22 Ekim 2011 Cumartesi

Bazıları dil istismarı yapıyor bazıları da din, arada kalan vatandaş oluyor



Rüştü Kam 15.09 2011

Tabii ki İş Bankası’nı kutluyorum. Üç tane kitap belirlemiş, bastırmış ve dağıtıyor. Böyle bir davranış ancak alkışlanır. Bu davranışın başka kurumlara da örnek olmasını ümit ediyorum. Ancak böylesine güzel bir çalışmanın daha da güzel olabileceğini düşünerek bazı teklifler sunmak istiyorum.

Bu kitaplar Türkiye şartları göz önünde bulundurularak hazırlanmış. Türkiye dışında yaşayan ve Türkçeleri oldukça zayıf olan insanlar düşünülerek hazırlanmamış. Yazılar çok küçük. Biri hariç diğer kitapların seviyesi de oldukça yüksek.

Çocuklara kitap dağıtılıyor, bu güzel. Nasıl bir kitap? Çocukların anlayamayacağı sevide bir kitap. Olsun kitap dağıtılıyor ya, farketmez, bu da güzel. Peki çocuklardan karnelerinin getirilmesi  neden isteniyor? Karne ne işe yarayacak? Karnesini getirmeyen çocuk kitap alamayacak mı veya karnesi zayıf olan çocuğa kitap verilmeyecek mi? Onu anlamak mümkün değil.

Maksat çocuklarımızın  Türkçe konuşma ve anlama seviyelerini yükseltmekse, bu kitaplar niçin sadece İş Bankası’ndan dağıtılıyor? İş Bankası, Berlin’de hizmet veren sivil toplum kuruluşlarıyla yardımlaşarak bu kitapları dağıtsa daha şık olmaz mıydı?

Ben kitap almak için İş Bankası’nın Kreuzberg şubesine gittim, “
-Çocuğunuzla beraber gelmeniz lazım” dediler. Hem de çocuk karnesiyle beraber gelecek dediler.  
-Neden çocuğumla beraber geleceğim” dedim, “
-Kural böyle dediler”. “
-Şimdi ben Wedding’ten buraya kadar geldim, kitap almak için geldim,. ben geriye kitap almadan mı döneceğim dedim.
-Üzgünüz dediler. .

İş Bankası para dağıtsa, anlayacağım; belki çocuğuma parayı vermeyeceğim düşünülebilir. Ben kitap alacağım, okumak için kitap alacağım, parasız dağıtıyoruz dedikleri kitabı alacağım, kitap okumanın dışında başka ne yapılabilir  ki...?

Diyelim ki Spandau’da oturan bir vatandaşımız var. Reklamı duydu, kitap alacak. Kreuzberg’e gitmesi lazım veya Wedding’e. Üstelik yanında çocuğu da olması lazım, hem de karnesiyle birlikte.

Eğer U-Bahn bileti yoksa 9,20 Euro’da bilet parası ödemesi lazım. Kitapları para ödeyerek alsa, bu durumda  daha ucuza alması mümkün.

Yapılan hizmetler maalesef vatandaşa en kısa yoldan en ucuza nasıl ulaştırılır, bu’nun hesabı yapılmıyor. Biz böyle istedik, böyle düşündük, bir de gazete çağırırız, birkaç resim, bir de tanınmış bir sima olursa olay tamam.
Al sana reklam. Hizmetten ziyade,  tamamen reklam kokan bir uygulama.

Bu tip uygulamaları protesto etmek lazım diye düşünüyorum. İş Bankası çocuklarımızın Türkçelerinin gelişmesine yardımcı olacaksa, bunun yolu banka önlerinde kitap dağıtmaktan geçmemelidir. İş Bankası parası olan bir kurumdur. Hem de yıllardır yaptığı para transferlerinden vatandaşlarımızdan oldukça yüklü paralar kazanmış bir kurumdur.

Bence bunun yolu Türkçe dil kursu açmaktan geçer. Uygun görülen bazı ilçelerde Türkçe dil kursları açılır ve bu kursların giderleri İş Bankası tarafından ödenir. İşte o zaman yapılan hizmet, hizmet olur. vatandaşı düşünmek olur.

Hep dini duygular tetiklenerek vatandaş istismar edilecek değil ya, bazıları da işte böyle dil istismarı yaparak vatandaşı istismar ediyor.

İş Bankası bedavaya kitap dağıtıyormuş(!).
Kime dağıtıyormuş? Karnesini yanında getiren çocuğa(!)
Çocuk yalnız mı gelecekmiş? yok karnesiyle.
Yanında anası veya babası gelmeyecek miymiş...?

DİNİ CEMAATLER NE İŞ YAPARLAR?


Rüştü Kam 2011

İslâm dinini din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların rehber edinmeleri gereken kitabın adı Kur’andır. Kur’anla müslümanları tanıştıran kişiye peygamber denir. O’nu Allah seçmiştir. Seçilen bu kişiler güvenilir kişilerdir. Son elçi olduğu, Seçen tarafından son peygamber- dir diye ilan edilen kişinin adı Muhammed’dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi’den 6 asır önce İncil’de ilan edilmiştir. Bunlar Elçi’dirler, kendilerine emanet edilen “Emanet’e” birşey ilave edemezler ve O’ndan birşey eksiltemezler. 

Dinler insanların dünya hayatını dizayn etmek için gönderilirler. Arzulanan, ahiret hayatının mutlu bir hayat olarak devam edebilmesidir. Bu gaye için  bir dizi ön şart sıralar Allah, Elçi’ye emanet ettiği O Kitap’ta.  

