29 Kasım 2012 Perşembe

İŞTE BU OLMADI SAYIN KARAKAYA BERLİN MÜSİAD 2012 GENEL KURUL

29 Kasım 2012 Perşembe, 11:36 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Çelenklerin arasından yürüyerek girdik salona. Teşrifatçı gençler oldukça saygılıydı. Masaların üzerini kurabiyelerle süslemişler. En dipte içecekler var. Sohbetler o kadar derin ki, kimse salona girmek bile istemiyor. Bu tür toplantılar vesile oluyor dostların arkadaşların kucaklaşmasına zahir.

Salon tıklım tıklım. Hani derler ya iğne atsan yere düşmeyecek, işte, tam da öyle. Arkada ayakta duranlar da az değil. Değişik dünya görüşüne sahip insanları bir çatı altında toplamak ve onlarla ortak işler yapmak çok önemli. Karakaya bunu başarmış. Tebrikler...

 Sinevizyon gösterisinden sonra kürsüye Veli Karakaya geldi ve geleceği nasıl inşa edeceğini özetle şöyle anlattı: "Birlik ve beraberliktir arzuladığımız. Geçmişte yaptıklarımız gelecekte yapacaklarımızın delilidir... Barış ve adalet için de yaşamamız, iş yapmamız, ticaret yapmamız ve yatırım yapmamız için anayasa müsaittir... Her alanda olduğu gibi ticari alanda da ahlaki değerlere riayet edilmelidir.
Türk işletmecilerin sayısı 20 yılda 80 bine ulaştı. Ciroları 40 milyar dolaylarındadır. İstihdam ise 400.000...
Müsiad, Türkiye ile Almanya arasında köprü görevi yapmaktadır. Berlin Müsiad 6.000 kişiye istihdam sağlıyor. 300 kişiye meslek eğitimi yaptırabiliyor... Berlin'de 8.500 işletme var. Bu işletmelerden yaklaşık 400 işletme Müsiad'ın üyesidir. Müsiad Almanya'nın en büyük yabancı kökenli işveren derneğidir...
Biz değerlerimize sahip çıkarak yolumuza devam ediyoruz... Resmi dairelerle ilişkilerimizi üst düzeye taşıdık... Kapımız herkese açıktır, insanların dünya görüşleri bize üye olmalarına mani değildir... Müsiad'ın amacını amaç edinen her işletmeci bizim kapımızı rahatlıkla çalar ve içeri girebilir...''

 Yeniden Berlin Müsiad başkanlığına seçilen Karakaya ve ekibini kutluyorum. "Allah ihlaslı çalışmalarında, rızasına uygun olan hizmetlerinde, kazançlarının helal olmasında, helal yoldan elde edilen kazançların rızasına uygun olacak şekilde harcanmasında'' yardımcıları olsun. Bu duam Berlin Müsiad'a üye olan tüm işverenler için de geçerlidir. Yolunuz açık olsun.

Karakaya'nın çıraklık dönemi geride kaldı, şimdi kalfalık dönemi başladı, ustalık dönemi de öyle çok uzaklarda değil. İnşallah şımarmadan yollarına devam ederler. Bundan sonrası şımarıklığa müsait bir süreçtir.
 
Dikkatli olmak lazım

 Ali Uzun'un başına gelenler sizlerin de başınıza gelebilir. Ali Uzun tenzil-i terfi ile bulunduğu makamdan alınmış, isabet olmuş. Oturduğu koltuktan kalkmasını bilmeyenleri bir gün birileri gelir kaldırıverir. Zamanı gelince çekilmesini bilenler, her zaman onursal başkan olarak anılırlar.
Ali Uzun, önce Müsiad Almanya Genel Başkanlığı'na, şimdi Müsiad Yüksek İstişare Kurulu'na tayin edilmiş. Tenzil-i terfi yani. Bu çok kötü olmuş Ali Uzun için. Çünkü zirveden aşağı yuvarlananların kafası dahil kırılmadık bir yeri kalmaz.
 
