlanmıştır. Bugün taşıdığımız ve okuduğumuz Kur'ân-ı Kerîm nüshaları Hz. Osman'ın çoğalttırdığı nüshaların ayrısıdır.5
Devam edecek...
Rüştü Kam
Kaynaklar:
1- Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde toplanışı ve ezberlenişiyle ilgili ayrıntı için bkz. Fethu'l-Bârî, 9/43 ; Ibn Nedim, el-Fihrist, Mısır, 1348 ; 41 ; İbn Hacer el-Askalâirî, el-tsâbefi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır, 1358/1939, 2/281, 3/240 ; el-Burhân, 1/241 ; el-İtkân, 1/71 ; Müslim, Sahih, 4/1913 ; Duhârî, Sahih, 6/230 ; Müsned, 3/233,277 ; İbn Sa'd, Tabakât, 2/112-113 ; İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fi Marifeti's-Sahâbe, Mısır, 1289 ; 4/216 ;Zencânî, Ebû Abdillah, Tarihu'l-Kur'ân, Beyrut, 1388/1969, 46 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 66-69.
2-Bu konuda ayrıntı için bkz. Bağavî , Ebû Muhammed Hüseyn b. Mes'ûd, Şerhü's-Sünne, Tan., Şuayb Amavud-Muhammed Zuheyr Saviş, Dimeşk 1397/1977, 4/519 ; İzmirli, Tarihi Kur'ân, İstanbul, 1956, 10 ; Menâhû,- 1/248 ; Şehhâte, Abdullah Mahmud, Tarihu'l-Kur'an ve't-Tefsîr, Mısır, 1392/1972, 36 ; îsmail Karaçam, K. Kerim'in Nuzûlü ve Kıraati, İstanbul, 1974, 163-165; K. Kerim'in Faziletleri ve Okunma kaideleri, İstanbul, 1980, 34-35; A.Çetin, K. KerimTarihi 92-93.
3-Ayrıntı için bkz. el-îtkân, 1/71 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 32 ; İbnü'l-Cezeri, en-Neşr fı'l-Kıraati'l-Aşr, Tah: Ali Muhammed Debba1, c. 2, Mısır, ts, 1/7 ; Kurtubi, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 20, Mısır, 1386/1966, 1/5O ; Fethu'l-Bârî, 9/9 ; Ayrıî, Bedruddîn Mahmud b. Ahmed, Umdetü'l-Kârî li şerhi Sahihi'l-Buhâri, 20/16 ; Râfıî, İ'câza'l-Kur'an, 35.
4-Zeyd b. Sabit tarafından anlatılan ayrıntı için bkz. Buhâri, Sahih, 6/225 ; 9/92-93.
İstinsah olayı ile ilgili ayrıntı için bkz. Buhârî, Sahih, 6/99 ; Müslim, Sahih, 1/560-562 ; Men&hÜ, 1/256,260-261 ; İbn Haldun Abdurrahman Mağribî, Mukaddime, Beyrut, ts., trc. Kadir Zâkiri Ugan, İstanbul, 1967, 437 ; Taberî Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir, Cami'u'l-Beyan an Te'vûi ÂyÜ-Kur'an, Mısır, 1388/1968, 1/26-28 ; Kurtubî, el-Cami; 1/51-52 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 47,55-57 ; Râfıî, fcâzu'l-Kur'an, 36-39 ; Dânî, Muknî, 120-121 ; Bağavî, Şerhıt's-Sünne, 4/523 ; el-Kâmû, 3/112 ; İbn Kesir, Zeyl, 10; İbnü'l-Cezerî, Gaye, 1/7; el-ltkân, 1/59,-60 ; Büyük Tefsir Tarihi 1/24-25 ; Mebâhis, 78 ; Kattan, Mebâhis, 124,129 ; Mekkî, İbâne, 29 ; Ebû Şâme, el-Mürşidil-Vecîz, 60,73 ; Keskioğlu, Kur'ân Tarihi, 159, 161 ; î. Karaçam, K. Kenm'in Nuzûlü, 191-192,195, K.K. Faziletleri, 49 ; İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/7; İzmirli, Tarih-i Kur'ân, 13; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, îstanbul, 1974, Şibli'den trc. 5/263,267; A. Çetin, K. KerimTarihi, 103-110.
5- İstinsah olayı ile ilgili ayrıntı için bkz. Buhârî, Sahih, 6/99 ; Müslim, Sahih, 1/560-562 ; Men&hÜ, 1/256,260-261 ; İbn Haldun Abdurrahman Mağribî, Mukaddime, Beyrut, ts., trc. Kadir Zâkiri Ugan, İstanbul, 1967, 437 ; Taberî Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir, Cami'u'l-Beyan an Te'vûi ÂyÜ-Kur'an, Mısır, 1388/1968, 1/26-28 ; Kurtubî, el-Cami; 1/51-52 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 47,55-57 ; Râfıî, fcâzu'l-Kur'an, 36-39 ; Dânî, Muknî, 120-121 ; Bağavî, Şerhıt's-Sünne, 4/523 ; el-Kâmû, 3/112 ; İbn Kesir, Zeyl, 10; İbnü'l-Cezerî, Gaye, 1/7; el-ltkân, 1/59,-60 ; Büyük Tefsir Tarihi 1/24-25 ; Mebâhis, 78 ; Kattan, Mebâhis, 124,129 ; Mekkî, İbâne, 29 ; Ebû Şâme, el-Mürşidil-Vecîz, 60,73 ; Keskioğlu, Kur'ân Tarihi, 159, 161 ; î. Karaçam, K. Kenm'in Nuzûlü, 191-192,195, K.K. Faziletleri, 49 ; İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/7; İzmirli, Tarih-i Kur'ân, 13; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, îstanbul, 1974, Şibli'den trc. 5/263,267; A. Çetin, K. KerimTarihi, 103-110.