İbadetler, emir ve yasaklar bu ön şartları oluştururlar. Cemaat olarak yaşamak bu ön şartlardandır. Cemaat topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler daha ziyade insanların dünyada mutlu bir hayat sürebilmeleri için konulmuştur:
-Barış içinde yaşanılacaktır.
-Zulüm yapılmayacaktır, zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime ağırlık verilecektir.
-Komşuların hakkı korunacaktır.
-Adaletle muamele edilecektir.
-Doğa korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza edilecektir.
-Fakirler görüp gözetilecektir. 
-Kurumlaşılacaktır v.b.

Cemaatleşmenin amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarda zikredilenler. Dinî kaynaklı olan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme Allah’ın emridir. Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi çalışmalar güçlerin birleşmesiyle yapılır. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.” (Âl-i İmrân  103)

Günümüzde cemaatler güçbirliği yapmak için değil, sanki güçbirliği yapanları zayıflatmak için oluşturulurlar. Dinî cemaatler bu amaca uygun olarak kurdurulur. Almanya’da hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bir bakarsak; onların Allah’a kul değil kendilerine üye yatiştirmekle meşgul olduklarını görürüz. İstisnalar her zaman vardır elbette.
Cemaat başkanı veya hocası, kendisinin dışındaki dinî cemaatlerin yanlışlarını anlatır cemaatına. Kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatıdır. Yani fırka-i naciye kendisidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren topluluk demektir. Güya son Elçi: ”Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, içinden bir tanesi kurtuluşa erecektir, 72 si dalâlettedir.” buyurmuştur. 

Almanya’daki dini cemaatler ne iş yaparlar diye bakarsak; “kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız”ın hesabını yaptıklarını görürürüz. Camide çocukların okutulması da aynı amaca yöneliktir.

Samimiyetle, canını dişine takarak hizmet eden, sadece Allah rızasını gözeten gerçek mü’minler bu dairenin tabii ki dışındadırlar. Allah onlardan razı olsun, onların yar ve yardımcısı olsun. Ne mutlu o Allah dostlarına...

Bazı cemaatlerin camilerinde, zekatlar  toplanır,  fitreler toplanır,  kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek anlatılır.  Sinevizyon gösterileriyle inanların duyguları harakete geçirilir.  Hedef duygu sömürüsü yaparak daha çok para elde etmektir. Bu cemaatlerın hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak hizmet yoktur  desek yeridir.

Çocukları, pedagojik formasyonu olmayan hocalar okutur genel olarak. Bazı camilerde bir hoca 50-60 çocuğu bir iki saat içinde okutmak zorundadır. Bir çocuğa düşen zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki üç çocuğu aynı anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek istenilmez. Çünkü, toplanan paralar camilerde kalmaz, genel merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar yaptıkları hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner.  Çarkın yanlış döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı dillendirenler hemen görevden alınırlar. Hem de çeşitli iftiralar atılarak görevden alınırlar.

Dinî cemaatlerin :
-Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur’an öğretmeni, dindersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur. 
-Hukuk büroları yoktur.
-Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur.

Yani gelecekleri yoktur...

Topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler onlar. Bazen bu paralar, Somali’ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan’a yardım diye çıkar, bazen Filistin’e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Özel olarak kurulmuşlardır. Yıllardan beri ne Afganistan’ın problemi çöçözülmüştür, ne Filistin’in, ne Çeçenistan’ın... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat  bu paranın hesabını sormaz veya soramaz.

Bu sorumsuz sorumluların tutumu yüzünden; dini cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek ortak çalışma içine girememektedirler. Meşrep çalışmaları dini hizmetlerin devamlı önünde tutulmaktadır. Olmazsa olmaz olan, din değil de sanki meşrepmiş gibi hareket edilmektedir.
Örneğin, 50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri yetiştirememektedirler. İmam yetiştiren bir yüksek okul açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi meşrebe göre din alatacaktır, Kur’an’ı hangi meşrebe göre yorumlayacaktır? Sorun buradadır.  Yazıktır, günahtır.

Dini cematler birbirlerinin ayağına basmayı bırakarak, en kısa zamanda bir araya gelmeli ve bu gidişe dur demelidirler.

Türkiye’den getirilen geçici hocalar, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz para kazanarak, ceplerini doldurarak geriye gitmeyi düşünüyorlar. Etliye sütlüye karışmadan zamanlarını doldurmak istiyorlar. Bu yüzden ciddi çalışmaların altına imza atamıyorlar. Cami derneklerinin de işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap.  Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor. Tekerin önüne taş koymak isteyen olursa, ona da haddini bildirmek o kadar zor olmuyor.

20 yıl öncesinde camiler Ramazanlarda, Cumalarda dolup taşardı. 20 yıl sonrasında ilave cami yapılmamasına rağmen camilerdeki tutulan saflarda boşluklar olabiliyor. 20 yıl önce doğan çocuk bugün 20 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin olduğunu düşünürsek, bugün camilerin cemaati almaması grekir.

Bu duyarsızlık böyle devam ederse 20 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır.  Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra gelen nesil çekecektir.

Kendi çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, Afrika’ya el uzatmak ihanet değildir de nedir?  Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa,  birgün et yese ne olur yemese ne olur...

“Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde bırakırım.” (Yunus 100)

Kiliselerin papaz yetiştiren:
-Yüksek okulları vardır.
-Vakıfları vardır.
-Sosyal konutları vardır.
-Danışma merkezleri vardır.
-Meslek okulları ardır.
-Televizyonları, dergileri vardır.
-Yayınevleri vardır.
-Araştırma merkezleri vardır. 
-Meslek okulları varıdır v.b.
-Hastaneleri vardır.
-Üniversiteleri vardır.

Müslüman cemaatlerin ise:
-Tarihe mal olmuş ataları vardır (!)
-Babaları deleri müftüdür (!)
-Kalpleri temizdir (!)
-Somalileri vardır (!)
-Filistinleri vardır  (!)
-Afganistanları vardır (!)

