21 Eylül 2014 Pazar

SARAYBOSNA`DA 3 GÜN (l)

 










Berlin’den çıktığımda hava yağmurluydu, 10 metre ötesini göremiyordum. İlk hedefim Bosna Hersek.  Yanımda eşim var. Gece Avusturya’da konakladım.  Hiç yapmadığım bir işi yaptım; arabada yattım. Konaklama yerleri nedense doluydu.  3 saat uyumuşum. Eşimin hazırladığı yolluklarla açık havada güzel bir kahvaltı yaptık. Park alanında Avusturyalılardan daha çok Çekler ve Slovaklar vardı. Onlar da bizim gibi kahvaltı yapıyorlardı, yeni evli bir çift vardı kahvaltı yapan, seyre daldık onları. Lokmaları kendileri yemek yerine birbirlerine ikram ediyorlardı.  Ne kadar da mutlular. Bu arada biz de birer lokma da olsa birbirimize ikram ettik. Her şey gençlikte güzel. 

Öğleye doğru Bosna Hersek’e giriş yaptık. Biraz ilerde savaştan kaldığı belli olan bir ev var, kurşunlanmış, delik deşik, misafirlerini gözyaşlarıyla karşılıyor. Teselli etmeye çalıştık çektiğimiz fotoğraflarla ve sonra vedalaştık. Yol kenarlarında satıcılar var. Tarlada yetiştirdikleri ürünlerini satıyorlar.

Saraybosna’ya yaklaştığımızda yolun kapalı olduğunu öğrendik. Kuyruk 4 km. civarındaymış, çaresiz bekledik. Yağmur yağınca, dağ yamaçlarından sel olarak akıyor ve önüne kattığı dallar ve topraklarla yolu kapatıyormuş, o sırada yoldan geçiyor olmamalısınız yoksa siz de sele kapılabilirsiniz. Yağmurdan sonra, kepçeler imdada yetişiyor ve yolları açıyorlar. 

Yaklaşık 3 saatimiz yolun açılmasını beklemekle geçti.  Saraybosna’ya akşam saatlerinde ulaştık.  Yolun sağında ve solunda gördüğümüz binaların çoğun kurşun yaralarını daha sarmamış, delik deşik görünüyorlar. Sonradan öğrendiğimize göre bazı binalar özellikle o halde bırakılmış, tamir edilmemiş. Savaşın acı yüzünü göstermek için bu şekilde bırakılmış olmalı diye düşündük. 
Konaklayacağımız pansiyon önceden oğlum Hureyre tarafından kiralanmıştı. Dilruba ile birlikte bir program çerçevesinde gitmişti o Saraybosna’ya. Pansiyonu bulmak zor olmadı, navigasyon yardım etti. Ev sahibimiz ve sahibemiz çok sıcak karşıladılar bizi, odalarımızı gösterdiler ve hemen sonra Osmanlı kahvesi ikram olarak geldi odamıza. Yanında lokum ve su vardı. İnanın duygulandım. Ha-ber. com ’un sayfasında yaza yaza kalemimde neredeyse mürekkep kalmadı dersem abartmış olmam; buna rağmen Berlin restoranlarında hatırlatmalarımızı dikkate alan olmadı. Değil restoranlar Büyükelçiliğimiz ve Başkonsolosluğumuz bile dikkate almadı.  Oysa bu kurumların mensupları bir anlamada kültür elçilerimizdir. 

Derken ezanlar okunmaya başlandı, bir anda Türkiye’ye gelmiş olduğumuzu düşündük. Duygulandık. Bir Avrupa Ülkesi’nde ezanlar okunuyor ve birbirine karışıyor, o oradan bu buradan ne güzel bir harmoni. Oturup ezanın bitmesini bekledik. Sonra da hemen attık kendimizi dışarıya. Başçarşı’ya yürüme sadece 5 dakika mesafede kaldığımız pansiyon. Baş çarşının girişinde Osmanlı Sebil’i var, ahşaptan yapılmış. Herkes orada fonograf çekiliyor. Biz de öyle yaptık. Sonra daldık çarşıya hedefimizde Boşnak böreği var. ‘En leziz böreği nerede yiyebiliriz?’ diye sorduk hemen gördüğümüz ilk dükkâna, tebessümü yüzünden eksik olmayan genç delikanlı(Nedim) dışarıya çıkarak gösterdi o böreği yiyebileceğimiz börekçiyi.  Gerçekten leziz, biraz fazla kaçırdık galiba. 

Başçarşı’yı başladık adımlamaya, çok kalabalık, iğne atsanız yere düşmez derler ya, bu söz, işte tam burası için söylenmiş olmalı. Osmanlı’dan kalma bir çarşı burası. Olduğu gibi korunmuş. Parke taşlarına varıncaya kadar korunmuş. Esnafla Türkçe konuşarak anlaşabiliyorsunuz. Başörtülü Boşnak kızları var tezgâhların başında. Buyurun diyorlar. Haşlanmış mısırdan hediyelik eşyaya kadar ne arasan bulabilirsin. Gece geç saate kadar cıvıl cıvıl çarşı. Anlatılmaz ki, görülmesi lazım.

Pansiyon sahibi El-Vedud çok cana yakın, Müslümanları özellikle de Türkleri çok seviyor. Sabah Türkçe konuşan bir rehber bulmak için seyahat acentesine gittik. Rehber için günlüğüne 100 € istediler. El-Vedud bu parayı çok buldu ve kendisi bize rehber olabileceğini söyledi. Bildiği Türkçe kelime 20 yi geçmiyor. Benim bildiğim İngilizce kelime de 20 den fazla değil. Kabul ettim. Dreksiyona El-Vedud geçti, bana güvenin dedi. Önce Aliya İzzet Begoviç müzesi,  mezarı, Şehitlik ve Tünel, daha sonra Travnik sonra Mostar oradan Tekke ve Saraybosna. Mostar’da Ömer Özsoy ve öğrencileriyle buluştuk, birlikte kahvaltı yaptık ve onları Frankfurt’a yolcu ettik. 
Devam edecek

Rüştü Kam

SARAYBOSNA’DA 3 GÜN (III) 2014

Milli Park, sularıyla, yeşillikleriyle, kuğularıyla ve ferahlatan ortamıyla biraz da olsa bizi rahatlattı.


Benliğimizdeki duygu yoğunluğundan uzaklaşabildik. Ve döndürdük yönümüzü Travnik’e doğru. Eğri büğrü dağ yollarından yıldırım gibi gidiyor Vedud. Bazen yokuş yukarı, bazen baş aşağı. Kıvrıla kıvrıla aşıyoruz Bosna dağlarını. Başlangıçta biraz çekindim ama, sonra teslim oldum Vedud’a ve tevekkül ettim Allah‘a. Vedud haklıydı, ben onun kadar rahat ve hızlı kullanamazdım o yollarda arabayı. Vedud savaşta yüzbaşı rütbesiyle çarpışmış onurlu bir komutan ve çok iyi bir rehber ve aynı zamanda yol arkadaşı.


