24 Ekim 2013 Perşembe

SEÇİME DOĞRU


 
22 Eylül'de seçmenler sandığa gidecek ve kendi düşüncesine yakın partileri 4 seneliğine vekil tayin edecekler. Umumi vekâletname verecekler milletvekillerine. İnsan haklarının ihlal edilmemesi, işsizliğin problem olmaktan çıkarılması, eğitimde fırsat eşitliği, ekonomik istikrar, sağlıklı bir yaşam, güven ve huzur dolu bir gelecek konusunda vekâlet verecekler vekillerine.
  Demokrasinin en güzel tarafı bu olsa gerek. Vekâlet yoluyla sorunların çözümünü başkalarına devretmek. Çalışmalarını beğenmezsen dört sene sonra başka bir vekil tayin etmek. Dört sene sonra da başa dönerek, geçen seçimlerde çalışmalarını beğenmediğim ve terk ettiğim partiyi yeniden iktidara getirmek. İşte demokrasi dediğimiz aygıt böyle bir şey.
 
Devlet bir takım kurumlardan oluşuyor. Bu kurumlardan biri de partiler. Seçimi kazandıkları taktirde yürütme görevini üstleniyorlar. Yürütme ile devletin diğer kurumları arasında menfaat çatışması olmadığı sürece halk sıkıntı çekmiyor. Çatışma halinde ise halk sıkıntı çekmeye başlıyor. Zaman zaman, hükümetlerle devletin diğer kurumları arasında çatışma varmış gibi görünse de, sonuçta devlet politikasını aşmaları mümkün olmuyor.
 
Almanya politikası olan bir devlet. Devlet istediği taktirde sosyal demokratlara da, muhafazakârlara da seçim beyannamelerine ters icraat yaptırabiliyor. Mesela sosyal demokrat olan bir parti "En iyi entegrasyon asimilasyondur" diyebiliyor. Çifte vatandaşlık konusunda muhafazakârlarla aynı kuyuya taş doldurabiliyor. Sosyal demokratların şahinler kanadı olabiliyor mesela.
 
Almanya'da yaşayan yabancılar var. Dört milyona yakın Türkiye'li var bu yabancıların içinde. Bunların yaklaşık 900 bini seçmen bugün. Türkiye'lilerin problemleri oldukça fazla. Sıklıkla rastlanan kavgalar oluyor Türkiye'lilerle Alman devlet kurtumları arasında. Bu problemleri çözme görevi güya partilere/hükümetlere verilmiş. Görünürde muhatap partiler gibi. Ama gerçek böyle değil. Hiçbir partinin devletin politikasını aşması mümkün değil.
Ancak insan hakları konusunda ciddi çalışmalar ortaya konulabilirse devletin politikasını yumuşatmasına veya değiştirmesine vesile olunabilir.
 
Ne yazık ki Türkiye'liler hak arama konusunda istenilen seviyeye gelmiş değiller. Sivil toplum kuruluşları, değişik partilerde temsil görevi verilen milletvekilleri ve iş adamları dernekleri devletin kurumlarına baskı yapabilecek güce sahip değiller. Sosyal demokrat yelpazede yer alan Türkiye'liler, muhafazakar yelpazede yer alan Türkiye'lilerden daha fazla organize olmuş görünüyorlar.
 
Sosyal demokrat yelpazede yer alan milletvekilleri, TBB ve TDU'nun ev sahipliği yaptığı bir salonda sorunlarını tartışabiliyorlar. Birbirlerini suçlamaktan asıl sorunların tartışmasına gelemeseler de bir araya gelip en azından kavga edebiliyorlar. Muhafazakâr yelpazedekiler kavga da edemiyorlar. Çünkü kavga edebilecekleri zemin yok. Kendi düşüncelerine yakın, destekledikleri bir parti yok, milletvekili adayları yok. Müsiad, Tümsiyad, Barex gibi iş adamları dernekleri var muhafazakâr yelpazedekilerin. Ancak bu kuruluşların bir araya gelerek TDU ve TBB'nin yaptığı gibi adaylarını desteklemek gibi bir dertleri yok veya adayları yok destekleyecek.
 
TGB ile birlikte hareket eden muhafazakâr yelpazedeki diğer çatı kuruluşları da "Haydi seçime!" sloganıyla insanımızı sandığa çağırıyorlar. İyi de kime oy verecek bu sandığa giden seçmenler, Adayınız var mı? Tavsiye edeceğiniz bir parti var mı?
Mevcut adayların sizleri temsil etmediğini her fırsatta söylüyorsunuz ve onlarla ilgili negatif propagandalar yapıyorsunuz. Sonra da Maybachufer'e çıkıp haydi seçime diyorsunuz, Allah aşkına bu paradoks değil midir? Taşeronluk değil midir?
 
Türkiye'lilerin kahir ekseriyeti Müslümandır. Mütedeyyin olanları da bir hayli fazladır. Başörtüsü konusunda hassasiyeti olanlar, çocuklarının yüzme dersi konusunda hassasiyeti olanlar, İslâm din dersi konusunda hassasiyeti olanlar, okullarda mescid açılması konusunda hassasiyeti olanlar vardır. Bu konularda hak elde etmek mücadele ile olur. Mecliste mücadele etmekle olur, konu ile ilgili kanun teklifleri hazırlamakla olur. Türkiyedeki paretilerle yatıp kalkmakla burada hak elde edemezsiniz. Yıllardan beri bu yanlış yapıldı, hâlâ yapılmaya devam ediliyor. Yanlışta israr doğru değildir.
Muhafazakâr yelpazede bulunan ve Maybachufer'de seçmenleri sandığa davet edenler; kaç tane adayınız var sizi federal mecliste temsil edecek? Kaç tane duyarlı vekil gönderiyorsunuz federal meclise? Hangi partiye oy verecek o seçmenler? Ama diyorsanız ki, bu milletvekili adayların hepsi bizim de adayımızdır, o zaman problem yok.
 
Ancak, Seçimlerden sonra, üyelerinizle yapacağınız toplantılarda, sizin "Haydi seçime!" diye sandığa davet ettiğiniz seçmenlerin seçtiği, ama sizin gibi düşünmeyen, sizin değerlerinizi savunmayan ve hatta sizin değerlerinizle alay eden vekiller olursa, bunlar bizleri temsil etmiyor demeyiniz. Ayıp olur. Hem seçeceksin, seçtireceksin hem de bunlar bizi temsil etmiyor diyeceksin, bu olmaz. Yakışık almaz. Şık olmaz.



  
Rüştü Kam

 

YURDUM OLAN TOPRAKLARA YOLCULUK


  

Atalarımın Yurt Edindiği Topraklardan, Yurdum olan Topraklara

Güveç kabında közde pişirilmiş kuru fasulye yiyorduk iştahla, birden bire "Allah ü Ekber, Allah ü Ekber" sesiyle irkildik. Öğle ezanı Türk usulü ile okunuyordu. Kaşıkları bıraktık, lokmalar boğazımızda düğümlendi. Hepimizin gözleri doldu. Avrupa‘da yaşıyoruz yıllardan beri. Ezan sesine hasret kalmışız. Burası da Avrupa, henüz Türkiye'ye varmadık. Türk çarşısındayız, ama Türkiye'de değiliz. Geleneksel Osmanlı çarşısındayız, döşeme taşları da o aynı taş. Her yerde Osmanlı izleri var. İshak Paşa Camii, Mustafa Paşa Camii... Burası Üsküp. Osmanlı'nın 600 sene can verdiği, hayat verdiği Üsküp. Türkiye Cumhuriyeti devleti sahip çıkmış dedelerinin eserlerine yüz sene sonra, restore ettiriyormuş camileri, hamamları, kervansarayları. Bunun için 30 kişilik uzman ekip vardı Üsküp'te. Masrafları Türkiye karşılıyormuş. Bu ne saadet.

Yemekten sonra çarşıyı dolaştık, alışveriş yaptık. Aksilik olacak ya, tam burada benim fotoğraf makinem bozuldu. Yapacak bir şey yok.
Öğle namazını bahçesinde şadırvanı olan Türk Camii'nde kıldık. Ahşap işçiliğinin o ince sanatını, ustalığını hayranlıkla seyrediyoruz. Minber, kürsü, direkler ve kadınlar mahfili, ince ince kanaviçe gibi işlenmiş, içimiz huzurla doluyor.

Makedonya Cumhuriyeti'nde en yaygın din, %64,7 ile Makedon Ortodoks mezhebi. %34.3 ile en yaygın ikinci din, İslam. Makedonya Cumhuriyeti oran açısından Türkiye, Kosova,  Arnavutluk  ve Bosna-Hersek'ten sonra, Avrupa'daki en büyük  Müslüman nüfusu barındırıyor. Ülkede  Müslümanlar'ın büyük çoğunluğunu  Arnavutlar  oluşturmakta. Arnavutların yanı sıra Türkler,  Boşnaklar ve 80.000 kadar nüfusa sahip oldukları tahmin edilen bir Müslüman Makedon topluluğu da varmış. Müslüman Makedonlar, Hristiyanlardan ayırt edilmek için kendilerine Torbeş derlermiş. Ülkede 1.200 kilise, 400  cami  bulunuyormuş. Üsküp'te Ortodoks ve İslam dinine mensup insanlar için okullar da varmış. İnanç hürriyetine saygı bu olsa gerek.