Ancak, kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapihanededir. İş merkezlerinin kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta.  

Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?

 

İSLAMDA TEVHİD BİLİNCİNİN ÖNEMİ


13.07.2006
rüstü kam
Yeni Olay Gazetesi

İslam'da Tevhid inancı esastır. Tevhid inancı sayesinde şirkten uzaklaşılır, Tevhid inancı insana kimlik kazandırır, tevhid inancı sayesinde insan duruşunu belirler. Tevhid inancına sahip olan insanın rengi bellidir. O „Allahın boyası…“ ile boyanmıştır. Dolayısıyla o kişi küfrün önünde eğilmez, dimdik durur ve her zaman küfrün karşısında kıyamdadır. Sıranın kendisine gelmesini beklemez, sıra başkalarındayken de o, sıradaki kişi gibi her an teyakkuzdadır. Alman Papaz Pastor Martin  Niemöller  sıra beklemenin sonucunun nelere mal olabildiğini bakınız nede güzel dile getirmiştir:
''Naziler Komunistleri almaya geldiklerinde;
Ben sustum: Çünkü ben Komunist değildim.

Sosyal Demokratları tutuklamaya başladıklarında;
Ben sustum: Çünkü ben Sosyal Demokrat değildim.

Sendikacıları almaya geldiklerinde;
Ben sustum: Çünkü ben Sendikacı değildim.

Yahudileri almaya geldiklerinde;
Ben sustum: Çünkü ben Yahudi değildim.

Sonunda beni almaya geldiler,
Ama artık konuşabilecek kimse kalmamıştı.''

Dilerseniz tevhid inancı konusunda birazda sözün sahibini  dinleyelim. 
Yüce Allah (cc) buyuruyor: 'Deki: O, Allah birdir.'[1]  ve yine buyuruyorki: ’’Allah, O’ndan başka ilah olmayandır.’’[2]Bir başka ayeti kerimede ise şöyle buyurmaktadır: ’’Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allahım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl..’[3]
Bir diğer ayeti kerimede de kesin bir emirle ‚Fea`lem ennehu la ilahe illallah.’ “Bilki ! Allahtan başka ilah yoktur.[4]
Hz.Peygamberimiz (s.) de şöyle buyurmuşlardır: ‚Ben ve benden önceki Peygamberlerin söyledikleri en üstün söz: La ilahe İllallah..’dır.

Sevgili okuyucularım;
İslâm Dîni: Tevhid akidesi üzerine kurulmuştur. Tevhid ise; mutlak anlamda, Allah’ın bir olduğuna, O’ndan başka ilahın olmadığına, ortağı ve benzerinin bulunmasının kesinlikle mümkün olamayacağına kesin olarak inanmayı ifade eder.

Tevhid: Hem inanç edsaslarında, hem de ibadet konularında hiç bir şeyi hiç bir şekilde Allaha şirk koşmamak demektir.

Tevhid: Bütün Peygamberlerin hem ortak inançları, hem ortak söylemleri, hem de ortak eylemleridir. 

Yani Tevhid; bütün peygamberlerin ve onların yolunu takip edenlerin ortak davalarıdır. Allah’ı Bir’lemek, O’na hiçbir şeyi hiç bir surette ortak koşmamak. Alemlerin birtek Yaratıcı'sının varlığına, yaratma ve hüküm koymanın O’na ait olduğuna, sonunda dönüşün O’na olacağına kesin bir şekilde inanmaktır. Kendisine kulluk edilip inkar edilmemesi, şükredilip nankörlük edilmemesi, itaat edilip isyan edilmemesi gereken sadece O’nun olduğuna inanmak da tevhid akidesinin temel ilkelerindendir. Bütün bu ilkeler ‚Leilehe illallah’ kelimesinin içerisindedir. Ve İslâm Dîni işte bu temel üzerine bina edilmiştir. ‚Muhammedunrasulullah’ Rasulullah (s.) işte bu temel üzerine bina edilmiş olan İslam dininin elçisidir, O’nun sünnetiyle  ve pratik uygulamalarıyla da İslâm'ı doğru anlamak, doğru inanmak ve yaşamak mümkündür. 

Kur'an bütün insanlığı bu tevhid akidesine davet etmiştir. Allah'ın Rasülü de bu akide ile daha önceleri taşlara, putlara tapan, Allah’tan başka ilahlar edinen insanlardan muazzam bir topluluk oluşturdu ki, onlar kıyamete kadar örnek toplum olarak hep anılacaklardır. Bu günün insanlığı da, mevcut sapıklıklardan ve hurafelerden yine Kur'an'ın öngördüğü Tevhid inancına ve esaslarına ve de Rasulullah’ın öğretilerine dönmeleri ve ona sımsıkı sarılmaları neticesinde ancak örnek bir toplum haline gelebilirler. Bundan başka çare  de  çözümde yoktur. Üzerinde yaşadığımız bu maddeci dünyada çocuklarımıza verebileceğimiz en büyük hediye Tevhid inancının esasları ve Tevhid akidesi üzerine kurulmuş bir dünya görüşü olacaktır.

Sevgili okuyucularım,
İnsanlığın giderek inanç ve dini değerlerden uzaklaştığı, maneviyat ve ahlâki değerleri önemsemediği bir dönemde, Rabbim Allah, Peygamberim Hz. Muhammad Mustafa, Dinim İslam, Kitabım Kur’an diyen ve İslam’ın temeli ve ruhu olan tevhid akidesinden taviz vermeyerek, son nefeslerine kadar O’nunla yaşayan ömrünün son sözü de kelimei tevhid olanlara müjdeler olsun.

Selam ve dua iele....