  
Yol buyunca cami minaresi de gördük kilise minaresi de. Sırplarla, Hırvatlarla yan yana yaşıyor Müslümanlar. Sordum Vedud’a, „Zor olmuyor mu bu kadar olanlardan sonra birlikte yaşamak?“, „Elbette zor oluyor, eski samimiyet yok zaten, ama katlanıyoruz.“
Kacuni kasabasına gelmişiz. Burada bir tekke var. Mesudiye tekkesi. Tekke üst katta, alt katlarda klinik var. ‘Bosna’yı ayakta tutan bu tekkelerdir diyor’ yine Vedud. Aynı zamanda medrese olarak da kullanılıyor tekke. Namazlarımızı kıldık tekkede ve yola devam ettik.

 

Travnik, Saraybosna'nın 90 km batısında yer alan şehir. Travnik vezirler şehri olarak biliniyor. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'na onlarca devlet adamı yetiştirmiş. Osmanlı’nın çok önem verdiği bu şehri üst düzey vezirler yönetiyormuş. Bundan dolayı Travnik “vezirler kenti” olarak anılıyormuş. Şehirde tam 77 Osmanlı veziri görev yapmış. 19 vezirin türbe ve mezarları bu şehirde bulunuyormuş.

 

Travnik, şu anda da Avrupa’nın ortasında ayakta dimdik duran tam bir Osmanlı kenti. 60 bin kişilik şehirde 18 cami var. Osmanlı Kalesi, medreseleri, çeşmeleri, saat kulesi, köprüleri, kahvehaneleri, köftecileri, börekçileriyle sanki zamanın 19. yy. Osmanlı İmparatorluğu döneminde durduğu bir yer.

Karşıdan kaleyi görüyorsunuz şehre girerken. Travnik Kalesi, 14. yüzyıl sonunda Bosna Kralı II. Tvrtko tarafından yaptırılmış. 1463’te Fatih Sultan Mehmet tarafından alınan Travnik Kalesi’nin tek bir girişi var. O da kalenin etrafını saran hendeğin üzerinden geçen dar ve uzun bir köprü. Altından ırmak akıyor. Kale Osmanlıların eline geçtikten sonra komple yenilenmiş ve tam bir Osmanlı kalesi hüviyetine kavuşmuş.



Bizi karşılayan ve hoş geldiniz diyerek kucaklayan ilk bina ise Elçi İbrahim Paşa Medresesi. Medrese 1706 tarihli. Medrese bugün İmam Hatip Okulu gibi hizmet veriyor. Medreseye girişte kapının hemen yanında Fatih Sultan Mehmet Han’ın Bosnalı Hristiyanlar için verdiği koruyucu nitelikli ferman asılı*. TİKA tarafından restorasyonu yapılmış, eğitime devam ediyor. Mükemmel bir eğitim kurumu. Bosna’nın en önemli eğitim kurumlarından biri.

 

Medreseden sonra Osmanlı Türk Kalesi’ne çıktık. Kapıda bir genç karşıladı bizi. Medrese öğrencisiymiş, Türkçe konuşuyor. Türkçeyi medresede öğrenmiş. Kaleyi ve Travnik’i anlattı bize.  Kale içindeki yıkık dökük, yangında yara almış bir cami var. Osmanlı Camisi diyorlar. Ayakta dimdik duran ve zamana meydan okuyan sadece minare kalmış. TİKA burayı da elden geçirecekmiş. Kaleden şehre bakarken gökyüzünü delercesine yükselen Travnik’in minarelerini seyretmenin verdiği haz tarif edilemez. Bir Avrupa şehrinde 18 tane minare... 
Kalede kahve içtik.  Kahve burada da lokum ve su ile birlikte geldi. Kaleden Travnik’i seyrediyoruz, Osmanlı kahvesini yudumlarken, keyiflenmemek, Osmanlı’yla gururlanmamak mümkün mü?



Kaleden sonra sokak aralarından yürüdük, yol üzerinde türbeler var. Paşaların vezirlerin türbeleri bunlar. Sadece fotoğraflarını çekebildik. Detaylı bilgilere ulaşamadık. O bize eşlik eden genç kalede kaldı. Travnik şehrine Osmanlı Türk mührünü vuran üç büyük eserden biri ve en önemlisi Alaca Camii. Şehrin merkezindeki bu caminin diğer adı Süleyman Paşa Camii.


Travnik ayrıca Nobel ödüllü (Drina Köprüsü -The Bridge on the Drina) Sırp yazar Ivo Andrić'in doğduğu kentmiş. Sırp yazar İvo Andriç’in evi en az Osmanlı eserleri kadar şehrin gururu. Küçük ve sevimli bir müze olan İvo Andriç Evi de, Travnik’e gelenlerin uğraması gereken yerlerden biri.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun gözbebeği her zaman Bosna olmuş. İmparatorluğun batıya en yakın sancağı (Eyaleti) olan Bosna, bir anlamda Osmanlı’nın batıya gösterdiği yüzü olmuş. Bu sebeple İstanbul haricinde en büyük yatırımlar her zaman Bosna’ya yapılmış. Köprüler, camiler, kaleler… Hepsi birbirinden gösterişli ve ihtişamlı eserler. Bu sebeple Bosna’da birçok şehir hâlâ Osmanlı şehirleri olarak yaşıyormuş. Bunlardan biri de işte bu şehir. ‘Vezirler Şehri Travnik’…



Bu Osmanlı şehri Bosna Savaşı’nda en büyük hedeflerden biri olmuş. Özellikle de camileri. Türkiye’nin yardımlarıyla savaşın izleri silinmeye çalışılıyor. Eskiden Boşnaklarla iç içe yaşayan Hırvat, Sırp ve Yahudi halklarının çoğu terk etmiş Travnik’i.

 

Hoşcakal Travnik.

Devam edecek

Rüştü Kam
 
ha-ber.com

Fatih’in Ahidnamesi:


Bu ahidname, ilk insan hakları belgesi olarak kabul edilen 4 Temmuz 1776 tarihli ABD Anayasası’ndan 324 sene evvel yazılmıştır. 'Bu ahidname 550 yıl evvel ecdadımızın din ve vicdan hürriyeti konusunda ne kadar hassas olduklarının göstergesidir.
“Nişan-ı hümayun şu ki; 
Ben ki Sultan Mehmet Han'ım. Üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum:
Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. 
Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara em nü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler. Ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. 
Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışarıdan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (SAV) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, 124 bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir."

15 Eylül 2014 Pazartesi

SARAYBOSNA’DA 3 GÜN (II)



-ÖZGÜRLÜĞÜ YAKALAMA TÜNELİ-

Bosna-Hersek, Balkanlar'da 51.197 km2'lik yüzölçümü ve yaklaşık 4.500.000 nüfusu olan bir ülke. Ülke bir bütünü oluşturan üç etnik gruba ev sahipliği yapmakta: 

Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar. İngilizce'de ve daha birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı deniyor. Ancak Türkçe'de tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiğinde Boşnaklar yani Bosnalı Müslümanlar akla geliyor. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği vurgulamak için kullanılıyor. Ülke yönetim açısından iki etnisiteye yani devletçiğe bölünmüş durumda.