Yaptığı iş ortada Sayın Uzun'un, 15 yılda 80 üye. İş adamı mı, siyasetçi mi, yoksa din adamı mı? Ne olduğu belli olmayan bir yapıya sahipti Sayın Uzun. Mübarek(!), her salataya maydanoz olmaya çalışırdı. Allah rahmet eylesin... Ben rahmetliye, yeni görevinde başarılar diliyorum.
 
İşte bu olmadı Sayın Karakaya

 Sayın Karakaya, genel kurulda konuşma dilinin Almanca oluşu bir tavizdir. Ben bu tavizin başka tavizlerin habercisi olduğuna inanırım. Bozulmanın ilk adımıdır dil tavizi. Değerlerinizden gelecek endişesi adına verdiğiniz tavizdir.
 
Türk milleti Almanya'da varlığını sürdürecekse, onuruyla, başı dik olarak, kimliğini koruyarak sürdürmelidir. Öz değerlerini yok sayarak veya ötekileştirerek kimlikli varlık sürdürülemez. Bu yol çıkmaz sokaktır. Asimile olmanın yolunda atılan ilk adımdır.
 
Dil bir milletin ruhudur. Ruhsuz ceset kısa sürede kokuşur, çürür, hiçbir değeri kalmaz. Dil hatır için, makam ve mevki için, aferin desinler diye terkedilemeyecek kadar değerli bir enstrümandır. O ruhtur, nefestir, oksijendir.
 
Türk dernekleri kongrelerinde konuşma dili olarak Türkçe'yi kullanmak zorundadırlar. Üyelerinin yüzde doksan dokuzu Türkiyeli olan dernekler, genel kurullarında Almanca konuşmamalıdırlar. Böyle açılım olmaz. Hele Veli Karakaya gibi idealist bir başkana bu durum hiç yakışmadı.

 Büyükelçinin tavrını kutluyorum. Bir ara endişelendim, Büyükelçi de Almanca konuşursa ne olacak diye. Büyükelçi Türkçe konuşacağını söyleyince rahatladım, teşekkür ederim Sayın Büyükelçim...

 Şey Edebali'nin Osman Gaziye yaptığı nasihatini bu vesile ile hatırlatmak isterim:

 "Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

 Ey Oğul!

 Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâla yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va'dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

 Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
 
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...
 
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
 
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.
 
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar..
 
İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..
 
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.
 
Ey oğul!
 
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
 
Osmanım! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...''

Rüştü Kam

Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

26 Kasım 2012 Pazartesi

ALEVİLERE İFTAR YEMEĞİ 2012 / T.C. BERLİN BÜYÜKELÇİLİĞİ

26 Kasım 2012 Pazartesi, 14:33 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
''Esirgeyen bağışlayan Allah'ın adıyla:

Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur. (Allahım!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.''

Alevi dedesinin yaptığı bu duayla sona erdi iftar yemeği. Yemeğe başlamadan önce de benzer bir dua yapıldı. Bu duada da, Kur'an'ın zikir olduğundan, Hz. Muhammed'in bu kitabın hükmünü insanlara anlatmak için gönderildiğinden bahsedildi. Amin dedik.

İftar tabağında; yeşil ve siyah zeytin, beyaz peynir, kaşar peyniri, tahin helvası, kayısı hoşafı vardı. Mercimek çorbasıyla başladığımız iftar yemeğinde ise; iki dilim ispanaklı ve peynirli börek, etsiz kuru fasulye, pirinç pilavı ve soğansız yeşil salata vardı. Cevizli kabak tatlısı, fıstıklı irmik helvasıyla da ağzımızı tatlandırdık. Matem orucu'nun iftar yemeğinde ''Aşûre''nin olmaması dikkatimizi çekti, unutulmuş muydu, yoksa bizim bilmediğimiz bir sebepten mi kaynaklanıyordu bu durum?

İçecekler, ayran, portakal suyu, çay ve kahve. Özellikle Türk Kahvesi unutulmamış. Belki bir gün kahvenin yanına Türk lokumu koymayı da unutmazlar.