[1](İhlas:1)
[2](Bakara:255)
[3](Taha:14)
[4](Muhammed:19)

EĞİTİM


Rüştü Kam
19.04.2007

Eğitim insanlığın doğuşundan beri daima olagelmiştir, günümüzde de uygarlık düzeyi ne olursa olsun her toplumda süregelmektedir. Nüfusla sınırlı olan ilkel bir kabilede, insanoğlu bir taraftan temel ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığı araçları geliştirmeye çalışmış, bir taraftan da toplumdaki çocuk, genç ve diğer yetişkinlere, örgün olmayan bir eğitim vermiştir. Böyle bir toplumda birey, canlı -cansız çevre ile etkileşim yoluyla öğrenmiştir ve öğrenmektedir. Öğrenmenin oluştuğu her durumda, insan davranışlarını değiştiren bir eğitim sürecinden söz edilebilir. Örnek olarak ; balıkçılıkla geçinen ilkel bir kabilede, babasının peşine takılarak balık avına giden çocuk kendi yaşamı içinde eğitilmektedir.

Uygar toplum, sosyal yaşamını sürdürebilmek için çeşitli kurumlar geliştirmiştir. Eğitimin kurumsallaşması için de ‘’okul’’ lar kurulmuştur. Ancak bu olgu, eğitim  kavramını ‘’okul’’la sınırlandırmak anlamına gelmemektedir. Önce, okula başlayan çocuğun o güne değin 6 yıl içinde pek çok şey öğrendiği unutulmamalıdır. Keza, birey, günün yirmi dört saatinin en çok altı saatini (1/4 rini) yada  (%25 ini)  okulda geçirmektedir. İkili, üçlü öğretim yapanlar okullarda bu 1/8’ ze hatta 1/ 12’re kadar düşmektedir. Okul saatleri dışında, birey, sosyal ve doğal çevre ile etkileşim halindedir. O halde ‘’eğitim’’, okula gelmeden önce ailede, çevrede ve okul sırasında da okula paralel olarak çevrede ayrıca süregelmektedir. İdeal olan, okul içi ve dışı eğitimin birbiriyle tutarlı olması ve birbirini tamamlamasıdır. Bunun için okul ve yaşam arasında bir kaynaşma gerekir ve yetişkinlerin okul içi eğitimden haberdar olmaları önem taşır.

İnsanımızın yaşadığı ve hızlı kültürel değişme gösteren Avrupa ülkeleri toplumlarında, kuşaklar arası mesafe ve iletişim yetersizliği sebebiyle okul içinde ve dışında sürdürülen eğitim arasında ciddi çatışmalar doğabilir. Örgün eğitimden sorumlu olanlar, bu çatışmaların kökenine, okul dışı yaşamın etkilerine inmek durumundadır. Okul, kendisine yapılan yatırımı hak etmek ve sosyal prestij kazanmak istiyorsa, öğrencinin okul dışı davranışlarına inmek, bunları etkilemek ve hatta bunları geliştirmek zorundadır.

Eğitim, okul öncesi ve okul yaşamında sürdüğü gibi okul sonrası da, diğer bir deyimle, yaşam boyu devam etmektedir. Günümüzde bir slogan haline gelen ‚yaşam boyu eğitim’ , eğitim sözcüğünün kapsamında esasen vardır; yeni olan, eğitimin yaşam boyu devam etmesi değil, fakat, çağımızda böyle bir gereksinim duyulması ve eğitimin yaşam boyu sürmesi için kurumsallaşmasıdır. Bu aşama, yüzyılımızın başında Durkheim’ın, eğitimi, ‘’yetişmiş olan kuşakların yetişen kuşakları metodlu olarak eğitmesi’’ şeklinde tanımlamasının  bu kavramı ne kadar daralttığını göstermektedir.

Gerçek şudur ki, günümüzde, yaş boyutu, eğitim açısından önem taşımakta, eğitimde kuşaklararası ve kuşaklar içi karşılıklı etkileşimden söz edilmektedir. Herhangi bir yaşta yeniden eğitimine devam etmek isteyen birey, kendisinden daha genç bir kadro tarafından eğtilmeyi yadırgamamaktadır.

EĞİTİMİN ALANI

Eğitim, en genel anlamıyla, insanları belli amaçlara göre yetiştirme sürecidir. Bu süreçten geçen insanın kişiliği farklılaşır. Bu farklılaşma eğitim sürecinde kazanılan bilgi, beceri, tutum ve değerler yoluyla gerçekleşir. Günümüzde okullar, eğitim sürecinin en önemli kısmını oluşturur. Eğitim yalnız okullarda yapılmaz. Günlük hayattaki eğitim-okul bitişikliği eğitim denince ‘’okul’’u hatırlatır.
Oysa, okul dışında da gençleri ve yetişkinleri bir mesleğe hazırlamak ve onların hayata uyumlarını kolaylaştırmak için açılmış kısa süreli eğitim veren kurumlar vardır. Ayrıca eğtim ailede, iş yerinde, asker ocağında, camide ve insanların oluşturdukları çeşitli gruplar içinde yer alır. En geniş anlamı ile eğitim toplumdaki ‘’kültürleme’’ sürecinin bir parçasıdır.

KÜLTÜRLEME

İnsanın kişilik YAPISI büyük ölçüde içinde doğduğu ve yetişdiği kültür tarafından belirlenir. Her toplum kendi kültürünün özelliklerini yeni kuşaklara geçirir. Toplumun, bireyleri kendi kültürünün istek ve beklentilerine uyacak şekilde etkilemesi ve değiştirmesine ‘’kültürleme’’ denir. Insanın çocuk, genç ve yetişkin olarak kendi toplumuyla bütünleşmesi toplum içinde etkinlik kazanması ve yetişmesi sırasında karşılaştığı bilinçli ve bilinçdışı öğrenmeler bu süreç sonunda elde edilir.