 

Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti.

İşte ben ve eşim bu ülkeyi ziyaret ettik, Boşnakların yaralarını sarmak için oradaydık. Çok acı çekmişler Osmanlı oradan ayrıldıktan sonra.  En acı günlerini 8.000 Boşnak’ı Srebrenitsa’da askerlerin Sırplara teslim ettiği gün yaşamışlar. 

Vedud savaşta yüzbaşıymış. Sordum ona; savaşı biraz anlatır mısın? Cevabı çok kısa oldu: „ Hacca giden insana duygularını sorarsanız anlatamaz, çünkü o duygu anlatılmaz, yaşanır. Savaşta aynen öyledir.“ Gözleri doldu. Belli ki, o günleri hatırladı.

 
Başladık  Bosna’yı gezmeye, mihmandarımız Vedud. Önce Aliya’nın adını taşıyan müzeye gittik. Aliya’nın çantası, yüzüğü, gözlüğü ve birkaç özel eşyası var. Savaşta kendilerinin borudan yaptıkları silahlar var. Savaş resimleri, bazı devlet başkanlarının resimleri var. Çok mütevazı bir müze. Ya müze kültürü henüz gelişmemiş, ya da sadeliği seçmiş olmalılar.
 
Müze müdürü sınırlı denecek kadar az kelimeyle konuştuğu Türkçe’yle, dağları işaret ederek Fatih’in askerlerinin nasıl şehri teslim aldıklarını, Bosna-Hersek sanki bugün fethedilmiş gibi anlattı bize. Devamla „Aliya vefat etmeden önce, bizi önce Allah’a sonra da başbakanınıza emanet etti“ dedi. 

Şehitliğe gittik: Bilge Kral vasiyet etmiş, ‘Beni askerlerimin arasına gömün.’ diye. Öyle de yapmışlar. Askerlerin arasında mütevazı bir mezar, bir tek asker tarafından önünde nöbet tutuluyor. Fatih’in şehitleri ile Aliya’nın şehitlerini sadece aradan geçen yol ayırıyor.


 
Ayrıldık şehitlikten, yol üzerinde Nakşi tekkesine uğradık, şeyh efendiden dua aldık. Bosna’da, bu tekkelerin bir hayli fazla olduğundan bahsedildi. Bosna’yı ayakta tutan bu tekkelermiş. 

Yolumuza devam ettik: Önce Sırplar tarafından yakılan kütüphaneye uğradık, yenisi yapılmış, ancak mevcut kitapların hepsi yanmış. Berlin’de Hitler’in yaktırdığı kitaplar aklıma geldi, kirli İsabel’in Endülüs’teki 800 yıllık İslâm Medeniyetini nasıl yok ettiği aklıma geldi. Bugünlerde de Amerikalılar ve Avrupalılar Irak’ta ve Suriye’de aynı şeyleri yapıyorlar, yaptırıyorlar. Önce kütüphaneler, camiler ve türbeler bombalanıyor. Gayeleri İslâm medeniyetini yok etmek. Moğol istilalarında da aynı vahşet uygulanmıştı.

 

Sırada “Tünel” var dedi, Vedud ve anlattı: „ Saraybosna’yı Sırplar her taraftan kuşatmıştı. Ortada dar bir bölge vardı, havaalanının bulunduğu yer. Birleşmiş Milletler’in (BM)denetimindeydi havaalanı. Saraybosna’yı ikiye ayırıyordu. BM askerleri Boşnakları sağa da geçirmiyordu sola da. Önde ve arkada da Sırplar vardı. Boşnakların çoğu açlıktan ve susuzluktan ölmüştü. BM’in askerlerinin gözü önünde ölmüşlerdi. Aliya emir verdi, havaalanının altından bir tünel kazıllacaktı ve böylece Boşnaklar birleştirilecekti. 
Gizlice 1993 yılının Temmuz ayında başlatılan çalışma 4 ay, 4 gün sürdü. Tünel, bir metre genişliğinde, 1,6 metre yüksekliğinde ve 800 metre uzunluğundaydı.

 

Tünelin hayata geçirilmesiyle birlikte savaşın ve Saraybosna'nın kaderi değişti. Silah, gıda, ilaç ve gereken her türlü sevkiyat bu tünelden yapıldı.”

Saraybosna Uluslararası Havaalanı'na 800 metre uzaklıktaki tünelin kazılmaya başlandığı Dobrinya Mahallesi'ndeki iki katlı ev, ayakta ve  savaş müzesine dönüştürülmüş. Evin dış cephesinde mermi izleri, iç duvarlarında ise savaşa ait unutulmaz resimler, asker giysileri ve ekipmanı teşhir ediliyor.

 

Bu kadar duygusallık yetti de arttı bile. Tünelden ayrıldık, biraz nefes almak için Bosna Milli Parkı’na gittik. Yeşili ve suyu bol olan bir park. Karnımız da acıktı. Vedud bizi Cevapčići yemeye davet etti. Balkan ülkelerinde yapılan bir tür kebap. Bosna-Hersek'de ulusal yemek sayılmaktaymış.

 

Hedefimizde Travnik var. Dağ yollarından aşarak ulaşacağımız tarihin örseleyemediği bir kentmiş Travnik.

 





Devam edecek

Rüştü Kam

27 Temmuz 2014 Pazar

ELVEDA RAMAZAN 2014


Son İftar Sofraları: Şen’den Şen bir Sofra- Şii Cemaati- Hikmet Kütüphanesi

Ha-ber.com
Rüştü Kam

Berlin’de Ramazan’ın son iftar sofraları kuruldu. Genelde iftar sofralarında aynı simalar olsa da, iftar sofralarının tadı bir başka. Dudaklarda tebessümler, hal hatır sorarak başlayan dertleşmeler, şık giysiler, özenle seçilmiş menüler, Ramazan ayının önemine vurgu yapılan konuşmalar, okunan Kur’anlar, yapılan dualar, tartışmalar ne güzeldi. Bunlar geride kaldı. Vuslat bir sene sürecek. Elveda Ramazan deyişimiz böylesine hayırlı işlerin yapılmasına vesile olan bu misafirimizi çok sevmiş olmamızdandır.  

İftar Sofrasını evinin bahçesine taşıyan T.C Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, birlik beraberlik ve paylaşım mesajları veren konuşmasının sonunda, coğrafyamızda yaşanan acılara dikkat çekti:. “Komşumuz Suriye’de iki buçuk yıldan bu yana yaşanan insanlık dramı iki sene önceki ramazan ayında son derece şiddetlenmiş, o zamandan bu güne kadar yüzbinlerin canına mal olmuş, milyonların yerlerinden edilmesine sebebiyet vermiştir. Türkiye, komşu Suriye’den bir milyondan fazla misafiri, kim olduğuna ya da kimin taraftarı olduğuna bakmadan kabul etmiş ve onların günlük ihtiyaçlarını kayda değer bir uluslararası yardım almadan karşılamaktadır ” dedi.

