2 Şubat 2015 Pazartesi

EVLİLİK, BOŞANMA ve BEL’AMLAR (I)

Müslümanlar günümüzde evlilik ve boşanma konularında sıkıntı çekmektedirler. Dini önderler bu ve benzeri konularda Müslümanlara yardımcı olamıyorlar. İmam nikâhı, birden fazla eşlilik, boşanma, faiz, miras taksimi, kadının şahitliği, ehli kitapla olan münasebetler, recm ( zina yapanların taşlayarak öldürülmesi) gibi konular bunlardandır. 
İmam nikâhıyla yapılan evliliklerin meşru sayılması, nikâh yapılırken Mehir belirlenmesi, “3’ten dokuza şart olsun, boşol boşol boşol” diyerek kadınları boşamak, toplumda ciddi sıkıntılar doğurmaktadır.
Müslümanlar Kur’an’a mı uyacaklar, yoksa yaşadıkları ülkelerin kanunlarına mı tabi olacaklar? Sıkıntılı bir durum. Belirsizlikler istismara da kapı aralıyor. Mesela, İslâmi duyarlılığı olmayan Müslümanların, miras taksimi konusunda, birden fazla eşle evlenme ve erkeğe boşama hakkı verilmesi konularında bilhassa erkeklerin birden bire Müslümanlaşıvermesi gözden kaçmıyor. “Kur’an ne diyorsa onu yapalım, biz Müslüman insanlarız” gibi sözler Müslüman (!) erkeklerin dudaklarından dökülüveriyor. Başımdan geçen birkaç örnekle konuyu detaylandırmak isterim:

Problem

Hof’tayım
1993 yılında Nürnberg’in Hof şehrine teşkilat (IGMG) çalışması için gitmiştim. Çalışma bittikten sonra yanıma cemaatten birisi yaklaştı ve beni evinde misafir etmek istediğini söyledi. Cami derneği başkanı müsaade etmedi. Ancak o şahıs ısrar etti. “Başkanım durumumuzu biliyorsun, hocam ile konuşmam gereken özel meselelerim var” dedi. Başkan müsaade verdikten sonra eve gittik.
Çay kahve faslından sonra ev sahibi suç işlemiş gibi, mahcup bir şekilde elini dizlerinin üzerine koydu, başını önüne eğdi ve “Hocam bizim başımızda büyük bir bela var, her gelen hocaya soruyorum bana bir çıkış yolu göstermiyorlar. Ne yapacağımızı şaşırdık. Sizin görüşlerinizin farklı olduğunu duyuyoruz. Ayrıca genel merkezden bir tanıdık, bu konuyu sizin çözebileceğinizi söyledi bana. Bugün sizi evime misafir edişimin asıl sebebi budur.”  dedi.

Anlattı olan biteni, bir taraftan anlatıyor, bir taraftan da ağlıyordu: “Müslüman çocuktur, cami cemaatindendir, evlendikten sonra meslek yapar,  bir iş tutar, geçinip giderler dedim ve kızımı verdim delikanlıya. Rahat konuşsunlar birbirlerini iyi tanısınlar diye hemen imam nikâhı da yaptık. Bir sene sonra düğün yapacaktık. Ancak bu arada, kızım evlenmekten vazgeçti. Zaten gönülsüz vermiştim. Kızımın bu kararını içine sindiremeyen damat, intikam almak için kızımı bir türlü boşamıyor. “Senin nikâhın bende, asla boşamam seni diyor.” Aradan üç sene geçti. Boşanamadığı için de kızımı başkalarıyla evlendiremiyorum. Bize böyle öğretti hocalar. Biz de inandık.
Damat ise başka bir kızla evlendi. Çocukları bile var. Benim kızım kaldı ortada. Ne yapacağımı şaşırdım kaldım.” bana bir yol göster hocam…

Benzer bir örnek de Berlin’de başıma geldi
Sene 1986. Bopp Str. 4 numarada oturuyorum. Tek oda. Köşede kocaman bir soba var. Ama odayı ısıtamıyor. Çünkü evin altından yol geçiyor. Tuvaleti merdiven aralığında.

Üst katta Recai Şentürk ve Şerafettin Lekesiz oturuyorlar. Sahur yemeklerini birlikte yiyoruz. Bir gün sahur yemeğinde Recai; “Hocam bu arkadaş (Şerafettin Lekesiz) üçten 9 a şart olsun demiş ve hanımını boşamış. Şimdi ayrı yaşıyorlar. Çocukları da var. Hanımını da çok seviyor. Bir gün iş dönüşü annesi doldurmuş bunu, bu da o öfkeyle “Üçten dokuza şart olsun, boşol, boşol, boşol” demiş ve boşayıvermiş hanımını o öfkeyle. Oysa hanımını çok seviyor. Şimdi çok pişman, ancak hanımına dönemiyor. Mahalle baskısından korkuyor. Fetva arıyor. Onu da bulamıyor.
Çünkü, dinimize göre, “Üçten dokuza şart olsun” demek, kadını üç talâk ile birden boşamak demekmiş. Yâni kadını kocaya bağlayan üç katlı bağın üçünü de bir anda koparıp atmakmış. Şerafettin de bu bağları birden koparıp attığı için  hanımıyla tekrar birlikte olamazmış.
Ne kadar hoca varsa Berlin’de (Nail Dural, Yakup Taşçı, Ali kemal Saral v.b) hepsine sorduğu gibi, buraya gelip giden başka hocalara da sormuş ama, çıkış yolu bulamamış. Hocalar tekrar birleşmeleri için “hülle”* nin dışında bir çıkış yolu göstermemişler. –Şerafettin de onaylıyordu söylenenleri- Sen ne dersin bu işe hocam?” dedi.

(*) Hülle
İki hülle vardır, birisi Kur’an’ın şart koştuğu hülledir. Bakara suresi 230 bu hülleyi düzenler. Üçüncü boşanmadan sonrası için düzenlenmiştir. İkinci hülle de,  lanetlenmiş olan hülledir. Bu hüllede sahtekârlık vardır. Düzenbazlık vardır. Peygamberimiz bu hülle ile ilgili şöyle der: “Hülle yapana da, yaptırana da Allah lanet etsin.” (İbn. Mace, Taberani, Hâkim, Beyhaki)

Koca, hangi şart altında olursa olsun, karısını boşama kastı olmadan, bazen de boşama kastıyla üçten dokuza şart eder veya karısını  “birden üçe şart olsun” ifadesini kullanarak boşadığını ifade ederse, sonra da pişman olur ve karısından boşanmak istemezse;
Bu durumda bir defada üç talakla boşadığı karısını, başkasıyla evlenmedikçe, geriye alamayacağı için, sahtekârlığa başvurulur. Kadın usulen başka bir erkeğe nikâhlanır, kadın bir gece o erkeğin evinde kaldıktan sonra,  o adam kadını boşar,  kadın da böylece eski kocasına döner. İşte hülle rezaleti budur.
Din adamları (!) bu sahtekarlığa din adına cevaz vermektedirler. Bilhassa kocası ve bir yakını olmadan hacca giden kadınlara uygulanır hülle nikahı. Hacdan döndükten sonra nikahı altındaki o kadını boşamayan insanlar bilirim ben. Ahlaksızlıktır, cahilliktir ve kadın istismarıdır, din istismarıdır bu.   Cahil softalarca (Bel’amlarca) uygulanır. Müslümanın şerefiyle oynamak hiç bir kimsenin ve din görevlisinin haddi olmamalıdır. Din böyle bir uygulamaya asla cevaz vermez.

Üçüncü örnek yine Berlin’den
Berlin’de doğmuş büyümüş bir çift. Evlilikleri 4 ay sürmüş. Aileler işin içine girmiş. Ayrılmışlar. Kayınvalide ve kayın baba aynı apartmanda oturuyorlar. Kız tarafı nikâh sırasında mahalle hocasının (DİTİB) tespit ettiği hediyelerini ve Mehirlerini istiyor. Dini nikâhlarını kıyan din görevlisi tespit edilen mihri kayıt altına almamış. Kız tarafı din görevlisinden o günkü konuşulanları kağıda dökmesini istiyor, hoca yaklaşmıyor. “Peki mahkemede tanıklık yapar mısın?” diyor, hoca ona da yaklaşmıyor. Kız tarafı Din Hizmetleri Ataşesi’ne başvuruyor, o da “yapacağımız bir şey yok, hocayı da anlamak lazım, böyle bir durumda o mahallede daha sonra sıkıntı çeker” diyor.
Tabiatıyla, erkek tarafı da kızın Mehirlerini ve hediyelerini vermek istemiyor. Sonunda, hem kız tarafı hem de erkek tarafı birbirlerine meydan okuyorlar. Her iki taraf da cami cemaati. Beş vakit namaz kılıyorlar. Ortada huzur ve mutluluğun tesisi için hizmet veren bir de hoca var. Müslüman kimlikli insanlar.

