28 Ağustos 2016 Pazar

SILA YOLU 2016 (lV) - Bu da benim yorumum-


Demokrasi Nöbetleri 27’nci gününde sona erdi. (11 Ağustos 2016) O sıcak yaz akşamları festivale dönüştü. Demokrasi festivali. Ben Denizli’deydim. Çınar Meydanı’nda. Her akşam canlı müzik vardı. Halk ozanları, ilahi grupları, mehter takımları konserler verdiler. Halk konseri. Dualar yapıldı. Ezanlar okundu, selâlar okundu. Çay, su, tulumba tatlısı, bağından kesilmiş salkım salkım üzümler, dondurma, irmik helvası, çorba, ızgaralar ücretsiz ikram edildi. Sadece kuyrukta beklemek lazım ikramlardan almak için. Kuyruk sohbetlerinin de tadı başka oluyor anlaşılan. İnsanlar kuyrukta durmaktan sıkılmıyorlar.
Zaman zaman da heyecanlı konuşmalar yapıldı. Maksadını aşan konuşmalar da yapıldı.


“İtler, köpekler” gibi ifadeler rahatsız ediciydi. Bu ifadeleri bir de bakan kullanırsa daha da rahatsız ediyordu. Müslüman olduğunu söyleyen kişinin, hem de ‘Ben sizden daha da iyi Müslümanım.’ diyen kişinin kullandığı ifadelere dikkat etmesi gerekir. Yoksa fark, fark edilmez. Başka türlü örnek olmak da mümkün olmaz. Küfretmek bir bakana, devleti temsil eden bir adama hiç yakışmadı. Bir heyecandır gitti. Ağzı olan konuştu. Akl-ı selim yoktu konuşmalarda. “Dostluğunuzda da düşmanlığınızda da aşırı gitmeyin” peygamber buyruğunu takan yoktu.” Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin”(Maide 8) Allah buyruğunu da takan yoktu. Bu insanların koca koca makamları işgal ediyor olmaları da ayrıca önemliydi. Konuşanların kullandığı kelimeler ve kurdukları cümlelerden anlaşılan odur. Seviye çok düşüktü. Terörist başı ne halt işlemişse onlar anlatıldı anlatılmasına da, işte öyle anlatıldı. Halkın darbe girişimi esnasında gösterdiği kahramanlıktan bahsedildi. Kendi kahramanlıkları var mıydı işte onu kimse bilemiyor. Sloganlar atıldı. Tekbir! “Allah-ü ekber“. Ya Allah Bismillah Allah-ü ekber… Meydan dolup dolup taştı. Bütün şehir sanki oradaydı. Fotoğraf çekenler, selfi çekenler, horozu hiç yalnız bırakmadılar.
Ağaçların altında, kahvelerde sohbet edenler de vardı. Herkesin kendi arkadaş grupları


çoktan oluşmuş, kim kiminle nerede buluşuyor o biliniyor. Devlet memurları müdürlerine, müdürler de çalışanlarına görünmek zorunda hissediyor kendilerini. Çekilen selfilerin çoğu da ‘Ben buradaydım, Fetöcü değilim.’ demek için galiba. Derken benim de zamanım geldi çattı. Gündüzleri annemi ve babamı muayene ettirmek için hastanede, akşamları demokrasi nöbeti derken zaman geçivermiş. Bir iki gün içinde dönüş için gerekli hazırlıkları yapmam gerekiyor. Daha da önemlisi arabanın yol için hazırlanması gerekiyor. Arabasız alışveriş yapılamaz, çarşıya-pazara gitmek lazım o da başka bir sıkıntı.



Bu izin süresi boyunca benim içinde bulunduğum zor durumu anlayanlar var mı acaba diye baktım etrafıma, kimseyi bulamadım. Herkes kendi âleminde. Gelmişiz ve işte gidiyoruz. ‘Onların zamanı kısıtlı bazı işlerin ucundan da biz tutalım.’ diyen yok. ‘Şu işi de yapsaydın da öyle gitseydin.’ diyenler ise çoğunlukta. Hâlâ bizden beklentilerinden bahsedenler var. ‘Geldiniz hastaneye, gidiyorsunuz hastaneden birkaç gün kendinize zaman ayırsaydınız ya…’ diye düşünen hiç yok. Tabi ki bir sene boyunca oradakiler ilgileniyor yaşlılarla. Çektikleri sıkıntıları anlıyorum. Ancak ‘Hazır geldiniz, haydi bakalım bir ay boyunca da siz bakın yaşlılara biz istirahate çekilelim.’ demek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Türkiye’ye tekrar gitme şansını bir sene sonra yakalayacak olan bizleri de en az bir hafta serbest bırakmak gerekmez miydi? Kardeşlik, arkadaşlık, akrabalık, büyük-küçük, sevgi-saygı gibi kavramlar anlamını yitirmiş. Öğretmek, akıl vermek isteyenler çok, öğrenmek ve akıl almak isteyenler yok. İnsanlar dünyevileşmiş. Bu kadarı da fazla.
Akşamdan arabayı yükledik cümbür cemaat. Sabah yola çıkacağız. Son gecemiz. Babamı h


astaneden çıkardık, evde. Devamlı yatıyor. Annem katarakt ameliyatı oldu, ‘Görmüyorum…’ diye dertlenip duruyor. Ama damlalar daha sona ermedi, doktoru ise göreceğini söylüyor. Ve ben sabah babamla vedalaşıyorum, „Tekrar gelecek misin“ diye soruyor. Ayağa kalkamıyor. Yattığı yerden vedalaşıyoruz. Annem balkonda oturduğu sandalyede ağlıyor. „Oğlum hakkınızı helal ediniz belki bir daha görüşemeyiz“ diyor. Çaresiz o size hayat veren insanları o halde bırakıp çıkıyorsunuz yola. Yapacağımız bir şey yok. Zaman gelmiş. Yaban ellerde yaşıyoruz. İşimiz aşımız orada. Çocuklar orada yaşıyorlar. Ayrılmamız gerekiyor. Bu tür ayrılıkların verdiği ıstırabı ancak yaşayanlar bilir. Ne acıklı bir hayat değil mi? Taş olsa çatlar ortasından. Allah insanoğluna dayanma gücü vermiş de dayanıyoruz işte.
Önce Gümülcine’de kalmayı düşündük daha sonra Kavala’da, ancak plan tutmadı. Selanik‘te bir otelde kaldık o gece. Makedonya sınırına yakın bir yerde. Selanik’e kadar birbirimizle konuşmadık desek yeridir. Gurbet türküleriyle ağlamayı yeğledik. Sabah çıktık yola hayırlısıyla otelden. Üsküp’te Prizrenli Ali’ye uğradık, karşıdan selamladı bizi. „Oş geldiniz be ya.“ , Oş bulduk be ya…” Kuru fasulyesinden yemeden geçmek olmazdı Ali‘nin. Hoş-beşten ve yemekten sonra „Bit Pazarı’na girdik. Şeftali domates, biber ve incir aldık. Ve öğleye doğru vedalaştık Üsküp’le. İkinci konaklama yerimiz Macaristan. İstirahatimizi yaptık ve sabah kahvaltıdan sonra tekrar yollara düştük. Üşütmüşüm, oldukça rahatsızım Denizli’den beri. Hastalıkla hüzün Berlin’e kadar ayrılmadı bizden. Üçüncü günü saat 21.00’ de eve ulaşabildik Allah’ın yardımıyla. Budapeşte’yi ve Kosova’yı gezmek oradaki Türk ve Müslüman izlerini sürmek vardı planımızda ama olmadı. İnşallah başka bir sefere nasip olur.
Ne olmuştu Türkiye’de?
15 Temmuz’da bir facia yaşandı. Müslüman kimlikli insanlar Müslümanlara kurşun yağdırdı. Kadın ihtiyar, çoluk-çocuk demeden tankları insanların üzerine sürdüler. Saat 22.00 de başlayan kaos 04:00 sularında sona erdi. Kalkışmayı yapanlar ve yaptıranlar amaçlarına ulaşamadılar. Halkın sağduyusu büyük bir faciaya mani oldu. Türk Devleti büyük bir devlet.


Bugün geldiğimiz yerden baktığımızda Devletin büyüklüğünü görmemiz mümkün olabiliyor. Sosyal medyada ve diğer kitle iletişim araçlarında yapılan yorumlardan ve yazılan yazılardan yola çıkarak olayları tahlil etmek o kadar da zor değil. Şöyle bir yorum yapılsa yanlış olmasa gerektir. Bu yorum Türk Devletinin büyüklüğünü, 3.000 yıllık Devlet geleneğinin ulaştığı tecrübe seviyesini gösteriyor bence:
Fetö Terör Örgütü din soslu bir örgüt. Üyelerinden camiye gidenler var, namaz kılanlar var, Kur’an okuyanlar var, kurban kesenler, oruç tutanlar var. Hanımlarından başlarını örtenler de var. Bu insanların terör örgütü üyesi olduklarını halka anlatmak ve kabul ettirmek o kadar da kolay olmasa gerek. 2009 yılından beri „inlerine gireceğiz“ gibi ifadeler halk nezdinde antipati doğuruyordu. Bu örgütle topyekûn bir savaş büyük kırılmalara sebep olabilirdi. Devlet aklını kullandı, geçmiş tecrübelerini gözden geçirdi. Ve Fetö Terör Örgütü ile ilgili yeterli delilleri topladı. Onların darbe yapacaklarının istihbaratını da alınca önlerini açtı ve darbe yapmalarına göz yumar gibi yaptı. “Buyurun yapın darbenizi” dedi. Bu arada gerekli tedbirlerini de aldı. Önceden darbeyi de deşifre edince terör örgütü panikledi ve her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Devlet ‘Şah-mat’ dedi. Yoksa darbe girişiminin elinde bulunan bütün imkanlara rağmen başarısız olmasını ve o kadar kısa sürede sona ermesini başka türlü nasıl açıklayabiliriz. Devletin bu olan bitenlerden haberi yoktu, aniden gelişen olaylarla karşı karşıya kaldı ve ne yapacağını şaşırdı demek, devletin büyüklüğüne gölge düşürür. 3.000 yıllık devlet geleneği aksi durumda lafta kalır. Devlet şimdi de kazanımlarını devşiriyor.