Şen, İsrail’in Filistin’de yürütmekte olduğu operasyonlara da değinerek, “ İsrail devletinin Gazze’de gerçekleştirmekte olduğu askeri operasyonlar, Gazze’de yıllardır abluka altında zor şartlar altında yaşamını idame ettirmeye çalışan mazlum Gazze halkının acılarını daha da arttırmıştır. Kutsal ramazan ayında başlatılan bu operasyonlar yüzlerce sivilin, çocuk ve kadının hayatını kaybettiği, yaralandığı, evini barkını kaybettiği bir toplu cezalandırma eylemi niteliğine bürünmüştür. Özellikle son birkaç gündür gerçekleştirilen kara operasyonunda meydana gelen masum insan kayıpları hepimizi derinden üzmekte, yaralamaktadır.

Dışişleri bakanlığımız İsrail’in harekâtının Filistin halkı üzerinde, uluslararası hukuk ve insanlık vicdanının asla kabul etmeyeceği kayıplara ve yıkıcı sonuçlara neden olduğunu açıklamış, İsrail’in bu harekâtı derhal durdurmasını ve taraflar arasında en kısa sürede kalıcı bir ateşkes sağlanmasını talep etmektedir.” dedi. Bu konuşma Türkçe ve Almanca olarak yapıldı.

Yas günlerinden birinde, iftar yemeğindeyiz. Rezidans’ın gönderdeki bayrağı yarıya indirilmiş. Başkonsolos lisanı haliyle; Türk milleti yastadır dostlar diyor. Bu yas resmi yastır. Tüm Türkiye halklarının yasıdır diyor. Daha kapıdan içeri adımınızı atar atmaz sevinciniz hüzne dönüşüyor.

Başkonsolos Şen, eşiyle birlikte çadırın önünde misafirlerinin tek tek ellerini sıkarak içeriye buyur etti. Çadırda kurulan iftar sofrası. Mükemmel bir organizasyon. Türkler geçmişlerini ve kültürlerini unutmamalıdır. Biz çadırda büyüdük, çadırda yetiştik ama, o çadırdan çıkan irade imparatorluklar kurdu. İmparatorluklara örnek oldu. Adalet kalkanıyla, mazlumlara siper oldu. Çadırın anlamı buradan geliyor olmalı. 

Türk mutfağından seçilmiş bir menü var. Bizim tatlarımız iftar sofrasındaydı. İç Anadolu yöresinden seçilmiş tatlardı bunlar. Saray şerbeti ikram edildi. Türk kahvesi lokumsuzdu gene. Ama, çay ince belli bardakta seviş edildi. Ancak çay yine Türk çayı değildi. Sayın Şen, “Bak Rüştü bey, bugün çayımız Türk çayıdır, gel sana ikram edeyim” dedi ama, ben ikram edilen seylan çayının kutusunun resmini Mehmet Ayık’a çoktan çektirmiştim. Söyleyince şaşırdı, görevliyi çağırdı ama, görevli sayın Şen’i duymazdan gelerek oradan hemen koyboldu.  Demek ki işgüzarlar, verilen emri dinlemeyen duyarsız görevliler ve insanlar olduğu sürece bu tür eksiklikler devam edecektir.

Türk Milleti, kendine ait kültürü olan bir millettir. Kendine ait mutfağı vardır. Damak tadı vardır. Dini, dili, adetleri, örfü vardır. Bugün bazı devletler sadece gazlı  bir içecekle bütün dünyaya kültürlerini pazarlıyorlar ve kendilerinden söz ettirebiliyorlar. Biz bu konularda duyarsız olursak, sonumuzu kendi elimizle hazırlıyoruz demektir.

İftar öncesi Kur’an okundu. Seçilen ayetler günün mana ve ehemmiyetine uygundu.“İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve "Doğrusu ben Müslümanlardanım!" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav, en güzel şekilde önle. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.
Buna (bu güzel haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük nasibi olan kimse eriştirilir.”(Fussılet 33-35)

Meali Türkçe ve Almanca olarak verildi. Fazla da vakit almadı. İstenirse olabiliyormuş demek. Fark etmez demek, yanlışta ısrar etmek, dilimizi, dinimizi, geleneklerimizi küçümsemek aşağılık kompleksindendir. Kendimizden olanın yerine başkasınınkini koyarsak fark eder, hem de çok fark  eder. 90 sene sonra geldiğimiz yerden geriye bakarsak, çok şeyin fark ettiğini görürüz zaten. Fark etmez anlayışının sonuçları o kadar da uzağımızda değil. Gözü olan görür.

Şii Cemaatinin İftar Sofrası

Hasan Babur’un davetlisi olarak Şiilerin/Caferilerin iftar sofrasına davet edildik. Ayakta karşıladılar bizi, izzet ikramda bulundular. Kerim Uçar’ın sohbetine katıldık. Değişik bir uygulama. Sünnilerden yaklaşık 20 dakika sonra iftar yapıyorlar. İftardan önce bir cüz okunuyor. Sonra sohbet var. Soru cevaba da zaman ayırıyorlar. Yemekten önce akşam ve yatsı namazı cem edilerek kılınıyor. Namazın ilk iki rekâtında imam duaların ve surelerin hepsini sesli okuyor. İkinci, üçüncü ve dördüncü rekâtların sonunda tahıyyat(ettehıyyatü), salli ve barik duaları okunmuyor. Hamdediliyor, şahadet kelimesi okunuyor. Namaz bitince selam verme yerine tekbir alınıyor.
Teravih namazını cemaatle kılmıyorlar, isteyenler evlerinde kılıyorlarmış. Şii mezhebinde müstehap namazlar cemaatle kılınmazmış. Namazdan sonra İmam Kerim Hoca’ya dedim ki; “Sizin imamların masum olduğu inancınız olmasa, ibadetlerinizin Sünnilerden daha tutarlı olduğunu söyleyebilirim.”.

Yemeklerdeki baharatlar ve pilav, Asya mutfağını hatırlattı. Her akşam iftar verilirmiş camide. Üyeler çocuklarıyla birlikte bir ay boyunca camide yaparlarmış iftarlarını. Yemekler camide pişirilirmiş. Bunun için bir aşçı tutulmuş. Çok güzel bir uygulama. Ah, bir de seylan çayı ve filtre kahve olmasaydı, bu konuda da duyarlı olunsaydı tam not alacaklardı.

Hikmet Kütüphanesinde İftar

Program 20 de başladı. Hakan Doğan, sazıyla ve sözüyle Anadaolu’da gezdirdi bizleri. Duygulandık. Gurbet türkülerini dinleyip de duygulanmamak olur mu hiç? Bektaşi deyişlerine de yer verdi Doğan. Sonra Berlin’in duayenlerinden Atalay Özçakır, Ahmet Külahçı ve Hayati Boyacıoğlu birer selamlama konuşması yaptılar. Konu Gazze’ye geldiğinde, duygusal anlar yaşandı. Ölenlere rahmet dilendi. Birleşmiş Milletler göreve çağrıldı.