Çözüm
Birinci örnekte, evlilik gerçekleşmemiş. Çünkü resmi olmayan imam nikâhı hem İslâm Dini’ne hem de mevcut hukuka göre geçersiz bir nikâhtır. İslâm’a göre herhangi bir devlet kurumunun yapılan nikahı/ evliliği kayıt altına alması gerekir. Kayıt altına alınmayan bir evlilik dinen ve hukuken geçersizdir. Bundan dolayı, erkeğin “Ben seni boşamıyorum.” demesinin dinen geçerliliği yoktur. Dolayısıyla kızın başka bir erkekle evlenmesine mani bir sebep yoktur” dedim.
Konuyla ilgili ayetleri hep birlikte tekrar tekrar gözden geçirdik. Adam, hanımı ve kızı sevincinden ne yapacaklarını şaşırdılar. Kız sevincinden ağlıyordu. Elleri ayaklarına dolaştı. Uzun uzun, teşekkür ettiler bana. O aileyle, uzun süre irtibatımız devam etti.

Genel Merkez’e haber benden önce ulaşmış. Sefer Ahmetoğlu deliye dönmüş gibiydi. İcra heyeti toplantısını sabırsızlıkla beklediği her halinden belliydi. İcra heyeti toplantısı gündeminin ilk maddesi benim Hof’ta verdiğim fetva. O gün başka konu konuşulmadı sayılır. Karar: “Her hafta Perşembe günleri Rüştü hoca ve Fetva heyeti bu ve benzeri konuları başkanlık divanının huzurunda tartışacaklar.” Altı ay sürdü bu tartışmalar. Bir gün Sefer Ahmetoğlu, Genel Başkan Osman Yumakoğulları’na  “Genel merkezden (IGMG) ya Rüştü Hoca gidecek ya da ben, yoksa ben bundan sonra toplantılara katılmıyorum” dedi. Fetva heyetinin diğer üyeleri de destekledi onu. Daha sonra Ahmet Seferoğlu Dortmund Anadolu Camii’ne imam olarak tayin edildi. Ben Genel Merkez’de kaldım. Ali Yüksel Genel Başkan olunca Sefer Ahmetoğlu yeniden genel merkeze geldi. Ancak, bu sefer ben gittim. Görevlendirilmek üzere Berlin Bölgesi’nin emrine verildim. Sene 1996. Hâlâ  görevlendirilmeyi bekliyorum.

İkinci örnekte evlilik gerçekleşmiş. Resmi daire,  onların evliliğini kayıt altına almış. Ancak erkek bir anlık öfkeyle karısını “boşol, boşol, boşol” diyerek geleneksel din anlayışına göre boşamış. Evlenirken iki şahit bulmak şart iken, boşanırken şahide bile ihtiyaç duyulmamış. Sonradan pişman olmuş erkek ama, bu sefer hocalar araya girmiş. “Hanımınla tekrar bir araya gelmek istiyorsan, hanımının önce başka bir erkekle evlenmesi gerekir, o kocası da boşarsa o zaman onunla evlenebilirsin. Yoksa evlenemezsin.” demişler.

Erkeğin hanımını boşama yetkisi olmaz. Boşanmak için mahkemeye başvurma hakkı vardır. Aynı hakka kadın da sahiptir. Bu durumda boşanma gerçekleşmez. Çünkü, boşamayı kanun adamı yapar. Önce tarafların şahitlerini dinler, sonra kararını verir,  boşar veya boşamaz. Dinin emri böyledir. Erkek “Boşol, boşol, boşol”(**) demekle hanımını zinhar boşayamaz. Allah erkeğe böyle bir yetki vermemiştir. Allah zalim değildir, zalimleri de asla sevmez. En ilkel toplumlarda bile böylesine lakayt bir boşama olmamıştır. Son dinin mükemmel bir din olduğunu söyler Allah. Mükemmel bir dinin boşanma ile ilgili hükmü erkeğin insafına bırakılmamıştır. Taraf olan kişi hâkim olamaz. Erkeğin hangi olağan üstü özelliğinden dolayı böyle bir yetki verilsin ki kendisine? Cevabı olmayan bir sorudur bu. Uzun uzadıya açıkladım.
Bakara suresinin 227-241 ayetlerini, Talak suresinin 1-8 ayetlerini ve nisa suresinin 35’inci ayetlerini birlikte defalarca okuduk, aradan bir hafta geçti. Şerafettin Kur’an’ın ne dediğini anladı ve gereğini yaptı

Yukardaki iki örnekte, taraflar benim açıklamalarımdan mutmain oldular. Birisi evlendi, öbürü de hanımına ve çocuklarına kavuştu.
Olan Recai’ye oldu. O zaman duvar daha yıkılmamıştı, Berlin’de ev bulmak sıkıntılıydı. Şerafettin ev bulamayınca, Recai’yi evden attı. Ama Recai alınmadı bu duruma, arkadaşının içinde bulunduğu durum onu kahrediyordu zaten. Vesile olduğu için mutluydu.

Üçüncü örnekte ise, işin içine aileler girmiş, yeni kurulan ailenin fertleri kendi kararlarını kendileri veremiyorlar. Söz sahibi değiller. Aileler taraf olmuşlar. Çocukların geleceği ile ilgili kararları aileler veriyor olmuş.
Erkek tarafı mehiri(Nisa 4) mutlaka verilmesi gereken bir hak değil de, usulen belirlenen bir bedel olarak görüyor. Laf olsun torba dolsun hesabı. Kur’an’ın şahitliğini ister gibi görünseler de, uygulamaya gelince Kur’an hemen rafa kaldırılıveriyor. Tarafların insafına kalmış bir mesele.
Nikâhı kıyan din görevlisi de zaten belirli bir süreliğine gelmiş Almanya'ya, biraz Euro kazanıp geriye gidecek, mahallede rahatının bozulmasını istemediği için, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olmuyor. Hakikati gizlemeyi kendi çıkarına daha uygun buluyor.

Ben ve erkek tarafını tanıyan bir arkadaşım, kız tarafının elçisi olarak erkek tarafına gittik. Nikah kıyan hoca ve damadın bir arkadaşı da vardı konuşmada. Damadın babasıyla camide konuştuk. Oğul yoktu orada, baba olmasını da istemedi zaten. Ancak olumlu bir sonuç alamadık. Damadın babası neredeyse bizi kovacaktı camiden.

Bu ailelere tavsiyem, bilhassa kız tarafı mahkemeye gidip haklarını aramalıdır. Bilhassa mihir konusunda dini işin içine sokmamak gerekiyor. Madde bir yerde işin içine giriyorsa, orada din mutlaka istismar ediliyor. Bu istismarı, Müslüman da yapıyor, Müslümanların önüne geçip de onlara namaz kıldıranlar, din adına onlara nasihatte bulunan din görevlileri de yapıyor. Müslümanlar Yaratan’a değil de para atana hizmet ettikleri sürece bu durum böyle devam edecektir. Kur’an böyle din adamlarına “Kitap yüklü merkep” (Cuma 5) diyor, "Allah'ın ayetlerini az bir menfaat karşılığında satanlar…"(Maide 44) diyor. Bir anlamda “Bel’am” lardır bunlar.

Tehditler

Bu uygulamalarımdan dolayı hocalar bana tehditler savurmaya başladılar. Şerafettin’in ve ailesinin birleşmeleri, Berlin’de hemen duyulmuş. Yakup Taşçı Mevlana Camii kürsüsünden benim bu insanlara zina yaptırdığımı anlatmış. Ne mezhepsizliğim kalmış ne de reformistliğim. Cemaatten bazıları geldiler sordular, “Doğru mudur hocam bu yaptığın?” Dediler. Onlara da anlattım, ikna oldular. Ancak fitneciler boş durmadı. Şerafettin’in amcası Mehmet Lekesiz Mevlana Camii’inde bana saldırdı. Küfürler savurdu caminin içinde, araya girdiler, ayırdılar.

Daha sonra, İslâm Federasyonu başkanı Nail Dural tarafından hesaba çekildim. “Sen kim oluyorsun, müçtehit misin? Müçtehit olmanın şartları vardır. Kur’an’ı bizler anlayamayız. O mücmel (anlaşılmaz) bir kitaptır. Büyük büyük âlimler bilememiş bu işin böyle olduğunu da, sen biliyorsun öyle mi? Derhal verdiğin fetvadan vazgeçeceksin ve bu kararını da açıklayacaksın…” Tehditler sürdü gitti. Beni dinlemedi bile.