Büyükelçi'nin verdiği iftar yemeğinden bahsediyorum. Bu iftar yemeği Aleviler için verilmiş. Aleviler Muharrem ayında 12 gün oruç tutuyorlar. Bu orucun adı matem orucu. Sadece kana kana su içmeyeceksiniz, et yemeyeceksiniz, bıçak kullanmayacaksınız hepsi bu kadar.
Kur'an'ın tarif ettiği oruca benzemiyor ama, olsun. Zaten onlar da farz olan Ramazan orucunun yerine koymuyorlar bu orucu, adı üstünde, ''Matem Orucu.''

Hz. Hüseyin, Kerbela'da Yezid'in komutanları tarafından hunharca katledildi. 72 kişiye karşı koca ordu savaştı. Haksızlığa karşı direndi, haysiyetini yitirmemek için direndi ve sonunda şehid oldu. İşte bu oruç o yiğit insanın matemini tutmak için tutuluyor. Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinin matemi tutuluyor böylece. Yezid'e ve Yezidlere lanetler ediliyor.

Basın mensuplarını ve bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini saymazsak çok az bir katılım vardı. Büyükelçi'nin verdiği iftar yemeğine itibar edilmemişti. Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan dede oradaydı ama, onu dede olarak tasvip edenler de arkasından gelmemişlerdi. Masamızda oturan bir Alevi dedesinin verdiği bilgiye göre Varto, Sivas ve Tunceli Alevileri iftara katılmamıştı. Türkiye'nin Doğusunda ve Güneydoğusundaki aleviler bu iftara katılmadılar dedi masamızda oturan bir başka arkadaş. Anlaşılan o ki, iftara katılmama sebebi siyasi.

Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi de siyasi idi. Dini siyasete alet etmenin sonucunda şehit edilmişti Hz. Hüseyin. Böylesine önemli bir günün matemini, oruç tutarak tutan aleviler, bu iftar yemeğine katılmamakla Yezidlerin ekmeğine yağ sürmüş olmuyorlar mı?

Ekselansları da hoşnut olmamıştı bu durumdan ki; ''Evinize hoş geldiniz'' diye başladığı konuşmasını, ''biz büyükelçilik ve konsolosluklar olarak iftar yemeği düzenledik, ayırımcılık yapmadık. Büyükelçilikler ve konsolosluklar kimsenin tekelinde değildir. Buralar hepimizin evidir.'' diye sürdürdü.

Zaman zaman duygusallaşan Ekselansları konuşmasını bir vaiz tavrıyla yaptı:

Hz. Musa'nın denizi yarması üzerine Firavun ile ordusunun sulara bugün gömüldüğünü,
Cudi Dağı'nın üzerine Hz. Nuh'un gemisini bugün demirlediğini,
balığın karnından Hz. Yunus'un bugün kurtulduğunu,
Hz. Âdem'in tövbesinin bugün kabul edildiğini,
Hz. İsa'nın bugün dünyaya geldiğini ve bugün semaya yükseldiğini,
kardeşlerinin attığı kuyudan Hz. Yusuf'un bugünde çıkarıldığını,
Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in bugün doğduğunu,
Hz. Yusuf'un hasretinden dolayı gözleri kapanan Hz. Yakub'un bugün görmeye başladığını,
Hz. Eyyûb'un bugün şifaya kavuştuğunu ve
Hz. Hüseyin'in bugün Şehid edildiğini anlattı.

Hz. ibrahimden ve O'nun ateşini södürmeye giden karıncadan bahsetti karınca demiş ki: ''...O'nun ateşini söndüremem ama, ancak benim bu çabamı İbrahim bilir ve Rabbim bilir ya, o da bana yeter. ''

Ekselansları gelmeyenlere sitemli gibiydi. Ben bu kadar çalışıyorrum ve çabalıyorum, sizler benim bu çabamı görmüyorsunuz, hatta hiçe sayıyorsunuz der gibiydi. Karınca hikayesini de bu sitemine dayanak yapmıştı sanki.