Cem ederek kıldık öğle ve ikindi namazını. Namazdan sonra hemen yola çıktık, daha Yunanistan var önümüzde. Yol arkadaşım Hüseyin Bozkurt. Yolculuğumuz oldukça rahat ve keyifli. Türk pazarından şeftali almış Hüseyin. O kadar lezzetliydi ki şeftaliler, bir oturuşta bitiriverdik. Keşke bir kasa alsaydım diye hayıflandı Hüseyin ama nafile.

Berlin'den sabah namazından sonra hareket etmiştik. Akşam olunca Belgrad'da istirahate çekildik. Sabah namazını kılınca yine yollara düştük. Dinlenmiştik.
Yollar oldukça sakin. Dağlar, ovalar, ağaçlar akıp geçiyor yanımdan, sanki zaman tünelindeyim. Osmanlı dedelerimi hatırlıyorum, ta buralara kadar at sırtında gelmişler ve bu topraklarda 600 sene kalmışlar. Medeniyetin ne olduğunu öğretmişler Avrupalılara. Macaristan, Yugoslavya, Makedonya, Yunanistan... Hepsi Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı eyaletler. Sonra bizim gibi hayırsız evlatlar yüzünden kaybetmişler bu güzelim toprakları. Onlar çekilip gidince yine kan ve gözyaşı bu topraklardan eksik olmamış, Kazıklı Voyvadalar tekrar sahneye çıkmış, sadece 5.000 can Srebrenitsa'da katledilmiş, Sırp Voyvodaları tarafından...
 
Çocukluğumu, gençliğimi, köyümü hatırlıyorum. Rabia Teyze'yi hatırlıyorum, keçileri beraber güderdik onunla. Keçileri kaybettiğim zaman babamdan yediğim dayakları da hatırlıyorum ve gülümsüyorum. Birinde annemle birlikte bizi eve almamıştı da, biz samanlıkta samanları yorgan yaparak sabahlamıştık kış gününde.

İlkokulumu hatırlıyorum, 80 kişi bir sınıfta okuyorduk, bütün sınıflar aynı mekânda idi ve bir öğretmenimiz vardı. Ekrem Çetinkaya. Ruhu şad olsun. Marshall yardımından payımıza düşen süt tozundan yapılan sütü içerdik her sabah, hem de büyük bir iştahla. Sıraya girer dakikalarca bir bardak süt için beklerdik.

O zamanlar ayakkabı falan yoktu, çarık giyerdik. Kalın keçi kılından örülmüş bir de çorap. Ama ayaklarımızın içine karın girmesine yine de mani olamazdık.

Ortaokul lise ve üniversite, elde yok avuçta yok, anada yok babada yok, ilkokuldan sonra hep çalıştım ve öyle okudum. Simit satarak okuyanların yolundan ben de geçtim. O zamanlar sırtı pek olan insan sayısı azdı. Ellili yıllar. II. Dünya Savaşı yeni bitmiş. 1299-1923, 700 yıllık koca imparatorluk yıkılmış ve yerine Cumhuriyet kurulmuş... Ve ben şimdi o güzelim cennet vatanıma doğru hızla ilerliyorum, anama- babama, arkadaşlarıma, sevdiklerime doğru. Özlemişim onları. Atalarımın yurt edindiği topraklardan, yurdum olan topraklara gidiyorum.

Hızla geçip gidiyorum o tünelden. Gözyaşlarımın akmasına mani olamadığım anlar da oluyor. 60 sene geçmiş aradan ben hâlâ yollardayım, tünelin ucu görünüyor elbet. "Neden saçların beyazlamış arkadaş, sana da benim gibi çektiren mi var..."Adnan Şenses'in bu anlamlı şarkısını 70 li yıllarda Marmaris'te dinlemiştim ilk defa, Mehmet Özzeybek ağabeyimin kasetçalarından. Bu kadar dertli bir şarkıyı niçin dinliyor olduğuna anlam da verememiştim. Şimdi ben dinliyorum o şarkıyı ve farklı bir anlam kazanıyor bu şarkı zaman tünelinde.

„Neden saçların beyazlamış arkadaş
Sana da benim gibi çektiren mi var
Görüyorum ki her gün meyhanedesin
Yaşamaya küstürüp içtiren mi var

Bir zamanlar bende deli gibi sevdim
O bana dert ben ona mutluluk verdim
Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime
Allah'ım bu dünyaya ben niye geldim

Katlanmayı bilmeyen aşkı çekemez
Aşka mahkûm edilen garip gülemez
Ben de yanmışım senin gibi arkadaş
Dünyanın derdi bitmez böyle arkadaş."

Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Sırbistan, Makedonya derken Yunanistan da bitmiş ve şimdi İpsala'dayız. Dilruba sınır bekçiliği yapan askerlerin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Her defasında oluyor bu enstantane. Demek ki biz memleketimizi çok özlüyoruz. Hızlıca biten gümrük işlemlerinden sonra Keşan'dayız. İstirahat çekilmenin zamanı geldi. Saat 24.00. Biz ancak bu saatte yemek yiyebiliyoruz. Önce sarmısaklı ve sirkeli bir işkembe, arkasından satır arası köfte. Bu saatte olacak şey mi bu. Osman Müftüoğlu'nun kulakları çınlasın.

Sabah namazından sonra hemen düştük yine yollara. Çanakkale Boğazı'nı feribotla geçtik. Ben feribotta güneşe karşı iyi bir uyku çekmişim. Karşıya geçince 7 düvele geçit vermeyen askerlerimizi hatırladık ve neden şehitlerimizi ziyaret etmedik diye hayıflandık, "Keşke" dedik. Ancak geriye dönemezdik, kendimize bir dahaki sefere mutlaka ziyaret etme sözü vererek ruhlarına Fatiha okumakla yetindik şehitlerimizin.

Edremit'e nazır bir tepede çamların arasında doya doya ayran içtik. Yemeğimizi de orada yedik ve Hüseyin Bozkurt‘la vedalaştık, onlar Didim‘e ben Denizli'ye. Denizli'ye saat kaçta varabileceğimizin hesabını yaparken, polis sağa yaklaşmamı söyledi. Aliağa ile İzmir arasında bir mevki. 110' la gitmem gerekiyormuş 10 tolerans varmış 120. Ben 122 ile radara yakalanmışım. Ceza 313,00 TL. Yabancı plakalı iki araba arka arkaya radara girmişiz. Kural kraldır, uyacağız, ancak 313 TL. Çok fazladır dedik, dinleyen olmadı bizi, ısrarlarımızın anlamı da olmadı. Sıcak 40 derece, o anda polis bir şişe su uzattı "Buyurun ikramımız olsun" dedi. Belki iyi niyetli bir yaklaşımdı ama ben "Al bu suyu üzerine bir soğuk su iç" der gibi anladım ve çok susadığım halde o suyu içmedim. Böylece 313 ile Macaristan'da girdiğim zaman tünelinden Aliağa'da çıktım.

Ne özlem kaldı, ne moral. Bir anda o duygu seli kayboluverdi 313 süratle. Türkiye'de sürat yapana yüksek ceza var, ancak cezaya sebep olana bir müeyyide yok. Yollar bölünmüş yol. Otoyol değil. Bir anda önünüze traktör çıkabiliyor, inek çıkabiliyor, eşek, koyun çıkabiliyor. Hatta önünüzde ışığı olmayan ve içinde 10 kişi bulunan bir Renault marka taksi seyredebiliyor, daha ilginç olanı aynı yolda karşınızdan bir araba, bir traktör uzunları yakarak gelebiliyor, bunlara ceza yok. Sürat yapana orantısız ceza var.

Ceza caydırıcı olsun düşüncesiyle bu kadar yüksek tespit edilmiş olmalı, ancak bunun nefret doğurabileceği de düşünülmeli ve aynı oranda ceza, kazaya sebep olması muhtemel olan zikrettiğim araçlara da verilmelidir.
Sadece ceza vermekle trafik problemi halledilemez. Eksik olan eğitimdir. Bu eksik, trafik eğitimine ilkokuldan itibaren başlanırsa giderilebilir. Uzun soluklu bir yoldur bu. Çocukluktan itibaren trafik bilincinin geliştirilmesi gerekir. Hem okulda hem ailede ve hem de tüm ülkede trafik seferberliği acilen ilan edilmelidir. Sonuç alınabilmesi için en az 30 sene ister.

Denizli'ye vasıl olduğumuzda saat 24.00 ‘ü gösteriyordu. Caddeler bir Avrupa şehri gibi tertemiz, kaldırımların yüksekliği 5 cm'ye düşmüş, yollar Denizli mermeriyle döşenmiş. Enverpaşa cad. trafiğe kapatılmış, sadece toplu taşıma araçlarına açık. Yayalar rahatlamış. Tebrik ediyorum belediyede emeği geçenleri.