Bu olaydan sonra aynı durumda olan Azeri bir kişi daha bana gelmişti. Meğer onlara da aynı fetvayı vermiş Nail Dural. Tabii karizması sıfırlanmış. Koskoca İslâm Federasyonu başkanının fetvasının üzerine fetva vermişim. Olacak şey mi?
Berlin İslâm toplumu Milli Görüş Teşkilatlarında (IGMG) deprem etkisi yaptı bu olaylar. Müçtehit olmadığımdan dem vurdular, mezhepsiz dediler, reformist dediler, Atatürkçü hoca dediler, daha neler demediler ki;…

Kur’an’da “Bel’am” karakteri zikredilir. Önemli bir karakterdir. Bunlar işte o karakterlerdir. Sayısı çoktur bunların. Müslümanların çektiği sıkıntılar bu karakterlerin yüzündendir.
Rivayetlere göre Bel’am b.Baura isimli kişi Hz.Musa zamanında yaşamış, Hz. Musa’ya iman etmiş ama daha sonraları tercihini Firavun‘un iktidarından yana koymuş, Hz. Musa’ya cephe almış ve Firavun ’un sisteminin ayakta kalması için Fravun’a dinsel anlamda dayanak olmuş. (Araf 175-176)

Devam edecek

Rüştü Kam
Ha-ber.com 2015

29 Ocak 2015 Perşembe

O BİR BASIN DUAYENİYDİ, GÖÇTÜ GİTTİ /DENİZ OLCAYTO'DAN BAHSEDİYORUM

Zaman ne kadar da hızlı akıyor. Zaman aktıkça bu akışa paralel olarak insan da akıyor. Ancak bu akışa ayak uydurmak ve aynı hızla akmaya devam etmek mümkün olmuyor. Sene 1986 Berlin'deyim. Yabancısı olduğum bir şehir, yurt dışına ikinci çıkışım. Birinci çıkışımda Witten'deydim. İki ay kalmıştım orada.
Berlin etrafı duvarlarla çevrili bir yer. Duvarın içinde olduğunuzu Berlin'in dışına çıktığınız zaman hissediyorsunuz, gümrükten geçme zorunluluğunuz var. Çok soğuk bir ülkeydi DDR. DDR'nin o soğuk yüzünü gümrüklerde görebiliyordunuz. Gümrük memurlarının, polislerin o sizi yiyecekmiş gibi bakışları, tavırları, arabanızı didik didik etmeleri, pasaportların içine atıldığı o tenekeden borunun çıkardığı takırtılar-tukurtular can sıkıcıydı. Müzik dinleyememeniz, yanınızdaki ile konuşamamanız, sürekli kontrol sırasında polisin gözüne bakma zorunda oluşunuz sıkıntının dozunun artmasına yol açıyordu.
DDR topraklarında seyrederken, parklarda fazla duramazsınız, hızınız 100 km'yi geçmemeli, lastiğiniz patlarsa veya çok yorgun olur da biraz uyursanız DDR çıkışında çekeceğiniz var polisin elinden; " Neredeydin, niçin geç kaldın, lastik değiştirdiğine dair ispatın var mı?..."

Berlin Duvarı'nın içine girince rahatlıyordunuz. Sırtınızdan tonlarca yük kalkıveriyordu birden. Oh be hayat varmış diyordunuz. Duvar Berlin'i ikiye ayırmıştı, duvarın içine Batı Berlin deniliyordu. O zaman nüfusun 2 milyon civarında olduğu söyleniyordu, şimdi de 3,5 milyon civarında deniliyor. O 2 milyon nüfusun içinde 150 bin dolayında Türkiyeli vardı. O zamanlar Berlin'de yaşayan insanlara Berlin yardımı adı altında her ay belli bir para ödeniyordu. Bir anlamda Berlin'de yaşamak teşvik ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Berlin'de yaşamak riskliydi, böyle düşünülüyordu. Amerikalılar, İngilizler, Ruslar hâlâ Berlin'deydiler.

Türkiyeliler zaten hayatlarını riske ederek Almanya'ya geldikleri için, Berlin'e gelerek ikinci bir risk daha almışlardı. Onların gayesi bir miktar para biriktirip evlerine dönmekti. Sırf bu açıdan olsa gerek, diğer şehirlerle kıyaslandığında Türkiyeli nüfus oldukça yoğundu Berlin'de.

Konar-göçer alışkanlıklarını burada da sürdüren Türkiyeliler, İbadethanelerini de aynı mantıkla yapmışlardı. Apartman dairelerinin-bodrumlarını camiye çevirmişlerdi. Kalıcı yatırımları yoktu. Kurumları yoktu. Bir sabah erkenden toparlanıp gidebilecek şekilde yaşıyorlardı. Türkiyelilerin çoğunluğu Almanların sokaklara bıraktıkları mobilyaları kullanıyorlardı evlerinde, paralarını kuruşuna kadar biriktirmenin derdindeydiler. Ahmet Akyol isminde Karadenizli bir vatandaş krediyle ev almıştı. Ayıplamıştı insanlar Ahmet Akyol'u. Ev almak boşuna yapılan yatırımdı. Kredi almak ise dini açıdan negatif olarak değerlendiriliyordu. Ayıptı, günahtı...

Kendilerini duyarlı Müslüman olarak görenler, düğünlerini camilerde yapıyorlardı. Hoca kürsüye çıkıyor, evliliğin önemini anlatan bir konuşma yapıyor, hafızlar ilahiler okuyor ve bir dua ile düğün sona eriyordu. Sonra yemeğe geçiliyordu. Halıların üstüne yağlı kâğıt seriliyor ve bayat lahmacunlar ayran ve diğer içeceklerle birlikte ikram ediliyordu.
Caminin düğün salonu olarak kullanılması, para biriktirme amacına uygun düşüyordu. Bazı camilerin hocaları bu psikolojiyi iyi analiz etmiş olmalılar ki; salonlarda düğün yapmanın haramlığından bile bahsedebiliyorlardı.
Almanya'ya gelen Türkiyelilerin kahir ekseriyeti taşralıydı, din konusunda bildikleri, köy imamının anlattıklarından öte bir şey değildi. Berlin'de en ünlü hatipleri bile dinleme imkânına sahip olan bu insanlara, doğru bilgiyi anlatmak mümkün olmuyordu, hatta "Sen falan hocadan daha mı iyi biliyorsun?" diye dikleşenler bile oluyordu. Bu durum dini cemaatlerin işine geliyordu, hâlâ işine geliyor: Çünkü bu insanları cemaat, meşrep ve siyaset mantığıyla yönlendirmek daha kolay oluyordu, hâlâ öyle olmuyor mu?

Berlin'e geldiğim ilk günün akşamı Mevlana Camii'nin kürsüsüne çıkarıldığımda, önümdeki cemaatin neredeyse yarısı sarıklı ve şalvarlıydı. Şaşırdım kaldım. Sarığı âlimler takar, şalvarı da biraz daha tasavvufta yol almış pîrifaniler giyerdi Türkiye'de. Ne konuşacağımı şaşırdım. 30 dakikalık o süre bana o kadar uzun geldi, sanki 10 saat gibi. Aradan uzun zaman geçmedi ki, ben meseleyi anladım; bu sarıklı ve şalvarlıların "sübhaneke" de bile en az 10 yanlışı vardı. Takılan sarık ve giyilen şalvar, sevap kazanma amaçlı olarak takılıyor, giyiliyordu. O büyük hocalar bu insanlara öyle anlatmışlardı.
Aynı günlerde An der Urania'da hicret günü kutlanıyordu, benden de konuşmam rica edildi. Ben kravatımla ve biraz uzun saçımla çıkıp konuşmaya başladım. Aşağıdan sesler gelmeye başladı: "Kim çıkardı bu Atatürkçüyü buraya, indirin onu kürsüden..." Sebep, kravat takmam, sakalsız oluşum ve saçımın biraz uzun olmasıydı. O zamanlar Mevlana Camii'ne kravatlı insan giremiyordu, girerlerse camiden atılıyordu, şapkalı ve fötrlü girenlerin şapkaları, fötrleri asıldıkları yerden alınıyor, kesiliyor ve çöpe atılıyordu. Millet namaz kılarken işgüzarlar yapıyordu bunları.

Ben İslâmî İlimler Okulu'nun müdürlüğünü yapıyordum. Aynı zamanda da Milli Görüş Teşkilatlarının Berlin Bölgesi Teşkilatlanma Başkanlığı'nı yürütüyordum. Zaman zaman Milli Görüş Berlin Bölge Yönetim Kurulu toplantılarına katılarak Berlin'de olup bitenleri konuşuyorduk. Yine böyle bir toplantıda gazeteci Nevzat Özpelitoğlu bir teklif sundu: "Berlin'de Türkçe yayın yapan yerel televizyonlar var, biz de böyle bir televizyon açabiliriz." O günkü Bölge Başkanı Aykut Algan şiddetle karşı çıktı bu teklife ve "Televizyona karşı olan bir teşkilat nasıl olur da televizyon açar..." diye tepkisini koydu. Uzadı gitti tartışma, o toplantıda sonuç alınamadı. Ancak benim konu dikkatimi çekti. Nevzat Özpelitoğlu ilgimi görünce büyük bir heyecanla, uzun uzadıya anlattı konuyu bana ve ‘Seni o televizyonlardan birinin sahibi ile tanıştırayım.' dedi, memnuniyetle kabul ettim.

Randevu aldı ve gittik. Benim tanıştığım o kişi Mehmet Deniz Olcayto idi. DDR topraklarından duvarın içine doğru esen o soğuk havayı, o küçücük stüdyosundan yaptığı Türkçe yayınlarla ısıtıyordu.

Onunla uzun uzun sohbet ettik. Yukarıda anlatmaya çalıştığım konulardan bahsetti, yapılan bu ve benzeri yanlışların Türk toplumuna mal edildiğini ve bu durumun Alman toplumunda sıkıntılar doğurduğunu uzun uzun anlattı bana. Bir ilahiyatçı olarak bu konularda bana ve benim gibilere görev düştüğünden bahsetti. Beni tanımaya, çözmeye çalışıyordu. Hayat arkadaşı Mary de vardı yanında. O gün orada Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile de tanıştım. Sonradan öğrendiğime göre onlar da televizyonun ortaklarıymış.