Bir tarafta pijamasıyla tankın arkasından koşan, öbür tarafta üzerine kurşun yağdıran helikoptere “in ulan aşağıya” diye bağıran, diğer tarafta tankı durdurmak için altına atlayan halk, ve halkıyla bütünleşen o öngörülü büyük devlet…işte benim halkım ve işte benim devletim…Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Ve hep birlikte 93 sene sonra yeniden yakalanan Çanakkale ruhu…
Bu da benim yorumum…
BİTTİ
Rüştü Kam

4 Ağustos 2016 Perşembe

SILA YOLU 2016 (lll) -Haklı olmak küfretmeyi meşrulaştırmaz -

Bir ülkede silahlı kuvvetler mensuplarının silah zoru ile ülke yönetimine el koymasına askerî darbe denir. Hedefi iktidarı ele geçirmektir. Bunun için atılması gereken ilk adım lideri devirmektir. Radyo, TV gibi iletişim kanallarının bir yerden idare edilmesidir. Hükûmet daireleri üzerinde otorite kurulmasıdır. Elektrik santralleri gibi temel altyapı tesislerinin kontrol altına alınmasıdır. Darbe sonrasında cunta ile birlikte çalışacak bir meclisin oluşturulmasıdır. 15 temmuz darbe girişiminde bunlar olmadı. Veya başarılamadı.
Türkiye 1950 yılında çok partili hayata geçiş yapmıştır. Bu tarihten sonra neredeyse her on yılda bir askeri müdahalelere maruz kalmıştır. İlki 27 Mayıs 1960'ta olmak üzere; 12 Mart 1971'de (muhtıra), 12 Eylül 1980'de askeri darbe, 28 Şubat 1997'de (postmodern darbe) arka arkaya gelmiştir. 15 temmuz 2016’da rutinin dışına çıkan yeni bir kalkışma yaşandı. Ne idüğü belirsiz bir kalkışma bu. Darbe desek darbe değil, işgal desek işgal değil. Ancak bu kalkışmanın rengi başka. Yeşil, Fetö soslu. Humeyni’nin Fransa’dan uçakla İran’a getirilmesi ve hemen sonrasında rejim değişikliğine gidilmesi taklid edilmek istenmiş gibi. Darbecilerin profillerinden anladığımız bu. Darbenin Pensilvanya merkezli olması yapılan işin işgal girişimi olduğu iddialarını güçlendiriyor. Darbecilerin profilinin Müslüman olması onların hain olmamalarını gerektirmiyor. Başka devletlerle iş tutanlar, onlar namına çalışanşlar başka bir sıfatı haketmezler.
40 seneden beri kadro elemanı yetiştirilmiş. Devletin en önemli kurumlarında bilerek veya bilmeyerek bu kadrolar istihdam edilmiş. Zeki ve ehliyetli insanlardan kurulmuş bu kadro. 40 yıl boyunca kendilerini gizlemeyi bilmişler. Hanımlar başlarını açmış, namazlar ima ile kılınmış, gerekirse içkili sofralarda yer alınmış ve gerektiğinde içki de içilmiş. Sızıntı-Leak(!) yapılmış. Devlet bu sürede boş durmamış. Onları adım adım takip etmiş. Kendisine yük olmaya başlayan ağırlıklarından kurtulmak isteyen devlet önce, Fethullah Gülen’in 40 yıl emek verdiği bu kadro elemanlarıyla Ergenekon adını verdiği Kemalist örgütten kurtulmuş. Fethullahçı kadro bu operasyonları yaparken kendilerine alan açıldığını sanmış olmalılar ki, canla başla çalışmışlar. Başarılı da olmuşlar. Sıranın kendilerine geleceğini tahmin edince de; darbe girişimiyle hedeflerine ulaşmak için düğmeye basmışlar.
Devletin onların düğmeye basmasına müsade etmiş olması ihtimal dışı değil. Yani devlet onlara darbe yapmaları için müsade etmiş, tedbirini de almış ve pusuya çekilmiş. Sonunda da gerekeni yapmış. Ellerini ayaklarını bağlamış onların. Açıklamalardan anladığımıza göre, darbe planlanan saatte ve günde yapılamamış. Deşifre olmuşlar. Alacakaranlıkta düğmeye basınca kendi aralarında koordinasyon sağlanamamış. Bu arada Cumhurbaşkanı halkı sokağa davet etmiş. Halk sokağa dökülmüş ve tankların altına atmışlar kendilerini, vatan savunmasında canlarını hiçe saymışlar. Çanakkale’de, Trablus’ta, Kurtuluş Savaşı’nda ve Balkanlar’da olduğu gibi. 3.000 yıllık devlet geleneği olan devletten beklenen de budur. Ahmet Âmiş Efendi’nin dediği gibi: “Olan olmuştur; olacak olan da olmuştur.”
Darbe girişiminden önce devlet ilk adımını attı ve İsrail ile arayı düzeltti. İkinci adımı 9 Ağustos’ta Rusya ile masaya oturarak atacak. Büyük ihtimalle üçüncü adım Esed ile masaya oturularak atılacak. Arzumuz dördüncü adımın Ayasofya’nın ibadete açılması olmalıdır. Belli mi olur beşinci adım Topkapı Sarayı’nın sembolik olarak payitaht olması için atılabilir. Taş düştüğü yerden kalkarmış...
Ancak bu arada, itidali elden bırakmamak gerekir. İnsanlar aşağılanmamalı, insanları aşağılayan resimler, karikatürler yapılmamalı, makaleler yazılmamalıdır. Küfürlü sözler söylenmemeli, “it, köpek” gibi basit laflarla kahramanlık yapılmamalıdır. Makama ve mevkiye güvenerek yapılan bu şekildeki basit kahramanlıklar halkı ayrıştırır. Birbirine düşürür. Birliğe en çok ihtiyacımızın olduğu bu zamanda, yönetim sorumluluğunu omuzlarında taşıyanların daha hassas olmaları gerekir. Suçlular cezasını çekmelidir, ancak diğer insanlar zan altında yaşamaya mahkum edilmemelidir.
Devam edecek...

21 Temmuz 2016 Perşembe

SILA YOLU E916(II)

SILA YOLU 2016 (ll)

-15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi-


Sıcaklık 47 dece. Kuyrukta fazla beklememek için sabah 07.30 da PAÜ sinde randevu şalterinin önündeyim. İlk sırayı aldım. Doktor muayeneye 09.00’da başlıyor. Muayene saatini beklemem gerekiyor. Kahvaltı için gevrek (simit) ve çay aldım. Kalite yok. Adı gevrek, kendisi ekmek gibi, yeteri kadar susam da yok üzerinde. Hastane işi. Nasıl olsa yiyecekler.
Biraz sonra masamıza birisi geldi. 20 sene önce Denizli’ye gelmiş. Aslen Kahraman Maraşlı. Maraş olaylarını yaşamış biririsi. Tunceli’de de kalmış. Denizli çok hoşuna gitmiş ve buraya yerleşmiş. Hoş sohbet, görmüş geçirmiş birisi Ali bey. Yoksa zaman nasıl geçecekti. Firma sahibi. Kalp hastasıymış. Kalp krizi de geçirmiş. “Nasıl olsa öleceğiz ama hastaneye gelmesek de olmuyor işte.” diye dertleniyor.

Hastane tıklım tıklım. İnsanların hastaneye bu kadar hücum etmesini anlamakta zorlandım. Mahallelerde sağlık ocakları var. Oralarda filtrelenerek hastaneye gelmeleri gereken halk hastaneye koşuyormuş. Sağlık ocakları bomboşmuş. Hastaneye gidebilmek için sağlık ocaklarından sevk  şartı getirilebilir diye düşündüm. Biraz da psikolojik herhalde. Sağlık ocaklarına güvenilmiyor demek ki.

Sıramız geldi muayene için, içeriye girdik. Katarakt ameliyatı olması gerekiyor annemin. Yaş 89. “Riskli bir amaliyat” dediler.  Lokal anestezi yoluyla amaliyat edecekler. Bunun için tahliller gerekiyormuş. Kan tahlili, ultrason raporu v.s. derken ogünü de bitirdik hastanede. Amaliyat tarihi 24 Temmuz. Bugün hastanede 4.günüm. Yorgunum. Hemen eve gittim. Uyumak istedim ama sıcaktan uyumak ne mümkün.

15 Mayıs Darbe Girişimi

Akşam yemeğinden sonra balkondayız, çay içiyoruz. Küçük kardeşim Selami soluk soluğa içeriye girdi. Saat 23 civarı. “Darbe oldu. Yandım, kül oldum, işler zaten kötü, ne yapacağım ben şimdi...” Hemen açtık televizyonu. CNN. “Darbe girişimi oldu...” Öbür kanalı açtık (NTV) orada da darbe girişiminden bahsediliyor, başbakanın konuşması var, sükunete davet ediyor, öbür kanalda Adalet bakanı Bekir Bozdağ açıklama yapıyor...Diğer televizyonlarda normal program akışları devam ediyor. Olay darbeye benzemiyor. 1980 darbesini yaşayan biri olarak bu olayın darbeye benzemediğini söylesem de Selami, telaşlı telaşlı tepiniyor yanımda. Kumandayı elimden aldı ve TRT1 Televizyonunu açtı, spiker askerin yönetime el koyduğunu hiç kimsenin sokağa çıkmaması gerektiğini söylüyor. Bir baskı altında okuduğu herhalinden belli spikerin. Selami’yi bunun darbe olamayacağına ikna edemedim. “Darbe olunca Genelkurmay Başkanı açıklama yapar, bütün televizyonlar aynı yayın yaparlar. Önce cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, muhalefet liderlerini ve diğer siyasileri alırlar. Burada öyle birşey yok.” dedim. İnanmadı bana. Geldiği gibi aynı hışımla çıktı gitti söylenerek kapıdan. “Biraz sonra sokağa çıkma yasağı başlar ben hemen eve ulaşayım.”