T.C. Başkonsolosluğu Çalışma Ataşesi Sayın Ethem Zeybek günün hatibi olarak misafirlere takdim edildi. Emeklilik konusu üzerinde konuşuldu. Sorular da bu konu hakkında oldu. Zeybek özetle şunları söyledi. “Emeklilik yasası birkaç kez değişti. Son şeklini torba yasası olarak bildiğimiz yasa ile bugünlerde alıyor. Artık Almanya’da da sigortalı bir işte başlangıç yapan kişiler Türkiye’den emekli olabilecekler. Mavi kart sahipleri de Türkiye’den emekli olabilecekler. Tabii ki şartları var. Konsolosluklara gelerek detay bilgi alabilirsiniz.
Emekli olanlar, sadece 6 aydan fazla kaldıkları ülkenin sağlık sigortasından yararlanabilecekler. Bağlı olunan sigorta şirketinden alınacak olan bir numarayla sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânı getirilmiştir.
Ancak emekli maaşı alınabilmesi için. Sosyal yardım alınmaması gerekiyor. Maaşın alınabilmesi için, mini job dahil olmak üzere hiçbir yerden para alınmaması, kazanılmaması gerekiyor.”

Hikmet Kütüphanesi’nde misafirlere Rize çayı ikram edildi. Bakalım 2015 yılında iftar sofralarında bir değişiklik olacak mı? Ömrümüz varsa göreceğiz.





21 Temmuz 2014 Pazartesi

Berlin'de Halk ile Devlet İftar Sofrasında Buluştu


Berlin Türk Eğitim Derneği’nin (TED)iftar sofrasında güzel bir buluşma gerçekleşti. T.C Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ve T.C. Berlin Büyükelçiliği Berlin Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu ve Menonit Kilisesi mensupları ve halkla birlikte iftar ederek karşılıklı görüş alıverişinde bulundular.
Berlin'de Halk ile Devlet buluştu

Berlin'de Halk ile Devlet buluştu

Berlin Türk Eğitim Derneği’nin (TED) iftar sofrasında güzel bir buluşma gerçekleşti. T.C Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ve T.C. Berlin Büyükelçiliği Berlin Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu ve Menonit Kilisesi mensupları ve halkla birlikte iftar ederek karşılıklı görüş alıverişinde bulundular.

Berlin- Türk Eğitim Derneği’nin(TED) iftar sofrasında Kilise halk ve devlet aynı sofrada buluştu. Selim Ergen’nin kaval dinletisinden sonra Menonit Kilisesi’nin papazları, T.C. Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ve T.C.Berlin Büyükelçiliği Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu birer konuşma yaptılar.

Menonit papaz Marius konuşmasında şunları söyledi:” Menonitler tarihi barış kilisesi ve en eski reformcu hür kilise olarak tanımlanıyorlar, 1523 yıllarında İsviçre’de ortaya çıkmıştır. Menonit adı kurucusu olan, Almanya- Hollanda bölgesinde yaşayan, Anabatist hareketinin üst düzey yöneticisi olan Menno Simons`a dayanır.

Menonitler Reformasyon devrinde katolik kilisesinden ayrılan gurubun içinden çıkan, Protestanlığın bir kolu olan ufak bir cemaattir. Öbür mezheplerden birinci ayrıcalığı vaftiz`in çocuk yaşta değil de kişilerin ergenlik çağına gelince, kişilerin bağımsız kararına bağlı olarak yapılmasıdır.

İkinci fark, Menonitler savaş karşıtıdırlar, barışçı bir cemaat olup her türlü şiddeti (savaş) reddederler, yani hiç bir yerde savaşı desteklemiyor ve savaşa katılmıyorlar. Eğer zorlama söz konusu olursa o zaman başka bir ülkeye göç ediyorlar. Bunun için bütün dünya ülkelerinde Menonitlere rastlayabiliyorsunuz. Göç etmeyenler kaldıkları ülkelerdeki toplumlara entegre olmuşlar, bunların içinden savaşa katılanlarda olmuş ve oluyor.

Bu mezhepte İncil’i anlayabilen her bir kişi din adamı olabilir, vaaz verebilir, yani hiyerarşik bir yapısı yoktur.
Bütün dinlerde ve mezheplerde olduğu gibi Menonitlerde de muhafazakâr kanatlar olduğu gibi liberal kanatlar da mevcut.
Bugün dünya çapında yaklaşık 1,6 Milyon Menonit bulunmaktadır, Almanya’da 40 bin civarında Menonit vardır, Berlin Mennoniten- Cemaati’nin (BMG) şu anda 110 kadar kayıtlı üyesi bulunmaktadır.

Menonit- Cemaatinin en önemli günü Pazar, her Pazar saat 10:00 da ibadetlerini yaparlar (dini ayin) daha sonra kahve, çay içerek, bisküvi yiyerek çeşitli konuları görüşüyor, istişare ediyorlar.”

Türkçeye en iyi hizmeti Kemal Sunal yapmıştır

T.C Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ise yaptığı konuşmada eğitimin öneminden bahsetti.

Okutan özetle şunları söyledi:” Bulunduğumuz çevrede kendimizi kabul ettirmenin yolu, kültürümüze, kimliğimize ve dinimize olan bağlılığımızdır. 1998-2002 yılları arasında Almanya’da eğitim Ataşeliği yaptım. Alman Eğitim Sistemi ile ilgili 300 sayfalık bir kitap yazdım. Bizim çocuklar isimli bir çocuk dergisi çıkardık o zamanlar. Eğitim bizim geleceğimizin şifresidir. Yaşam kalitesi eğitim kalitesine bağlıdır. Eğitim kalitesi de eğitime ayrılan zaman ve paraya bağlıdır. Çocuklarımızla yaptığımız kahvaltı, geçirdiğimiz zaman, onlarla maç seyretme, sinemaya gitme, alışveriş yapmak için ayırdığımız zaman eğitimin kalitesini yükseltecektir. Zamanı ödünç veremezsiniz. Geçen zamanı geriye getiremezsiniz. Zamanı uzatamazsınız, kısaltamazsınız, geriye saramazsınız. Geçti mi geçer. Bunun için zamanı bilinçli kullanmak gerekir.

Geliri düşük olanın, bilgi seviyesi düşüm olanın, tasarrufu çok olur. O eğitime eğilmez. Onun için önemli olan eğitim değildir, tasarruftur. Çocuğu biraz büyüyünce hemen işin ucundan tutmalı ve para kazanmaya başlamalıdır. Bu yanlıştır. Bu anlayıştan dolayı bizim gençlerimiz üniversiteyi geç fark ettiler.