İkinci kez buluştuğumuzda, üzerimize düşen görevleri konuştuk. Berlin'de, ATT televizyonunun dışında Türkçe yayın yapan iki televizyon daha vardı. TD1 ve BTT televizyonları. Onların haftalık yayın akışını da konuştuk.

Sonra ben neler yapabilirdim, Olcayto bana nasıl bir imkân tanıyabilirdi ATT televizyonunda onu konuştuk. Çok tereddütlü davranıyordu. Enver Canoğlu tereddütlerinin yersiz olduğu konusunda onu ikna etmeyi başarmış olmalı ki; üçüncü buluşmamızda bana haftada 3 dakikalık dini konuşma zamanı verdi. Diğer televizyonlarda dini konuşmalar yapılmıyordu o zaman.

ATT (Almanya Türk televizyonu) de yaptığım o 3 dakikalık konuşma Berlin'de olay oldu. Yayından sonra stüdyonun telefonları kilitlendi, halk Olcayto'ya dua ediyor ve memnuniyetlerini bildiriyordu. Sonraki yayınlarda bu 3 dakika yarım saate çıktı. Televizyon aynasından Berlin'de yaşayan insanımıza İslâm Mehmet Deniz Olcayto'nun onayıyla işte böylece anlatılmaya başlandı. ATT den dinini öğrenen binlerce insan vardı. Onların içinden bir tanesi bile ATT televizyonu sayesinde gerçek İslam'la tanıştı ve İslâm'ı yaşam biçimi olarak seçtiyse bu Deniz Olcayto için yeterli bir referanstır.

Olcayto Türkçe yayın yapan yerel bir televizyon kurarak, halkına büyük bir hizmet yapmıştır. Milli konularda oldukça duyarlıydı. Yürüyüşler düzenledi, mitingler düzenledi ve bu etkinlikleri televizyonunda yayınladı. Televizyonlarda yaptığı yorumlarla, yönettiği açık oturumlarla halkı bilgilendirdi ve onların ufkunu açtı.
Daha sonra kurulan TFD Televizyonu'nun(Almanya Türk televizyonu) kurulmasında da onun emeği inkâr edilemez.
BTT Televizyonunun sahibi Ata Tilmaç daha önce aramızdan ayrıldı, İlklerin altına imza atmaktan hoşlanan Olcayto bugün aramızda yok. O da bu dünyadaki ömrünü tamamladı. Zamanın akışına ayak uyduramadı. Gücü bitti, yoruldu ve pes etti. Zaman ise akmaya devam ediyor. Gazeteci arkadaşları onun cenaze namazını kıldılar ve onu ebedi istiratgâhına uğurladılar. Onlar zamanla yarışmaya devam ediyorlar, bir gün gelecek onlar da pes edeceklerdir...

Ben o büyük ustanın yaptığı işlerin hep iyi ve güzel yönlerini aldım, kendime ışık yaptım. Allah'tan O Koca Usta'ya rahmetler diliyorum. 
Şimdi aramızda Atalay Özçakır var. O'nun da Berlin halkına yaptığı hizmetleri elbette yadsınamaz. İnsanlar öldükten sonra arkasından anılmamalı, dünyada kıymetleri takdir edilmeli ve onlara sahip çıkılmalıdır.

Rüştü Kam


21 Ocak 2015 Çarşamba

T.C. BAŞBAKANI DAVUTOĞLU BERLİN’DE ÖNEMLİ MESAJLAR VERDİ (I)

“Avni, herhangi bir yerde olay olduğunda orada ilk önce sen olacaksın.”

Almanya eski Cumhurbaşkanı sayın Christian Wulff’u koltuğundan eden “ İslâm Almanya’nın bir parçasıdır” sözünü, Wulf’un koltuğunu altından çeken Almanya Şansölyesi sayın Merkel söylüyor bugün. Hem de TC Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun huzurunda. Dik durmak için güçlü olmak lazım diye beklemek zaman kaybıymış meğer. Güçlenmek, dik durulduğunda başlıyormuş demek ki.
Davutoğlu oldukça olumlu konular koydu hedefe. Hoca Ahmet Yesevi’yle çıktığı yola Şeyh Edebali’yle devam etti. Salon tam olarak dolmasa da coşkuluydu. İlk önce, T.C. Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu çıktı kürsüye. Hem de koşarak. Konuşması duygusaldı ve anlam yüklüydü:

“Sayın Başbakanım, Sayın Başbakan Yardımcım, Kıymetli Bakanlarım, Kıymetli Vatandaşlarım, Değerli Konuklar, Değerli Kardeşlerim ve Değerli Almancılarım. Ben gözü yaşlı bir büyükelçiyim. Buradaki çocukları görünce 55 yıl öncesine döndüm. ‘61 yılında geldik biz buraya bir Almancı olarak. Babamla geldik. Çünkü Türkiye’de demokrasi bitmişti. Demokrasiyi seven babam ve ailemiz başka diyarlarda yurt edinmek istediler. Ve geldik bu diyarlara. Konsolosluklarda itildik, kakıldık.

Türk konsolosluğunda iş yapmak bir diplomat için züldü o zamanlar. Bunlar işçi, nasıl olsa dövizini ödeyecek, parasını kazanacak ondan sonra da Türkiye’ye dönecek, beklenti buydu. Ancak öyle olmadı. Biraz önceki bu çocuklar gibi ben de arkadaş aradım. Ama bulamadım, yoktu, yalnızdım. Bir Alman aileyle büyüdüm. Çünkü işçiler, işçi Heim (yurt)larında kalıyordu. Konsolosluklarımız çok farklıydı.

Sayın Başbakanım, benim tayin emrimi siz vermiştiniz. “Aman Avni orada kardeşlerin var, onları sana emanet ediyorum, onlara iyi bak. Her bir işin hesabını senden sorarım” demiştiniz. Sayın Başbakanım hesap veriyorum:
Konsolosluklarımıza herkes gönül rahatlığıyla gelebiliyor ve bizler kollarımız açık bir şekilde onları kabul ediyoruz. Siz demiştiniz ki, “Avni, herhangi bir yerde olay olduğunda orada ilk önce sen olacaksın.”  Evet ben de öyle yapıyorum.
Burada maalesef bazı olaylar oldu. Yangınlarda insanlarımız öldü, oraya gittim, camilerimiz yandı, oraya gittim, Tuğçe kardeşimiz öldürüldü, oraya da gittim.

Ama biz Almanya’yla bütün bu acılara rağmen, bütün bu olanlara rağmen dostuz. Sizin de dediğiniz gibi, komşu olmayan, sınırı ortak olmayan, iki kardeş ülkeyiz biz. Buradaki insanlarımızın hepsi bunu söylüyor, ancak Almanlar anlayamıyorlar.
Bir vücutta iki yürek olur mu? Evet, buradaki vatandaşlarımızın hepsinin bir vücudunda iki yüreği var, birisi Almanya için çarpıyor, birisi Ankara için. Bunu Alman dostlarımız anlamakta zorlanıyorlar ama anlatacağız.
Bugün siz anlattınız ve bu dostluğun, bu kardeşliğin gelişmesi gerektiğine hepimiz inanıyoruz. En fazla siz inanıyorsunuz, çünkü en fazla siz bunu dile getiriyorsunuz. Bu çalışmalarınızdan bu gayretlerinizden dolayı ben de kardeşlerim de, buradaki vatandaşlarımız da size müteşekkiriz.

Buradaki vatandaşlarımız bu köprülerin, bu bağların güçlenmesini istiyor. Alman dostlarımız da bunu anlayacaktır. Büyük devletler büyük düşünür. Eminim Almanya’da büyük düşünecektir. Gençlik köprüleri kurarak, iş köprüleri kurarak bunu geliştireceğiz. Bugünkü toplantılarda bunu dile getirdiğiniz için, buraya geldiğiniz için size ve bakanlarınıza teşekkürlerimi sunuyorum. “

Değerlendirme notu:
1-UETD Berlin Başkanı Sinan Kaplan iyi bir organize yapmış, görevli olan gençler özverili çalıştılar, nezaketleriyle de gönül kazandılar.
2-Milletvekili Sayın Külünk, milletvekili olgunluğunun farkında olmayan bir vekil.  Müsamere çocukları gibi slogan provası yapmak onun işi değil. Öyle bir çalışmanın yapılmasına da gerek yok. Görevlendirilen belirli sayıda gençler öncülük yapsalar daha gür seda çıkar. Sahnedeki görevli delikanlı zaten o işin ehli.
2-UETD genel başkanı Süleyman Çelik’in o kadar uzun konuşma yapmasının gereğini anlayabilmiş değilim. Hitabet gücü de olmadığı için oldukça sıkıcı. Selamlama konuşması yapar ve başbakana söyleyeceklerini dosya olarak takdim edebilirdi.
3-Programın başlama saati 18.00 olarak ilan edildiği halde 2 saat gecikmeyle başlaması şık düşmedi.
4-Engelli bir kardeşimiz tekerlekli sandalyesi ile sahneye çıkarıldı ve onurlandırıldı. Engellilere sahip çıkıyoruz mesajı verildi. Güvenlik gerekçesi ile sahneye çıkması ve başbakanla kucaklaşması engellenmedi, hatta protokol müdürü salonun ortasına kadar gelerek bizzat kendisi alıp götürdü.
5- Kıyaslama yapmak için değil, ancak, bir meselenin tespitini yapmak için bu örneği verdim o engelli kardeşimiz alınmaz inşallah.