Kültürleme ailede, sokakta, işyerinde her türlü merasimde biliçli ya da biliçdışı kendiliğinden oluşan ve bireysel olan öğrenmeleri de kapsar . Kültürlemenin amaçlı olarak yapılan kısmı eğitimdir. Bu nedenle, eğitim ‘’kasıtlı kültürleme süreci’’ olarak da tanımlanmaktadır. İnsanın yetişmesinde kasıtlı olarak yapılan kültürlemenin yanısıra, yaşam içinde kendiliğinden oluşan öğrenmelerin de önemli rolü vardır. İnsanlar kişilik özelliklerinin, değerlerinin ve becerilerinin bir kısmını bu yolla kazanırlar. Eğitimciler kültürlemenin bu kısmını ‘’informal’’, amaçlı olarak yapılanı ise ‘’formal eğitim’’ olarak adlandırırlar.       

EĞİTİM VE ÖĞRETİM AMAÇLARI

1- Toplumsal bakımdan :
a) İnsan olmanın ve de müslüman olmanın şerefini anlamayı öğretmek ve bu şerefi korumanın sorumluluğunu öğretmek ve kavratmak,
b) İslam tarihinin değerlerini korumayı kavramak, İslam esaslarına  bağlı olmanın önemini benimsetmek,
c) Yaşanılan ülkenin anayasasının sağladığı hak ve hürriyetleri kullanırken yasalara saygılı olmayı, devlete karşı olan ödevlerin  yerine getirilmesi konusundaki hassasiyeti, öğretmek, ve kavratmak,
d) Bütün insanlara karşı iyi niyetli olmanın fayda ve zararlarını öğretmek ve kavratmak,
e) Insanlar arasında toplumsal dayanışma ilkelerini bozmayan fikir ayrılıklarını hoş görmenin getirisini ve götürüsünü öğretmek ve kavratmak,
f) Ülke kaynaklarını korumanın bir vatandaşlık görevi olduğunu öğretmek ve kavratmak,
h) İyiliği emretmenin, kötülükten sakındırmanın vebalini ötretmek ve kavratmak,
i) Bilimsel çalışma ve ilerlemenin toplum için getireceği faydaları öğretmek ve kavratmak.

II- Kişisel bakımdan :
a) Öğrenme ve gelişme isteğine, pratik hayatın gerektirdiği bilgi ve becerilere sahip olmak,
b) Anadilini doğru olarak konuşmak ve yazmak,
c) Yaşadığı ülkenin dilini doğru olarak konuşmak ve yazmak,
d) Çevresinin sağlık şartlarını düzeltmek için uğraş vermek,
e) Sportif faaliyetlere ve makul olan  eğlencelere katılmak,
f) Kendi davranışlarını denetliyebilir ve iyiye yöneltebilir hale getirmek,
g) Serbest zamanlarını temiz ve yararlı işlerle geçirmek,
h) Güzel sanatları ve tabiatı sevmek
i) Sorumlu işler almaya hazırlıklı, girişkenlik yeteneği gelişmiş insanlar yetiştirmek;

III- İnsanlık ilişkileri bakımından:
a) Başkalarıyla birlikte çalışmanın ve ekip içersinde uyumlu davranmanın yollarını öğretmek ve kanratmak,
b) Sözüne güvenilir insanlar yetiştirmek ,
c) Davranışlarında nezaket ilkelerine uymanın gerekli olduğunu öğretmek,
d) Aileye değer vermenin getirilerini, evi yönetmede becerikli olmanın yollarını öğretmek,
e) Ailesinin bütün üyelerine karşı saygılı ve şefkatli olmanın zaruretini kavratmak

IV- Ekonomik hayat bakımından:
a) Fertleri çalışmanın zevkini duyar hale getirmek,
b) İşi üzerindeki gücünü geliştirerek sürdürmenin pozitif gertirisini kavratmak,
c) Yeteneklerine uygun işi seçebilmenin, mesleğinde başarılı olabilmenin güven açısından faydalarını kavratmak;
d) Geçimini sağlamanın özgüven açısından faydalarını kavratmak,
e) Hesabını bilir bir insan olmanın gelecekteki faydalarını kavratmak.

TÜRKÇEYİ EN GÜZEL BİR ŞEKİLDE ÖĞRENMEK VE KONUŞMAK

Türkçe, önümüzde duran büyük bir meseledir. Bu, bütün kuşaklar için büyük bir meseledir.
Anadilini bilmeyen insan:
-Dinini yeterince öğrenemez.
-Kültürünü öğrenemez.
-Tarihini öğrenemez.
Dinini, kültürünü, tarihini bilmeyen insanlar, hiç bir zaman kompleksten kurtulamazlar.

TÜRKÇE ÖĞRENMEDEKİ AMAÇLAR:

1- İnsanlarımızı, söz ve yazı ile ifade olunan düşünceleri, duyguları, iyi ve doğru olarak anlamaya alıştırmak,
2- Onlara, gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini, incelediklerini, öğrendiklerini, düşünüp tasarladıklarını söz ve yazı ile doğru olarak anlatma gücünü kazandırmak,
3- İnsanlarımıza Türk dilini sevdirmek, onlarda yaş ve seviyelerine göre yazılmış yararlı kitap ve yazıları aramak, bulmak ve okumak için sürekli bir ilgi uyandırmak,
4- Türk dilindeki kelimelerin anlamlarını, doğru yazılış ve okunuşlarını öğreterek onların kelime haznelerini, yaş ve seviyeye uygun bir şekilde zenginleştirmek.
5- Dilimizin bağlı olduğu ana kuralları sevdirip şğreterek, onlarda Türk dilini düzgün kullanma özgüvenini oluşturmak.
6- İnsanımızda inancını kökleştiren, insanlığa yararlı, estetik bakımdan değerli düşünce ve sanat eserlerini tanıma yeteneğini geliştirmek.
8- Yazılı metinler yoluyla insanlarımızın hayat ve tabiatı tanımasına, bunları sevmesine yardım etmek. İnsan ruhunun gelişmesinde iyi bir ana dili öğretiminin rolü ölçülemeyecek kadar büyüktür.