Türkçeye de önem vermeliyiz. Çocuklarımız dillerini unutmamalıdırlar. Türkçeye en iyi hizmeti kemal Sunal yapmıştır, çevirdiği o filmlerle yapmıştır bu işi. Tenkit edebilirsiniz filmlerini ama bu bir realitedir. Ben hatırlıyorum, Münih’te insanlarımız, hafta sonlarında birer ikişer Kemal Sunal filmleri seyrederlerdi. Almanya’daki insanlar o filmlerle eğlendiler. Anlatmak istediğim şudur; ne yapıp edin bir yolunu bulun ve çocuklarınızın Türkçeyi öğrenmesine imkân hazırlayın.
En son tespitlere göre, Almanya’da 600 bin öğrencimiz var: Türk vatandaşı olarak üniversiteye gidenlerin sayısı 30.000 dir. 15 binini de Alman vatandaşıdır. 45 bin üniversite öğrencemiz var bugün. Gymnasiuma gidenlerin sayısı 26 bindir. Alman vatandaşı olanlarla birlikte bu rakam 50 bindir. Almanya da mühendislik okuyan 500 bin öğrenciden 18 bini bizim gencimizdir. Toplam 140 bin tıp okuyan öğrenci var Almanya’da . Bunun 7.500 ü bizim gencimizdir. Çinlilerde bu sayı 25 bindir.

1903 tarihinden beri Nobel ödülü olan Alman bilim adamının sayısı 79 dur. Almanya böyle bir ülkedir. Bizim insanımız bu açıdan şanslıdır, bu şansı iyi değerlendirmek lazımdır.

Türkiye’de veli çocuğunu okutmak için çırpınıyor. Buradaki velilerimiz de çırpınmalıdır. Eğitime sırtımızı dönemeyiz. Rabb’im bizi, Müslüman kimliğimizle buraya kadar göndermiştir, kim bilir ne hikmetler vardır bu gelişte, onu bilemeyiz.
Çocuklarımızın beslenmesinden, çalışma odasından, seçeceğe arkadaşından, çevresinden, eline vereceğiniz kitabına varıncaya kadar, tiyatrosuna, sinemasına varıncaya kadar, camisine, sivil toplum kuruluşlarına varıncaya kadar her yere, çocuğumuzu elinden tutarak götürmeliyiz. Çocuklarımızın sosyalleşmesi bu şekilde olur.

Çocuklarımız içinden çıktığı toplumla, onun kültürüyle diliyle, diniyle barışık olmalıdır. Evrensel değerleri de tanımalıdır çocuklarımız.

Berlin, dünyadaki insanların en fazla harmanlandığı yerlerden biridir. Biz, Adem’den kan, İsa’dan da din kardeşiyiz. Bir Fransız bilim adamı şöyle der: “Herkes kendi kültürünün röntgenini çekmelidir.” Biz evrensel kültürle kendi kültürümüz arasında köprüyüz.

Okuyalım, okutalım, eğitelim, eğitilelim, çalışalım, gayret edelim, bir şekilde işin ucundan tutalım. Ancak, Alman’ın sırtına kambur olmayalım.
T.C. Berlin Büyükelçiliği Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu da kısa bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “ Türkiye’nin dış politikası değişiyor, Türkiye değişiyor. Türkiye dünyanın neresinde olursa olsun. vatandaşına sahip çıkan bir ülke haline geldi. Avrupa’daki insanımız ilk defa oy kullanacak, Türkiye’nin kaderine müdahil olacak.

50 yıl sonra yatırımlarımızı buralarda yapmaya başladık artık. 20 sene önce bu söylediklerimizin belki anlamı olmazdı. Sevgili gençler, şu anda sizin içinizde belki Almanya’nın gelecekteki başbakanı, cumhurbaşkanı oturuyor. Berlin Büyükelçisi oturuyor. İş buraya geldi.

Sevgili veliler, tamamen para kazanma derdine düşmeyin. Çocuklarımızı vizyon sahibi birer kişilik olarak yetiştirelim. Milli değerlerimize sahip çıkalım ve gençlerimizi o değerlerle yetiştirelim. Buradaki değerler, Türkiye için çok önemledir. Hedefi olmayanın başarısı da olmaz. Hedefi küçük tutanın büyük adam olması da mümkün olmaz, hedefine ulaşabilir ancak, büyüyemez, ilerleyemez.

Bu sene bir proje başlatıyoruz. Bundan sonra her sene başarılı öğrencilerden Türkiye’ye, her eyaletten biri kız biri erkek iki öğrenci götüreceğiz. Bütün masraflarını Türkiye karşılayacaktır bu gençlerin. Geleceğin meslek sahipleri, vizyon sahipleri olacak olan gençlerdir bunlar.”



ha-ber.com/Zülfikar Kam / Berlin

15 Temmuz 2014 Salı

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI 2014

Ramazan ayında davetler haliyle fazlalaşıyor. Sivil toplum kuruluşları adeta birbirleriyle yarışıyorlar iftar sofrası kurmak için. Bu iftar sofraları amacına ne kadar uygundur tartışılır. Peygamberimiz ’in söylemlerine bakarsak iftar sofralarının çoğu şaibelidir. “Sofraların en kötüsü içinde fakirlerin bulunmadığı sofralardır.”(H.Ş.)

Ramazan ayı aslında günlük hayatımızda kişisel zaafları ortadan kaldırmak için bir fırsattır. Bu fırsat iyi değerlendirildiği taktirde, diğer aylarda da o zaaflardan uzaklaşıldığı görülecektir. Oruç tutmanın farz olması da bu zaaflardan kurtulmak içindir. Yemek yememek, su içmemek, cinsel ilişkiden uzak durmak değildir oruç. “Zenginlerin zengini davet ettiği, fakir ve yoksulların unutulduğu, gösteriş ve israf sofralarından uzak durulması gerekir.

Ben bugüne kadar üç davete katıldım. Bu üç davetin üçünde de değişmeyen simalar vardı. Bu simaları her toplantıda görmeniz mümkündür.  Zengin iş adamları, mevki sahibi insanlar, sivil toplum kuruluşlarının çatı hüviyeti taşıyanlarının başkanları ve o yemeğin haberinin yapılması istenildiği için gazeteciler. Fakir fukaranın, garip gurebanın o iftar yemeklerine davet edildiğini görmedim.

Garibanı çağırmadınızsa, yoksulu buyur etmedinizse, fakiri alıp sofranıza getirmedinizse sizin sofranızda eksiklik var demektir. Ne yazık ki, birçok davetlerde, eş dost gönülleniyor amma sofralarında fakir fukara bulunmuyor.  Bir araya gelme adına güzel, kaynaşma adına hoş, ama fakirin yoksulun unutulması adına talihsiz sofralar bunlar.

Ne yazık ki, birileri ‘iftar verdi’ desinler diye sofra açıyor, birileri siyasi rant elde etmek için sofra kuruyor, birileri de sofralarını zenginlere açıp fakirlere kapatıyor. Bu sofralarda hayır yoktur dersem kimse bana darılmasın, gücenmesin. Bunu ben demiyorum, O Yüce İnsan diyor.