Türkiye dışında bin bir türlü zorluklara göğüs gererek (maddi, manevi ve siyasi), hizmet vermeye çalışan basın emekçilerine sivil toplum önderlerine aynı hoşgörü ile yaklaşılmıyor. Koruma görevlileri, protokol müdürleri söylenileni bile dinlemiyorlar. Çok sert bir şekilde, “yok kardeşim yasak” sözünden başka bir laf çıkmıyor ağızlarından. Şu iyi bilinmelidir ki; Türkiye dışındaki sivil toplum kuruluşları, basın emekçileri olmasalar, o programlar o salonlarda öylesine çoşkulu bir şekilde yapılamaz.

Mocca Dergisi’nin 20. Sayısını Sayın Başbakanımıza vermek istedim. Önce bir arkadaşımı görevlendirdim. Koruma görevlilerini aşamadı, geriye geldi. Biraz sonra ben gittim, kendimi tanıttım.  Koruma görevlileri bana da geçit vermedi. Ben ısrar edince içlerinden genç bir koruma görevlisi, protokol müdürüne sorayım dedi. Olumsuz cevapla geriye döndü. Protokol müdürüyle ben konuşayım dedim “olmaz” dediler. Rica ettim, o zaman bu dergiyi konuşmaya çıkmadan önce Başbakanımıza ulaştırıverin dedim, “hayır, sonra veririz, bize görevimizi mi öğreteceksin” dediler.

Bakın bu dergi konu itibariyle önemli bir dergidir, kapağına bakın, neyi kapak yapmışız okuyun lütfen dedim, dergiye bile bakmadılar. Bakmadılar ki, okusunlar.  Sonra içlerinden uzun boylu olanı aldı dergiyi elimden, “uzatma be kardeşim ben sonra veririm” dedi. Dergiyi aldı elimden aldı almasına da,  öyle bir büktü ki önümde, içim cız etti. İçimden, keşke vermeseydim dedim…

Alın teri var, emek var, duygu var inanç var, Türkiye var, tarih var o dergide, nasıl onu öyle paçavra gibi bükersin…

Devam edecek

Rüştü Kam

T.C. BAŞBAKANI DAVUTOĞLU BERLİN’DE ÖNEMLİ MESAJLAR VERDİ (II)

„Kendi tankımızı yaptık, kendi deniz altımız da yaptı. İnşallah yakında kendi savaş uçağımızı da yapacağız.“

60’lı yıllara göre çok şey değişti. 60 yıl önce darbe dolayısıyla demokrasinin katledildiği 1960’lar, daha sonra 80 darbesi, ekonomik krizler ve darbelerle anılan bir Türkiye vardı. O günden bugüne çok şey değişti. Ogün tahta valizle gelenlerin torunları bugün Almanya’da çok güzel makamlarda Türkiye’yi temsil ediyorlar ve arkalarında da çok güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Burada sizlerden beklentimiz her zamankinden daha fazla kimliğinize, örfünüze, adetinize sahip çıkmanızdır.

Resmi bir ziyaret için Berlin’e gelen Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Ahmet Davutoğlu Tempodrom Kapalı Spor Salonu’nda düzenlenen buluşma toplantısında konuştu…

Ahmet Davutoğlu:
52 yıl önce Anadolu'dan ve Trakya'dan güzel ülkemizin her bir köşesinden alınteriyle helal rızık için yola çıkmış yiğit insanların vakur, onurlu evlatları, torunları hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. O yiğit insanların evlatlarıyla gurur duyuyoruz. Ki bu al bayrağı dünyanın her yerinde olduğu gibi Almanya’da da Berlin’de de dalgalandırıyorsunuz. Allah sizden razı olsun. Aziz Berlinliler, değerli kardeşlerim, size 77 milyon kardeşinizden selam getirdim. Anadolu’dan, Trakya’dan, Akdeniz’den, Karadeniz’den selamlar getirdim.
Burnunuzda buram buram tüten Anadolu’nun her bir köşesinden, Toroslardan, Kaçkarlardan, Ağrı Dağı’ndan, Uludağ’dan selamlar getirdim. Dicle ve Fırat’tan, Seyhan ve Ceyhan’dan, Yeşilırmak ve Kızılırmak’tan, Menderes’ten, Sakarya’dan selamlar getirdim.

Başbakanlık görevini aldıktan sonra, son 4 ay içinde 40’ı aşkın vilayetimizi ziyaret ettim. Şimdi de bizi geçmişte olduğu gibi coşkuyla karşılayan Berlinli kardeşlerimle olmaktan büyük onur duyuyorum. O kadar büyük bir onur ki bu, Van’da vatandaşlarımızla buluştuğumuzda, Edirne’de buluştuğumuzda, Erzurum’da, Balıkesir’de, Adana’da, Nevşehir’de, ülkenin her köşesinde buluştuğumuzda gördüğümüz coşkuyu Berlin’de de görmekten gurur duyuyoruz.

Bu ziyaretlerimde bizi biz yapan değerlerin varisleri olarak Onlardan da size selam getirdim. Yunus Emre’yi ziyaret etmiştim, manen bana, “Almanya’daki, Avrupa’daki torunlarıma selam et. Güzel Türkçemizi unutmasınlar. Kızılırmak kenarında söylediğim o güzel Türkçe‘mizin türkülerini Ren Nehri’nin kenarında, Elbe kenarında, Tuna kenarında söylesinler” dedi.

Hz. Mevlana’yı ziyaret ettim. O‘ndan da size manen selam getirdim. Barbarlığın, zulmün, yabancı düşmanlığının, terörün olduğu bu dönemde benim torunlarım, “Gel desinler, ne olursan ol gel, bizim diyarımız umutsuzluk diyarı değildir, gel desinler” dedi. Hz. Mevlana’nın da selamı üzerinize olsun.

Ahi Evran’ın selamını getirdim Kırşehir’den. Ahi Evran ki Ahiliğin, kardeşliğin mimarıdır, piridir, dedi ki, “Berlin’deki, Almanya’daki evlatlarıma selam edin. Kardeşliği daim kılsınlar, kapılarını, sofralarını, gönüllerini hep açık tutsunlar.”.
Hacı Bektaşı Veli’yi ziyaret ettim Hacı Bektaş’ta. “Bir olsunlar, iri olsunlar, diri olsunlar” dedi. Ve Şeyh Edebali’yi ziyaret ettim. “Ey torunlarım” dedi, manen sesleniyor size, “Hiç merak etmeyin Ankara’da artık insanı yaşat ki devlet yaşasın felsefesi hakimdir, bu müjdeyi ver torunlarıma” dedi.

Sizlerle buluşmaktan gurur duyuyorum. Başbakan olarak Berlin’e Almanya’ya birçok defalar geldim. Çok büyük toplantılarda beraber olduk. Bazen acılı olayları hüzünleri beraber yaşadık. 2 sene önce NSU cinayetleri dolayısıyla Almanya’ya gelip bütün şehirlerini gezdiğimizde, vatandaşlarımızla buluştuğumuzda taşıdığım, hissettiğim ızdırabı hiç unutmam. Hüseyin Avni Bey de bizimle birlikteydi. Orada kendisine ve daha sonra toplandığım bütün başkonsoloslarıma tek tek talimat verdim. „Bundan sonra eğer Almanya’da, Avrupa’da veya dünyanın herhangi bir yerinde tek bir vatandaşımızın gözünden bir yaş düşerse benim büyükelçim, benim başkonsolosum orada olacak ve o göz yaşını yere düşmeden yakalayacak.“ Dedim. İşte gördünüz biraz önce değerli Büyükelçimiz göz yaşlarını zor tutuyordu. Neden? Sizin içinizden gelmiş biri olarak bütün zorlukları biliyordu. Gerçi Spor Bakanımız da Almanya doğumlu, o da bunların farkında, biz de gönülden hissediyoruz. Bugün Sayın Merkel’le görüşmemizden dönüşte arabada zikrettim. 
Acaba 52 yıl önce tahta valizlerle Berlin’e ilk gelen o onurlu insanlar, o çilekeş fakat vakur insanlar, bugün bu tabloyu görseler acaba ne hissederlerdi.
Vefat etmiş olanlar varsa hepsine Allah rahmet eylesin. Yaşayanlar bu tabloyu gördüklerinde gurur duymuşlardır. Ölenler de eğer burda olsalardı, bu al bayraklar dolayısıyla her birinizin alnından öper bağırlarına basarlardı. Çünkü onlar hep bu manzaraya hasret olarak yaşadılar, zorluk çektiler ama baş eğmediler. Yalnızlık çektiler ama inançlarını ve özgüvenlerini kaybetmediler. İşte sizler onların çocuklarısınız, torunlarısınız. Ne olursa olsun başınızı dik tutacaksınız. Dış İşleri Bakanı olarak birçok iltifat aldım vaktinde. Ama bana verilen en güzel hediye Kulu’da, 2015 seçim kampanyası öncesi sokakta yürürken yaşlıca bir gurbetçimizin elime kapanıp şunu demesi oldu, “Biz size teşekkür borçluyuz. 
60’lı 70’li yıllarda Avrupa’ya geldiğimizde hep başımızı önümüze eğerdik. Bir cemiyete girdiğimizde ne olsa da kimse bize kimliğimizi sormasa diye düşünürdük. Ama son 10 yılda nereye gidersek gidelim, biri gelip kimsin diye sormasa bile, gözlerinin içine bakıyoruz ve diyoruz ki, ah bir sorsa da Türk’üz diye haykırsak diyoruz” dedi. Bundan daha büyük bir hediye olur mu?