Bir iş için Çınar'a indim. Aracımı park ettiğim yerde "Engelliler ücretsizdir" diye yazıyordu. İşimiz bitti ve aracımıza bindik, tam hareket edeceğiz park sorumlusu olduğunu söyleyen bir delikanlı camı tıklattı. "8 lira borcunuz var" dedi ve bir makbuz uzattı. "Şu yazıyı niçin yazdınız buraya?" dedim. "O Türk engellileri için geçerli, Almanya engellileri için geçerli değil." dedi. Yapacak bir şey yok. Onu da ödedik.

Türkiye'de yabancı plakalı bir araç kullanıyorsanız polisinden, şoförüne kadar sizin nasıl canınızı yakacaklar, sizi nasıl aşağılayacaklar onun hesabını yapıyorlar. Çok bariz bir şekilde bunu yaşıyorsunuz, görüyorsunuz.

Hükümetler hizmet götürüyor ama, o hizmetin kıymetini bilen yok. Mantalite menfaat üzerine kurgulanmış. Çıkar üzerine kurulu bir sistem var Denizli'de. Bu mantalite Türkiye genelinde de böyleyse vay memleketin geleceğine...

Devam edecek...

  
Rüştü Kam

 

HAYDİN SEÇİME ÇAĞRISININ AMACI NEDİR?


  

Seçim sandığı gelecekte hakkımızda verilecek kararların onayının verildiği yerdir. Çok önemlidir. Şuurlu bir tavır ses getirebilir. Azınlık konumunda olan topluluklar seçimlerde menfaat birliği hesabı yaparak sandığa gitmelidirler. Ortak çıkarlar gözetilmelidir.
 
Görüyorum ki, sivil toplum örgütleri "Haydi Seçime" sloganıyla insanımızı sandığa çağırıyorlar. Çatı kuruluşlarının başkanları bu çağrıyı birlikte yapıyorlar.  Böyle bir çağrı alkışlanır. Ancak, haydi seçime sloganı kaderimizin belirlenmesine yetmez. Bu çağrıyı yapan sivil toplum kuruluşlarının seçmenleri  sandıkta ayrışacaklarsa, partilere bedava taşeronluk* yapmış olurlar.
 
Sandığa kadar getirilen seçmenlerin, menfaat birliği çerçevesinde hareket etmesi ve bir partiye oy vermeleri gerekir. Önceden pazarlıklar bile yapılabilir. Yapılan eylemin ses getirmesi bekleniyorsa bu şarttır. Sandıkta ayrı ayrı partilere oy verilecekse seçmeni sandığa çağırmanın hiç anlamı yoktur. 
 
İftar yemeklerinde bir araya gelipte, herkesin kendi partisinin adamını konuşturmasına benzer ki bu durum, yine gülünç oluruz cümle aleme. Bize kıskıs güler Alman dostlarımız o zaman. Çünkü bedava taşeronluk yapmış oluruz. 
Bu durumda şöyle düşünenler bile olabilir: "Acaba bu çağrıyı el altından partiler mi destekliyor?
 
...........
 
*Taşeron:
 
İşletmenin ihtiyacı olan bir hizmeti almak üzere, bir firma ile anlaşması neticesinde bu firmaya istihdam edilen ancak esasen işletmenin hizmetinde olan işçiye taşeron işçi denir. Kapitalist bakış açısıyla amaç, her işletmenin kendi ana faaliyet alanında uzmanlaşmasını, diğer konulara kaynak sarf etmemesini, böylece maliyetlerin minimize edilmesini sağlamaktır.
 
Sınıf mücadelesi açısından ise amaç, hak mücadelesinde işçi sınıfını bölmektir. Çünkü farklı patronlara bağlı olan işçiler daha zor örgütleneceklerdir.
 
Bir başka tanımlamayla taşeron;  itilendir, kakılandır, en pis işlerde çalıştırılandır. Asgari maaş alıp oraya buraya koşturulandır. Bizden olmayandır, ihtiyaç olmadığı zaman kolayca elden çıkarılandır.

  
Rüştü Kam

HAYDİ SEÇİME Mİ DEMİŞTİNİZ?


  
 
Hatasıyla sevabıyla bir seçimi arkada bıraktık. CDU bu seçimden zaferle çıktı. Demek ki Alman halkı CDU ve CSU'yu istiyor. Demokratik bir hak kullanıldı ve demokratik bir tercih yapıldı. Saygı göstermek lazımdır. Bu seçimlerde beceremedik, ama belki gelecek seçimlerde biraz daha iyi organize olur da Avrupa'da yaşayan Türkiyelilerin ve Müslümanların menfaattarını korumak için aynı kuyuya taş doldururuz.
  Sivil toplum örgütleri de gördü ki, bu iş öyle "Haydi seçime" demekle olmuyormuş. Vatandaş nereye bakacağını biliyormuş. Partiler de gördü ki, seçimlerden seçimlere cami ziyaretleriyle, iftar yemeklerine katılmakla da bu iş olmuyormuş. Halkın değerleriyle barışık olmak gerekiyormuş.
 
Ancak bir konuda dini cemaatleri tebrik ediyorum: Ben bu köşemde zaman zaman birlikte okunan hutbelerin cemaat üzerindeki tesirinden bahsettim. Haftada bir gün mütedeyyin Müslümanların camileri doldurduğundan bahisle, bu fırsatı değerlendirmek gerektiğinin altını çizdim. Sivil toplum kuruluşlarının toplantılarında Cuma hutbesinin öneminden bahsettim. Bazı çatı kuruluşlarına bu konuda teklifler sundum. Teklifim aynen şöyleydi: "Din hizmeti veren dernekler ihtiyaç duyulan zamanlarda , -ideali ayda birdir- bir araya gelerek hutbe hazırlamalı ve bu hutbe bütün camilerde okunmalıdır. Hem Müslümanların bilinçlenmesi açısından, hem de Alman kamuoyuna verilen mesaj açısından önemlidir..." Uzunca bir teklif dosyasıdır bu. Buraya bir cümle ile özet aldım.
 
20.09.2013 tarihinde bütün camilerde "Federal Almanya 2013 Genel Seçimleri İnisiyatif Grubu" nun hazırladığı bir hutbe okundu. 50 seneden beri ilk defa bütün camilerde aynı hutbe okunuyor. Hem de milletvekili genel seçimiyle ilgili bir hutbe. Bu bir milattır. Bu milatta benim tekliflerimin azda olsa katkısı olmuşsa kendimi bahtiyar hissederim. Ayrıca, bu hutbenin hazırlanması konusunda teklif sunan ve teklifi hayata geçiren derneklere teşekkür ediyorum. Birlik ve beraberlik konusunda atılan bu ilk adımın ikincisini, üçüncüsünü, dördüncüsünü....bekliyor halkımız. Avrupa'da yaşayan Türkiyelilerin kaderini değiştirecek olan adımlardır bunlar. Allah'ın ayetleri aynen şöyledir:
 
"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin..."(Âli İmran 103)
"Ve Allah'a, Onun Elçisine duyarlık ve bağlılık gösterin ve sakın birbirinizle çekişmeye girmeyin, yoksa yılgınlığa düşersiniz; cesaretiniz sönüverir. Ve zor durumlarda sabır gösterin: çünkü Allah, gerçekten, zorluğa göğüs gerenlerle beraberdir." (Enfal 46)
 
Yüce Mevla'mızın bu uyarılarına kulak vermek gerekir. Bilhassa Hristiyan çoğunluk içinde yaşayan Müslüman azınlıkların, tefrikaya düşmeleri intihar olur. Bugün muhafazakâr yelpazedeki insanımızın attığı bu ilk adım, gelecekte sosyal demokratlarla birlikte atılması gereken ilk adıma eşiklik etmelidir. Avrupa'da yaşayan Müslümanların, muhafazakârı, sosyal demokratı olmamalıdır. Avrupa'da, Müslümanların menfaattarı ön plana çıkarılmalıdır. Avrupa'da yeteri kadar, sosyal demokrat ve muhafazakâr var, onların, Müslümanların muhafazakârına ve sosyal demokratına ihtiyaçları yok. Müslümanlar, sosyal demokratlarıyla, muhafazakârlarıyla hep birlikte geleceklerini nasıl inşa edecekler, bu konular üzerinde yoğunlaşmalıdırlar.
 
Sözü fazla uzatmadan bütün camilerde okunan o hutbeyi tam metin olarak taktim ediyorum. Bu hutbeyi bana E-Posta marifetiyle ulaştıran Milli Görüş Berlin Bölge Başkanı İrfan Taşkıran'a teşekkür ediyorum.
 