OKUMA

Okumanın amaçları:
1- İnsanlarımızın okuduklarını doğru ve çabuk anlamasına yardımcı olmak, tabii ve anlamlı okuma alışkanlıklarını geliştirerek, sesli ve sessiz okumayı iyileştirmek.
2- Türlü konularda okuma becerisini genişleterek insanımızın kelime haznesini zenginleştirmek ve okuma zevkini yükseltmek.
3- Hertürlü konuda okuma alışkanlığı kazandırarak, insanımızı ön yargılardan uzaklaştırmak ve  karakter karakter sağlamlığı kazandırmak.
4- İnsanımızı güzellikler konusunda bilgilendirerek, estetik değerler üzerinde düşündürmek.
5- İnsanımıza boş zamanlarını okumakla geçirme alışkanlığını kazandırmak.
6- İnsanımıza kitap okuma alışkanlığı kazandırarak, kitap sevgisini ve kitap sahibi olma isteklerini teşvik etmek ve geliştirmek.

Öğrenimin büyük ölçüde okumaya dayandığını göz önünde bulundurulmalı, konu ile ilgili çalışmalar külfetli de olsa asla vazgeçilmemelidir.

YAZMA

1- Türkçe öğrenme yazma yoluyla desteklenmeli hatta yazmaya büyük önem verilmelidir.
2- Kişiliklerin gelişmesinde yazmanın rolü büyüktür. İnsanımıza; tasarladığını, gördüğünü, yaşadığını, duyduğunu, okuduğunu ve düşündüğünü yazıyla doğru düzgün maksada uygun ve güzel olarak yazma yürekliliği kazandırılmalıdır.
3- Özellikle yazının imla kurallarına uygun olarak yazılmasına özen gösterilmelidir.

Selam ve dua ile….

KURBAN (lll)

Rüştü Kam  Kasım 2011

Sevgili Berlinliler, Türk Eğitim Derneği ve Berlin İlahiyatçılar Derneği “lll. Kurban Bayramı Sokak Şenliği”ne sizleri davet ediyorlar.

“Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz
kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık...

Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni
kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde
haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır...”       

Böyle anlatıyor bayramı Can Yücel, bu veciz dizeleriyle…

Evet sevgili Berlin’liler, gelin bu “Kurban Bayramı”nı Alman dostlarımızla birlikte kutlayalım. Evimiz, sokaklarımız mutlulukla neşeyle dolsun.

“Kurban Bayramı” müslümanlar için önemli bir bayramdır. Çünkü müslümanlar bugün insanların, tanrılar için kurban edilmesine Allah tarafından son verildiğine inanırlar. Bundan dolayı bu bayramın adı, aslında ölümden kurtuluşun bayramıdır. Kesilen kurbanlar Allah’a teşekkür anlamı taşır. 

Müslümanlar bugün yaşama sevinciyle coşarlar. Severler ve sevilirler, sevinçlerini kurban keserek ve kestikleri bu kurbanı da dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle birlikte  paylaşırlar.

Kısaca Kurban’ın tarihine bakacak olursak, Kurban’ın, hak olan dinlerde de beşerî olan dinlerde de var olduğunu görürürüz. Hz.Adem'in oğullarından Hâbil ile Kâbil birer kurban kesmişler, Allah haklı olan Hâbil'in kurbanını kabul ettiği halde Kâbil'in kurbanını kabul etmemiştir( Maide, 5/28).

Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesi rüyasında emredilmiştir. Ama baba bıçağı oğlunun boğazına çalacağı zaman Allah  ona büyük bir koç göndererek oğlu yerine bu koçu kesmesini emretmiştir. Böylece baba-oğul ideal bir itaat, teslimiyet ve fedakârlık örneği vermişlerdir (Saffat, 37/107).

İlkel dinlerde krallar, kâhinler, ölüler ve putlar için kurban kesilirdi. İslâm öncesi Araplar da putlar adına kurban keserlerdi ( Maide, 5/3, Bakara, 2/173, En'am, 6/145, Nahl, 16/115).

Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah'ı kurban etmeye niyetlenmiş, fakat yaptığı istişareler sonunda onun yerine yüz deve kesmişti (İbn Hişam, es-Sire, I- 98).
Görüldüğü gibi İslâm tâ Hz. Adem'den beri süregelen kurban kesme geleneğini korumuş ve bu geleneği insancıl olmayan uygulamalardan arındırmıştır. Hayvanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhamet esasları dahilinde yeni bir düzenleme getirmiştir.

Kurban kesmek zorunlu değil, gönüllü bir ibadettir. Kurban kesmek için zengin olmak da şart değildir. İsteyen ve imkan bulan her müslüman kurban kesebilir.

Kurban kesmenin asıl amacı insanlarla bir araya gelerek kucaklaşmaktır. Karşılıklı fedakarlıktır. Sahip olunan malın birlikte paylaşılmasıdır. Bu paylaşımda ihtiyaç sahiplerinin de gözetilmesi gerekir. 

Hz. Peygamber kurban etlerinin kavrularak saklandığını ve ihtiyaç sahiplerine verilmediğini görmüş ve: "Hiç bir kimse kestiği kurbanın etini üç günden fazla evinde ve elinde tutmasın" buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in koyduğu bu yasağın amacı, insanların bencil duygulardan uzaklaşmalarını ve paylaşımcı bir ruhla  geniş halk kitleleriyle kucaklaşmalarını sağlamaktır.