Sizin başınız dikse bize verilecek en büyük hediye budur. Onun için gece gündüz çalışıyoruz. Dün eğer Fransa’da teröre karşı o dayanışmanın arasındaysak zaten teröre karşı olduğumuz için oradaydık ama aynı zamanda sizler hiçbir şekilde böyle bir ithamla karşılaşmayın diye orada bulunduk ve sizinle birlikte terörü lanetledik.

60’lı yıllara göre çok şey değişti. 60 yıl önce darbe dolayısıyla demokrasinin katledildiği 1960’lar, daha sonra 80 darbesi, ekonomik krizler ve darbelerle anılan bir Türkiye vardı. O günden bugüne çok şey değişti. Ogün tahta valizle gelenlerin torunları bugün Almanya’da çok güzel makamlarda Türkiye’yi temsil ediyorlar ve arkalarında da çok güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Burada sizlerden beklentimiz her zamankinden daha fazla kimliğinize, örfünüze, adetinize sahip çıkmanızdır.

Bugün Sayın Merkel’le birçok konuyu çok detaylı bir şekilde ele aldık. Meselelerin farkındayız. Sizlere güvenimiz tam. Entegrasyon konusunda hiçbir şüphe olmamalıdır ki Türk vatandaşlarımız Avrupa ve Almanya’ya karşı üzerine düşeni yapmıştır. Ama herhangi bir şekilde kimliğinden, dilinden, örfünden fedakarlık ederek bir entegrasyon düşüncesi olmamıştır ve olmayacaktır. Büyük bir gururla söylüyoruz, Alman Parlamentosu’nda 11 milletvekili ile, eyelet parlamentolarında 37 milletvekili ile temsil edilen çok güçlü bir Türk toplumu var.

Böyle bir millete, dünyanın her yerinde vakarla dolaşan böyle bir millete, başbakan olarak hizmet etmekten daha büyük bir onur yoktur.

Başka ülkelerde krize sebebiyet verecek birçok sorunu çok rahat bir şekilde aştık.
Son kez burada kendisiyle beraber olduğum Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan başbakanlık emanetini aldım. Bu salonda onunla birlikteydik, şimdi onun da selamını size iletiyorum.
Daha önce eski Türkiye'de olduğu gibi demokrasisi zayıf bir ülke yok. Güçlü demokrasisiyle, yükselen ekonomisiyle küresel güç olmaya giden yeni Türkiye Cumhuriyeti var. Dünyanın her yerinde vatandaşlarına sahip çıkma gücüne sahip bir ülke var. 60’lı, 70’li yıllarda 10 cente muhtaç edilen bir ülke yok artık.

Mazlum milletler talep ettiğinde, bir hamlede 5 Milyar Doları Türkiye bütçesinden Suriyeli kardeşlerine ayırabilen bir Türkiye var. İMF’den borç isteyen bir Türkiye yok, İMF’ye 5 Milyar Dolar borç veren bir Türkiye var. Kendi ordusunun ihtiyacını karşılamak için başka ülkelerden envanterden çıkan silahları talep eden bir Türkiye yok, kendi tankını, kendi denizaltısını ve inşallah yakında kendi savaş uçağını yapacak olan bir Türkiye var.

Devam edecek

Rüştü Kam

T.C. BAŞBAKANI DAVUTOĞLU BERLİN’DE ÖNEMLİ MESAJLAR VERDİ (III) 2015

„EVLENECEKLERİN ÇEYİZLERİ DEVLETTEN“

Başbakan Davutoğlu her doğan çocuk için 18 yaşında kendisine verilmek üzere bir hesap açılacağının müjdesini verdi. . „İlk çocuğa 300 Türk Lirası, yani yarım altın, ikinci çocuğa 400 Türk Lirası, üçüncü cocuğa 600 Türk Lirası, yani tam bir altın hediye devletimizden dünyanın her yerinde verilecek. Doğumu başkonsolosluğumuzda tescil edildiğinde inşallah bu hediyeyi anneler alacak, babalar da teşekkür edecek, hem annelere hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne. Ve evlatlarını evlendirmek istediklerinde bir şekilde sıkıntıyla karşılaşan insanlarımızı o sıkıntılardan kurtarmak için inşallah 18 yaşına kadar kendi çocuklarının çeyiz hesabı olarak, o çocuklarının evliliğine yardım ve hazırlık anlamında tasarruf yapıldığı zaman bu tasarruf ne kadarsa devlet çeyiz hesabı olarak karşılayacak.“ diyerek müjdeyi açıklayan Başbakan Davutoğlu Türkiye Cumhuriyeti’nin ailenin güçlendirilmesine büyük önem verdiğini vurguladı.
Ahmet Davutoğlu konuşmasına şöyle devam etti:

Aziz Berlinliler, bu ilk ziyaretimde 2 hediyeyle geldim. Takip etmişsinizdir, geçen perşembe günü Türkiye’de Aileye Destek Programı ilan ettik. Özellikle çalışan annelere bir takım müjdeler verdik. Türkiye’de Türkiye’nin Sosyal Güvenlik Kurumuna bağlı olarak çalışanlara yaptığımız bu ikramı sizden esirgeyemedik. Bundan sonra sade Türkiye’de değil, nerede olursa olsun doğum yapan her anneye ilk altın devletimizden olacak. İlk çocuğa 300 Türk Lirası, yani yarım altın, ikinci çocuğa 400 Türk Lirası, üçüncü cocuğa 600 Türk Lirası, yani tam bir altın hediye devletimizden dünyanın her yerinde verilecek. Doğumu başkonsolosluğumuzda tescil edildiğinde inşallah bu hediyeyi anneler alacak, babalar da teşekkür edecek, hem annelere hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne. Ve evlatlarını evlendirmek istediklerinde bir şekilde sıkıntıyla karşılaşan insanlarımızı o sıkıntılardan kurtarmak için inşallah 18 yaşına kadar kendi çocuklarının çeyiz hesabı olarak, o çocuklarının evliliğine yardım ve hazırlık anlamında tasarruf yapıldığı zaman bu tasarruf ne kadarsa devlet çeyiz hesabı olarak karşılayacak. İşte artık kendi vatandaşının yeni doğan bebeğine bile altın takabilen güçlü bir Türkiye Devleti var. Türkiye’nin yükselen gücünden rahatsız olanlar, Türkiye’yi eski günlerinde olduğu gibi kapılarında bekletmek isteyenler, Türkiye’de demokrasiye darbe vurmak isteyenler, 2013’te ve 2014’te birçok kumpasa teşebbüs ettiler.

Tam Türkiye 2013 Mayıs’ında IMF’ye olan son taksidini de ödediğinde ve dış borç defterini kapattığında Gezi provakatörleri sahneye çıktı. Ve sanki Türkiye’de büyük bir siyasi kriz varmışçasına bütün dünyada öyle yayınlar yaptılar ki Türkiye’ye yönelik en kötü kampanyayı yürüttüler. Biz bu kampanyalara boyun eğmedik, sizler de eğmediniz. Almanya’da her yerde sesinizi yükselttiniz. Eğer o zaman Türkiye’de siyasi istikrarsızlık olmasını isteyenler hedefine ulaşamadılarsa bunda en büyük pay Türkiye’deki vatandaşlarımız kadar sizlerindir. Bu şekilde Türkiye demokrasisi sekteye uğratılamayınca bu sefer Paralel Çete’yi harekete geçirdiler. 17 Aralık, 25 Aralık’ta ve daha sonra 19 Ocak’ta Suriye’ye yardım götüren MİT tırlarına operasyon yaptırdılar. Bütün dünyada Türkiye karşıtı kampanya yaptılar. Zannettiler ki bizim dizimiz titreyecek, yolumuzdan sapacağız. Onlar Türkiye Cumhuriyeti Devletini 12 yıl içinde ayağa kaldıran AK Parti’nin ve kadrolarının gücünü test edemezler. UETD’ye bir kez daha teşekkür ediyorum. Gerek bu organizasyon gerekse bütün o zor dönemlerde sizlerle birlikte gür bir sesin Almanya’dan, Avrupa’dan Türkiye’ye yankılanmasını sağladıkları için.

Çok teşekkür ediyorum. Saatlerce bekledikten sonra bu coşkuya teşekkür ediyorum. Hepinizi alnınızdan öpüyorum ve bağrıma basıyorum.