"Toplumsal sorumluluğumuz
 
Muhterem Müslümanlar,
İnsanlar topluluk hâlinde yaşar ve bu topluluğu meydana getiren her fert toplumsal bir sorumlulukla yükümlüdür. Özellikle biz Müslümanlar bu sorumluluğun bilincinde olmak zorundayız. Çünkü Müslümanlar olarak, yani Allah'ın, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderdiği dine teslim olmuş insanlar olarak, bu sorumluğu kuşanmak öncelikli olarak bizlere düşer. "İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır." (Feyzu'l-Kadir, 3, 480) buyuran bir peygamberin ümmeti olarak, içinde yaşadığımız toplumlarda olup biten her şeyin bizi de ilgilendirdiğini bilmek durumundayız.

Toplumsal sorumluluğumuz, hayatın her alanında Müslümana yakışır bir şekilde aktif ve görünür olmaktan geçer. Eleştirdiğimiz, karşı çıktığımız davranışların, tutumların ortadan kalkmasını istiyorsak her şeyden önce bizler bu konuda örnek birer Müslüman olarak yaşamalıyız. İşimizi en iyi biz yapmalıyız. Komşularımıza, akrabalarımıza, çocuklarımıza, ailemize ve tüm insanlara karşı en iyi biz davranmalıyız. Çünkü Efendimiz, "Allah Teâlâ, sizden birinizin bir iş yaptığı zaman, onu sağlam ve güzel yapmasını sever." (Beyhâki, Şuabu'l-İman, IV, 334-335) buyurmaktadır. Öyleyse Allah'ın bu emrine en iyi şekilde uyması gerekenler de bu hadisin muhatabı olan biz Müslümanlarız.

Değerli Kardeşlerim,
İçinde yaşadığımız ülkelerin huzur ve refahına katkı sağlamak hem insani hem de İslami bir görevimizdir. Toplumun kenarında kalmış bir grup şeklinde yaşayarak bu katkıyı sağlamamız mümkün değildir. O hâlde, toplumun merkezinde yer almak ve bu topluma aktif katılımda bulunmak, önde gelen toplumsal sorumluluğumuzdur. Hiçbirimizin sorumluluktan kaçamayacağı ve herkesin kendi konumuna göre bir gün hesaba çekileceği bir gerçektir. Hepimiz bu sorumluluklarımızın hesabını elbette ki Allah'a karşı vereceğiz; bu yüzden, ahlâkımızla, çalışkanlığımızla, toplumsal duyarlılığımızla herkesin örnek aldığı Müslümanlar olmak durumundayız.

"Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir." (Müddessir suresi, 74:38) âyet-i kerimesi gereği, yaptıklarımızın, kazandıklarımızın rehini olduğumuzu unutmayalım. Sadece yaptıklarımızın değil, yapabildiğimiz hâlde, örnek olmamız gerektiği zamanda bu örnekliği göstermediğimiz anda, yapmadıklarımızın da rehini ve esiri olacağız demektir. Biz inanıyoruz ki, "Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir." (Zilzâl suresi, 99:7-8)

Muheterm Müslümanlar,
Yaşadığımız ülkelerde seçimler yapılıyor. Bu seçimler, mutlaka hepimizi etkileyen kararları uygulayacak, çeşitli konularda yasalar çıkaracak olan partileri iktidara getirecektir. Doğrudan biz Müslümanları ilgilendireceği için, bu toplumların bir parçası olarak hepimizin ortak hayatını etkileyecek konuma gelecek olan iktidar sahipleri, bizim de varlığımızı hissetmelidirler. Bu da bilhassa seçimlerde oy kullanarak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, bu ülkelerde olup bitenlere göz yummadığımızı, bu olup bitenlerin bizi de ilgilendirdiğini göstermek için, yapılacak olan seçimlerde oy kullanalım. Böylelikle hem sosyal sorumluluğumuzu yerine getirmiş, hem de içinde yaşadığımız topluma duyarsız kalmadığımızı göstermiş olacağız inşallah."

  
Rüştü Kam

 





ALMANYA'DA İLAHİYAT FAKÜLTELERİ AÇILIYOR


  
ALMANYA'DA İLAHİYAT FAKÜLTELERİ AÇILIYOR  
Göçün 50.yılında Almanya'da İlahiyat Fakülteleri açılıyor. Bu Fakültelerden mezun olan İlahiyatçılar kuşkusuz Almanya'nın yeni yüzlerini oluşturacaktır. Almanya'da yetişen bu ilahiyatçılar kuşkusuz Hristiyan çoğunluk içinde yaşayan müslümanların dini ihtiyaçlarına cevap verebilecek donanıma sahip olacaklardır. En azından Almanyalı müslümanlar böyle düşünüyor.
Almanyalı Müslümanların çocuklarına okullarda İslâm dinini öğretecek din öğretmenlerine ve halkı irşat edecek imam ve hatiplere ihtiyacı var. 50 yıl sonra da olsa bu ihtiyaçların karşılanması için kolların sıvanması takdir edilecek bir çalışmadır.
 
Frankfurt İlahiyat Fakültesi'nin dekanı Prof. Dr. Ömer Özsoy'la İlahiyat Fakülteleri üzerine konuştuk:
 
Kam: Frankfurt İlahiyat Fakültesi ne zaman kuruldu, amacı nedir?
Özsoy: Fakültemiz 2002 yılında kuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Frankfurt Goethe Üniversitesi'nin imzaladıkları bir protokolle hayata geçirildi. Amaç Almanya'da İslam dini hakkında Müslüman uzmanlar yetiştirmektir. Bu kuruluşta Mehmet Emin Köktaş Bey'in emeği oldukça büyüktür. Kendisini minnetle anıyorum.
Fakültemizin temel amacı, hem öğretim hem de araştırma alanında, İslam'la ilgili bütün konuları geleneksel İslami ilimlere ve İslam'ın temel kaynaklarına dayalı olarak sistematik, tarihi ve fenomenolojik açılardan ele almaktır.
Ayrıca, kuruluş senedinde vazedildiği üzere, İslam'ın Avrupa bağlamında fikrî ve kurumsal gelişimine ve diğer dinler ve dünya görüşleriyle diyaloğun İslami temellerine özel bir önem veriyoruz. Bu çerçevede ilgi odaklarımızdan birini de, İslami ilimler geleneğinin Avrupa'da şekillenen oryantalistik İslambilimi ve Hıristiyan-Yahudi teoloji gelenekleri ile bilgi alış verişi ve diyalog oluşturuyor.
Takdir edersiniz ki, diyalog düzeyli eleştiriyi de içerir. Oryantalizm pek çok büyük başarısının yanı sıra çok temel zaaflarla da maluldür ve Avrupa'da gelişecek bir İslam İlahiyatı'nın oryantalizmi görmezden gelme lüksü yoktur.



Kam: Fakültenin öğretim dili nedir ve kadronuz yeterli midir?
Özsoy: Şu anda üç profesör olarak hizmet veriyoruz. Mesela Abdullah Takım Bey Frankfurt için büyük bir kazanımdır. Zira kendisi benden farklı olarak tamamen burada yetişmiş, ama oldukça sağlam bir ulum-i islamiye eğitimi almış nadir ilim adamlarından birisidir. Ayrıca üniversite eğitimini Almanya'da tamamlamış gençlerimizden iki tane de doktora öğrencisi aldık.
Başarının temel şartı kaliteli ve yeterli bir öğretim kadrosudur. Nitekim Diyanet'in vakfettiği kadroların yanı sıra Üniversite'nin de tahsis ettiği ilave kadrolarla onbeşin üzerinde bir öğretim kadrosuna sahibiz.
 
Kam: Hocalar maaşlarını nereden alıyorlar?
Özsoy: Hocaların tamamı maaşlarını Hessen yasalarının öngördüğü kriterlere göre Goethe Üniversitesi'nden alıyorlar. Yani hem hocaların hem de diğer personelin işvereni üniversitedir, Alman ve Türk basınında zaman zaman yer verildiği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı veya Diyanet Vakfı değil. Dolayısıyla, bazı çevrelerin ısrarla tekrar ettikleri Frankfurt'a Türkiye müdahale ediyor iddiası tamamen hilaf-ı hakikattir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın tek amacı, sağlam temeller üzerine oturan sağlıklı bir İlahiyat altyapısının oluşmasına katkı sunmaktır; şu veya bu din yorumunun propagandasını yapmak değil.



Kam: Öğrenci bulmakta güçlük çekiyor musunuz?
Özsoy: Sevinerek ifade etmeliyim ki, bu sömestr öğrenci sayımız büyük bir artış göstermiş ve 250'ye ulaşmıştır. Ayrıca, her sömestr kendi öğrencilerimizin dışında bir o kadar da, diğer branş öğrencileri derslerimizi takip ediyor. Bu sevindirici bir durum olmakla birlikte, kuşkusuz sorumluluğumuzu da artırıyor. Ben bu vesileyle, Enstitümüz'de okumayı tercih eden öğrencilerimize ve onları teşvik eden velilere, çevrelere ve kuruluşlara da teşekkür etmek istiyorum.
 