Derken CNN Televizyonu’ndan Cumhurbaşkanı Erdoğan cep telefonuyla mesajını verdi: ”Herkes sokağa çıksın, meydanlara insin, havaalanlarını doldursun, bu darbe heveslilerine fırsat verilmesin. Biraz sonra ben de halkımın arasında olacağım.”

Arkasından camilerden selalar okunmaya başlandı ve halk meydanlara davet edildi. Eline bayrağını alan herkes Çınar Meydanı’ndaydı. Halk öfkeliydi, o an  birisi çıkıp hedef gösterse işte bu “Fetocu” dese; linç edilmemesi için hiçbir sebep yoktu. Herkes bağırıyordu çılgınca, sloganlar atılıyor, belalar okunuyordu. Aman Allah’ım. O ne korkunç bir manzaraydı öyle. Demek ki “mahşer” böyle birşey. Ana-baba günü derler ya, işte tam da öyle.

Polis meydanda henüz önlem alamamıştı, aniden gelişen bir olay. Türkiye’nin heryerinde aynı manzaranın olduğunu tahmin ediyorum. Bir kıvılcım yeterdi binlerce insanın ölmesine. Yer yerinden oynuyordu sanki. Fetocular halkın meydanlara döküleceğini tahmin edememiş olmalılar. Yoksa halkı makinalı ile tarayan, TBBM’ne bomba yağdıran o darbeciler halkı provoke etmekten ve binlerce insanı öldürmekten çekinmezlerdi o gece. Bir süre sonra valilik yetkilileri tedbirlerini aldılar, konuşmalar yapıldı ve halk organize edilebildi. Taşkınlıkların önüne böylece geçilmiş oldu. Polisler de kısa sürede tedbirlerini aldılar.

Kimlerdi Bu Darbe Girişiminde Bulunanlar?

16 Temmuz sabahı Denizli’de işler normale dönmüştü. Herkes işinde gücündeydi. Sanki konulu bir filim seyretmiş gibiydik o gece. Ancak halkın öfkesi dinmemişti. Hedef gösterilse, işte şu “Fetocu”dur diye, dükkanlar yağmalanabilirdi. Dairelere girilir insanlar linç edilebilirdi. Allah Türk halkını korudu. Eğer öyle bir kıvılcım çakılsaydı, iç savaş başlardı ve de o savaş önlenemezdi.  Suriye’yi aratmazdı o savaş.

Kim yaptı bu işi? Cevap verilmesi gereken soru budur. Görünürde “Feto Terör” örgütü var. Öyle deniliyor. Bu örgüt böylesine planlı programlı bir darbe girişimini nasıl becerdi? Generaller işin içinde olduğuna göre ve de Genelkurmay başkanı işin içinde olmadığına göre bu iş nasıl oldu? İstihbarat teşkilatı uyudu mu?
1980 darbesinde bir gecede terör nasıl bittiyse bu darbe girişiminden sonra da bir anda teröristler susuverdi. Fırsat  bu fırsat deyip Güneydoğu savaş alanına dönüştürülebilirdi. Zemin müsaitti. Ama aksine silahlar sustu, bombalar patlatılmadı.

Necmettin Erbakan Hocamız şöyle demişti:”Sıra Suriye’ye geldiğinde Türkiye’ye de gelmiş demektir.” O gün yeterince anlaşılamayan bu tespit bugün anlaşılır haldedir. Sıra Türkiye’ye de gelmiştir. Suriye’yi delik deşik edenler, orada taş üstünde taş koymayanlar Türkiye’yi de aynı şekilde yapmak istemektedirler. Türkiye bölgede en güçlü devlettir. Bölgesel güçtür. Onun da küçülmesi parçalara ayrılması gerekmektedir. Emperyal güçler, Tanrılar (!) böyle istemektedir. “Böl, parçala ve yut” taktiği herzaman geçerli bir yöntemdir. Küçük devletleri dizayn etmek, idare etmek kolaydır.  
Türkiye’deki yönetim emperyal güçlere geçit vermiyor. Türk halkı gerçekleri gördü. Amerika ve onun yandaşlarının Ortadoğu’da neler yaptığınının şahidi oldu. Birbirine kenetlendi. İçerdeki hainlere rağmen kenetlendi. Türkiye’nin de komşuları gibi kan gölüne çevrilmesi gerekir. “Küresel güçler” bunu istiyorlar. Ancak mevcut iktidar “Küresel Güçler” in tekerine çomak sokuyor. “Dünya beşten büyüktür.” diyor. Onun susturulması ve alaşağı edilmesi kazımdır. 15 Temmuz akşamı yapılan budur.

Ancak, bundan sonrası daha da zor olacaktır. Kuyruğuna basılan, gırtlağı sıkılan emperyal güçler ve içerideki yandaşları daha sert ve daha acımasız olacaklardır. Türk halkı olan bitenlerden ders alarak daha dikkatli ve duyarlı olmak zorundadır. Akl-ı selim galip gelmelidir. Düşman bellidir. Halk gevşememelidir. Duvarın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmelidir. Meşrep farklılıkları bir tarafa bırakılmalıdır. Başka bir Türkiye yoktur. Bir tane Türkiye vardır.  

Malum cumhurbaşkanı tarafından 84 yıl önce darbe ile susturulan O EZAN, 2016 Yılının 16 Temmuz sabahı Milletin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından sabah namazında  Beştepe’de okunmuştur. Müslüman görünümlü işbirlikçiler tarafından yapılmak istenen hain bir darbe girişiminden sonra okunmuştur ve  O EZAN karanlıkları delerek gökyüzüne ulaşmıştır. O EZAN ki; dinin temelidir. Ebediyyen Yurdumuzun üstünde inleyecektir. Zalimler istemese de halkımızın önü aydınlıktır.  

Devam edecek...

Rüştü Kam

30 Haziran 2016 Perşembe

Berlinli Müslümanlardan Diyanet İşleri Başkanı`na tepki

Başka bir ülkenin yardım kuruluşunun dergisine kapak olan Diyanet İşleri Başkanı`na Berlinli Müslümanlar açık mektup gönderdi.


Berlin'in haber sitesi, HA-BER.COM
29 Haziran 2014 Pazar 23:34 40 


















Berlinli Müslümanlardan Diyanet İşleri Başkanı`na tepki. Başka bir ülkenin yardım kuruluşunun dergisine kapak olan Diyanet İşleri Başkanı`na Berlinli Müslümanlar açık mektup gönderdi. İşte Berlinli Müslümanlar adına ilahiyatçı Rüştü Kam’ın kaleme aldığı açık mektup:  “Sayın Başkan, Avrupa'da yaşayan Müslümanlar bilhassa mali ibadetler konusunda hep istismar edilegelmiştir. Kendi fakirlerinin, oturmak için eve ihtiyacı vardır, çalışmak için fabrikaya ihtiyacı vardır, iş yerine ihtiyacı vardır, tedavi için hastaneye ihtiyacı vardır, eğitimi için okula ihtiyacı vardır, üniversiteye ihtiyacı vardır, araştırma enstitülerine ihtiyacı vardır, tercüme bürolarına, vakıflara,  gazeteye-dergiye ihtiyacı vardır. Bu insanların ihtiyaçları yok farz edilerek veya görmezden gelinerek, onların sadakalarını, zekâtlarını, kurbanlarını bulundukları yerlerde değerlendirmek yerine,  toplayıp başka yerlere göndermek ne kadar doğrudur? Üstelik bir Diyanet İşleri Başkanı olarak sizlerin, dini kurum ve kuruluşlara aynı mesafede olmanız gerekirken, bir yardım kuruluşunun, üstelik Almanya'da Türklerden yardım toplama konusunda sıkıntı çeken, başka bir ülkenin yardım kuruluşunun dergisine kapak olmanız ne kadar doğrudur? Bu konularda aydınlanmaya ihtiyacımız vardır. "
Selam ve Dua ile...

ha-ber.com Foto: İslamic Relief dergisinin kapağıdır. sayı 62 Temmuz 2014 


28 Haziran 2016 Salı

„Hoş Gidişler Ola Başkonsolosum Ahmet Başar Şen!“

Son Elçiler Kararnamesi ile Özbekistan nezdine Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi olarak atanan Türkiye Cumhuriyeti Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Türk Eğitim Derneği’nin (TED) verdiği iftar yemeğine katılarak Berlin’den ayrılmadan önce vatandaşlarla hasbihal etti. 28 Haziran 2016 Salı 19:14 19 1 „Hoş Gidişler Ola Başkonsolosum Ahmet Başar Şen!“ 

Berlin- Türk Eğitim Derneği’nin (TED) iftar yemeğinde Berlinlilerle buluşan Şen, “Başkonsolos olarak sizinle son kez bu sofrada bulunuyorum. Burada görev yaptığım süre zarfında insanımızın problemlerinin olduğu kadar başarılarının da olduğunu hatta başarılarının daha da fazla olduğunu gözlemleme imkânım oldu.” dedi.  Şen, bir soru üzerine Türk toplumunun ilk zamanlara nazaran daha iyi durumda olduğunu, ancak bunun asla yeterli olamayacağını belirtti. İlk neslin burada elinden geleni yaptığını ifade eden Şen, sonraki nesillerin de babaları/dedeleri kadar çalışkan olmaları gerektiğini vurguladı.

 “Eğitim her şeyin başı.” şeklinde konuşan Şen, bunun için ön şartın anadil olduğunu söyledi. “Şen, gençlerin Türkiye’deki öğrenim imkânlarından –Türkçe’lerinin ve dünya görüşlerinin gelişmesi için-  faydalandırılmaları tavsiyesinde bulundu. “Şen, “En azından üniversite seviyesinde çocuklarınızı bir sömestr Türkiye’deki üniversitelere değişim programları çerçevesinde okumaya gönderin.” çağrısında bulunmayı da ihmal etmedi. 


İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkması konusunu nasıl açıklarsınız şeklindeki soruya da Şen şu cevabı verdi: “ Sadece İngiltere halkı değil, diğer Avrupa ülkeleri halkları da Avrupa Birliği’nin işleyişinden memnun değil. Halk, kaynakların çar-çur edildiğine inanıyor. Ücretler arasında dengesizlik var. Maaşlar farklı ödeniyor. Bundan sonra Avrupa Birliği daha esnek bir duruma gelebilir. O zaman Türkiye'nin olumlu görebileceği bazı gelişmeler olabilir. Türkiye AB ile egemenlik paylaşımında bulunmak konusunda daha dikkatli ve hassas bir ülkedir. Bizim tarihimiz, dinimiz, geleneğimiz farklıdır.  İngiltere’de diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ırkçılık ve milliyetçilik giderek yükseliyor. İngiltere “Biz Büyük Britanya’yız.” havasında. İslamofobi ve yabancı korkusu çok öne çıkarıldı.  Diğer birlik ülkelerinde de İslamofobi kuvvetleniyor. 


Avrupa Birliği Avrupa'da barışı sağlamak için Kömür ve Çelik Birliği olarak kurulmuştu. Sonradan Avrupa Topluluğu oldu. Daha sonra da AB’ye dönüştü. Geldiğimiz noktada kuruluş amacından biraz da uzaklaştırıldı. Birlik üyeleri arasındaki dayanışmanın ne kadar az olduğunu anlatan bir durumdur İngiltere’nin ayrılma kararı alması. 20 yıl önce buralara gelineceğini kimse tahmin edemezdi.  


Alman Meclisi’nin ‘Soykırım yapılmıştır.’ kararına ne dersiniz? şeklindeki soruya da Şen şöyle cevap verdi. “Ben şu kadarını söyleyebilirim; soykırım denilebilmesi için, niyetin olması lazımdır, planlı bir şekilde bu niyetin hayata geçirilmesi lazımdır. Bir ırkı tamamen yok etme amacına yönelik bir niyetin olması gerekir. Belge ve bilgi olması gerekir. 30 lu yıllarda Wansee Konferansı’nda Almanlar Yahudileri nasıl yok edeceklerine dair bir irade ortaya koydular ve plan yaptılar. Soykırım böyle bir niyet üzerine bina edilir. Ayrıca Nürnberg Mahkemeleri’nde temeli atılan bir Soykırım Hukuku var. Soykırım nedir? tanımı  1948’de yapıldı.   


İddia edildiği gibi Osmanlı böyle bir niyet asla gütmemiştir. Savaş sonrası tehcir sırasında zafiyet gösteren subayları mahkeme edip suçlu oldukları tespit edilenleri idam bile etmiştir. Bu da gösteriyor ki Osmanlı soykırım ile suçlanamaz. Alman Meclisi’nin yaptığı oylama hukuki değildir, tarihi belge ve bilgilere dayanmaz, tamamen siyasidir.   Soykırım iddiaları 1960’larda başlar. 

İngilizler Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’u işgal ettiklerinde, Osmanlı subaylarının önde gelenlerini Malta’ya sürgün etmişlerdi. Bunlara “Malta Sürgünleri” de denir. Arşivler ellerinde olmasına rağmen burada mahkeme edilen subayları Ermeni soykırımı ile suçlayacak bir tane belge bile ortaya koyamadılar ve “Malta Sürgünlerini” serbest bırakmak zorunda kaldılar. 


Alman Meclisi’nde 637 milletvekili var. Bu milletvekillerinin üçte birinden biraz fazlasının katılımıyla alınan, uluslararası hukukun her türlü şartlarına aykırı olan bu karar yanlıştır, uluslararası hukuka göre de sonuç doğurmaz, hukuksuzdur. Ama bu kararla maalesef Türkiye Almanya ilişkileri kalıcı yara almıştır.” 

 ha-ber.com/Zülfikar Kam/Berlin 

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI’NIN GÜCÜ HER KONUDA FETVA VERMEYE YETER Mİ?


Potansiyel olarak elbette yeter. Siyasi olarak sanmıyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) devletin kurumudur. Her kurum gibi başında bir bürokrat vardır. Devletin din politikasının dışına çıkacak özgürlüğe sahip değildir. Bunun mevcut iktidarla bir alakası yoktur. Geçmiş iktidarlar zamanında da bu böyle olmuştur. Müslüman Türk halkı Dr. Lütfi Doğanlı ve Mehmet Yılmazlı iktidarlara şahitlik etmiştir. Dinimizin tayin ettiği sınırlar çerçevesinde görev yapmak isteyen başkanlar, görevinin bitmesine 2 ay kalsa da görevlerinden alınabilirler. 
 
Bu neden böyle olur: Çünkü bürokratlar dinin buyruklarını halka Allah‘ın istediği gibi indirme yetkisine sahip değildirler. Türkiye’de laiklik Avrupa ülkelerinde uygulandığı gibi uygulanmamaktadır. Devlet dine müdahale etme yetkisine sahiptir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurum olarak özerk değildir. Ayrıca siyasi partiler ve iktidarlar da kendilerini sıkıntıya sokacak fetvaların verilmesini istemezler. Legal olmayan oy depolarına ulaşmak için kaygan zeminleri hesap etmek gerekir. Aksi, oy kaybı demektir. 
 
Devrim kanunlarına rağmen tekkeler hâlâ faaliyetlerini sürdürmektedirler: Çünkü, tarikatlar siyasi partilerin oy depolarıdır. CHP Genel başkanı Bülent Ecevit’in Fethullah Gülen’e yakınlığı, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlıkta tarikat şeyhlerini ağırlaması, Ahmet Davutoğlu’nun tarikat şeyhleriyle sarmaş dolaş oluşu, CHP’nin sadece oy almak için, çarşaflı kadınlara parti rozeti takma programı düzenlemesi bilinen gerçeklerdendir. Öbür taraftan Atatürkçülerin, laiklik anlayışını din düşmanlığı olarak gören ve kullanan sözde cumhuriyetçilerin de dine karşı olan negatif tavırları malumumuzdur. Bu çığırtkan grubun sokağa dökülmesini de göze alamaz DİB. İşin bir ucu yine iktidara dokunur.
Mesela; sırf yukardaki sebeplerden dolayı DİB, din emrediyor diye, devlet okullarındaki din dersi müfredatına müdahil olamaz. Bu konuda DİB değil Milli Eğitim Bakanlığı amirdir. Din dersi öğretmeni yetiştiren okullar açamaz, kendi personelini yetiştirmek için ilahiyat fakülteleri kuramaz.
Yürürlükte olan daha basit uygulamalara bile son veremez. Mesela, medeni nikâhı müftüler kıysın diye teklifte bulunamaz. Teklifte bile bulunamaz ama, dînî nikâh adı altında nikâh kıyılmasına müsaade eder. Ancak, dînî nikâh diye bir nikâhın olmadığını, resmi otoritelerin kıydığı nikâhın yeterli olduğunu söyleyemez. Bu durumda tarikat çevrelerinin gazabından korkar. Yine ucu iktidara dokunur. 
 
“Resmi nikâhı olmayana dini nikâh kıymıyoruz“ gibi açıklamalarla işi geçiştirmeye çalışır. Berlin’de imamlar dini nikâh kıyıp mehir bile belirleyebiliyorlar. Mehir belirliyorlar ama belirledikleri mehirle ilgili yazılı bir belge düzenleyemiyorlar ve evlilik yürümediği zaman taraflar mahkemeye düşünce şahitlik yapmaktan imtina ediyorlar. Sorulduğu zaman biz dini nikâhı usulen kıyıyoruz diyorlar. Bu konuda şahitlik yapmayan imam ve konuya sessiz kalan Din Hizmetleri Ataşesi bile tanıdı Berlin. Sırf bu yüzden aile faciaları yaşanıyor Berlin’de. 
 
Yıllarca “Zuhr-u âhir namazı uydurma bir namazdır, kılınmasına gerek yoktur.” diyemedi DİB. Son yıllarda yetişen İslâm Âlimlerinin televizyon kanallarından yaptığı açıklamalardan ve de konu ile ilgi yazılan kitapların halk üzerinde yaptığı olumlu etkilerden bunalmış olmalı ki; Din İşleri Yüksek Kurulu, 26.03.2002 tarihinde beklenen fetvayı nihayet verebildi. İzmir pilot bölge olarak seçildi. Beklenen tepkiler hangi ölçekte olacak ona bakıldı ve bu uydurma namaz uygulamadan kaldırıldı. Berlin’e ise bu uygulama 13 sene gecikmeyle 2015 yılında gelebildi. Benim, ha-ber.com internet sitesinde ısrarla yazdığım yazılardan sonra Din Hizmetleri Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ün de gayretli çalışmaları oldu ve uygulamadan kaldırıldı. Tepkiler oldu, sıkıntılı günler geçirildi ama sonuçta uygulamaya son verildi. Demek ki; istenirse halk ikna edilebiliyormuş. 
 
Almanya’daki Din Hizmetleri Müşaviri Sayın Nevzat Yaşar Aşıkoğlu’nun ayağı yere basan ciddi bir açıklamasını duyan var mıdır Almanya’da? Almanya’daki Din hizmetleri Ataşelerinin Kilise yetkilileriyle bir araya gelerek ortak sempozyumlar ve ortak programlar yaptığını duyanlar var mıdır içinizde? Din Hizmetleri Müşavirleri, Din Hizmetleri Ataşeleri ne iş yapar bilenleriniz var mıdır? Eskilerden DİTİB’e bağlı camilerde kongrelerde divan başkanı olurlardı ve hangi camiye kim başkan olacak diye kulisler yaparlardı, programlarda ilahiler okurlar, iftar sofralarında ezan okurlar ve dualar yaparlardı. Aynı alışkanlıklarına devam ediyorlar mı yoksa bu tür alışkanlıklarından vazgeçtiler mi? Ben bilmiyorum. 
 