MÜSİAD

2011 Yılında Somali’de gerçekleşen kıtlık sebebi ile otelde yapacağı iftarı iptal ederek o parayı Somali’ye bağışlayan MÜSİAD BERLİN, bu geleneğini bu sene de sürdürerek iftar programını üyeleri ile birlikte MÜSİAD BERLİN bürosunda gerçekleştirdi.

İlk iftarı Berlin MÜSİAD da açtım. Mocca dergisi adına iki kişi katıldık iftara. MÜSİAD’IN davetlileri tabiatıyla iş adamlarıydı. Sayın Karakaya’yı tebrik ediyorum. İftar sofrasını Hilton da veya benzeri başka bir otelde açmadığı içindir bu tebriğim.

MÜSİAD BERLİN başkanı Sayın Karakaya masaları tek tek dolaşarak misafirlerine ‘Hoş geldiniz’ dedi, kucaklaştı.  Bir de içinde fakirler olsaydı davetlilerin, Karakaya tam not alacaktı benden.
Yunus Emre Enstitüsü Berlin Müdürü sayın Prof. Dr. Osman Faruk Akyol kısa ama mesaj yüklü bir konuşma yaptı iftardan sonra: „Kur’an’ın ilk emri’ Oku’ dur. Ancak okunacak olan bir şey yoktur. Okunacak olan şey vahiydir, içe doğan o vahiy.“  Enteresan bir yorum. Katılmamak mümkün değil. Keşke, iftar öncesinde yarım saatlik veya bir saatlik bir program yapılabilseydi de sayın Akyol’u uzunca bir süre dinleme fırsatımız olsaydı.

Ayrıca, MÜSİAD’ın çalışmaları, Ramazan ayının anlam ve mahiyeti bu iftarda anlatılmalıydı. Zekât konusu, fitre ve fidye konusu anlatılmalıydı. Herkes biliyor olsa da yine anlatılmalıydı. “İnsanlar kulağından sulanır” demiş atalarımız. 180 defa da olsa yine anlatılmalıydı.

Zekeriya Bayrak vardı yan masada. Beraberinde Sinan Kaplan da vardı. Selam vererek masalarına oturdum. MOCCA DERGİSİ’nin ilerki sayılarına yönelik işbirliği teklifinde bulundum kendisine. Rencide edecek bir üslupla, „Benim dergiyle mergiyle işim olmaz, bunlar benim ilgi alanımın dışında olan şeylerdir“ dedi. Sinan Kaplan kafasını önüne eğdi. Belli ki kullanılan üslup onu da rahatsız etmişti. Paranın verdiği güç vardı tavırlarında Sayın Bayrak’ın. Allah daha fazla versin malında gözümüz yok ama, para insanı bu kadar da şımartmamalı. Sadece dinledim. Sözü bitince yine de bana yakışanı yaptım, ona dua ederek ayrıldım masasından „Allah sana daha çok versin.“.

 UETD

İkinci iftarı Avrupa Demokratlar Birliği (UETD) nde açtım. Mocca Dergisi‘nden dört kişi davetliydik. Ertan Taşkıran davet etti. Görevli gençler iyi organize olmuşlar. Giyim kuşamları ve nezaketleriyle göz doldurdular.  Aferin gençler. Organizasyonda ve iftar menüsünde sıkıntı yok. Salonda gençlerin çoğunlukta olması dikkatimizi çekti.

İftar öncesi programı oldukça yüklüydü. Bir bakan ve bir de eski bakan vardı davetlilerin arasında.    Steigenberger Oteli'nde verilen iftara eski AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, UETD Genel Başkanı Süleyman Çelik, Berlin Büyükelçiliği Elçi Müsteşarı Hidayet Çilkoparan, Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Alman Hristiyan Demokrat Parti (CDU) Milletvekili Oliver Wittke ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisi katıldı.

Egemen Bağış hem İngilizce hem de Türkçe yaptığı konuşmasında, Ramazan ayının önemini vurguladı. Bağış, Çin'in kuzeybatısındaki Uygur Özerk Bölgesi'nde(Doğu Türkistan) okullar, devlet daireleri ve yerel kamu kurumlarında çalışan Müslümanlara getirilen oruç yasağını eleştirdi. Türkiye eleştiriden öte bir yardımda bulunuyor mu Doğu Türkistan’a onu bilmiyorum. Bağış, Türkiye'nin "artık büyük hayaller kuran, çok büyük projeler üreten" bir ülke haline geldiğini de kaydetti.

UETD zengin bir dernek olabilir. Bizlerin sahip olamadığı imkânlara da sahip olabilir. Ancak ben öteden beri otellerde verilen iftar yemeklerini israf olarak gören ve bu görüşümü de her platformda yüksek sesle ilan eden birisiyim.

TDU iftar yemeğini Şehitlik Camii’nde verdi. UETD de böyle yapabilirdi. Halkla iç içe olurdu ve böylece o iftar sofrasına fakirler de katılabilirdi. Hem de halk desteğine en fazla ihtiyaçları olan bu günlerde.

Ayrıca Sayın Taşkıran ve Sayın Kaplan masalara gelip misafirlerle tek tek kucaklaşmalıydılar, ‘Hoş geldiniz.’ demeliydiler. Küçücük bir tebessüm nelere kadir olmaz ki.

BERLİN BÜYÜKELİĞİ’NDE İFTAR

Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, büyükelçilik binasında iftar yemeği verdi.
Büyükelçi Karslıoğlu, ezber bozan bir büyükelçi. Göreve geldiğinde ilk iftarı evinin bahçesinde çadırda vermişti. Anlamlı bir iftar yemeğiydi. Karslıoğlu, Büyükelçiliğe yakışır bir şekilde her Ramazan ayında toplumun büyük bir bölümüne hitap eden iftar yemeği vermeyi adeta gelenek haline getirdi.

Büyükelçilik binasında gerçekleştirilen iftarda, aralarında üst düzey bürokratlar, toplumun çeşitli kesimlerinden sivil toplum örgütlerinin yöneticileri, kiliselerin temsilcileri, Berlin'de görevli olan Müslüman ülkelerin diplomatlarının yanı sıra yerel ve ulusal basın da yerini almıştı.
Büyükelçi Karslıoğlu iftar öncesi yaptığı konuşmasına “11 ayın sultanı hoş geldin” diye başladı. Ramazan ayının ruh ve bedeni arındıran bir ay olduğundan, Kur’an’ın bu ayda indiğinden, bu ayın hoşgörü ve barış ayı olduğundan bahsetti. Ancak İslâm âlemindeki manzaranın, İslâm’ın hoşgörüsünü yansıtmadığından yakındı.

Sonra döndü Almanya’ya ve 3 milyon insanımızın burada yaşadığını söyleyerek ve bu insanların bulundukları yere alınlarının teriyle geldiklerinden bahsetti. Topluma ayak uyduramayanların varlığına da değindi ve hep birlikte bu insanları topluma kazandırılması gerektiğine dikkat çekti. Çift dilli anaokullarından da bahseden Karslıoğlu, bu okullara desteğin artırılması gerektiğini söyledi.
Karslıoğlu konuşmasının son bölümünde, Yunus Emre Kültür Merkezi’ni kurduklarını, geç de olsa Türk dili ve kültürünü Almanya’da tanıtacakları müjdesini verdi. Son sözü Yunus Emre’ye bıraktı Karslıoğlu: ”Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” “Allah oruçlarınızı kabul etsin.”