Kam: Din bilim ile ilahiyat arasındaki temel fark nedir?
Özsoy: din bilim ile ilahiyat arasındaki temel fark, dinbilim İslam'a dışarıdan bakarken, İlahiyat'ın içeriden bakmasıdır. Daha müşahhas ifade etmek gerekirse, dinbilim Kur'an'ı Hz. Muhammed'in ürünü olarak ele alır; ama biz müslüman İlahiyatçılar nezdinde Kur'an Allah'ın vahyidir.
Almanya üniversite camiasındaki yaygın kanaatin aksine, bize göre, Kur'an'ı vahiy olarak, Hz. Muhammed'i peygamber olarak görmek İslam'la ilgili bilimsel çalışmaya mani değildir. Böyle bir şey iddia edebilmek için İslam ilimler tarihi hakkında cahil olmak gerekir. Maalesef İslam İlahiyatı'nı bir ilim olarak görmeme yanılgısına özellikle Almanya'daki bazı Müslümanlarda da rastlıyoruz. Bu da İlahiyat eğitiminin ne kadar gerekli olduğunu teyit eden bir başka unsur.
 
Kam: Müfredat programlarınızdan bahseder misiniz?
Özsoy: Derslerimizn ağırlığını yoğun bir Arapça eğitimi ve ulum-i İslamiye teşkil ediyor: Tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkh, kelam, siyer, İslam tarihi, İslam felsefesi, tasavvuf ve ahlak.
Müfredatımız, Arapça'nın yanı sıra ikinci bir İslam dili olarak Osmanlıca veya Farsçayı öğrenmeyi de öngörüyor. Yan branş öngörmediğimiz için, Almanya'da görev yapacak olan müstakbel İslam İlahiyatçılarının Hıristiyan ve Yahudi teoloji gelenekleri hakkında en azından temel bilgileri edinmesini sağlamak üzere, az miktarda da olsa seçmeli dersler koyduk. Bu dersleri ilgili fakülteler verecekler.
Müfredatımızın bir diğer unsuru da, sosyal araştırmalar ve din pedagojisidir. Bu çerçevede öğrencilere, kendilerini müstakbel görev alanlarına hazırlamaları için camilerde, okullarda, diyalog kuruluşlarında veya dini araştırma kurumlarında staj yapma imkânı da veriliyor. Ayrıca, son sene her öğrencinin kendisi için bir ihtisas alanı seçmesine imkân verdik. Böylece mezun olan her bir öğrencimiz, ya tefsir ve hadis, ya kelam ve fıkıh, ya İslam tarih ve kültürü ya da İslam düşünce tarihi alanında ihtisas yapmış olacak.
Farketmiş olacağınız üzere, program İslam İlahiyatı'nın kendi geleneğine ve Almanya'daki Müslümanların ihtiyaçlarına uygun son derece iddialı bir program.
 
Kam: Mezun olacak öğrenciler hangi alanlarda iş bulabileceklerdir?
Özsoy: İslâm din bilimi programımızdan mezun olanlar "dinbilimci" diploması alıyorlar. Bildiğiniz gibi, Almanya'da böyle bir meslek grubu var ve hizmet alanı oldukça geniş. İslam İlahiyatı programından mezun olanlar ise "İslâm İlahiyatçısı" statüsüne sahip olacaklar. Onların hizmet alanı camileri de kapsadığı için daha zengin.
 
Ancak, mezunlarımıza imamlık veya din dersi öğretmenliği yapma garantisi veremiyoruz, çünkü bu bizim verebileceğimiz bir karar değil. Malumunuz olduğu üzere, din dersi öğretmeni yetiştirmek Alman yasalarına göre devlet ve ilgili dini cemaatin müşterek karar verecekleri bir konu. Henüz Hessen'de bu konuda verilmiş bir karar yok. İmam ve din görevlisi yetiştirme konusu ise tamamen cemaatlerin işi. Zira imamlardan hizmet alacak olan da, onlara maaşını ödeyecek olan da cemaatler. Fakat iyi yetişmiş İlahiyatçılara ihtiyacın bu kadar büyük olduğu bir ülkede, her iki bölümün mezunlarının da iş sıkıntısı çekeceğini düşünmüyoruz.
 
Hiçbir dini eğitim almadığı halde, sırf Müslüman olduğu için dindersi öğretmeni olan yüzlerce kişi var Almanya'da. Dolayısıyla bizim mezunlarımız aranan insanlar olacaktır, bundan kuşkum yok. Onlara düşen kendilerini en iyi şekilde geliştirmek. Öte yandan, birkaç yıl içinde hem öğretmen hem de din görevlisi yetiştirme yetkisi alabileceğimizi düşünüyorum. Yaklaşık bir yıldır DİTİB'le sağlam temellere oturan bir imam eğitimi modeli üzerinde görüşüyoruz ve sanırım bir o kadar daha çalışmamız lazım.
 
Kam: Bazı üniversiteler altı aylık kurslarla imam yetiştirmek istiyorlar,
Özsoy: İmam eğitimi o kadar kısa sürede halledilebilecek bir iş değildir. Ama garip bir şekilde bazı üniversiteler, hiç bir teolojik altyapıya sahip olmadıkları halde imam yetiştirmekten bahsediyorlar. Bizim imam yetiştirmekten anladığımız, Türkiye'den gelen imamlara entegrasyon kursu veya dil kursu vermek değil. O da faydalı tabii ki, ama onu hem Diyanet, hem buradaki belediyeler ve vakıflar yapıyor zaten. Atılan adımları ve hazırlanan programları maalesef ciddiyetten uzak ve fazlaca politik buluyorum.
Bizim anlayışımıza göre bir din görevlisinin ve özellikle bir imamın sahip olması gereken donanımı üniversite tek başına sağlayamaz. Bu nedenle din görevlisi istihdam eden kuruluşların kendi eğitim kurumlarını oluşturmaları ve üniversitelerdeki İlahiyat bölümleriyle işbirliği yapmaları gerekir.
İslam Kültür Merkezleri ve Milli Görüş'ün bu tür kurumları olduğunu ve DİTİB'in bir model üzerinde çalıştığını biliyorum. Ancak, uzun vadede sadece bu özel eğitim merkezleriyle yetinmek de doğru değil.
 
En ideal model, imamların tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi ilmi alanlarda üniversitede, Kur'an tilaveti, ilmihal ve ibadetler gibi uygulamalı konularda ise cemaatlerin eğitim merkezlerinde yetiştirilmeleridir.
 
Bu noktada da Müslümanlar Koordinasyon Kurulu'na görev düşüyor. Bütün imamların aynı eğitimi almasını teminen cami kuruluşlarını müşterek kurumlar ve programlar oluşturmaya davet etmek gerekir. Biz İlahiyatçılar olarak katkıda bulunmaya hazırız. Aksi takdirde her kuruluşun kendi imamlarını kendi okullarında yetiştirmesi, izolasyona ve Müslümanlar arası gruplaşmanın derinleşmesine hizmet ediyor. Ne dersiniz, çok mu hayalciyim?
 
Kam: Son olarak ne söylemek istersiniz?
Özsoy: İslâm'ın doğup geliştiği ve tarih boyunca şekillendirdiği İslam coğrafyasının dışında yaşayan Müslümanların, hem kimliklerini kaybetmeden kendilerini geliştirmeleri, hem de diğer inanç ve kültür mensuplarıyla kendi inanç ve kültürleri hakkında konuşabilecek yeterliliğe sahip olmaları gerekiyor. Bu, her şeyden önce bağlı bulundukları inanç esaslarını ve mensubu oldukları dini geleneği sağlıklı olarak öğrenebilmelerine bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa'da, İslam'a dair sağlıklı ilmî bilgiyi üretecek uzmanları yetiştirebilecek akademik birimlerin oluşturulmasının ne kadar önemli olduğu görülür.
Öte yandan, Avrupa'nın ortasında, bir Üniversite ortamında, kendine özgü şartlar altında edinilen bu tecrübenin, yüzyıllardır Müslüman kurumlarda ve salt İslam toplumlarında yaşayan Müslümanlar için üretilegelen İlahiyat birikiminden farklı bir dile ve örgüye sahip olacağı aşikârdır.
Genelde İslam dünyasının ve özelde Türkiye'nin bu tecrübeyle yüzleşmesi, İslam dünyasının İslami ilimler birikimi için de bir zenginlik olarak görülebilir. İslam'ın hem uluslararası kabul görmüş bilimsel metot ve standartlara uygun olarak, hem de kendi zaviyesinden otantik olarak araştırılması ve aktarılması, Almanya'da uzun bir tarihi, dolayısıyla bir geleneği olmayan yeni bir tecrübedir. Bu nedenle haklı olarak kuşku ve endişelere de yol açmaktadır.
Ben bizim enstitümüzle ilgili olarak da zaman zaman dile getirilen bu tür endişeleri bu iyi niyetle açıklama eğilimindeyim ve bundan rahatsız değilim. Eleştirilerden öğreneceğimiz şeyler varsa, müteşekkir olarak istifade ederiz. İşimiz gerçekten zor ve sorumluluğumuz büyük; bizim başlangıçta yapacağımız hataların zamanla gelenek haline gelme riski var zira.
 