Bazı Kiliseler harıl harıl ‘Ermeni soykırımı yapılmıştır’ diyerek kiliselerinde açık oturumlar, konferanslar yaparken, filmler gösterirken, başta DİTİB olmak üzere camilerinde konuyla ilgili ortak bir hutbe bile okuyamayan, mitinglere ve yürüyüşlere cemaatlerini yönlendiremeyen ve hatta Anayasa’yı Koruma Kurumu yetkilileri oralarda bizi görmesin, isimlerimiz oralarda geçmesin diye köşe bucak kaçan dini cemaatler var Berlin’de. 300.000’e yaklaşan Türkiyelinin yaşadığı Berlin’de sokaklara, meydanlara 20.000, 30.000 kişi toplanabilseydi, o uyduruk yasa tasarısı meclisten geçmeyebilirdi. 
 
Banka faizleriyle ilgili ayağı yere basan bir açıklaması yoktur Diyanet’in. „Faiz haramdır“ cümlesinden başka telaffuz edilen net bir cümle daha duyulmadı.” Bankanın verdiği faiz, Allah’ın yasakladığı faiz değildir.” denilemedi. Veya “Bankaların verdiği faiz de Allah’ın haram kıldığı faizdir.” , bu da denilemedi. En azından ben duymadım. Böyle bir açıklama yine de fincancı katırlarını ürkütecektir. Fincanların kırılmasından korkulmaktadır. 
 
Kütüb-ü Sitte diye bilinen hadis kitapları ne kadar güvenilirdir? Bu kitaplarda geçen hadisler dini kaynak olarak kullanılabilir mi? Bu konuda net açıklamalar olmadı. Bir hadis ayıklama çalışması yapıldı. Hadislerle İslâm. 7 cilt. Ancak kendi personeli bile Hadislerle İslâm’dan değil yine Kütüb-ü Sitte’den rivayetler okuyorlar. Çünkü tarikat çevreleri ve kendi personelinin çoğu uydurma hadislerden beslenmektedir. Bırakın Kütüb-ü Sitte’yi bazı tarikat çevrelerinin en önemli besin kaynağı Ramuz El-Ehadis’tir. Bu kitapla ilgili bile ciddi denecek bir tavrı yoktur DİB’in. Bu durumda varlıklarını borçlu oldukları Müslüman çevrelerden korkulmaktadır. İşin ucu yine siyasi partilere, iktidara dokunmaktadır. 
 
Ehl-i Kitap konusu Diyanet’in önünde halledilmesi beklenen konulardan en önemlisidir. Bilhassa Avrupa ülkelerinde ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyulan bir konudur Ehl-i Kitap fıkhı. Müslüman bir kız Ehl-i Kitap bir erkekle evlenebilir mi? Ehl-i Kitabın kestiği yenir mi? Kilise ’de namaz kılınır mı? Hristiyanlar camilerde ibadet yapabilirler mi? Kâfir kimdir, Ateist kimdir? Tevrat, Zebur ve İncil Kur’an’ın tamamen reddettiği kitaplar mıdır, yoksa tasdik ettiği kitaplar mıdır? Kısaca Ehl-i Kitap bir ülkede İslâm nasıl yaşanır? Ehl-i Kitap olan insanlar için Ahirette kurtuluş ümidi var mıdır? Amel-i Salih ne demektir? Eşcinseller ile ilgili konuda Kur’an ne der? Bu konulara hiç yaklaşılmamaktadır.
Belirli bir süre için Almanya’da bulunan din hizmetleri görevlileri, kendilerini sıkıntıya sokacak konulardan uzak durmaktadırlar. Onların çoğunun amacı suya sabuna dokunmadan Euroları cebe koyarak Türkiye’ye dönmektir. Uzun günlerde oruç ve namaz vakitleri nasıl belirlenecektir? Hicaz bölgesindeki Müslümanlar 12-14 saat oruç tutarken uzun günleri olan coğrafyada yaşayan Müslümanlar 22 saate kadar varan süreyi oruçlu geçirmek zorunda mıdır? Bu da sıkıntılı bir konudur. Buraya da yaklaşamazlar, klimalı odalarda, lüks koltuklarda oturarak inşaat işçilerinin, fabrika işçilerinin, marabaların, fırın işçilerinin çektiği sıkıntıları anlayamazlar. Onları anlamak için empati yapmak lazımdır. Bu işin ucu da legal olmayan kurumlar aracılığıyla siyasi partilere ve iktidara dokunur. 
 
Kurumlara zekât verilir mi? Mali ibadetler için öncelik, ikamet edilen ülke halkı mıdır, yoksa siyasi iktidarların ve yardım kuruluşlarının belirleyeceği uzak ülke halkları mıdır? İkamet edilen ülke halkının ihtiyacı varken o ihtiyaçlar görmezden gelinerek başka ülkelere zekât ve Kurban gönderilebilir mi, evlâ olan hangisidir? Zekât verirken, fitre verirken, kurban verirken miktar tespiti kişinin yaşadığı yer esas alınarak mı yapılır, yoksa zekâtın ve fitrenin ve kurbanın verileceği ülke esas alınarak mı yapılır? Daha sorulması gereken onlarca soru vardır belki. 
 
Bu konularda DİB devlete rağmen/ siyasi partilere ve iktidarlara rağmen fetva verebilir mi? Potansiyel olarak verebilir elbette. Ama önce siyasi partilerin ve iktidarların ve de devletin ayaklarına vurdukları prangadan kurtulmaları gerekir. Bu konuyu görev bilmeleri, sonra sorumluluk almaları ve irade ortaya koymaları sonra da eyleme geçmeleri gerekir. Yoksa sittin sene de geçse, Müslümanların sorunları DİB tarafından masaya yatırılmaz. 
 
Velhasıl sevgili okurlarım, Diyanet İşleri Başkanlığı görevinin bitmesine iki ay kala görevden alınan Ali Bardakoğlu’nun dediği gibi; „Diyanete memur değil, âlim başkan gerek.“ Sonrası gelir.
Sahi, başta DİTİB olmak üzere Almanya’da dini cemaatler ne işe yararlar
Selam ve dua ile…

18 Haziran 2016 Cumartesi

ZEITRAHMEN DES RAMADAN 2016

Diese Imsakiye (Fastenkalender) wurde als Vergleich zu Medina nach dem „Ermessens-Verfahren“ erarbeitet. Die Bestimmung des Beginns und das Ende der Fastenzeit sowie Beginn und Ende des täglichen Fastens wird nach dem Ermessens-Verfahren festgelegt.
Die Bewegung des Sonnenauf-und Unterganges in den Ländern Nordeuropas und des Nordpols unterscheidet sich von denen in den Ländern innerhalb des 45. Breiten- und 90.Längengrades.
Dieser Unterschied ist in der Sommerzeit dermaßen groß, dass es kaum Nacht wird. In den Regionen, in denen die Tage länger sind als die Nächte, werden die Fastenzeiten nach dem „Ermessens-Verfahren“ bestimmt.
Bezüglich des „Ermessens-Verfahrens“ sind Sichtweisen sowie Fatwa`s (Rechtsauskunft) von folgenden Gelehrten und Institutionen existent:
Diyanet („Präsidium für Religiöse Angelegenheiten der Republik Türkei), Hanafi- Konfession, Prof.Dr.Süleyman Ateş, Musa Carullah Bigiyev, Prof.Dr.Mehmet Said Hatipoğlu, Reşid Rıza, Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün, Prof.Dr.İlhami Güler, Prof.Dr.Abdul Aziz Bayındır’.
Diese Imsakiye wurde für Deutschland unter Berücksichtigung der Sichtweisen der oben genannten Gelehrten vorbereitet. Die Fastenzeit in Deutschland sollte wie in Medina 14 Stunden andauern.


















İFTAR SOFRALARI BERLİN 2016 (l)

Ramazan geldi hoş geldi. Kur’an bu ayda indirilmeye başlandı. İndirilmeye başladığı ayın bin
aydan daha hayırlı olduğunu da yine kendisi haber verdi. Kur’an; Furkan’dır. Hak işle batılı ayırandır. Hak dediğimiz Kur’an’ın deruhte ettiği buyruklar bütünüdür. Bâtıl, Kur’an dışında kalan her sözdür, eylemdir, ideolojidir. Elbette kutlanacaktır Furkan’ın inişi. Ve Müslümanlar da kutluyorlar. Bizden önce gelip geçen ümmetlere farz kılınan bir ibadet de var bu ay içinde. Oruç ibadeti. Müslümanlar önem verirler oruç ibadetine. Akşamları teravih namazları kılarlar. İftar sofralarında bir araya gelirler. İkramlar yapılır, şenlenir Ramazan geceleri. Dualar okunur, tekbirler getirilir. Hele de gurbetteyseniz iftar sofraları bir başka şenlenir. 
 
Türk Eğitim Derneği
Ben üç ayrı iftara katıldım. İlki Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği iftar. Organizasyon güzeldi. Ezanı müteakip dua edildi ve iftar yemeğine geçildi. Hizmeti gençler yaptılar.
Büyüklere yapılan saygı, unutulmayan ve unutulmaması gereken bir geleneğimiz. Gençleri bu halde görünce geleceğimizden biraz daha emin olabiliyoruz. Yemek duasından sonra, Türkiye Cumhuriyeti Berlin Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Çandır’a söz verildi. Çandır yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bugün Müslümanlar bölük pörçük durumdalar. Afrika’da % 15 Müslüman var, arta kalan halk diğer dinlere mensup. Oysa yüzyılın başında tam tersiydi bu durum, bir şeyden koptuk ve bu hale düştük: Kur’an’dan. Kur’an’dan uydurulmuş, hurafelere boğulmuş bir din var elimizde bugün. Kur’an’ın anlattığı dini insanlara anlatmamız gerekli. Müslümanlar birbirlerinin ayağına basmayı bırakmalılar. Müslüman isek diğer Müslümanlarla empati yapabilmeliyiz. Sabah akşam namaz kılmamız bizde olumlu manada bir değişiklik oluşturmuyorsa, yanlış giden bir şeyler var demektir. Hayatımızda değişiklik yapmamız gerekiyor demektir. Ataşelik olarak
Kur’an’la daha iyi tanışalım diye “Her gün bir ayet ” adıyla bir çalışma başlattık. Cemaatimizden o günün ayetini manasıyla birlikte ezberlemesini istiyoruz. Ataşeliğimiz Berlin’de İslami alanda nerede bir ihtiyaç varsa hizmet sunmak, ihtiyacı gidermek üzere kurulmuştur. Çeşitli dernekler din görevlisi talebinde bulunuyor. Berlin’de bulunan bütün dini cemaatlerin taleplerini yerine getirmek, toplumumuzun dini konulardaki sorunlarına yardımcı olmak Ataşelik olarak görevimizdir. Mesela alevi derneklerinin de dede talebi oluyor yardımcı oluyoruz."