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
12 Ocak 2013 Cumartesi
EBREHE 2012 FİL OLAYI
Ebrehe Ve Fil Olayı'na Yeni Bir Yorum
Bu
olay Peygamberimiz'in doğumundan sonraki aylarda cereyan etmiştir.
Aslen Hiristiyan olan Ebrehe, Yemen'de bir darbeyle ordu
komutanlığını ve Habeşistan'ın Yemen valiliğini ele geçirdi,
gönül alıcı mektuplarıyla da Habeş hükümdarını kendine
bağladı. Ve hemen, Yemen'in San'a şehrine „el- Kulleys'' adlı
bir tapınak yaptırdı, bu tapınak; her tarafını kıymetli
taşlarla süslenmiş, eşi görülmemiş güzellikte bir kiliseydi.
Ebrehe, Arapları hacı olmak için Kâbe yerine bu tapınağı
ziyarete çağırdı. Gayesi insanların Kâbe'ye tavaf için
gitmelerini önlemek ve San'a şehrini ziyarat merkezi yapmaktı.
Fakat Hacc için ziyarete gitmek şöyle dursun, Kinane'li bir Arap
gizlice bu kiliseye girerek hakaret için pisledi. Ebrehe, olayın
farkındaydı, ama pisleyen kişiyi birtürlü yakalayamadı.
Bu
olay üzerine, intikam almak için büyük bir ordu hazırladı ve
Kâ'be'yi yıkmak üzere Mekke'ye yöneldi. Ordusunda büyük de bir
fil vardı. Ve çok hızlı bir şekilde Mekke civarına gelerek,
Mekkeliler'in hayvan sürülerini topladı; gayesinin Kâbe'yi yıkmak
olduğunu ve buna engel olunmazsa kimsenin canına dokunulmayacağını,
Mekke reisi bulunan Abdülmuttalib'e söyledi. O ise, Ebrehe'den
sadece devesini istiyor ve şöyle diyordu: „Ben develerin
sahibiyim, senden onları istiyorum; Kâbe'nin sahibi başkadır, O,
onu koruyacaktır.„
Bu
sonuç getirmeyecek münakaşadan sonra, Abdülmuttalib, halkına
şehir dışına çıkmalarını söyledi, kendisi de dua etmek için
Kâbe'ye gitti. Ertesi gün Ebrehe, harb düzenine geçti ve ordusuna
hücum emri verdi. Ancak, büyük fil adım bile atmıyordu. Yemen'e
doğru çevrilince adeta koşuyordu. Bütün kırbaçlamalara ve usta
fil sürücüsünün olanca çabalarına rağmen fil yerinden
kıpırdatılamadı. Nihayet yere çöktü ve öylece kaldı.
Hikâye
edildiğine göre, bu esnada Yüce Allah'ımız tarafından
kırlangıca benzer kuşlar gönderildi. Her biri gagalarında
mercimek veya nohut büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıyordu,
kuşların attığı çakıl taşının isabet ettiği her asker
ölüyordu. Beklemedikleri bu mucize savunma karşısında askerlerin
çoğu telef oldu, geri kalanlar da Yemen'e zor kaçtılar. Ebrehe'ye
de bir taş isabet etti, Sana'ya varıncaya kadar Ebrehe'nin
organları birer birer düştü ve nihayet Sana'ya ayak basarken
öldü. Böylece, Yüce Allah, Kâbe'yi yıkmaya teşebbüs eden bir
kendini bilmeze haddini bildirmiş oldu ve Abdulmuttalib'in dediği
gibi evini korudu. Kur'ân'ın Fil Sûresi'nde işaret ettiği bu
olay, İslâm Tarihi'ne „Fil olayı'' olarak geçmiştir.1
„Bunlar leş yiyen kuşlar olmalıdır.„
Klasik
siyer kitaplarında, „kırlangıç kuşları, çakıltaşı ve
Ebrehe„ üçgeninde yorumlanan olaya, bugün başka bir bakış
açısı getirenler de vardır. Şöyle ki: Ebabil kuşu ismiyle
anılan bir kuş çeşidinin olmadığı, ebabil kelimesinin sürü
anlamına geldiği çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir. Mikail
Bayram Ebabil için diyor ki: „Bunlar leş yiyen kuş lar
olmalıdır.„
Bu
kuşlar ayaklarıyla ve gagalarıyla taşıdıkları nohut
büyüklüğündeki taşları, Ebrehe'nin ordusunun üzerine de atmış
değillerdir. Ayrıca âyet'de, Ebrehe'nin askerleri yenmiş ekine
benzetilmektedir. Kuşların attığı taşların, askerlerin
başından girip dübüründen çıktığına göre, bu taşlar
askerleri yenmiş ekine çeviremez. „Bazı askerlerin ve Ebrehe'nin
yaralı olarak kaçtığını ve kimisinin yolda, Ebrehe'nin de
Yemen'de öldüğünü biliyoruz'', durum böyle olunca, bazı
kuşların isabetli taş atamadıkları gibi bir düşünce akla
gelir ki; mucize olaya ters düşer. Böyle bir düşünce, „hâşa''
Allah isabetli atış yapamadı gibi bir garip düşünceyi de
peşinden getirir.