Aleviliğe net bir tanım isteyenlere de mesajı vardı Karslıoğlu'nun:

''Aleviliğin net bir tanımını isteyenler ülke gerçeklerini tanımayanlardır. Bu tanım elbet bir gün yapılacaktır. Ancak bunun için zaman gerekir. Bu konuyu içine sindirmiş, yetişmiş entelektüeller yoktur bugün, varsa bile henüz istenilen düzeyde değildir. Aleviliğe tanım getirmeye çalışanar, yüzeysel bilgilerle bunu yapıyorlar. Aleviliğin inanç kökenleri araştırılmadan Aleviliği doğru anlamak mümkün değildir. ''

Doğru söze ne denir? Ancak alkışlanır.

Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan Karslıoğlu'na teşekkür etti. Aynı çatı altında birlikte olmaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Ancak Diyanet'e sitemliydi İzettin Doğan. O'na göre Diyanet, yılda bir kere Hz. Ali hakkında hutbe okutmakla vazifesini yaptığını sanıyordu.

İzzettin Doğan konuşmasını şu şekilde sonlandırdı:
''Hz. Hüseyin insanlığın şehididir. Zalime boyun eğmemiştir, siz de eğmeyin, yoksa yalnız hakkınızı yitirmekle kalmaz, haysiyetinizi de yitirirsiniz. Hz. Muhammed insan olmanın haysiyeti hususunda Batı'dan daha ileridedir. Batıda haysiyet haklardan önce gelmez.''

Allah dirlik düzenimizi bozmaya çalışanlara, bölücülere, nifak tohumu atanlara fırsat vermesin.

Amin.

Rüştü Kam

ALEVİLERE İFTAR YEMEĞİ 2012 / T.C. BERLİN BÜYÜKELÇİLİĞİ

19 Kasım 2012 Pazartesi

SOMALİ NEDEN AÇ KALDI?


 
Rüştü Kam  21.08 2011
“Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım.” Geçtiğimiz haftanın konusu bu ayet çerçevesindeydi. Olumlu ve olumsuz eleştiriler aldım. Ben yazdıklarımın arkasındayım. Tekrar ediyorum Berlin’deki müslümanlar yardımlarının ve zekatlarının %25’inden fazlasını Berlin’in dışına çıkarırlarsa Allah katında mes’uldürler. Berlin’de yapılacak çok iş var. Somali’ye on sene önce de yardım ettik. Hem de Sincan’da tanklara balans ayarı yapan generalimiz Çevik Bir’i de gönderdik oraya. Sonuç ortada.
Yarın Berlin’de yaşayan bizim akıbetimiz ne olacaktır, çocuklarımızın akıbeti ne olacaktır? Kaç tane eğitim kurumumuz var Berlin’de? Kaç tane vakfımız var Berlin’de. Kaç tane yurdumuz var Berlin’de? Kaç tane üniversite öğrencisi Berlin’de yaşayan insanımızın bursuyla okuyor ve doktora yapıyor? Yetişmiş akademisyeni olmayan topluluktan ne beklenir?
Hayatımızın sonuna kadar işçi olarak mı kalacağız? Çocuklarımıza miras olarak işçiliği mi bırakacağız? Onlar hep işçi mi kalacaklar? “İşçisin sen işçi kal...”
Vizyonumuz olmayacak mı? Saygınlığımız olmayacak mı? 50 yıl olmuşuz şuraya geleli hâlâ  çelik çomak oynuyoruz. Eğer kendi gerçeklerimizle yüzleşmezsek çok kısa zamanda değişik  felaketler bizlerin de kapısını çalacaktır. Hatta çalmaya başlamıştır bile. Görmek isteyenlerin bu felaketleri görmemesi mümkün değildir?
Yeter artık bu fedakar insanları ajite edip durmayın! Bu sözüm çeşitli yardım kuruluşlarına ve onların taşeronlarınadır. 
Zekat insanların karınlarını doyurmak için verilmez, onların bir daha fakir kalmamaları için gerekli yatırmlar için verilir. Tevbe Suresi’nin 60.’ıncı ayetini iyi anlamak gerekir. Ben konuyu burada Sema Soyak’a bırakacağım. Somali’yi çok güzel analiz etmiş. 
Sema Soyak’ın “Somali neden aç kaldı” konulu bu yazısını önemine binaen aynen itibas ederek sizlere takdim ediyorum.