30 Mart’ta Mahalli Seçimlerde ve 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı Seçiminde ve dikkat edin Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde krizlere sebebiyet veren Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık teslimleri Türkiye’de sessizce gerçekleşti. Emanetler devredildi. Bu emanetleri yerine getirmek için gece gündüz çalışmaya kararlıyız. Yeni hükümeti kurduk hemen arkasından 6-7 Ekim olayları Kobani bahane edilerek Türkiye’de kargaşa çıkarmaya çalıştılar. Onlara karşı da dimdik durduk. Hem çözüm sürecini hem de kamu düzeni ve devlet otoritesini devam ettirdik. Bu kritik aşamada 2015 Haziran seçimine gidiyoruz. Sizler ilk defa Cumhurbaşkanlığı seçiminde oylarınızı kullandınız. Bu sizin bizden temenninizdi. Sizdin ricamız gelecek seçimlerde de daha büyük bir katılmanızı istiyoruz. Demokrasiye Avrupa’da da sahip çıkmalısınız. Biz şimdiye kadar olandan daha da iyi bir organize şeklinde büyükelçiliklerimiz, başkonsolosluklarımız sizin hizmetinize hazır ve nazır. 

Değerli Berlinliler Allah bu bayrak aşkınızı daim eylesin. Vatan aşkınızı daim eylesin. Millet aşkınızı daim eylesin. Bu aşk ile yolunuza devam edin inşallah.

Bugünler birlik beraberliğimizi daha da gösterme zamanıdır. Avrupa’da kışkırtılmaya çalışılan yabancı düşmanlığına karşı siz hem kültürünüzü, örfünüzü, dilinizi ve bayrağınızı her yerde daim kılacaksınız hem de Almanya Türkiye dostluğuna destek vereceksiniz. Kim ne derse desin. Birileri yabancı düşmanlığı yapsa da siz en yüksek sesle “Es lebe die Türkisch-Deutsche Freundschaft” diyeceksiniz. Sayın Merkel bugünkü görüşmemizde yabancı düşmanlığına karşı ortak tavır alma konusunda mutabık kaldık. Özellikle bu PEGIDA gibi çağ dışı ırkçılığa saplanan gruplara karşı siz inadına dimdik yaşasın insanlık, yaşasın Türkiye-Almanya dostluğu diyeceksiniz. O ırkçı anlayışlar karşısında Hz. Mevlana’nın hoşgörüsüyle davranacaksınız. Ahi Evran’ın yaklaşımıyla evinizi, kapınızı, sofranızı Alman komşularınıza açık tutacaksınız, onlara selam vereceksiniz, barış selamı vereceksiniz. Hamdolsun Almanya’daki Türk toplumundan ne terör faaliyetine bulaşanlar çıktı ne yüz kızartıcı işler yapanlar. Onlara hep insanlığımızın ve medeniyetimizin örneklerini gösterdiniz. Bir kez daha bugün her zamankinden daha fazla.

52 yıl önce bu diyara gelen babalarınız, dedeleriniz bu tekbirleri duymuşlarsa, ki duydular, vefat edenler manen duydu, eminim hamd ve şükür secdesindedirler. Onlar bir gün Almanya’da bütün kundaklamalara rağmen Almanya’ya çil çil yağdıran evlatlarını eminim merhametle, bereketle anıyorlardır. Hepinizden Allah razı olsun.

Bugün Sayın Merkel bir kez daha teyidle söyledi. Türkiye-Almanya dostluğunda Türkiye ve Almanya’daki vatandaşlarımız bir canlı köprüdür dedi. Bizler de aynen katılıyoruz. Sizler bizimle Almanya arasında dostluk köprüsüsünüz. İnşallah gençlik köprüleriyle de genç nesillerimizi bu dostluğa hazır bir şekilde yetiştireceğiz. Büyük bir kampanyayla Almanya’daki gençlerimizi Türkiye’ye davet edeceğiz, yaz kamplarında hem ülkelerini görecekler hem de güzel Türkçemizi daha güzel bir şekilde öğrenecekler. Bu kampanyaya katılmanızı rica ediyorum. Bir kez daha buradan bütün yabancı düşmanlarına, Türkleri burada yabancı gibi gören insanlara seslenmek istiyoruz. Türkler artık bu topraklarnı asli ev sahipleridir. Geçici değildirler, kalıcıdırlar. Çifte vatandaşlık inşallah bir gün tanındığında çifte yürek de gerçek kimliğine kavuşacaktır. Gerek Avrupa’da gerek Almanya’da İslam ta asırlardan önce vardı, bugün de var olacak, yarın da var olacak. 

Geçen ay Makedonya’yı ziyaret etmiştim. Makedonya Türkçe Bayramı’na katıldım. Türkçe Bayramı Evlad-ı Fatiha’nın güzel dilimizi Balkanlarda yaşatmak için her yıl 22 Aralık'ta kutladıkları, kutladıkları bir bayramdır. Oradaki soydaşlarımızın bizden bir ricası oldu. Dediler ki, bize al bayrak gönderin. Ben de talimat verdim. Makedonya’da ne kadar hane varsa bayrak isteyen, onlara 3 emaneti götüreceksiniz dedim. Bir al bayrak, bir Kur’an-ı Azimuşşan, bir de Türkçe sözlük. Bu aslında bizim Avrupa’daki asli mevcudiyetimizin, var oluşumuzun bir göstergesidir. Nasıl Balkanlarda asırlarca var idiysek 50 yıldır Avrupa’da, Almanya’da sizler üzerinden sahip olduğumuz mevcudiyet varız. Biz her zaman ülkemizde bağrımıza basmaya hazırız. Ama isteriz ki Almanya’da eşit vatandaşlar olarak Almanya'daki temsil hakkınızı da kullanın, Almanya’da siyasi ve sosyal hayatta daha fazla etkili. Gurur duyduk verilen istatistiklerle. 400 bin kişinin çalıştığı 80 bin Türk işletmesi var. 40 Milyar avro ciro yapan 80 bin Türk işletmesi. 50 yıl önce bu bir rüyaydı, şimdi bu bir gerçek, sizin elinizle gerçek. Sizler bu anlamda Türkiye ve Almanya arasında köprü olduğunuz kadar burada da gerçek İslamın, barış dini İslamın, merhamet dini İslamın en iyi temsilcileri oldunuz, olacaksınız. Bu yönde çabalarınızda her zaman arkanızda hükümetinizi bulacaksınız. Libya’da zor durumda kalındığında 15 gün içinde 15 bine yakın vatandaşını ve başka ülkelerdeki 25 bin mağduru tahliye etmek kudretinde bir Türkiye Cumhuriyeti var. Herhangi bir vatandaşına dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir olumsuzluk olduğunda anında müdahale edebilecek bir Türkiye Cumhuriyeti var. Bütün kurumlarımızda, Dış İşleri Bakanlığımızda, Yurt Dış Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığımızda, Yunus Emre Ensitü Merkezlerinde, Türk Hava Yollarıyle, bütün kurumlarımızla emrinizdeyiz. Siz ki gönlünüzdeki bu bayrak aşkını hiçbir zaman silmediniz, biz de her zaman sizin yanınızda olacağız. Artık eminim yurt dışında bunu hissediyorsunuz. Bu bayrak sadece sizin için değil, mazlum Filistinliler için, mazlum Somaliler için, Arakanlılar için de, Suriyeliler için  de özgürlüğün, insanlık onurunun bayrağıdır.

Bombalar altında 2 yıl önce Gazze’ye gittiğimizde, bombalara rağmen sokağa çıkan Gazzeliler sizin gibi bizi al bayraklarla karşıladılar. Arakan’a gittiğimizde, al bayrağımızı götüdüğümüzde öpüp alınlarına koymuşlardır. İşte hiçbir vesayete bağlı olmayacak yeni Türkiye bu. Ekonomisiyle dünyaya örnek olan, G20 dönem başkanlığıyla dünya ekonomilerine yön veren yeni Türkiye bu. Bu yeni Türkiye, inşallah sizin de desteğiyle dünyanın küresel gücü olacak. Hiç kimse hızımızı kesemeycek, tarihten aldığımız güçle istikbale tam bir kararlılıkla hep beraber yürüyeceğiz. Bütün haklarınızı Almanya’da kullanmaktan geri durmayın. Bilin ki Türkiye ve Almanya arasındaki kadim dostluk bundan yükselerek devam edecektir. Bugün önemli bir adım daha attık. Sayın Merkel’le Türkiye ve Almanya arasında yüksek düzeyli işbirliği konseyi kurmaya karar verdik. İlki 2016 ocağında Ankara’da, iki başbakanın eş başkanlığında ve ilgili tüm bakanların katılımıyla gerçekleşecek. Bütün bu toplantılarda en temel gündem maddemiz Almanya’daki vatandaşlarımızın hak ve hukuku olacak. 