Kaynakların
belirttiğine göre; Fil olayı, Taif ile Mekke arasında, Mağammis
denilen yerde gerçekleşmiştir. İslâm Tarihçilerinin
kaydettiklerine göre, Peygamberimizin doğduğu sıralarda, bu
yörede volkanik bir patlama olmuştur.
Mikâil
Bayram; „Siccil'' kelimesini;
Hud Suresi'nin 82. Âyetiyle, Hicr Sûresi'nin 74. âyetlerini de
delil getirerek, `lav`
olarak açıklıyor.„ Emrimiz gelince yerin altını üstüne
getirdik ve üzerine sert pişmiş taş (siccil) yağdırdık.''
''Böylece ülkelerinin altını üstüne getirdik. Üzerlerine
pişmiş taş (siccil) yağdırdık.„
Bayram
bu iki âyetin yorumunda şu ilginç tesbitini yapıyor:
„Yerin
altının üstüne çevrilmesi, yerin altında bulunan lavların
yeryüzüne püskürmesi demektir. O halde `siccil`
lav demektir. Sanıyorum bunda şüpheye mahal yoktur. Bu iki âyette
`siccil`
kelimesi 'lav' anlamında
kullanılmış ise, Fil Sûresi'nde de 'lav'
anlamında kullanılmış olmalı ve
böyle değerlendirilmelidir.
Bu
açıdan bakarak Fil Sûresini yorumlayan Bayram: „Fil Ashabı'nın
Mekke yakınlarında ki Mağammis denilen yörede bulundukları bir
sırada o yörede ani bir volkanik patlama olayı meydana geldiğini
düşünüyorum. Bu volkanik püskürme olayı ile Ebrehe'nin
ordusunun üzerine'lav';
yani, siccil yağdığını ve Habeşli askerlerin bu suretle kızgın
lav serpintileri altında helâk olduklarını düşünüyorum.„
diyor.
Lavlardan
kaçabilen (yaralı ve yarasız) askerlerin bir kısmı yolda ölmüş
bir kısmı da, Yemen'e ulaşabilmişlerdir. Ebrehe de Yemen'e
ulaşabilenlerden biridir. Ancak aldığı yaraların tesiriyle daha
sonra, o da burada ölmüştür. Kuşların attığı taşların
baştan girip dübürden çıkması halinde, yaralı askerlerin
olmaması ve hepsinden önemlisi de Ebrehe'nin orada ölmesi
gerekirdi diye düşünüyoruz.
Mikâil
Bayram cesetlerle ilgili yorumunda da şu tesbitini yapıyor: „Şimdi
şöyle bir manzara gözönüne getirelim. Volkanik bir patlama
sonucu üstlerine lav (= siccil) yağmış binlerce ceset ortada
bulunuyor. Böyle cesetlerin bulunduğu yere kuşlar üşüşecektir.
Bunlar leş yiyen kuşlar olmalıdır. Bu kuşlar cesetleri didik
didik edip, parçalayıp, lavların üstüne saçacak ve bu cesetleri
yenilmiş ekin gibi etrafa dağıtacaklardır.„
Bayram:
„Peygamberimizin doğduğu sıralarda o yörede volkanik bir
patlamanın olduğundan, Tarihçi Sıbt İbnu'l Cevzî, (H. 652)nin
de yazdığını'' ayrıca yorumunda belirtmektedir.2
Biz
de , belki birgün gelir, arkeologlar söz konusu volkanik patlamayı
yapacakları kazı çalışmalarıyla ispat ederler diye düşünüyoruz.
Mikâil
Bayram bu yoruma göre, Fil Sûresi'nin anlamı şu şekilde
olmalıdır diyor: „Rabbin Fil
ashabına ne yaptı görmedin mi? Onların planlarını saptırmadı
mı? Onların üzerine sürüler halinde kuşlar gönderdi. Bu
kuşlar, onları lavdan taşların üstüne attı ve yenilmiş ekin
gibi yaptı.„
Bu
bir yorumdur, öncekilerin yaptığı da bir yorumdur. Öncekilerin
yaptığı yorum doğrudur ama Mikail Bayram'ın yaptığı yorum
yanlıştır demek doğru değildir. Körü körüne bir şartlanma
olur o zaman. Bizim arzumuz M. Bayram gibi çalışkan ilim
adamlarının çoğalmasıdır. Şartlanma miskinliği davet eder,
miskinlik de köleliği davet eder. İslâm ise ikisini de reddeder.
Değerlendirme:*
Cahiliye
Çağı Arapları'nın hayata bakışları, İslâm Dîni'nin son din
olarak inmesine sebep olmuştur. Cahiliye Arapları'nın hayata
bakışlarına benzer bir durum hangi toplumda söz konusu olursa, o
topluma İslâm Dîni ilk günkü tazeliğiyle yeniden müdahale
etmelidir. Hakların hak sahiplerine iadesi ve hürriyetlerin herkes
tarafından korkusuzca insan onuruna yaraşır biçimde kullanılması
için, olmazsa olmaz bir müdahaledir bu. Sünnetullah böyledir.