Programın bundan sonraki bölümünde önce Kur’an okundu. Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ün okuduğu akşam ezanından sonra da iftarımızı açtık. Kur’an okundu ama, meali Almanca ve Türkçe olarak verilmedi. Bu bir eksikliktir diye düşünüyorum.

Büyükelçinin masasında din adamları oturuyordu. Üniformalarıyla oturuyorlardı. Saygı da gördüler misafirlerden. Papazlarla fotoğraf çekmek isteyen insanların sayısı az değildi. İslâm dininin temsilcisi olan din ataşemiz sıradan biri gibi oturmuştu masaya. Kravat ve takım elbise. Onun da resmi kıyafetiyle o masada oturması gerekmez miydi? Resmi kıyafet ona da saygınlık kazandıracaktı. Sarık ve Cübbe, onun şahsında İslam’a saygınlık kazandıracaktı. Bu da ikinci eksiklik. Sayın Öztürk’le fotoğraf çektirmek isteyen insanları ben göremedim.

Sayın Karslıoğlu’ndan bir ilke daha imzasını atması dileğimizdir. Din Ataşeleri resmi toplantılarda sarık ve cübbeleriyle yerlerini alsınlar lütfen.
Namaz kılmak için mescit var dediler gittim. Belki ilk defa yine Karslıoğlu’nun imzasıyla, Büyükelçilikte mescit açılmış. Sebep olanlardan Allah razı olacaktır. Ancak ben bu mescidi bu Kançılarya’ ya yakıştıramadım. 100 milyon Euro’luk bir yapının içinde 3 metre kare bir oda, halı döşenerek mescit haline getirilmiş.

O binaya en az 200 kişiyi alacak kadar içten kubbeli, Arap, Selçuklu ve Osmanlı mimarinin özelliklerini taşıyan, bir gerçek cami yapılmalıydı. Beton binalar temsil gücüne sahip olmazlar. Binaların üzerlerinde ve içlerinde barındırdıkları kültür temsil eder ülkeleri. Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Ancak halkı Müslüman bir ülkedir. Devlet laik diye, halkın inancı, kültürü yok sayılamaz. Biz laik bir ülkede yaşıyoruz. Laikliği nasıl uyguladıklarını da görüyoruz. Hükümetlerin bu konularda daha duyarlı olması gerekir diye düşünüyorum.

Ayrıca Afyon Devlet Konservatuarı Öğretim Görevlilerinden oluşan müzik grubu tasavvuf müziğinden örnekler sundular.

Self servis usulü yemek, kaldırılmış. Garsonların servis yapması uygun görülmüş. Olması gereken de buydu. Böylece yemek israfının da önüne geçilmiş.

Ancak çay olarak yine de Seylan çayı ikram edildi, hem de fincanda. Türkler çayı fincanda içmezler. İnce belli bardakta içerler, kendi örfümüzü yaşatmamız bizlere saygınlık kazandırır kanaatindeyim. Taklitten uzaklaşmak lazımdır.

Çay demlemenin de, içmenin de bir adabı vardır. Çay zevk için içilir. Çay demleyip, ikram edenler, şu 3 hususa dikkat etmelidirler:

1- Çayın demi, dudak renginde olmalıdır (Lebrenk)
2- Çay bardağı, tepesine kadar doldurulmamalıdır, dudak payı bırakılmalıdır. (Lebrîz)
3- Çay, dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır.(Lebsûz)

Şimdi afiyet olsun.

Rüştü Kam


Not:

Bizden önceki ümmetlerde oruç

Kur’an der ki: “Siz ey imana ermiş olanlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız.” (Bakara 183)

Kur’n’ın dikkatimize sunduğu o eski ümmetlerin peygamberleri, orucun ne demek olduğunu, nasıl turulması gerektiğini kendi ümmetlerine bakın nasıl anlatmışlar:

“Diyorlar ki: 'Oruç tuttuğumuzu neden görmüyor. Benliğimizi yendiğimizi neden fark etmiyorsun?' Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz. Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla, sesinizi yükseklere duyuramazsınız.
İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın benliğini yenmesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç diyorsunuz, buna mı RABB’i hoşnut eden gün diyorsunuz?

Benim istediğim oruç; haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları, özgür kılmak, tutsakları salıvermek, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi? Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, ışığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız.

Doğruluğunuz önünüzden gidecek, RABB'in yüceliği artçınız olacak.  O zaman yardım çağrılarınıza RAB yanıt verecek, feryat ettiğinizde, 'İşte buradayım' diyecek.

"Eğer boyunduruğa, kaba işaretler yapmaya, kötücül konuşmalara son verirseniz,  Açlar uğruna kendinizi feda eder, yoksulların gereksinimini karşılarsanız, ışığınız karanlıkta parlayacak, karanlığınız öğlen gibi ışıyacak.

RAB her zaman size yol gösterecek, kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek. İyi sulanmış bahçe gibi, tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız. Halkınız eski yıkıntıları onaracak, geçmiş kuşakların temelleri üzerine, yeni yapılar dikeceksiniz. 'Duvardaki gedikleri onaran, sokakları oturulacak hale getiren' denecek sizlere.
"Kutsal günümde dilediğinizi yapmaz, Şabat (Sebt) Günü'nü çiğnemezseniz, Şabat Günü'ne 'Zevkli', RABB'in kutsal gününe 'Onurlu' derseniz, kendi yolunuzdan gitmez, keyfinize bakmayıp boş konulara dalmaz, o günü yüceltirseniz, RAB'den zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır, atanız Yakup'un mirasıyla doyururum.”
Çünkü bu sözler RABB'in ağzından çıktı. (Eski Ahit Yeşaya 58/ Bölüm 3-14)

Foto: ha-ber.com

Türk Eğitim Derneği'nde İftar 2014/ Muavin Konsolos Emrah ÖzbekTürk Eğitim Derneği'nde İftar 2014/ Muavin Konsolos Emrah Özbek
Türk Eğitim DerneğiTürk Eğitim Derneği
Türkk Eğitim DerneğiTürkk Eğitim Derneği
Türk Eğitim DerneğiTürk Eğitim Derneği
T.C.Berlin BüyükelçiliğiT.C.Berlin Büyükelçiliği
T.C.Berlin BüyükelçiliğiT.C.Berlin Büyükelçiliği
Türk Eğitim DerneğiTürk Eğitim Derneği
Dernekler Toplu İftarıDernekler Toplu İftarı
UETDUETD


MÜSİADMÜSİAD
MÜSİADMÜSİAD
TDUTDU
MOCCA DergisiMOCCA Dergisi
MOCCA DergisiMOCCA Dergisi
Berlin Veliler TopluluğuBerlin Berlin Veliler Topluluğu