Daha sonra Remzi Aru’ya söz verildi.
Aru konuşmasında: “Türk kökenli Milletvekili Cem Özdemir tarafından bir tasarı geldi Federal Parlamento’ya. Parlamento bu tasarıyı kabul etti. Ne tarihi bir belge var ne de mahkeme kararı. Tamamen siyasi bir kabuldür bu. Artık Türklerin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi zamanı gelmiştir. Bir parti kuruyoruz. Almanya’daki tüm azınlıkların sesi soluğu olacak bir parti kuruyoruz. Müjdeyi burada veriyorum. Allianz Europäischer Demokraten (AED). Avrupa Demokratlar İttifakı partisi. Çok güçlü bir ekiple geliyoruz. En az yüzde beş oy oranını hedefliyoruz. Bütün seçmenlere kapımız açıktır.” dedi. Aru konuşmasının devamında, 26 Haziran’da partinin kurucu üyeleriyle birlikte bir basın toplantısı da yapacaklarını ifade etti. 
 
T.C. Berlin Büyükelçiliği
İkinci gün Büyükelçililiğin davetine katıldım. Büyükelçilikte iftar sofrasının kurulmasının
ayrı bir anlamı var. Önceleri buralara mütedeyyin Müslümanlar davet edilmezdi. Şimdilerde başı örtülü bayanlar bile davet edilebiliyor. Elçilikte ezan okunuyor, Kur’an okunuyor, anlamı verliyor dua ediliyor. Arkada küçük de olsa bir mescid bile var. Gönül isterdi ki o mescid minyatür bir cami şeklinde misafirlerini ağırlasın. Belki bir gün o da olur. Belki bir gün Kültürümüzün elçiliğini de yapar. 
 
MÜSİAD
Salı gün Berlin MÜSİAD’ın iftar sofrasına davetliydik arkadaşlarımla birlikte.
Organizasyonda sorun yok. Kucaklaştık dostlarımızla. Berlin MÜSİAD başkanı Veli Karakaya masaları teker teker dolaştı ve hal - hatır sordu. Karakaya iftardan sonra yaptığı konuşmada Ermeni soykırım yasasının Meclis’ten geçmesinin üzerinde yaptığı etkiden kurtulamamıştı. Berlin’deki Türklerin ve onların temsilcileri gibi görünen milletvekillerinin halinden şikâyet etti ve bir fıkrayla Almanya’daki Türklerin durumuna açıklık getirdi:
Efendim, hikâye şöyle, Bekri Mustafa adında birisi vardır İstanbul’da, hafızdır. Ama hiç ayık gezmez. Küçük Ayasofya Camii’nin önünden geçmektedir. O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur. Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’ya namazı kıldırmak için avluya davet ederler. Bekri Mustafa itiraz eder, direnir. “Yok, ben hoca değilim” der ama nafile. Cenazenin kalkması lazım. Zorla öne geçirirler. Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder. Bekri Mustafa gülerek cevaplar soruyu: Dedim ki ona: “Eğer sana sorgu melekleri sorarlarsa, yukarda ne var yok diye. Onlara dersin ki; Bekri Mustafa Ayasofya Camii’ne imam oldu. Onlar yukarda ne olup bittiğini anlarlar.”
Evet, Almanya’da yaşayan biz Türklerin hali işte tam da böyle. Almanya’nın halini soran
meleklere Bekri Mustafa’nın göndereceği mesaj muhtemelen şöyle olurdu: Orada sana sorgu melekleri soracaklardır yukarda ne var yok diye, onlara de ki; “Türk kökenli bir Milletvekili yasa tasarısı sunmuştur Parlamentoya ve diğer Türk kökenli Milletvekillerinin de içinde bulunduğu meclisten soykırım kanunu bir Alman Milletvekilin hayır oyuyla geçmiştir”, onlar Almanya’daki Türklerin ne halde olduğunu anlayacaklardır.
Devam edecek…

13 Haziran 2016 Pazartesi

UZUN GÜNLERDE ORUÇ İMSAKİYESİ (2016) HAKKINDA ZARURİ AÇIKLAMA

Uzun günlerde oruç tutmak durumunda olan Müslümanlar için bir imkân sunduk. İmsakiye hazırladık. Medine’yi esas alarak hazırladık bu imsakiyeyi. 14 saat oruç tutulması gerekiyor bu imsakiyeye göre. Almanya’nın değişik şehirlerinden, Avusturya’dan, Avustralya’dan, Türkiye’den telefonlar aldım. Sosyal medya üzerinden yazanlar oldu. Memnuniyetlerini dile getiren Müslümanlar oldukça fazlaydı. 14 saat oruç tutabilirim. Bu mümkün denildi. Oldukça fazla dua aldım. Medya trafiğine ise sizler de şehid oluyorsunuz. Telefon trafiğine de şahit olan arkadaşlarım var. Gururlandık, hayırlı bir iş yaptığımız için Mevla’mıza şükrettik. Bir kişi bile bu imsakiyeyi esas alarak oruç tuttuysa ne mutlu bize. Sıkıntı içinde olan bir kişinin problemini çözmek ve onu Mevla’sıyla Ramazan ayında buluşturmak. Gerçekten guru verici bir şey. Yapılan bu çalışmanın geç kalmış bir çalışma olduğunu yazan din âlimi arkadaşlarım dostlarım aradı, Türkiye’den Almanya’dan tebrik ettiler. Onore ettiler beni, cesaretlendirdiler. 
Bunun yanında karalama kampanyası yapan İlahiyatçı arkadaşlarım da vardı. Algı operasyonu yaparak linç girişimine tevessül edenler bile oldu. Katlime fetva verenler işin cabası. Aşağılayanlar, hakaret edenler, küfredenler... Bazı telefonların organize telefon olduğu belli oluyordu. Göbekten aşağı vuruyorlar, hızlarını alamayınca da ne kadar küfürlü kelime biliyorlarsa sıralıyorlardı. Ramazan ayında yapıyorlardı bunu. Güya oruç ibadetini savunuyorlardı. Asıl orucun susmak suretiyle tutulduğundan habersizdiler bunlar. Belki yüzlerce defa hocalarından Ramazan ayında kalp kırmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu duymuşlardır. 
Bu arkadaşlar küfredeceklerine yapılan işin yanlış olduğunu, “şu sebepten ötürü” diye delilli ispatlı açıklamalar getirseler, üzerinde konuşma imkanımız olurdu. Berlin’de 20 ye yakın imsakiye var. Hepsinin oruca başlama saati ve bitiş saati farklı. Bu farklılıklar bir hesaba göre de yapılmıyor. Her imsakiye sahibi kendi cemaatine sunacağı imsakiyenin gerekçesini önceden hazırlıyor ve sunuyor. Ancak bu sunumda prensipten ziyade bizim imsakiye en doğru imsakiye mantığı dikte ediliyor. İnsanlar şartlandırılıyor. Bundan dolayı, Berlin’de cemaatlerin oruç bozma ve oruca başlama saatleri farklı. Kimisi saat 01 de imsak yaparken, kimisi 02 de, 03 de ,03.30 da, kimisi 04 de ....oruca başlayabiliyor. İftarları da farklı oluyor bu cemaatlerin 10 dakika, 20 dakika, 40 dakika birbirlerine fark atabiliyorlar. Güya, hepsi doğru bunların. Komedi... 
Günümüz Müslümanları camileri parsellemişler, oralara gidip konuşamıyoruz. Farklı seslere tahammülleri olmuyor cemaatlerin. Fikirlerine güvenemiyorlar, belki de bir üye gelen hatibin peşine takılıp gidebilir. Bir üye demek; aidat demek, zekât demek, fidye demek, kurban demek... Camiler cami A.Ş. haline gelmişler. Hocaları da tahsildarları.. 
Oruç ibadeti ibadetlerden bir ibadettir. Birebir yaratıcı ile muhatap olunan bir ibadet. İnanca taalluk eden bir konu değildir. Ceza da, mükâfat da kişiseldir. Üçüncü bir kişi ile oruç ibadetinin direkt ilgisi yoktur. İnsanların imsak ve iftar konusunda bu kadar gürültü çıkarmalarına sebep olan bir şey yoktur ortada. İnsanlar günün her saatinde yalan söylüyor, küfrediyorlar, zulmediyorlar, yetim hakkı yiyorlar, gıybet ediyorlar, saygısızlık yapıyorlar, faiz yiyorlar, zina ediyorlar, alışverişlerinde hile yapıyorlar, harama helale dikkat etmiyorlar v.s. Bunlar ve benzeri yanlışlıklarla, hatalarla içiçe olan insanlar hedefe nedense konmuyor. Hatta yapılan dolandırıcılıklar, sahtekârlıklar, akıllılık olarak anlatılıyor sohbet arasında. Rüştü Kam bir imsakiye çıkardı diye dünyayı ayağa kaldıran, olmadık hakaretleri yapan o din bezirgânları, yukardaki konularda sus pus oluyorlar. Delikanlı olun biraz, delikanlı... 
Müslüman oruç tutmamış,.. tutmasın, eksik tutmuş...tutsun..., sana ne. Seni neden ilgilendiriyor insanların orucu. Toplum için birer virüs olan öbür saydığım buyruklar sizleri ilgilendirmiyor, oruç tutmak veya tutmamak sizleri ilgilendiriyor öylemi? Cevap bekliyorum. Ucuz kahramanlıklarla Müslümanlıklarını ispat etmeye çalışan paryalar, Allah sizleri ıslah etsin.
Hüsnü Aktaş bir ilmihal yazmış, Emanet ve Ehliyet. “Oruç tutmayan öldürülür “ diyor o ilmihalde. Ondan sonra da IŞİD nereden besleniyor diyorlar. İşte buralardan besleniyor. Allah’ın dininde ölüm cezası diye bir ceza yoktur. Sen oruç tutmayanın öldürüleceğini nereden çıkardın behey gafil. Biraz düşünmek lazım. 
Rüştü Kam bir imsakiye çıkardı ve uzun günlerde oruç tutmak durumunda kalan insanlara bir imkân sundu. Din âlimi olan zevatın görüşlerini de o imsakiyede yazdı. Niçin bu imsakiyeyi hazırladığını da detaylı olarak açıkladı. Hakkında fetva verildi “katli vaciptir.” Yapmayın Allah aşkına biraz kendinize gelin. 
Dünya Müslümanları, sizin gibi aklını kiraya veren insanların yaptığı hatalar yüzünden kan ağlıyor. Sen kalkmışsın bu imsakiyeyi niçin Medine’ye göre hazırladın? İnsanların gönül rahatlığıyla, huzur içinde ibadet etmelerinin önünü niçin açıyorsun? diye beni hesaba çekiyorsun. Sonra da diyorsun ki; ibadet ne kadar zor olursa sevabı o kadar çok olur. Nah olur!
Mekke’deki Müslüman, 13-14 saat oruç tutarken, Almanya'daki ve daha Kuzeydeki ülkelerde yaşayan Müslümanlar hangi suçtan dolayı cezalandırılıyorlar da 19-22 saat oruç tutuyorlar. Bu nasıl bir adalettir izah edebilir misiniz? 