Fil
vakası da, Abdulmuttalib'in teslimiyeti de bize gösteriyor ki;
tevekkülü tam olan insanlara, Allah her şartta tahmin edilemeyecek
bir biçimde mutlaka yardım edecektir.
Mikâl
Bayram'ın yaptığı yorum, günümüz dünyasının ilmi
verilererinin ışığında, ayağı yere basan cinsten bir yoruma
benzemektedir.
Rüştü
Kam
..............................
1
Ibn-i Hişam, es-Siretü'n Nebeviyye. I. 43-56; Ibnü'l- Esir. I.
442 vd.: Ebu'l-Velid el-Ezirkî, Ahbar-u mekke, Trc. Y. Vehbi
Yavuz, 135 vd.: Mir'at-ı Mekke, 447 vd. Ayrıca bk. Kur'ân-ı
Kerîm, Fil Sûresi'nin tefsiri.
2
İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1988, 13/184. Geniş bilgi
için bakınız; 1. Kur'an Sempozyumu, Tebliğler-Müzakereler, Bilgi
Vakfı Yay. Ankara
1994, s. 171
*Bilinen
tercüme:
''Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi?
Onların'tasarladıkları planlarını'boşa öıkarmadı mı?
Üzerlerine ebabil(sürü sürü) kuşlarını gönderdi.
Onlara'pişirilip- sertleştirlmişbalçık taşları'atıyorlardı;
sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.''(Ali Bulaç)
2 Ocak 2013 Çarşamba
HZ.İSA ÖLMÜŞTÜR GELECEK DİYE BOŞUNA BEKLEMEYİN
3 Ocak 2013 Perşembe, 00:05 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Çıkar
çevreleri Hz.İsa'yı polemik konusu yapmışlardır. Sıradışı hamilelik,
sıradışı doğum ve çarmıha gerilerek öldürülmek istenilmesi bu
polemiklere zemin hazırlamış olabilir. Ona karşı ilk haksızlığı Bizans
kralını manipule eden Yahudiler yapmışlardır. Daha sonra hristiyanlar,
onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmiş ve onu Allah'a eş koşmuşlardır.
Müslümanlar da Yahudi ve Hristyanların anlattıkları hikayeleri esas
kabul ederek, Hz. İsa'yı kıyamet öncesi gelecek olan bir kurtarıcı kabul
etme yanlışlığına düşmüşlerdir. Bu kabulde müslümanlar arasındaki çıkar
grupları etkili olmuş olmalıdır. Nesilden nesile anlatılan İsa merkezli
hikayeler bir şekilde hadis literatürüne de girmeyi başarmıştır.
Kur'an'a rağmen başarmıştır.
Müslümanların çoğunluğu, Hz. İsa henüz ölmemiştir ve tekrar yeryüzüne dönecektir diye inanırlar, o uydurma hadisleri esas alarak böyle inanırlar. Bu inançlarını da imanın şartlarından birisi gibi şiddetle savunurlar.
Bazı müslüman ilim adamları(!) tarafından da, Hz. İsa ile ilgili Kur'an ayetlerindeki ifadelerin anlamları kaydırılarak, konu çarpıtılmakta ve yanlış yorumlarla, Hz. İsa'nın geleceği sanki Kur'an'da varmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu bir tahriftir. Bu tahrif, Kur'an'ın açık beyanları gözardı edilerek yapılmaktadır:
''Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten herşey üzerinde bir Şehid'sin, bir tanıksın.'' (1)
''Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtaracağım ve sana uyanları Diriliş Günü'ne kadar inkar edenlerin üzerinde tutacağım. Sonra, dönüşünüz banadır ve anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim.'' (2)
Ayrıca, Enbiya suresi 34'üncü ayete bakarsak İsa'nın ölmemiş olması imkansızdır, hitap Peygamberimiz'edir:
''Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar? ''
Ayetlerde geçen ''Teveffa'' kelimesi ''canın alınması'' anlamına gelir. Kuran'da bu kelime 25 yerde geçer:
* ''Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler.... (3)
* Sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını hiç vakit geçirmeden alırlar. (4)
* Melekler canlarını alırken nasıl da (pişmanlık içinde) yüzlerine ve sırtlarına vururlar? (5)
* Aralarında bulunduğum sürece onlara tanıktım. Canımı aldıktan sonra ise sen onların üzerine (6) gözetleyici oldun. Sen her şeye tanıksın.
* Onlar ki, nefislerine zulmedip dururlarken melekler canlarını alır. (7)
* İyi durumdayken melekler canlarını almaya geldiklerin:(8) de,
* Onlara söz verdiklerimizin bir kısmını sana göstersek de veya canını alsak da, (9)
* Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak da (10)
* Ondan önce hayatına son versek de, onlar bize döndürüleceklerdir. 40:77
* İnkar edenlerin canlarını melekler alırken bir görseydin!..... 8:50, 10:104
* Ve sizi Allah yarattı, sonra da yaşamınıza son verir. 16:70
* De ki, üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. 32:11
* Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin. Tanıklık ederlerse, onları, ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. 4:15
* Elçilerimiz kendilerine gelip canlarını alırken....7:37
* Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve inandık. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve iyi kişiler olarak canımızı al. 3:193
* Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve rüyaların yorumunu öğrettin. Yeri ve göğü ayırarak yaratansın. Dünya ve ahirette sensin benim Velim (sahibim). Canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat. 12:101
* Kiminizin hayatına son verilir, 22:5
* Sizden bazılarının canı daha erken alınır. 40:67
* İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri 2:234
* Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz,... 2:240
* Allah İsa'ya şöyle demişti: Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim.''3:55
Eğer İsa ölmemiş olsaydı; Allah iman ile ilgili olan bu kadar önemli bir meseleyi muallakta bırakmazdı. Mutlaka konuyla ilgili açık bir ayet gönderirdi.