Türk Eğitim Derneği ve İlahiyatçılar Derneği Kurban’ın belirttiğimiz amacına uygun olarak kesilmesine önem verir. Bu amaçla Berlin’de bir ilke daha imza atmışlardır. Geçen sene ikincisini yaptığımız bu şenliğin bu sene üçüncüsünü yapıyoruz. Bu kurbanlar Türk Eğitim Derneği’nin çalışmalarını destekleyen duyarlı müslüman kardeşlerimizin kurbanlarıdır.

Amacımız, kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır.
Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakarlığımızı ve sevincimizi onlarla paylaşmaktır.

Yüce Allah sadaka vermeyi emreder. Ve der ki, “Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın”.

Bizler Berlin’de yaşıyoruz. Berlin’de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza  karşı  görevlerimiz var bizim, hayırlarımızı verirken, önceliği Berlin’e tanımalıyız.

„Kurban“ı sadece et yemek olarak görmeyelim. Sadece et  bayramı olarak da görmeyelim: Çünkü,  „Kurbanın ne eti, ne de kanı Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan sizin takvanızdır.“ (Hacc 37) buyuran Yüce Mevlâmız konunun önemini vurgulamıştır.

Yardıma muhtaç olan insanlara elbette el uzatmak gerekir. Böyle bir yardım farzdır. Ancak; kendi evimizde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz. Oraya bir kova su gönderebiliriz, ama hortumu uzatamayız...Uzatırsak biz yanarız…

Yani, Allah bize öncelikli olarak Pakistan’daki, Afganistan’daki, Somali’deki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. Fakat Berlin’deki insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta, Alman komşunuz Thomas’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye soracaktır…

Değişik ülkelere  yapılan yardımlara karşı değiliz. O eli de tutalım, ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Kendi çocuğumuzu kuyudan çıkardıktan sonra  tutalım o eli.  O ülkelerin insanlarına dünya devletleri  yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor… Oysa bize ve bizim geleceğimize kimse yardım etmiyor, yatırım yapmıyor…

Yıllardan beri Afrika’da ve Asya’da  kurbanlar kesiliyor, ama sonuç değişmiyor. İnsan yılda bir öğün et yese ne olur yemese ne olur. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse bu bir gün et yemenin anlamı ne olabilir ki?

O insanlara bir lokma et yedireceğiz diye uğraş vereceğimize, bulunduğumuz ülkelerde  kurban paralarıyla özel okullar, üniversiteler, hastaneler açsaydık daha hayırlı bir hizmet yapmış olurduk.

Şimdi o ülkelerdeki gençleri getirip kurban paralarıyla bu okullarda  okutabilir veya hastanelerde tedavi ettirebilirdik. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olurdu.   

Ne dersiniz; isterseniz yardımlarımızı yaparken biraz da konuya bu tarafından bakalım….

İşte, Türk Eğitim Derneği, Berlin İlahiyatçılar Derneği, Hikmet Kütüphanesi ve Berlin Veliler Topluluğu  bu amaçlar doğrultusunda çalışmalarını temellendirdi ve bu “lll.Kurban Bayramı Sokak Şenliğini” düzenledi. Arzumuz bu şenliğin gelecek senelerde Berlin’in bütün ilçelerinde düzenlenmesidir.  

6 Kasım’da müslümanların Kurban Bayramı’dır. Kısa bir süre sonra da Hristiyan aleminin önemli günlerinden biri olan Weihnachten geliyor. Nasıl Alman komşularımız bizim davetlerimize katılıyorlar ve en önemli günümüzde bizlerle birlikte oluyorlarsa, bizler de onların davetlerine katılalım ve o önemli günlerinde onlarla beraber olalım. O zaman Sarrazin ve Sarrazin gibi insanlar kötü emelleri için bizleri malzeme olarak kullanamayacaklardır.

Cumhurbaşkanımız Sayın Christian Wulff’un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı sözüyle yazımı bitirmek istiyorum: “İslamiyet de  Almanya’nın bir parçasıdır”.

KURBAN (ll)


Rüştü Kam  Kasım 2011

"Bu kadar kurban kesmeye gerek yok!"

Kurban kesmek ibadet olmaktan çoktan çıkmış durumda. Kurban bayramı et bayramına dönüşmüş durumda. Kimisi kurban bayramında hayvanını kesiyor ve derin dondurucuya koyarak canı istedikçe oradan çıkarıp afiyetle yiyor. Kimisi değişik ülkelere et göndererek aynı gayeye hizmet ediyor. Bilhassa Türklerin sünneti haline gelen kurban kesme konusunda, Hande Köseoğlu’nun İhsan Eliaçık ile yaptığı bir röportajı önemine binaen  aynen iktibas ederek istifadelerinize sunmak istiyorum.

 “Türkiye’deki mezbahalarda bir vahşet yaşanıyor, hayvanlar birbirlerinin gözleri önünde kesiliyor, Avrupa Birliği’ndeki gibi acısız kesim yöntemine geçmeliyiz” tartışmasına nasıl bakıyorsunuz? Dinen uygun olup olmadığı endişesi taşıyanlara hak veriyor musunuz?

Acısız kesimde önerilen yöntem, elektroşok yöntemi.  Bu yöntemde hayvanın baygın mı yoksa ölü mü olduğunun kesin olarak bilinmesi lazım. Baygın hayvanı kesmekte dinen sakınca yoktur, kanı akıtılıyorsa. Ama elektroşok vereceğiz derken hayvanı bayıldı sanarak öldürürseniz bu olmaz. Bunun iyi bilinmesi lazım.
Kesimin çeşitli yöntemleri var, illa geçmişteki gibi atadan kalma, dededen kalma yöntemlerle hayvan keseceğiz diye bir şart yok. Önemli olan hayvanı kesmek ve kanını akıtmaktır. Kaldı ki mezbahaları bırakın, kurbanın bu kadar yaygın olmasına da gerek yoktur, bu da ayrı bir tartışma konusu.