Birileri de yazmış sosyal medyaya, ODA TV ye niçin malzeme oluyorsun diyor? “dam başında saksağan vur beline kazmayı”. Kardeşim sen beni konuşturmuyorsun, farklı seslere, fikirlere tahammül edemiyorsun. Adam olsaydın da sen televizyonuna radyona malzeme yapsaydın ya ODA TV nin yaptığını, bana küfretmekle meşgul olacağına. Müslümanlar, Müslümanların sorunlarını görmezden gelirlerse ve de bu soruna ODA TV sahip çıkarsa bu ODA TV nin artısıdır. Ayıbı değildir. 
“Allah’ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak edecek misin?(Araf 155)

8 Haziran 2016 Çarşamba

İMSAKİYE 2016 HAKKINDA ZARURİ AÇIKLAMA


Uzun günlerde oruç tutmak durumunda olan Müslümanlar için bir imkân sunduk. İmsakiye hazırladık. Medine’yi esas alarak hazırladık bu imsakiyeyi. 14 saat oruç tutulması gerekiyor bu imsakiyeye göre. Almanya’nın değişik şehirlerinden, Avusturya’dan, Avustralya’dan, Türkiye’den telefonlar aldım. Sosyal medya üzerinden yazanlar oldu. Memnuniyetlerini dile getiren Müslümanlar oldukça fazlaydı. 14 saat oruç tutabilirim. Bu mümkün denildi. Oldukça fazla dua aldım. Medya trafiğine ise sizler de şehid oluyorsunuz. Telefon trafiğine de şahit olan arkadaşlarım var. Gururlandık, hayırlı bir iş yaptığımız için Mevla’mıza şükrettik. Bir kişi bile bu imsakiyeyi esas alarak oruç tuttuysa ne mutlu bize. Sıkıntı içinde olan bir kişinin problemini çözmek ve onu Mevla’sıyla Ramazan ayında buluşturmak. Gerçekten guru verici bir şey.
Yapılan bu çalışmanın geç kalmış bir çalışma olduğunu yazan din âlimi arkadaşlarım dostlarım aradı, Türkiye’den Almanya’dan tebrik ettiler. Onore ettiler beni, cesaretlendirdiler.

Bunun yanında karalama kampanyası yapan İlahiyatçı arkadaşlarım da vardı. Algı operasyonu yaparak linç girişimine tevessül edenler bile oldu. Katlime fetva verenler işin cabası. Aşağılayanlar, hakaret edenler, küfredenler... Bazı telefonların organize telefon olduğu belli oluyordu. Göbekten aşağı vuruyorlar, hızlarını alamayınca da ne kadar küfürlü kelime biliyorlarsa sıralıyorlardı. Ramazan ayında yapıyorlardı bunu. Güya oruç ibadetini savunuyorlardı. Asıl orucun susmak suretiyle tutulduğundan habersizdiler bunlar. Belki yüzlerce defa hocalarından Ramazan ayında kalp kırmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu duymuşlardır.
Bu arkadaşlar küfredeceklerine yapılan işin yanlış olduğunu, “şu sebepten ötürü” diye delilli ispatlı açıklamalar getirseler, üzerinde konuşma imkanımız olurdu. Berlin’de 20 ye yakın imsakiye var. Hepsinin oruca başlama saati ve bitiş saati farklı. Bu farklılıklar bir hesaba göre de yapılmıyor. Her imsakiye sahibi kendi cemaatine sunacağı imsakiyenin gerekçesini önceden hazırlıyor ve sunuyor. Ancak bu sunumda prensipten ziyade bizim imsakiye en doğru imsakiye mantığı dikte ediliyor. İnsanlar şartlandırılıyor. Bundan dolayı, Berlin’de cemaatlerin oruç bozma ve oruca başlama saatleri farklı. Kimisi saat 01 de imsak yaparken, kimisi 02 de, 03 de ,03.30 da, kimisi 04 de ....oruca başlayabiliyor. İftarları da farklı oluyor bu cemaatlerin 10 dakika, 20 dakika, 40 dakika birbirlerine fark atabiliyorlar. Hepsi doğru bunların. Komedi...

Günümüz Müslümanları camileri parsellemişler, oralara gidip konuşamıyoruz. Farklı seslere tahammülleri olmuyor cemaatlerin. Fikrine güvenemiyorlar, belki de bir üye gelen hatibin peşine takılıp gidebilir. Bir üye demek; aidat demek, zekât demek, fidye demek, kurban demek... Camiler cami A.Ş. haline gelmişler. Hocaları da tahsildarları..

Oruç ibadeti ibadetlerden bir ibadettir. Birebir yaratıcı ile muhatap olunan bir ibadet. İnanca taalluk eden bir konu değildir. Ceza da, mükâfat da kişiseldir. Üçüncü bir kişi ile oruç ibadetinin direkt ilgisi yoktur. İnsanların imsak ve iftar konusunda bu kadar gürültü çıkarmalarına sebep olan bir şey yoktur ortada.
İnsanlar günün her saatinde yalan söylüyor, küfrediyorlar, zulmediyorlar, yetim hakkı yiyorlar, gıybet ediyorlar, saygısızlık yapıyorlar, faiz yiyorlar, zina ediyorlar, alışverişlerinde hile yapıyorlar, harama helale dikkat etmiyorlar v.s. Bunlar ve benzeri yanlışlıklarla, hatalarla içi işçe olan insanlar hedefe nedense konmuyor. Hatta yapılan dolandırıcılıklar, sahtekârlıklar, akıllılık olarak anlatılıyor sohbet arasında.

Rüştü Kam bir imsakiye çıkardı diye dünyayı ayağa kaldıran, olmadık hakaretleri yapan o din bezirgânları, yukardaki konularda sus pus oluyorlar. Delikanlı olun biraz, delikanlı... Müslüman oruç tutmamış,.. tutmasın, eksik tutmuş...tutsun..., sana ne. Seni neden ilgilendiriyor insanların orucu. Toplum için birer virüs olan öbür saydığım buyruklar sizleri ilgilendirmiyor, oruç tutmak veya tutmamak sizleri ilgilendiriyor öylemi? Cevap bekliyorum. Ucuz kahramanlıklarla Müslümanlıklarını ispat etmeye çalışan paryalar, Allah sizleri ıslah etsin.

Hüsnü Aktaş bir ilmihal yazmış, Emanet ve Ehliyet. “Oruç tutmayan öldürülür “ diyor o ilmihalde. Ondan sonra da IŞİD nereden besleniyor diyorlar. İşte buralardan besleniyor. Allah’ın dininde ölüm cezası diye bir ceza yoktur. Sen oruç tutmayanın öldürüleceğini nereden çıkardın behey gafil. Biraz düşünmek lazım.

Rüştü Kam bir imsakiye çıkardı ve uzun günlerde oruç tutmak durumunda kalan insanlara bir imkân sundu. Din âlimi olan zevatın görüşlerini de o imsakiyede yazdı. Niçin bu imsakiyeyi hazırladığını da detaylı olarak açıkladı. Hakkında fetva verildi “katli vaciptir.” Yapmayın Allah aşkına biraz kendinize gelin. Dünya Müslümanları, sizin gibi aklını kiraya veren insanların yaptığı hatalar yüzünden kan ağlıyor. Sen kalkmışsın bu imsakiyeyi niçin Medine’ye göre hazırladın? İnsanların gönül rahatlığıyla, huzur içinde ibadet etmelerinin önünü niçin açıyorsun? İbadet ne kadar zor olursa sevabı o kadar çok olur diyorsun. Nah olur!
Mekke’deki Müslüman, 13-14 saat oruç tutarken, Almanya'daki ve daha Kuzeydeki ülkelerde yaşayan Müslümanlar hangi suçtan dolayı cezalandırılıyorlar da 19-22 saat oruç tutuyorlar. Bu nasıl bir adalettir izah edebilir misiniz?