Bazı girişimlerin art niyetli olduğu aşikâr olsa bile, biz sağduyuyu elden bırakmamaya ve hoşgörülü olmaya gayret ediyoruz. Ayrıca, İslâm'la ve Müslümanlarla ilgili her gelişmenin duyarlılıkla izlendiği ve titizlikle mercek altına alındığı bir ortamda, hem Müslümanlar nezdinde bir güven krizine düşmeden, hem de genel Alman kamuoyu nezdinde itibar kaybetmeden böyle bir görevin üstesinden gelmek çok kolay değil. Ne diyelim, Allah burada yetişmiş İlahiyatçıların sayısını artırsın.
 
Kam: Teşekkür ederim
Özsoy: Ben teşekkür ederim ve çalışmalarınızda başarılar dilerim.




  
Rüştü Kam
 
 
 
 

2 Ağustos 2013 Cuma

CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZUMSUZ DEĞİL 2013

30 Temmuz 2013, 11:14





Ramazan ayı geldi ve gidiyor. Oruç tutma zamanının uzun olması sıkıntılar doğursa da, Allah kolaylığını veriyor. Allah kabul etsin.

Müslümanlar bu ayın içinde sadece ruhlarını ve bedenlerini değil aynı zamanda mallarını da temizlediler. Zekâtlarını, fidyelerini ve fitrelerini verdiler. Sadece zekâtlarını vermekle kalmadılar, fazladan infakta da bulundular. Bu Ramazan'da halkı Müslüman olan birçok ülke demokrasi kurbanı oldu. Ramazan ayını hüzünlü geçirdiler, geçiriyorlar. Kan ve gözyaşı içinde oruçlarını tuttular ve iftarlarını yaptılar. Allah yardımcıları olsun.

İbadetler konusunda duyarsızlaşan Müslümanlar yaratıcılarını unuturlar, Yaratıcı'nın verdiği nimetleri unuturlar, bu unutkanlık beraberinde Ahiretin de unutulmasına getirir. Bu durumda Allah da onlardan elini çeker. Çünkü Müslümanları Allah'a yaklaştıran ibadetleridir. Ahiret inancıdır Müslümanları kötülüklerden uzaklaştıran. Ahirete inanıyorum dediği halde, Allah'ın buyruklarına muhalefet eden Müslümanların Ahiret inancı sorgulanır. Bu inançta netlik yoktur. İnsanlar kendilerini bile bile ateşe atmazlar, buna intihar denir. Bütün bu olup bitenler tesadüfi değildir. 





Dünya hayatı geçicidir, her canlı ölümü mutlaka tadacaktır. İnsanlar dünya yaşamlarında rahat etmek için ev alırlar, villa alırlar, daireler alırlar, tarlalar satın alırlar, arabanın en iyisine binmeye çalışırlar, geziler yaparlar, fabrikalar kurarlar, daha çok kazanmak için değişik alanlarda yatırım yapmanın peşinde koşarlar. Bu yatırımlar yanlış değildir, yapılması gerekir. Dünyada mutlu olmanın yolu bu yatırımlardan geçer.




Ahiret hayatındaki mutluluk da tıpkı dünya hayatında olduğu gibi yatırım yapmakla yakalanır. Ahiret için yatırım yapmayan Müslümanlar orada iş bulamazlar, aç kalırlar, sağlık hizmetlerinden istifade edemezler, arzuladıkları şeyleri yiyemezler- içemezler, istedikleri gibi giyinemezler, modayı takip edemezler, sahillerde güneşleyemezler, denizlerde yüzemezler, eğlence yerlerinde kız-erkek arkadaşlarıyla eğlenemezler, son model arabalara binemezler. Çünkü o âlem için yatırım yapmamışlardır. Bir dikili ağaçları bile yoktur orada.




Oysa asıl hayat ölümden sonra başlar. Müslümanların asıl yatırım yapacakları yerin öbür âlem olması gerekirken onlar bu dünya için yatırım yapmayı tercih etmişler, o yatırımlar da bu dünyada kalmıştır.




Ahiret yatırımı, sadece namaz kılmakla yapılmaz, sadece oruç tutmakla yapılmaz, sadece zikir çekmek, tespih çekmekle yapılmaz, sadece bayram namazına gitmekle, mevlitler okutmakla da yapılmaz. Bunlar ritüellerdir. Yatırımlar para ile yapılır, mal ile yapılır, mücadele/ cihad etmekle yapılır, Allah için ter dökmekle yapılır.





Bir kıyas yaparak konuyu biraz daha açalım:

Devletler vatandaşlarının ahlâklı olmasını ister, yalan söylemelerini istemez, katil olmalarını istemez, hırsızlık yapmalarını istemez, devlet aygıtını sıkıntıya sokacak eylemlerde bulunmalarını istemez. Bunun için onları eğitir, okullarda eğitir, seminerler-sempozyumlar aracılığıyla eğitir. Uzun soluklu verimli bir eğitimle istediği kalitede ahlâklı bir vatandaş yetiştirmiş olur. Ancak bu ahlâklı vatandaş, sadece vergi konusunda duyarsız olur da vergisini vermezse, devlet onun mallarını haczeder, malı yoksa hapse atar, kredi kanallarını tıkar, iş yapamaz hale sokar. Ahlâklı olması vergi vermediği için ceza almasına mani değildir. 





Allah da aynen devlet gibidir. Namaz gibi, oruç gibi, hac gibi, zikir gibi ibadetlerle Müslümanları eğitir. Dolayısıyla ahlâklı bir Müslüman kul oluşturur. Bu kul, zekât kaçırmayacak, sadaka kaçırmayacaktır ve yüksek düzeyde ahlâka sahip bir kuldur. Ancak bu namazlı niyazlı ahlâklı kul; sadece sadaka konusunda duyarsız olurda gerekli olan yereleri tespit ederek, hakkıyla zekâtını vermezse, fidyesini vermezse, fitresini vermezse, sosyal faaliyet yapan kurumları desteklemezse, Allah da devlet gibi onun mallarını (sevaplarını) haczeder, malı (sevabı) yoksa veya yetersizse onu hapse (cehenneme) atar.




O sadece ahlaklı bir kuldur. Dolayısıyla onun namazı, orucu, haccı ve zikri onu kurtarmaya yetmez. Çünkü ahiret için gerekli olan gerçek yatırımları yapmamıştır. Bu yatırım parayla yapılır. Allah'ın yatırım için verdiği emanet parayla... 



Müslüman kazancının en az %10 unu ahiret için yatırıma ayırmak zorundadır. Cennet kolay değildir. Günde 17 rekât namaz kılmakla, senede bir ay oruç tutmakla, ömürde bir kez Haccetmekle Cennet kazanılmaz.




Nasıl ki, ahlâklı bir vatandaş vergisini vermediğinden dolayı devlet tarafından cezalandırılıyorsa, hapse atılıyorsa, aynı şekilde ahlâklı bir Müslüman da vergisini (zekâtını) vermediği için, sosyal kurumları desteklemediği için, Allah tarafından cezalandırılacak ve mahkûm edilecektir. Cehenneme atılacaktır.




Onun ahlâkı, hakkıyla zekâtını vermediği için mahkûm edilmesine mani olamayacaktır. Vergisini vermeyen ahlâklı vatandaşın ceza almaktan kurtulamadığı gibi.




Sözü Said'i Nursi'nin sözüyle bitirelim: "Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil"







  
Rüştü Kam

ha-ber.com

24 Temmuz 2013 Çarşamba

REZİDANS'TAN KANÇILARYA'YA 2013


  



Berlin Büyükelçisi Sayın Hüseyin Avni Karslıoğlu 2012 iftarını Rezidansın bahçesinde çadırda vermişti. Sıra dışı eylemlere alışkın olmayan Berlinliler bu iftarı çok konuştular. "Laiklik elden gidiyor.!" diyenler olduğu gibi, göğüslerini kabarta kabarta "İşte bu!" diyenler de oldu. 
 
2013 yılına geldiğimizde bu kez iftar sofrası Kançılarya 'da kuruldu. İftar saatinde Kançılarya'dan semaya ezan sesleri yükseldi "Allahü Ekber... La ilahe illallah", "Allah birdir ve ondan başka ilah yoktur." Arkasından Kur'an okundu ve Almaca tercümesi yapıldı. Kur'an Kançılarya ‘da okundu, sıra dışı uygulamaya yine Karslıoğlu imzasını koydu. Küpe, uzun saç ve bu sefer de sakal. Bakanların sakallı oldukları vaki. Bu gelenek Erbakan hükümetlerinin hepsinde var. Ancak bürokratlar arasında sakal geleneğinin altına bir ilk olarak yine Karslıoğlu imzasını koydu. Sakalıyla ve uzun saçıyla Büyükelçimiz karizmatik bir hüviyet kazanmış. Yakışmış.
Büyükelçi Karslıoğlu, iftardan önce yaptığı konuşmada, birlik ve beraberlik çağrısı yaptı. Bu çağrı ile hem Türkler arasındaki farklılıkların hem de Alman tolumu arasındaki farklılıkların altı çiziliyordu. Bütün bu farklılıklara rağmen birlik ve beraberlik içinde olmak. Mutluluğun sırrı Büyükelçi'ye göre birlik ve beraberlikte yatıyordu. Ramazan ayı bir fırsattı ve iyi değerlendirilmeliydi.
 