Somali’de şimdilerde insanın içini oyan bir açlık yaşanıyor. Açlara yardım seferberliği elbette insan olmanın ön şartıdır, denebilir. Ancak hiç kimse Somali’nin neden aç kaldığını, Türkiye halkının da yaşanan bu trajediden alması gereken pek çok ders olduğunu asla düşünmüyor.
Bütün dünya Somali’nin açlığa teslim olduğunu biliyor. Dünya kamuoyu bu açlığın nedenleriyle ilgili olarak ne düşündüğünü yeteri kadar bilmiyoruz ama, kendi halkımızın “Somali’nin kötü kaderinden dolayı kuraklığa uğradığını ve bu nedenle de aç kaldığını,” düşündüğünü açık seçik biliyoruz. Sorgulama mantığı gelişmemiş bütün halklar sel felâketi, deprem, kuraklık gibi doğa eliyle gelen tüm afetleri kader olarak kabul ederler.
Bu felâketlerde büyük sayılarla insan ölümleri meydana gelmeye başlayınca da korku içinde birbirlerine sarılır, birbirlerine yardım etmeye uğraşırlar. Felâketler geçer, yardım nesneleri sokaklarda kapışılır, gasp, yağma olayları yaşanır. Sonra bütün bunlar bir yenisi ortaya çıkıncaya kadar unutulurlar. Hiç kimse yaşananların nedenlerini ilgililerden ve yönetimlerden sormayı, nedenlerini tartışarak sonuçlar çıkartmayı ve yeni felâketlere karşı tedbirler alınmasını talep etmeyi asla aklına getirmez.
OYSA DOĞAL AFETLER ASLA KADER DEĞİLDİR. DOĞAL AFETLERİN EN BÜYÜK NEDENİ, YARATACAĞI FELÂKETLERİ GÖZ ARDI EDEREK MADDİ ÇIKARLAR UĞRUNA İNSAN ELİYLE DOĞAYA HESAPSIZ MÜDAHALELERDE BULUNMAKTIR.
İnsanoğlu yaşamak için elbette doğaya müdahale edecek, ihtiyaçlarını doğayı çeşitli biçimlerde kullanarak karşılayacaktır. Ancak doğayı kullanmanın en önemli koşulu “insan çıkarlarının sürdürülebilir olmasını sağlayacak bir kullanım” biçiminin benimsenmiş olmasıdır. Bu biçimdeki kullanım “ulusal birlik şuuruna sahip” sosyo-ekonomik gelişimini sağlamış halkların özgür vatanlarına verdikleri önemle özdeştir. Sömürgeleştirilmiş, Batılı emperyalist güçler tarafından sömürülen/sömürülmeye çalışılan ülkelerde ise, önce ulusal birlik yok edilmeye çalışılır, sonra o ülkenin göz dikilen bütün doğası, doğal kaynakları acımasızca gerçekleştirilen müdahalelerle sömürülmeye başlanır. Sonra da yok edilen doğanın vereceği doğal sonuçlar ortaya dökülmeye başlar. Bu gerçeklerin ışığında Somali’de halkın neden açlıktan ölüm sürecine girdiğini irdelemeye çalışalım.
1 –Kızıldeniz’in Aden çıkışında yer alan, Afrika Boynuzu olarak adlandırılan Somali, Avrupa kıtasının sömürgeci güçlerinin “Afrika’ya yayılma yolu” olarak dikkatlerini çekince, 19. Yüzyılda İngiltere ve İtalya tarafından sömürgeleştirilmiştir. Uzun yıllar sömürge olarak yönetilen Somali, 1969 yılında SİAD BARRE’nin darbesiyle bağımsızlığına kavuşmuştur. Siad Barre, ülkede tek partili bir Cumhuriyet kurmuştur. Ülkenin tek partisi Somali Devrimci Sosyalist Partisi’dir. Barre, parti genel sekreteri ve cumhurbaşkanı olmuştur.
Dış politikada Sovyet güdümüne giren Barre yönetimi, 1977 yılındaki Somali-Etiyopya arasındaki OGADEN savaşında Sovyetler’in Etiyopya yanında yer alması nedeniyle savaş sonrası SSCB ile ilişkilerini asgari düzeye indirmiş, ABD ve Avrupa ülkelerine yaklaşmaya başlamıştır. Bu politika ve müttefik değişimi henüz bağımsızlığını pekiştirememiş ve gerçek bir ulus devlet olma sürecini tamamlamamış olan Somali’de tekrar Batı Emperyalizmin sömürgen kurgulamalarının hızlandırılmasına neden olmuş, ülkede karışıklıklar yeniden başlamıştır.