Nasıl bugün Paris’te teröre karşı ortak tavrı gösterirken, bütün dünyadan ve Almanya’dan da beklentimiz yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı aynı ortak tavrın gösterilmesidir. Onun için yarın Brandenburg meydanında yapılacak ırkçılığa karşı dayanışma toplantısına siz de al bayrağınızla katılın ve orada gösterin ki Müslümanlar hiçbir şekilde terörle özdeş gösterilemez. Bizim olduğumuz yerde sadece barış vardır, sadece dostluk vardır, sadece vicdan vardır.
Barış siyasetini ülkemizde de, Avrupa’da da, dünyada da göstermeye devam edeceğiz. Gün gelecek dün Paris’te gördüğünüz o resim, Türkiye’nin de içinde olduğu o resim Brüksel’de de görünecek ve Türkiye bugün veya yarın, öyle veya böyle Avrupa Birliği tam üyesi olacak. O güne kadar sizin de burada Berlin’de, Almanya’da ve Avrupa’da Türkiye’nin bu mücadelesine katkıda bulunmanızı rica ediyorum.
Aziz Berlinliler, değerli kardeşlerim bugün sizlerle burada bulunmaktan onur duyuyorum. Ama bu ilk gelişim son gelişim değil.
Önümüzdeki aylarda, seçimlere kadar Almanya’nın birçok şehrinde sizlerle beraber olacağız. Şubat ayında Münih’te ve inşallah Köln ve Frankfurt başta olmak üzere birçok şehrinizde sizlerle bulaşacağız ve yeni Türkiye’nin hedeflerini konuşmaya devam edeceğiz. Tekrar size gönülden karşıladığınız, vakarla kucakladığınız için teşekkür ediyorum. Buradan bütün Almanya’ya, bütün Avrupa’ya Türkiye’den selamlar getiriyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun. Allah birliğinizi, beraberliğinizi daim eylesin. Allah’a emanet olun.

Devam edecek

Rüştü Kam

11 Ocak 2015 Pazar

İKİNCİ İKİZ KULE Mİ?




11 Eylül 2001’de ABD’de dört uçakla tarihin en büyük saldırısı gerçekleşti. Uçaklardan ikisi ünlü Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine, biri Pentagon’a çarparken, nereye yöneldiği bilinmeyen bir başka uçak da iddiaya göre yolcuların isyanıyla hedefine ulaşmadan düşürüldü.

Olayın hemen akabinde yapılan resmi açıklamaya göre dört uçakta bulunan El Kaide üyesi 19 terörist, bıçak, biber gazı ve sahte patlayıcılarla uçakları ele geçirdiler. Özel uçuş eğitimi almış bu teröristlerin yönlendirmesiyle uçaklar hedeflerine çarptılar. Çarpmaların etkisiyle Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin ikisi de yerle bir olurken, Pentagon’un da bir bölümü yıkıldı.

ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra Ortadoğu'ya büyük bir savaş ilan etti. Saldırıları gerekçe gösteren dönemin ABD Başkanı George W. Bush, önce Afganistan, ardından da Irak'ı işgâl etti. ABD Başkanı George W. Bush "Terörizmle Savaş Kampanyası" başlattı ve bu kampanya ile NATO'nun 5. maddesini işletmeye başlattı:
“ Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası'nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır. Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güvenlik Konseyi'ne bildirilecektir. Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektir.”

Bu Kampanya'da ABD'ye başta Birleşik Krallık olmak üzere birçok ülke destek oldu. 11 Eylül saldırıları sonucu, başta ABD olmak üzere batılı devletler de Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarında büyük artış görüldü.

Afganistan işgali (Ekim 2001),
Irak’ın işgali ( Mart 2003),
Anders Behring Breivik’in  Norveç katliamları (2011) 91 ölü,
Benazir Butto 27 Aralık 2007 tarihinde Ravalpindi'de öldürüldü.
Dünyanın her yanından insanlar kaçırılıp ya öldürüldü ya da işkence ile ifadeleri alınmak üzere değişik ülkelerdeki gizli sorgu merkezlerinde aylarca gözaltında tutuldu.
Yine 1.000’e yakın insan yasa dışı yollarla kaçırılarak Küba’daki Guantanamo Amerikan askerî üssüne götürülerek yıllarca suçlanmaksızın hapiste tutuldu.
Gizliden gizliye sürdürülen medeniyetler çatışması 11 Eylül ile birlikte belirgin bir hal aldı.
İslamiyet terörizm ile aynı kefeye konuldu.
Günümüzde devam etmekte olan Suriye gerçeği var. Avrupa ülkelerinde camilerin kundaklanması, karikatür krizleri, NSU var.  Günümüzde PEGİDA yürüyüşleri var ve  Fransa’da Charlie Ebdo katliamı var.

Ancak, İslâm ülkeleri bütün bu olup bitenlere rağmen, ABD ve yandaşlarına karşı yine de birlik olamadı. Hâlâ, her biri ayrı telden çalıyor.

Rusya’nın çöküşünden sonra, Margaret Thatcher’ın önerdiği ve Amerika’nın hedefine koyduğu yeni düşman İslâm’dı. O düşman bugün, ekonomik ve siyasi krizlerle boğuşan Avrupa Birliği’ne de lazım oldu.

Dresden’de Ekim 2015 yılında 300 kişi ile bu düşman dünyaya ilan edildi; Müslümanlar, yani İslâm: „Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes (PEGİDA)„ , .“Batı’nın İslâmlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar.“) Aranan düşman Müslümanlardır.

Aslında bu düşmanı, Margaret Thatcher, 1990 yılında, İskoçya’daki NATO toplantısında işaret etmişti: "Sovyetler Birliği yıkılmıştır, karşımızda düşman kalmamıştır. Ama düşmansız bir ideoloji yaşayamaz. Yeni bir düşman bulmamız lazım. Düşman aramaya ise gerek yok; yeni düşmanımız İslam'dır." (AA / Hürseda Haber. 09.04.2013/09:22)

2015 de Dresden yürüyüşü 18.000 ne ulaştı. Paris katliamıyla da Dresden yürüyüşü taçlandırıldı.
Fransa’da 17 kişiyi öldüren teröristler, hüviyetlerini unutup(!) gittiler. Terör eylemi yapmaya giden insanlar kimliklerini niçin unuturlar arabada bilinmez. Kimlik bırakmaları yetmiyor bir de “tekbir” çekiyorlar.

Türkiye’de de böyle olurdu AK Parti iktidarından önce: Bir cinayet işlenince mürteciler işledi denirdi, Danıştay basılır tekbir çekilirdi. Turan Dursun öldürülür mürteciler öldürdü, Madımak Oteli’nde insanlar yakılır, “Mürteciler yaktı”, Uğur Mumcu öldürülür,” Mürteciler öldürdü. Bahriye Üçok öldürülür,” Mürteciler öldürdü.” denilirdi.

Avrupa’da olan bu olaylar bana çok tanıdık geliyor. Vurun abalıya.

Kur’an, cana kıymaya sıcak bakmaz, kasten insan öldürenin ebedi olarak cehennemde kalacağını söyler Kur’an. Terörün her türlüsünü lanetler: “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir.” Der.. (Nisa 93)
Biraz daha ileri gider ve ses tonunu yükselterek: "Eğer bir kimse bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir; ve bir kimse bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur." Diye vurgu yapar. (Maide 32)

Böyle bir Kitap’a, inanan Müslüman insan öldüremez. Bu mümkün değildir. Müslüman adam öldüremez. Müslüman canlı bomba olamaz, Müslüman savunmasız insanlara silah çekemez. Çünkü o Müslümandır. Allah’a inanır, ahirete inanır. Orada hesaba çekilecektir. Orası onun ebedi yurdudur.  Üç günlük dünya hayatını ebedi olana tercih etmez Müslüman.

Ancak her toplumda olduğu gibi, paranoyak, satılık,  vicdansız insanlar Müslümanların içinde de bulunabilir. Bunlara bakarak Müslümanların geneliyle ilgili hüküm verilemeyeceği gibi, dinlerine, peygamberlerine ve kutsal değerlerine hakaret edilemez, edilmemelidir, aşağılanmamalıdır. Fikir hürriyetinin, ifade hürriyetinin arkasına sığınılarak Müslümanlar provoke edilmemelidirler.

Orada katledilen insanların yardımına ilk  koşan yakındaki caminin imamıdır. İşte Müslüman odur. O öldürülenlerin Müslüman mı gayri Müslüm mi olduğuna bakmadan yardıma koşmuştur.

Medya patronu Rupert Murdoch’un Fransa’daki saldırıdan dolayı söylediklerine göre bundan sonra Avrupa’da yaşayan Müslümanların işi oldukça zor gibi: “Tüm Müslümanlar özür dilemelidirler.” 

Yaratılmak istenen algı Müslümanlar teröristtirler algısıdır. Müslümanlar bu konularda dikkatli olmalıdırlar. Oyuna gelmemelidirler.

Sol Parti(Die Linke) Başkanı George Gysi’nin  federal Mecliste yaptığı konuşmayla bitireyim yazımı: “ El- Kaide A.B.D tarafından kurulmuştur. Sovyetlere karşı Afganistan’da kuruldu. Sonra kontrolden çıktı.  Hamas Filistin Kurtuluş Örgütünü bölmek için MOSSAD tarafından kurulmuştu. Bunu hepimiz biliyoruz. Onlar da sonra İsrail’in başına bela oldular.
Artık tüm dünyada bu oyunları bir taraf bırakmak zorundayız.”

Velhasıl, Fransa’daki bu katliam ikinci ikiz kule saldırısı gibi geliyor bana. Artçılarına dikkat etmek lazımdır.

Rüştü Kam