"İslâm dininin Kutsal Kitabı Kur'an bu ayda inmiştir, bu ay insanların birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı bulduğu aydır, bu ayda herkes birbirine saygılı olmak zorundadır. Bu saygı hem Almanlar ve hem de Türkler için geçerlidir. Vesileler iyi fırsatlar teşkil ediyor. Alevi'siyle Sünni'siyle, herkes birbirinin kardeşidir ve hangi görüşten olursa olsun onlar benim de kardeşimdir. Sizler nasıl sıkıntı çekiyorsanız, ben de aynı sıkıntıları çekiyorum ben sizlerin dışında birisi değilim. Burası sizin ikinci evinizdir, bir sığınaktır, her zaman burasını sığınak olarak kullanabilirsiniz. 
 

Bizi bir arada tutan ortak değerlerimiz farklılıklarımızdan daha fazladır. Bu fazlalıklar aynen Almanlar için de geçerlidir. Farklılıklarımız işin güzelliğidir. Güzelliklerimizle birlikte yaşamak varken ayırımcılığa ne gerek var. Bizim köklerimiz Türkiye'dedir. Ancak burası da baba vatanımızdır, benim de baba vatanımdır.

Burada 3,5 milyon Türkiye kökenli insanımız yaşıyor. Yabancı düşmanlığı ve ayırımcılık sizlerin cesaretini kırmasın. Bütün gücünüzle Alman toplumu içinde yer almaya çalışın. Bu mücadeleyi birlikte yapalım, yılmayalım, yılgınlık göstermeyelim. Almanya ile Türkiye arasında çok eskilere dayanan dostluklar vardır, onları hatırlayalım. Demokrasi ve insan hakları aramızdaki müştereklerimizdir. Aramızda diyalog ve hoşgörü hâkim olmalıdır."
 

İftar yemeğine geçildi. Oldukça zengin bir menü vardı: Eller ilk önce İftariyeliklere uzandı (Pastırma, beyaz peynir, kaşar peyniri, yeşil ve siyah zeytin, ceviz, badem, kuru kayısı ve hurma). Soğuklar( Karışık kızartma, yaprak sarma, dolma, patlıcan ezmesi, Antep ezmesi, börek çeşitleri, cacık.)

Ana yemekler( Kuzu tandır, tavuk sote, güveç, döner), garnitürler( Pirinç pilavı, biberiyeli ve sarımsaklı patates), salatalar (çoban salatası, fıstıklı ve parmesan peynirli roka salatası, tatlılar( Güllaç, lokma ve baklava), mevsim meyveleriyle özenle düzenlenmiş meyve büfesi, semaverde çay ve Türk kahvesi, geleneksel kostümüyle şerbetçi. Harika bir menü ve harika bir ambiyans.
 

Mercimek çorbası servis olarak geldi masaya. Daha sonra, açık büfeye geçildi. Kuyrukta hanımların eşik sohbetine benzer sohbetlerle iftarın tadına varıldı. Bu arada dostlar birbirlerine sarıldılar ve ayak üstü de olsa hasret giderdiler. İşte Ramazan'ın bereketi burada. Karslıoğlu'nun konuşmasıyla münasip düşen bir ortama şahit olduk bu iftarda. Ailevisiyle Sünni'siyle, oruç tutanıyla, tutmayanıyla herkes birbiriyle selamlaşıyor ve kucaklaşıyordu. Umarım Kançılarya'daki bu birlik ruhu sokağa da, toplumlara da aynen hâkim olur.


Ancak gözüme çarpan bazı eksiklikleri de yazmadan geçemeyeceğim:



1-Semaverde Türk çayı demlenmeliydi, Seylan çayı değil.

2-Türk kahvesinin yanına su ve lokum mutlaka konulmalıydı.

3-Kur'an Arapça olarak okundu ve Almanca olarak meali verildi, Türkçe olarak da meali verilmeliydi. Programlarda Türkçe' den taviz verilmemeli. Mesele herkesin anlaması değil, sahip olunan değerlerin korunması olmalı. 2 dakika da Türkçe meal biterdi. 2 dakika çok uzun zaman olmasa gerektir.



  
Rüştü Kam

 
Not:

Benim için iftar yemeği o kadar da güzel başlamamıştı. Oturduğum masada bir şehir magandasıyla karşılaştım. Dernek çalışmaları yapan insanlar içinde öylesi magandaya rastlanmaz. Bu maganda oraya nereden düşmüş bilmiyorum. Belki de Elçilikte veya Konsoloslukta görevlidir. Selamün aleyküm gençler diyerek oturdum yandaki masaya, iftar öncesi tanıdıklarla sohbet etmek istedim. "Bu masa senin mi ki böyle pat diye oturuyorsun?" diye kaba bir hitapla karşılaştım. Sanki, başımdan aşağı kaynar su döküldü. Tanımam etmem. Kimdir, neyin nesidir bilmem. Dam başında saksağan vur beline kazmayı. Masadaki diğer arkadaşlar ortamı yumuşatmaya çalışsa da ben masayı terk etmeyi yeğledim.



İftara yaklaşmışken, sabırlı olmanın daha iyi olacağını düşündüm ve böylesine kaba bir yaratığa cevap verme lüksüne girmedim. Masadan kalkıp başka bir masaya gitmekle yetindim. "Oruçluyken birisi size sataşırsa, ona oruçluyum ben deyin ve oradan ayrılın."(H.Ş) Ben de öyle yaptım, ama, hâlâ içim içimi kemiriyor.



Benim oturduğum masaya sonradan Eğitim Ataşemiz Mustafa Çokyiğit Bey geldiler de biraz rahatladım, eskilerden, eski yıllardan söz ettik... İkinci kez Berlin'e geliyor. Nihayet uzun zaman sonra Berlin Eğitim Ataşesi'ne kavuşmuş oldu. Önceden de Berlin'de hizmet yaptığı için, Berlin'e yapılacak hizmetlerin neler olduğunu çok iyi bilen bir bürokrat. Berlin için bir şans. Aramıza hoş geldiniz Mustafa Çokyiğit Bey.
  
 
 
 




İsmi Türk ama filleri Türklerin aleyhinde olan kişilere oy vermeyin!

Türk Eğitim Derneği'nin iftar yemeğine katılan BIG Partisi Genel Başkan Yardımcısı İsmet Mısırlıoğlu, Türk toplumuna ''İsmi Türk ama filleri Türklerin aleyhinde olan kişilerin aday olduğu partilere oy vermekten vaz geçin!'' dedi
 
 
İsmet Mısırlıoğlu iftar yemeğine katıldı

Yenilik ve Adalet Partisi (BIG) Almanya Genel Başkan Yardımcısı İsmet Mısırlıoğlu Türk Eğitim Derneği'nin (TED) iftar yemeğine konuk oldu.
 

Türk Eğitim Derneği'nin (TED) iftar yemeğine katılan BIG Partisi Genel Başkan Yardımcısı İsmet Mısırlıoğlu, Türk toplumuna ''Oylarınıza sahip çıkın, İsmi Türk ama filleri Türklerin aleyhinde olan kişilerin aday olduğu partilere oy vermekten vaz geçin!'' çağrısında bulundu.

Berlin-Göçmenlerin oylarıyla seçilen milletvekillerinin isimlerinin Türk olmalarına rağmen Türk toplumunun değerleriyle bir bağlarının kalmadığını iddia eden Mısırlıoğlu, ''Bu kişiler artık bizleri temsil etmiyorlar. Bizim değerlerimizi temsil etmiyorlar. Meselâ Özcan Mutlu; Ramazanlarda Müslümanlarla daha yakın olmaya çalışır, ramazan geçince aslî kimliğine bürünür. Bir öğrenci mahkeme kararıyla okulda namaz kılma hakkı elde etmişti, buna ilk kim karşı çıktı dersiniz? Maalesef Özcan Mutlu çıktı. Bu konuda kamuoyu oluşturmak için yapmadığını bırakmadı. Diğerleri de ondan aşağı kalmıyorlar tabii. Memet Kılıç sünnet tartışmaları sırasında ''Sünnet kanlı bir ritüeldir.'' şeklinde Hindistan'daki bir gelenekle kıyaslayarak açıklamalar yapmıştı. Bir diğer milletvekili Ekin Deligöz de başörtüsünün bu çağa yakışmadığını belirterek, yasaklanmasını istemişti.'' şeklinde konuştu. Mısırlıoğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

''Cem Özdemir ise Stuttgart 21 olayları sırasında polisin göstericilere uyguladığı orantısız güç uygulamasını görmezden gelir, hatta desteklerken Türkiye'deki Gezi olaylarına müdahale eden polise ise, dış güç olarak müdahale etmiş ve eleştirmiştir. Demem o ki, ismi sizden olup yaptıkları işler sizin aleyhinize olan kişilerin aday olduğu partilere oy vermeye son verin.''
big-berl-turk-egt-merk-b.jpg
İftar öncesi BIG Partisinin kuruluş amacı ve hedefleri hakkında bir sunum gerçekleştiren Mısırlıoğlu, hedeflerinin Almanya'yı daha iyi yaşanılabilir, ırkçılık ve ayrımcılıktan uzak, adaletin hüküm sürdüğü bir ülke haline getirmek olduğunu söyledi.
Eğitim alanında göçmen ve Alman çocukları arasında büyük uçurumlar olduğuna dikkat çeken Mısırlıoğlu, ''Eğer böyle devam ederse çocuklarımızın geleceklerini başkaları düzenleyecek.'' dedi.