Gereğinden fazla kurban kesiliyor diyorsunuz öyle mi?
Benim görüşüme göre bu kadar kurban kesmeye dinen gerek yok.  Her caddede, her
sokakta bir hayvan kesiliyor. Kuran-ı Kerim’e baktığımızda kurban ile ilgili konulara hac ayetlerinin geçtiği yerlerde değiniliyor. Hacılar Peygamberimiz’den öncesinden beri, Kâbe’ye gelince oraya hediye edilmek üzere kurban keserlerdi. Kuran-ı Kerim bu kültürden bahsediyor. Kuran’da kurban hac ile ilgilidir, hacca gitmeyenlerin kurban kesmesine gerek yok, zaten kurban bayramı da hac bayramıdır. Hacılar toplanıp Kâbe’nin etrafını tavaf edip, kurbanlar keserken biz de buradan, bulunduğumuz yerden onların bu büyük hac bayramına katılmış oluyoruz. Bu daha sonra bazı mezheplerce geliştirilmiş, “Hacca gitmeyenlerin de kurban kesmesi gerekir” denilmiş ve hacca gitmeyenler de kurban kesmeye başlamış. Ama İslam Dünyasına baktığımızda en çok Türkiye’de hacca gitmeyenlerin kurban kestiğini görüyoruz. Arap Dünyası’nda, İran Dünyası’nda kurban bu kadar yaygın değil.

"Türkiye’deki dini ritüeller İslam değil Şaman kültürüne aittir"
“Kurban, genel anlamda İslam kültürüne ait bir olgu değil” mi demek istiyorsunuz?
Ben kurbanın bu kadar yaygın olmasının İslam kültüründen ve Kuran’dan değil, Şaman kültüründen kaynaklandığını düşünüyorum. Şaman inanışta kurban kesmek dinin direğidir. Şaman anlayışında mescit yok, camii yok, hac yok bunun yerine kurban kesme geleneği var. Kurbanın doğada, açık alanlarda kesilmesi gerekir. Bizim vatandaşımız da tüm dayatmalara rağmen kurbanı dışarıda kesmekte ısrar ediyor, belediyeler buna engel olamıyor. Her bayram etrafta kaçışan danalar, koyunlar görürüz ve ben bu manzaranın çok eski bir kültüre dayandığını düşünüyorum. Şaman kültürü etkilerini taşıyan bir geleneğimiz de domuz eti yememedir.

Kuran-ı Kerim’de domuz etiyle ilgili beş ayrı sure var bildiğim kadarıyla…
Var ama eski Şaman Kültürü’nde olan bazı şeyler Kuran’da sınırlandırılmış derecede de olsa kendine bir uç bulmuş ve böylelikle eski ve yeni kültür bütünleşip birden bire yaygınlaşmış. Türkiye’deki en yaygın dini ritüellerin kurban kesmek, domuz eti yememek, türbe ziyaret etmenin Gök Tanrı İnancı, Atalar Kültürü, Şeyhlik Kurumu vb.nin kökeninin eski Şaman Kültürü’ne dayandığını düşünüyorum. İslam Kültürü’nde domuz eti yememe daha çok Doğu Kültürü ve Asya Kültürü’ne aittir. Kurbanda da böyle.
İslamiyet kurban geleneğini Hac ile sınırlandırıyor. Şöyle garip örnekler de var: Adam namaz kılmıyor, hacca gitmiyor, İslam’ın diğer gereklerini yerine getirmiyor, yetim hakkı yiyor, işçisine asgari ücret veriyor ama asla domuz eti yemiyor!

Dini, etik değerlerimiz esnemeye müsait ama konu domuz eti yemeye gelince asla, öyle mi?

Evet. Bir örnek vermek gerekirse: Almanya’da çalışan Türk işçilerine yapılan bir ankette sorulmuş: ‘Vazgeçmeyeceğiniz en son şey nedir?’ diye. Anketten çıkan sonuç; ‘Türk vatandaşlığından ayrılıp Alman olabiliriz, Müslümanlıktan çıkıp Hıristiyan olabiliriz, içki içebiliriz, bar ve pavyona gidebiliriz ama asla domuz eti yemeyiz’ olmuş.

İnancı algılayışımızdaki bu kopukluğun nedeni ne?
Ben Türkiye’deki inancı algılayışta Şaman-İslam sentezi olduğu görüşündeyim. Eski Şaman Kültürü ve temel ritüelleri genellikle ilkokul, ortaokul mezunu seviyesinde olan kadınlarca devam ettiriliyor, o kadınlar tüm bunları taşıyıp, nesilden nesile aktarıyorlar, çocuklarını ona göre yetiştiriyorlar. Örneğin: ‘Ocağı kirletme, eşikte oturma’ derler Anadolu’da. Biri size bu sözü söylerse ve siz “Bu söz nereden çıktı?” derseniz alacağınız yanıt ”Sus, tövbe tövbe, dinden çıktın” diyerek sana kızar. Bu deyiş aslında Şaman Kültürü’nde var olan Ocak Tanrısı ve Eşik Tanrısı’nı kızdırmamak için kullanılır ve kökü Şaman Kültürüne dayanır.

Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra Şaman inancı ile İslam inancı birbirine karışmıştır ve dışarıdan İslam kökenli gibi görünen ama içine girdiğinizde dinin temel imgeleri ve esasları, dinin akıp geldiği anafor Şaman Kültürüdür ve iki bin yıldır değişmemiştir.

Yineliyorum, kurbanın Kuran’da bugün uygulandığı kadar yaygın bir yeri yok, herkesin kesmesi gerekmiyor. Kuran’da kurban, hacca gidenlerin, hacdan dönenlerin yapması gereken bir ibadet olarak yer bulur.  Bunu netleştirmek lazım.