Birileri de yazmış sosyal medyaya, ODA TV ye niçin malzeme oluyorsun diyor? “dam başında saksağan vur beline kazmayı”. Kardeşim sen beni konuşturmuyorsun, farklı seslere, fikirlere tahammül edemiyorsun. Adam olsaydın da sen televizyonuna radyona malzeme yapsaydın ya ODA TV nin yaptığını, bana küfretmekle meşgul olacağına. Müslümanlar, Müslümanların sorunlarını görmezden gelirlerse ve de bu soruna ODA TV sahip çıkarsa bu ODA TV nin artısıdır. Ayıbı değildir.

“Allah’ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak edecek misin?(Araf 155)


7 Haziran 2016 Salı

Ramazan Orucunun Süresi Almanya'da 14 Saat Olmalıdır

Allah Ramazan ayında oruç tutmayı farz kılmıştır. Önceki ümmetlere de farz kılmıştır. Oruç ahlaki boyutu olan bir ibadettir. Amaç; kulların, süresi belli olan zaman içinde yemekten, içmekten ve cinsellikten uzak durarak arzularının frenlenmesi ve bu sayede empati kurabilme kabiliyetinin geliştirilmesidir. Ahlaki yücelişi sağlamaktır, nimetlerin kadir kıymetinin bilinmesidir, şükredebilme şuurunun oluşmasını sağlamaktır, paylaşımcılık şuuruna varabilmenin önünü açmaktır. Bireyi eğiterek toplumsal dayanışmayı üst seviyeye taşımaktır. İnsanı kötü alışkanlıklardan korumaktır, kötü alışkanlıkları varsa o alışkanlıklarından temizlemektir. Oruç tutarak kişi arınacaktır. Kendisine çeki düzen verecektir. Kendisini yeniden inşa edecektir. Aç ve susuz kalmanın anlamı bu olmalıdır. Siz ey imana ermiş olanlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi sayılı günlerde size de farz kılındı, ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız. (Bakara 183)
Bakara suresinin 184’üncü ayetinde özel durumları dolayısıyla oruç tutamayacak Müslümanlara öğütler vardır. „Ancak sizden kim, hasta veya seyahatte olursa diğer zamanlarda (aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır); ve (bu gibi hallerde) gücü yetenlere bir muhtacı doyurarak fidye vermek, bir yükümlülüktür. Her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa kendisine iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak kendinize iyilik yapmaktır -keşke bunu bilseydiniz.“
Bu öğütlere rağmen oruç tutmanın daha faydalı olacağının altı özellikle çizilmektedir. Öte yandan, oruç tutamayacak derecede özel durumları olanlar geçici bir süre için oruçtan muaftır. Ancak bu özel durum sona erince orucun tutulması gerekir. „Kur'an, insanoğluna bir rehber, bu rehberliğin apaçık bir delili ve doğruyu yanlıştan ayırt edici bir ölçü olarak (ilk defa) bu Ramazan Ayında indirilmiştir. Bundan dolayı, sizden kim bu aya erişirse onu baştanbaşa tutsun. Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde (aynı sayıda oruç tutsun). Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez; ama (belirlenen günlerin) sayısını tamamlamanızı ve size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı yüceltmenizi ve (O'na) şükretmenizi (ister).“(Bakara 185)
Anlaşılan odur ki; orucu sağlıklı insanlar tutacaktır. Sağlıklarını bozacak bir durumla karşılaşanlar bu şartların ortadan kalkması halinde oruç tutacaklardır. SAĞLIKLI İNSANLARA FARZ KILINAN ORUÇ İNSANLARIN SAĞLIĞINI BOZMAYA VESİLE OLMAMALIDIR. Çalışma şartları, coğrafi şartlar, yol durumu, psikolojik durumlar, hastalıklar gibi kişiyi sıkıntıya sokacak şartlar İNSAN SAĞLIĞININ BOZULMASINA VESİLE OLACAK ŞARTLARDIR. Oruç tutmak için bunlar ve benzeri şartlar zorlanmayacaktır. Çünkü Allah kullarına kolaylıklar diliyor, onların zorluk çekmelerini istemiyor. buyruk böyledir. Oruç gündüz tutulacaktır ve belli bir zamanda başlanacak, sonra da belli bir zamanda sona erecektir.
Zaman tespiti Medine’de yaşayan insanların kolayca anlayabilecekleri şekilde yapılmıştır Kur’an’da. Medine Ekvator’a yakın bir coğrafyadadır. Gecesi ile gündüzü arasında fazla fark olmayan coğrafyadır orası. Müslüman Arap, güneşin doğmasına yakın yemekten -içmekten ve cinsellikten uzaklaşmaya karar verecek ve güneşin batmasıyla da yasakları kaldıracaktır. Geceleri yasak yoktur. „(Gündüz) tutulan oruçtan sonraki gece boyunca kadınlarınıza yaklaşmanız helaldir: onlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir elbise gibisiniz. Allah bu konuda kendinizi sıkıntıya sokacağınızı bilir; bu yüzden O size mağfiret ile yönelmiş ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi öyleyse onlara yaklaşabilir ve Allah'ın sizin için uygun gördüğünden yararlanabilirsiniz ve gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı fark edilinceye kadar yiyip içebilirsiniz. Sonra gece çökünceye kadar oruca devam edersiniz. Ama mescitlerde itikâfta iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır: O halde bu sınırları ihlal etmeyin: (işte) böylece Allah mesajlarını insanlara açıklıyor ki, O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olabilsinler.“(Bakara 187)
Tarif edilen zaman, Arabın kolayca başlangıcının ve bitişinin tespitini yapılabileceği bir zamandır. Bu süre sağlık açısından, çalışma hayatı açısından sorun doğurmayacak bir süredir. Arap halkı bunu anlamıştır. Fakat, gündüzleri uzun olan ve hiç gecesi olmayan yerlerde bu tespit nasıl yapılacaktır? Sorun burada başlamaktadır. Ancak bu bölgelerdeki sıkıntı orucun nasıl tutulacağı ile ilgili değil, süre tespitinin nasıl yapılacağıyla ilgilidir. Oruca ne zaman başlanacak ve ne zaman iftar edilecektir. Sorun buradadır. İşte burada hemen insan aklı devreye girecektir. Orucun farz kılınma gayesi ve oruç tutarken tavsiye edilen kolaylıklar „ Allah zorluk çekmenizi istemez, o sizin için kolaylıklar diler“ uyarısı o yöre insanına yol gösterecektir.
Kur’an’ın ilk muhatabının oruç tuttuğu süre esas alınarak, yerel tespitler yapılacak ve oruç tutulacaktır. Yukardaki ayetlerden anladığımız; insanların aç kalması susuz kalması değil, empati yapabilme kabiliyetinin geliştirilmesidir. Allah’ın istediği budur.
Almanya bu ülkelerden biridir. Yaz aylarında gündüz uzundur Almanya’da. Burada yaşayan Müslümanlar Medine’yi esas alarak oruç sürelerini kendileri tespit etmelidirler ve Medine’deki süreyi koruyarak, sadece sürenin başlangıcına ve ne zaman sona ereceğine kendileri karar vermelidirler. Aksi olursa ibadet işkenceye dönüşür. İnsan sağlığına zarar verilir. İnsanların takatleri kesilir. Oruç tutmak için hastalık raporları almak durumunda kalan insanlar olabilir. Bu sahtekârlık olur. Allah kendisine ibadet yapsın diye, insanların sahtekârlıklarına göz yummayacaktır. Allah‘ın gözüne girmek için, kul hakkı çiğnenmemelidir, Allah buna müsaade etmez.
Berlin’de bu Ramazan’da(06 Haziran-06 Temmuz 2016) neredeyse 20 çeşit imsakiye var. Her bir cemaate ait ayrı zamanları gösteren imsakiyeler bunlar. cemaatler, kendi farklılıklarının fark edilmesi için düzenlenmişler bu imsakiyeleri. Kimisi imsakı 01.05 de başlatıyor, iftar 21.40 da. Kimisi 03.30 – 21.30 arası, kimileri de 10 dakika 20 dakika 40 dakika, 1 saat, 2 saat ara ile imsak ve iftar zamanını belirlemişler. Hepsinde keyfilik var, bir esasa göre düzenlenmemiş, tutarlılık yok. Bu durumda önce iftar eden sonra iftar edene göre orucunu bozmuş oluyor: Çünkü, ona göre daha iftar olmamıştır. Bu imsakiyeler ayetin ruhuna uygun olarak hazırlanmamışlar. Medine’de Arap 14 saat oruç tutarken, Almanya’daki Müslümanın 17 saat, 19 saat 20 saat, başka bazı ülkede 22 saat oruç tutulması Allah’ın ahlakiliği ile bağdaşmaz. Allah zalim değildir. Bilgisiz de değildir. Yarattığı dünyayı tanır, unutkan da değildir. Adaleti emreder. Medine’deki Müslüman’a torpil yapmaz. Almanya’daki, Kutuplardaki Müslümana ’da düşman değildir, adaletsiz davranmaz, ona zulüm yapmaz. Yukardaki ayetlerde zulüm yapmayacağını da açık bir dille ifade etmiştir.
Sorun, Allah’ın değil insanların ahlakilik sorunudur. Sorun, ibadet yaparken şartlar ne kadar zor olursa o kadar çok sevap alınacaktır gibi bir anlayışa sahip şizofren kafaların sorunudur, bu kafaları sorgulamayan, kafalarını kiraya veren sürülerin sorunudur. Allah‘ı ta’n etmenin anlamı yoktur. „Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım“ diyen bir yaratıcı yapılması gerekeni yapmıştır. „ İçimizden birtakım dar kafalıların yaptıklarından ötürü bizi yok edecek misin Allah’ım?(Araf 155)
Medine esas alınarak hazırlanmış bir imsakiye sorunları kökünden çözecektir. Bu bir usuldür. Tutarlı bir usuldür. Gerekçeli bir usuldür. Dünyanın neresinde bir Müslüman varsa, bu imsakiye onun elinden tutacaktır. Yapacağı tek şey zaman tespitini yaparak orucun süresini başlatmaktır. Allah her şeyi en iyi bilendir.
Selam ve dua ile…