Ayetlerdeki bu açık bilgilerden sonra bir de Peygamberimiz'e fatura edilen hadislere göz atalım:
Hadislerde, İsa'nın yeryüzüne tekrar geleceği konusu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Buhârî ve Müslim'in sahihi başta olmak üzere Hz. İsa'nın yeryüzüne iniş hadisesi ağırlıklı olarak Deccâl'in çıkışı ile ilgili hadislerde açıkça tasvir edilmektedir.
-Hz. İsa, kıyametin kopuşuna dair on alâmetten biridir. (11)
-İsa b. Meryem'in ineceği yer, indikten sonra yapacağı işler, Deccâl ile savaşması, Hz. Muhammed'in ümmeti olarak Mehdi'nin arkasında namaz kılması, dünyada ne kadar süre kalacağı, eceli ile ölüp Hz. Peygamber'in yanına gömülmesi en küçük ayrıntılarına kadar anlatılmıştır. (12)
Bu hadislerin anlattığına göre;
-''İsa b. Meryem, Şam Camii'nin doğu tarafındaki beyaz minareye inecek ve elinde bir kargı ile Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak,
-Deccâl'i öldürecek ve sabah namazında Kudüs'e gelecektir.
-Müslümanların imamı olan Mehdi yerini ona vermek isteyecek fakat o kabul etmeyerek Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır.
-Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır.
-Cizyeyi kaldıracak,
-kendisine inanmayan Yahudi ve Hıristiyanları öldürecek,
-ve bütün insanlık Müslüman olacaktır.
-Yeryüzünde kırk yıl kalacak sonra ölecek,
-namazı Müslümanlar tarafından kılınarak Medine'ye Hz. peygamber'in yanına Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'in arasındaki yere gömülecektir.''
İsa'nın kıyamet kopmadan önce yeryüzüne ineceği ağırlıklı olarak Mehdi fikrinin aksine kabul görmüş ve kelam kitaplarında yer almıştır. (13)
Kadiyanilere göre de Hz. İsa ölmüştür, ancak...
Kadiyânîler'e göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmemiş, yaralanmıştır. Yaralarını "Merhem-i İsa" denilen bir ilaçla iyileştirmiş ve İncil'i öğretmek için Keşmir'e gelmiştir. Burada yüz yirmi yaşında vefat eden Hz. İsa, Srinagar'da gömülmüştür. Bu nedenle, Kıyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz. İsa değil, Hz. Muhammed'in ümmetinden yaratılış bakımından ona çok benzeyen birisi olacaktır. Müslümanların beklediği Mehdî de ayrı bir kişi olmayacak, Mesih'le aynı kişi olacaktır. Bu kişi de Mirza Gulam Ahmed'den başkası değildir. Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz. İsa'nın, hem de Hz. Muhammed'in ruhsal gücünü taşımaktadır. Bu nedenle barışçıdır, cihadını kılıçla değil propaganda ile yapacak ve böylece İslâm'ı yayacaktır. Kılıçla cihad döneminin kapandığını İslam'ın dünyaya yayılması için kalem ve dua dışında bir metodun olmadığını savunmaktadırlar. (14)
Değerlendirme:
1-Kur'an'ın beyanına göre, Hz.Muhammed son Peygamberdir. Ondan sonra başka peygamber gelmeyecektir:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın rasûlu ve peygamberlerin de sonuncusudur." (Ahzab 40)
2-Hz. İsa gelip de ne yapacak, Hz.Muhammed'in eksik bıraktığı veya beceremediği, yetersiz kaldığı hangi işi tamamlayacaktır? Ayetlerde Hz. İsa'nın öldüğü belirtildiği halde, Hz. Muhammed niçin Hz. İsa'nın geleceğiyle ilgili hadisler söylemiştir. Peygamber'in Allah'a rağmen birşey söylemesi mümkün müdür?
''Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış veya eksiltmiş olsaydı, Biz onu perçeminden kuvvetle yakalardık ve sonra onun şah damarını koparıverirdik.'' (Hakka 44-46)
4-Bu kadar önemli olan bir konu -ki, inancımızla ilgilidir- Kur'an'da niçin yer almamıştır ?
5-Hz. İsa'nın geleceği konusunda israrcı olanlar, Mehdi'nin geleceği kousunda israrcı olanlar, dini stismar ederek, çıkar elde edenlerdir, etmek isteyenlerdir. İtibar edilmemlidir.
Bir başka ifadeyle, dini kullanarak nemalananlar Hz. İsa'nın ve Mehdi'nin geleceği konusunda israrcı olanlardır. Kendilerine itibar edilmemelidir.
6-Allah, bilmeden işlene günahlara yapılan tevbeleri kabul eder, bilerek işlenen günahları, günahta israr edenlerin günahlarını ise affetmeyecektir:
''Doğrusu, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek kötülük işleyen ve sonra, zaman geçirmeden tevbe edenlere mahsustur. Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.'' (Nisa 17)
7-Allah kafasını çalıştırmayan insanları pislik içinde bırakacaktır:
''... Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır.'' (Yunus 100)
8- Allah'ın çizdiği yolda yürüyen insanların zaten Hz. İsa'ya ihtiyaçları yoktur. Onun yolunda yürümeyen inanların ise son ondaki yapacakları tevbe zaten kabul edilmeyecektir:
''Oysa ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında "Şimdi tevbe ediyorum!" diyenlerin tevbesi kabul edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.'' (Nisa 18)
Öyleyse İsa'nın gelmesi din istismarcılarının dışında kimin işine yarıyor veya yarayacaktır düşünmek gerekmez mi?