Mevcut hükümetin ve muhalif partilerin, göçmenleri, özellikle Müslümanları anlamada ciddi sorunlarının olduğunu hatırlatan Mısırlıoğlu, "Hatta bizlerle alay ediyorlar, Türkleri çantada keklik olarak görüyorlar'' dedi. Mısırlıoğlu devamla, ''Oysa onlar seçim öncesi hoşumuza giden konulardan bahsedip seçim sonrası kaybolup gidiyorlar'' diye konuştu.

Mısırlıoğlu göçmenlerin problemleriyle ilgili çözüm önerilerini şu şeklide sıraladı: ''Çözüm kimliklerin tanınmasından geçer. Herkesin kendi inanış ve kültürüne uygun, anadilinde eğitim görmesinin artık bir talep olmaktan çıkması gerek. Almanya'da siyasi ve kamusal alanda ön yargıların kalkması ve göçmenlerin en azından nüfuslarıyla orantılı olarak kamusal ve yöneticilik alanlarında temsil edilmeleri şart. 50 yıllık göç tarihinde ilk kez çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu bir parti, federal seçimlere katılmaya hak kazanıyor. Bu göç ve siyaset tarihine düşülmüş önemli bir nottur." diyen BIG Partisi Genel Başkan Yardımcısı İsmet Mısırlıoğlu, bunun önemli bir başarı olduğunu vurguladı.

Mısırlıoğlu, partisinin hedefleri hakkında da şunları ifade etti: "Kendimizi Almanya'da yaşayan her vatandaşın sesi olarak görüyoruz. Biz göçmen olsun olmasın, haksızlığa uğramış herkesi temsil ediyoruz. Sosyal adalet, fakirlikle mücadele, fırsat eşitliği önceliklerimizden olacak. Farklılıkları, kimlikleri ve değerleri zenginlik olarak görüp korunmasına destek vereceğiz. Özellikle, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele önceliklerimiz arasında yer alacak." dedi.

Mısırlıoğlu, başta göçmenler olmak üzere bütün seçmenleri 22 Eylül'de demokratik haklarını kullanmak için sandığa davet etti.

Berlin İlahiyatçılar Derneği başkanı Rüştü Kam ise iftarda yaptığı günün mana ve ehemmiyeti hakkındaki konuşmasında şunları söyledi:

''Zekât'ın kimlere verileceği, Tevbe suresinin 60'cı ayetinde gayet açık ve net olarak belirlenmiştir.  Kur'an'ın beyanına göre Zekât'ı bir kurum toplayacaktır. Aynı kurum zekât mükelleflerini ve Zekât'ın Kur'an'da açıklandığı şekilde sarf yerlerini de tespit edecektir.
big-berl-turk-egt-merk-c.jpg
Kur'an'ın belirlediğine göre; zekâtın sarf yeri sekizdir: 100'ü, 8'e bölersek, fakirin hakkına düşen kısım % 12,5 tir. Miskini de fakir kısmında değerlendirirsek,  % 12, 5 + % 12. 5 =  % 25 eder. Yani Zekât'tan fakirin hakkı % 25 tir.  Geriye kalan % 75 lik pay ise, fakire ait değildir:
*Borçlulara aittir:

Herhangi bir şekilde işini kaybetmiş veya borçlanmış olan iyi niyetli Müslümanlardır bunlar. Bu insanlar bugün zekâttan nasiplenemeyen kişilerdir. Unutulmuşlardır.

*Zekât memurlarına aittir:

Bu madde zekâtın bir kurum tarafından toplanacağını, şahıslara birebir verilemeyeceğini belirtir.

*Kalbi İslâm'a ısındırılmak istenene aittir:

Bu madde İslâm'ın tanıtımı ile ilgilidir. Tanıtım amaçlı, konferanslar sempozyumlar, açık oturumlar düzenlenir. Gazete, dergi çıkarılır, televizyon kurulur, haber ajansı kurulur, ihtiyaç duyulan alanlarda değişik dünya dillerinde kitaplar basılır ve ücretsiz olarak dağıtılır, şenlikler-festivaller düzenlenir.

*Özgürlüğünü yitirmiş olanlara aittir:

Hürriyeti kısıtlanan insanlar zekâttan payını almalıdırlar. Hapishanelerde yatan insanlardır bugün bunlar. Fikir suçluları öncelikli olarak zekâttan pay sahibidir. Sonra diğer mahkûmlar gelir.

*Allah yolunda yapılması gereken her işe aittir:

Bu madde Müslümanların hizmet sektöründe yer almalarını emreder. Hastane kurmasını, okullar açmasını, üniversiteler kurmasını, enstitüler açmasını, vakıflar kurmasını, iş yerleri- Fabrikalar kurmasını emreder.

*Yolda kalmışlara aittir:

Seyahate çıkan ve bir şekilde parası kalmayan insanlara, konaklaması, yemesi ve içmesi, memleketlerine ulaşmaları için gerekli olan miktardaki paradır. Zekât fonundan karşılanır.

Asr-ı Saadet'te, bu böyle uygulanmıştır. Zamanla işin ciddiyeti kaybolmuş ve bugünkü duruma gelinmiştir. Bugün Müslümanların uygulamaları Allah'ın iradesini tam olarak yansıtmamaktadır. Bilhassa Avrupa'da yaşayan Müslümanlar 30-40 yıldan beri Filistin, Afganistan, Çeçenistan, Somali ve benzeri ülkelere zekâtlarını vermişlerdir. Hâlâ da vermeye devam etmektedirler. Ancak bu zekâtlar oradaki insanları ayağa kaldıramamıştır, kaldıramayacaktır da. Bu uygulama zekât mükelleflerini psikolojik olarak rahatlatmış olabilir, ancak düşünseler ortada elle tutulur ve gözle görülür bir şeyin olmadığını göreceklerdir.

Müslümanların, ne kendi yaşadıkları ülkelerdeki konumları değişmiş, ne de zekât ile yardım etmek istedikleri insanların konumları değişmiştir. Böyle giderse değişmeyecektir de.

Oysa Müslümanlar yaşadıkları ülkelerde yukarıda sözünü ettiğim müesseseleri kursalardı, sıkıntı içinde olan o ülke insanlarının çocuklarını getirirler okullarda okuturlar, hastalarını hastanelerde tedavi edebilirlerdi. Bu uygulama Müslümanın asıl yüzünü gösteren bir uygulama olurdu. Lütfen bu ramazanda bir ilke imza atın. Zekâtlarınızı Berlin'de bırakın. Buradaki Müslümanların ihtiyaçları doğrultusunda kurumlaşın. Yoksa Allah'a hesap vermekte çok zorlanırsınız. Çünkü Allah, ''Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik içinde bırakırım'' der.(Yunus 100)
big-berl-turk-egt-merk-d.jpg
Müslüman toplum, tek vücut gibi olmalıdır. Toplumu oluşturan bir kısım fertler,   refah içerisinde yüzerken,   diğer bir kısım fertler: 
        -   Yoksulluk içerisinde sürünmemeli, okulsuz kalmamalı, hastanesiz kalmamalı,  yurtsuz kalmamalı,   evsiz barksız kalmamalı, işsiz kalmamalıdır.

Kur'an bu hükmü şu şekilde belirler: ''Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar, (yok mu?) işte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele! Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, cehennem ateşinde kızdırılıp, sahiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi basılacaktır.'' Tevbe 34, 35

''Hak teâlânın ihsan ettiği malın zekâtını vermeyenler; iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar, o mallar cehennemde azap aleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar onları sokacaktır.'' Ali İmran180

Elimizdeki kaynaklarda, zekât, zekât verilecek yerlerle ilgili yatırımlarda kullanılamaz diye,   mani bir hü­küm yoktur. Fakirin,  yeme içme gibi tabii ihtiyaçları yanında:

          -   Oturmak için eve, çalışıp rızkını kazanabilmek için işyerine,  tedavi edilebilmesi için hastaneye,  okumak için okula ve kütüphaneye, yurda ihtiyacı vardır.

 Personelin maaşları da zekât fonundan ödenir.  Ayrıca, yolcular için verilen zekâttan oteller/misafirhaneler yaptırılabilir. 

ha-ber.com / Zülfikar Kam / Berlin