Bitirirken sözü, sözün Sahib'ine bırakalım: ''İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım? (Araf 155)
Rüştü Kam
1) Maide Suresi - 117
2) Al-i İmran Suresi - 55
3) 4:97
4) 6:61
5) 47:27
6) 5:117
7) 16:28
8) 16:32
9) 10:46
10) 13:40
11) Ebu Davud, Sünen, II, 429-430.
12) Buhârî, Sahih, ''Tabirür'r-rüya'', s. 33, ''Enbiya'', s. 48, ''Fiten'', s. 26; Müslim, Sahih, ''İman'', s. 273, 275, 277, ''Fiten'' , s. 110; Ebu Davud, Sünen, ''Melahim'', 14; Ebu Abdillah Muhammed el-Hakim en-Nisâburi, el-Müstedrek ale's-Sahihayn, Beyrut ts, IV, 492. Kadiyânîlik Bağlamında Mehdilik | 187 / Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 24 (2011/2), s. 175-191
13) İbn Kayyim el-Cevziyye, Menakıbu Ahmed b. Hanbel, Kahire 1972, s. 169; Tahavi, Akidetü't-Tahaviyye, Beyrut 1978, s. 59; Ebu'l Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslamiyyin va'htilâful-Musallin, Wiesbaden 1963, I, 323; Bağdadi, age., s. 270; Ebu Cafer Muhammed b. Ali ibn Babeveyh el- Kummi, Şii İmamiyye'nin İnanç Esasları, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: AÜİF Yay., 1978, s. 69.
14) Fığlalı, Kadiyanilik, s.52-53. 182 |Ahmet YÖNEM/Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII,Sayı: 24 (2011/2), s.175-191
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
Müslümanların çoğunluğu, Hz. İsa henüz ölmemiştir ve tekrar yeryüzüne dönecektir diye inanırlar, o uydurma hadisleri esas alarak böyle inanırlar. Bu inançlarını da imanın şartlarından birisi gibi şiddetle savunurlar.
Bazı müslüman ilim adamları(!) tarafından da, Hz. İsa ile ilgili Kur'an ayetlerindeki ifadelerin anlamları kaydırılarak, konu çarpıtılmakta ve yanlış yorumlarla, Hz. İsa'nın geleceği sanki Kur'an'da varmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu bir tahriftir. Bu tahrif, Kur'an'ın açık beyanları gözardı edilerek yapılmaktadır:
''Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten herşey üzerinde bir Şehid'sin, bir tanıksın.'' (1)
''Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtaracağım ve sana uyanları Diriliş Günü'ne kadar inkar edenlerin üzerinde tutacağım. Sonra, dönüşünüz banadır ve anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim.'' (2)
Ayrıca, Enbiya suresi 34'üncü ayete bakarsak İsa'nın ölmemiş olması imkansızdır, hitap Peygamberimiz'edir:
''Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar? ''
Ayetlerde geçen ''Teveffa'' kelimesi ''canın alınması'' anlamına gelir. Kuran'da bu kelime 25 yerde geçer:
* ''Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler.... (3)
* Sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını hiç vakit geçirmeden alırlar. (4)
* Melekler canlarını alırken nasıl da (pişmanlık içinde) yüzlerine ve sırtlarına vururlar? (5)
* Aralarında bulunduğum sürece onlara tanıktım. Canımı aldıktan sonra ise sen onların üzerine (6) gözetleyici oldun. Sen her şeye tanıksın.
* Onlar ki, nefislerine zulmedip dururlarken melekler canlarını alır. (7)
* İyi durumdayken melekler canlarını almaya geldiklerin:(8) de,
* Onlara söz verdiklerimizin bir kısmını sana göstersek de veya canını alsak da, (9)
* Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak da (10)
* Ondan önce hayatına son versek de, onlar bize döndürüleceklerdir. 40:77
* İnkar edenlerin canlarını melekler alırken bir görseydin!..... 8:50, 10:104
* Ve sizi Allah yarattı, sonra da yaşamınıza son verir. 16:70
* De ki, üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. 32:11
* Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin. Tanıklık ederlerse, onları, ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. 4:15
* Elçilerimiz kendilerine gelip canlarını alırken....7:37
* Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve inandık. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve iyi kişiler olarak canımızı al. 3:193
* Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve rüyaların yorumunu öğrettin. Yeri ve göğü ayırarak yaratansın. Dünya ve ahirette sensin benim Velim (sahibim). Canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat. 12:101
* Kiminizin hayatına son verilir, 22:5
* Sizden bazılarının canı daha erken alınır. 40:67
* İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri 2:234
* Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz,... 2:240
* Allah İsa'ya şöyle demişti: Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim.''3:55
Eğer İsa ölmemiş olsaydı; Allah iman ile ilgili olan bu kadar önemli bir meseleyi muallakta bırakmazdı. Mutlaka konuyla ilgili açık bir ayet gönderirdi.
Ayetlerdeki bu açık bilgilerden sonra bir de Peygamberimiz'e fatura edilen hadislere göz atalım:
Hadislerde, İsa'nın yeryüzüne tekrar geleceği konusu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Buhârî ve Müslim'in sahihi başta olmak üzere Hz. İsa'nın yeryüzüne iniş hadisesi ağırlıklı olarak Deccâl'in çıkışı ile ilgili hadislerde açıkça tasvir edilmektedir.
-Hz. İsa, kıyametin kopuşuna dair on alâmetten biridir. (11)
-İsa b. Meryem'in ineceği yer, indikten sonra yapacağı işler, Deccâl ile savaşması, Hz. Muhammed'in ümmeti olarak Mehdi'nin arkasında namaz kılması, dünyada ne kadar süre kalacağı, eceli ile ölüp Hz. Peygamber'in yanına gömülmesi en küçük ayrıntılarına kadar anlatılmıştır. (12)
Bu hadislerin anlattığına göre;
-''İsa b. Meryem, Şam Camii'nin doğu tarafındaki beyaz minareye inecek ve elinde bir kargı ile Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak,
-Deccâl'i öldürecek ve sabah namazında Kudüs'e gelecektir.
-Müslümanların imamı olan Mehdi yerini ona vermek isteyecek fakat o kabul etmeyerek Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır.
-Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır.
-Cizyeyi kaldıracak,
-kendisine inanmayan Yahudi ve Hıristiyanları öldürecek,
-ve bütün insanlık Müslüman olacaktır.
-Yeryüzünde kırk yıl kalacak sonra ölecek,
-namazı Müslümanlar tarafından kılınarak Medine'ye Hz. peygamber'in yanına Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'in arasındaki yere gömülecektir.''
İsa'nın kıyamet kopmadan önce yeryüzüne ineceği ağırlıklı olarak Mehdi fikrinin aksine kabul görmüş ve kelam kitaplarında yer almıştır. (13)
Kadiyanilere göre de Hz. İsa ölmüştür, ancak...
Kadiyânîler'e göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmemiş, yaralanmıştır. Yaralarını "Merhem-i İsa" denilen bir ilaçla iyileştirmiş ve İncil'i öğretmek için Keşmir'e gelmiştir. Burada yüz yirmi yaşında vefat eden Hz. İsa, Srinagar'da gömülmüştür. Bu nedenle, Kıyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz. İsa değil, Hz. Muhammed'in ümmetinden yaratılış bakımından ona çok benzeyen birisi olacaktır. Müslümanların beklediği Mehdî de ayrı bir kişi olmayacak, Mesih'le aynı kişi olacaktır. Bu kişi de Mirza Gulam Ahmed'den başkası değildir. Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz. İsa'nın, hem de Hz. Muhammed'in ruhsal gücünü taşımaktadır. Bu nedenle barışçıdır, cihadını kılıçla değil propaganda ile yapacak ve böylece İslâm'ı yayacaktır. Kılıçla cihad döneminin kapandığını İslam'ın dünyaya yayılması için kalem ve dua dışında bir metodun olmadığını savunmaktadırlar. (14)
Değerlendirme:
1-Kur'an'ın beyanına göre, Hz.Muhammed son Peygamberdir. Ondan sonra başka peygamber gelmeyecektir:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın rasûlu ve peygamberlerin de sonuncusudur." (Ahzab 40)
2-Hz. İsa gelip de ne yapacak, Hz.Muhammed'in eksik bıraktığı veya beceremediği, yetersiz kaldığı hangi işi tamamlayacaktır? Ayetlerde Hz. İsa'nın öldüğü belirtildiği halde, Hz. Muhammed niçin Hz. İsa'nın geleceğiyle ilgili hadisler söylemiştir. Peygamber'in Allah'a rağmen birşey söylemesi mümkün müdür?
''Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış veya eksiltmiş olsaydı, Biz onu perçeminden kuvvetle yakalardık ve sonra onun şah damarını koparıverirdik.'' (Hakka 44-46)
4-Bu kadar önemli olan bir konu -ki, inancımızla ilgilidir- Kur'an'da niçin yer almamıştır ?
5-Hz. İsa'nın geleceği konusunda israrcı olanlar, Mehdi'nin geleceği kousunda israrcı olanlar, dini stismar ederek, çıkar elde edenlerdir, etmek isteyenlerdir. İtibar edilmemlidir.
Bir başka ifadeyle, dini kullanarak nemalananlar Hz. İsa'nın ve Mehdi'nin geleceği konusunda israrcı olanlardır. Kendilerine itibar edilmemelidir.
6-Allah, bilmeden işlene günahlara yapılan tevbeleri kabul eder, bilerek işlenen günahları, günahta israr edenlerin günahlarını ise affetmeyecektir:
''Doğrusu, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek kötülük işleyen ve sonra, zaman geçirmeden tevbe edenlere mahsustur. Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.'' (Nisa 17)
7-Allah kafasını çalıştırmayan insanları pislik içinde bırakacaktır:
''... Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır.'' (Yunus 100)
8- Allah'ın çizdiği yolda yürüyen insanların zaten Hz. İsa'ya ihtiyaçları yoktur. Onun yolunda yürümeyen inanların ise son ondaki yapacakları tevbe zaten kabul edilmeyecektir:
''Oysa ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında "Şimdi tevbe ediyorum!" diyenlerin tevbesi kabul edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.'' (Nisa 18)
Öyleyse İsa'nın gelmesi din istismarcılarının dışında kimin işine yarıyor veya yarayacaktır düşünmek gerekmez mi?
Bitirirken sözü, sözün Sahib'ine bırakalım: ''İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım? (Araf 155)
Rüştü Kam
1) Maide Suresi - 117
2) Al-i İmran Suresi - 55
3) 4:97
4) 6:61
5) 47:27
6) 5:117
7) 16:28
8) 16:32
9) 10:46
10) 13:40
11) Ebu Davud, Sünen, II, 429-430.
12) Buhârî, Sahih, ''Tabirür'r-rüya'', s. 33, ''Enbiya'', s. 48, ''Fiten'', s. 26; Müslim, Sahih, ''İman'', s. 273, 275, 277, ''Fiten'' , s. 110; Ebu Davud, Sünen, ''Melahim'', 14; Ebu Abdillah Muhammed el-Hakim en-Nisâburi, el-Müstedrek ale's-Sahihayn, Beyrut ts, IV, 492. Kadiyânîlik Bağlamında Mehdilik | 187 / Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 24 (2011/2), s. 175-191
13) İbn Kayyim el-Cevziyye, Menakıbu Ahmed b. Hanbel, Kahire 1972, s. 169; Tahavi, Akidetü't-Tahaviyye, Beyrut 1978, s. 59; Ebu'l Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslamiyyin va'htilâful-Musallin, Wiesbaden 1963, I, 323; Bağdadi, age., s. 270; Ebu Cafer Muhammed b. Ali ibn Babeveyh el- Kummi, Şii İmamiyye'nin İnanç Esasları, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: AÜİF Yay., 1978, s. 69.
14) Fığlalı, Kadiyanilik, s.52-53. 182 |Ahmet YÖNEM/Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII,Sayı: 24 (2011/2), s.175-191
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
31 Aralık 2012 Pazartesi
SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'
Almanya'nın
Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din
dersi düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet
İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)
ve
Ahmediyye Cemaati
derneği
verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere
verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.
Türkçe
yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece DİTİB'in
vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz
edilmiyor.
Diyanet
İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes tanır.
''Ahmediyye Cemaati''ni kimse tanımaz. Ahmediler, diğer ismiyle
Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim
kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.
Bu
soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı
onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.
Prof.Dr.Ethem
Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor. Okuyalım ve
sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri
olabilirler mi? Karar verelim:
''Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.
Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da görülmektedir.
İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani'nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.
Kadıyanilik
Kadiyanîlik,
19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî
tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb
eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına
başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça,
Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik
mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.
Gulam Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.
Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.
Kendisi bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''
Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.
Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.''
1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre ''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin 'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.
Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet'i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.
Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.
Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.
Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan 'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.
1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.
Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.
Müceddidliğini ilan ediyor
Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.
Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin'de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.
1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de, seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.
Hak ile kandırıyor...
Bi'at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi'at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O'na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam
Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346;
Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli
eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:
''Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.''
Mesih
ve Mehdiliğini ilan ediyor
1857′de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.
Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: ''Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.
Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur.''
Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği 'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.
O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle idi:
''Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp ''On İsrail Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür. Bu bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için barışçıdır.''
''Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''
Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:
''Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''
Peygamber olduğunu iddia ediyor
1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.
Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu söyledi.
Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.
1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam
Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi
olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir.
O, ''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma''
tâbirini şöyle yorumlar:
'Hatem' kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:
Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor
''O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir.''
Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.''
Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp, onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım. Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir.''
Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?
O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun ''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:
''İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?''
Gulam 'Ek Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:
''Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim. Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.''
Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:
''23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.''
''Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.
Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?'' (1)
Gulam Ahmed'in vahiy iddiası
Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.
Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır.
O,
kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:
''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim
bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya
kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)
Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de yardımcıyım.'' (4)
''Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)
''Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)
''Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)
''Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)
''Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)
''De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku.'' (12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim.'' (13) ''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14) ''Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım.'' (15)
''Seni Mesîh İbni Meryem kılan Allah'a hamdolsun.'' (16)
Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. (!)
''Allah'ın, 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi'' dedi. (18)
Harekete
'Ahmediyye' ismi veriliyor
Fırka
önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa
da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile
'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili
olarak şu açıklama yapılmıştır:
''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''
''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''
Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için 'Ahmediyye' ismini kullanmışlardır.
Buna
karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları
aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi
almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi
ismi sebebiyle olduğunu söylerler.
Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''
*Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?
Ethem
Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın
ilk çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör
oldu ve aynı yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
dekanlığına atandı. Bu görevini 1991 yılına kadar sürdürdü.
Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevi de üstlendi.
1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesi'nde
görevlendirildi.
Fığlalı, öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap yazdığı gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.
Muğla Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm Türkiyede açılan alanının ilk bölümüdür.
Rüştü
Kam
Eserleri
:
Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi) (1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası (1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik (1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)
Dipnotlar:
1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânlik, s.41-60, 148-150.
2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.
3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.
4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16;
Hakîkatu'l-Vahy, s.72.
5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.
6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.
8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.
9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.
11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.
14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.
15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.
16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.
17.Fetih Sûresi, 29.
18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.
1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânlik, s.41-60, 148-150.
2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.
3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.
4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16;
Hakîkatu'l-Vahy, s.72.
5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.
6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.
8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.
9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.
11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.
14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.
15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.
16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.
17.Fetih Sûresi, 29.
18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.
Yorumlar (3)
|
İsi: | |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)