ÇÜNKÜ KIZILDENİZ’İN HİNT OKYANUSU’NA AÇILDIĞI ADEN KÖRFEZİ’NİN KAPISINDAKİ SOMALİ, AKDENİZ İLE HİNT OKYANUSU’NU BİRBİRİNE BAĞLAYAN KAPININ BEKÇİSİ KONUMUYLA BATILI SÖMÜRGECİLERİN GÖZÜNDE YENİDEN BİR SÖMÜRGE ADAYI MERTEBESİNE ULAŞTI.

1977’de İMF ile anlaşma yapan Somali’de ABD, özellikle bu tarihten itibaren Somali’nin var olan kaynaklarını kullanma ayrıcalığına sahip olmuştur. Sonuçta çeşitli emperyalist güçlerin ortak çabalarıyla kışkırtılan Somali’de iç çatışma başlamış, “Birleşik Somali Kongresi’ne bağlı güçler 1991 yılında Siad Barre yönetimine bağlı güçleri” yenerek yönetimi ele geçirmiştir. İMF Somali’yi  “başarısız devlet” ilan ederken, Barre Nijerya’ya kaçmış ve ardından Somali nüfusunu etki altında tutan kabileler tarafından iç savaş başlatılmış, ABD iç savaş müdahale etmiş ve bu süreçte Somali 7 eyalete parçalanmıştır.
Parçalanma doğal olarak ülke içindeki politik kaosu daha da artırmıştır. Bugün artık Somali’deki kabileler, sömürü düzeninin bilinçli ya da bilinçsiz parçalarını oluşturmaktadır. 12 milyon nüfusun yaklaşık üçte ikisi göçebe ve yarı göçebedir. Sömürü sonucunda üretimi giderek daralan, işsizliğe teslim olan ülke, hep işgücü göçü vermektedir. Yıllardır gazetelerde Akdeniz’de batan göçmen yüklü çürük çarık teknelerde boğulan Somali’li kaçak göçmenleri okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?
2 –Somali SSCB’ne sırt dönüp, Batı’yla yeniden ilişkilere girip, İMF ile anlaşma imzalayarak, ABD’ne kaynaklarını kullanma ayrıcalığını verdiği 1977 yılına kadar kendi kendisini besleyebilen bir Afrika ülkesiydi. Nüfusunun % 20’si tarımla uğraşmaktadır. O yıllarda da Somali’de her zaman kuraklıklar olmaktadır ama ülke halkı kurak iklimi alışkın olduğu için yağmurlu ve yağmursuz ayları kendi ölçüleri içinde plânlayarak idare etmeyi başarmış, çeşitli tahıl ürünleri, çay, kahve, kakao, fındık, büyük ölçüde muz ekimi yaparak kendi kendine yeten bir ülke konumundaydı. Çünkü Afrika’nın diğer verimli toprakları gibi Somali’nin toprakları da verimlidir.
Somali’nin beslenme ve gelir elde etmede çok önemli kaynaklarından bir diğeri de hayvancılıktır. Özellikle dünyanın en değerli koyun derisini üreten Somali, bunları dünyanın her yerine satmaktadır. Ama 1977 yılına varıldığında işler tersine döner… ABD ve Avrupa ile çok yakın ilişkiler başlatırlar. İMF ile anlaşma yaparlar. ABD’ne bütün kaynaklarını kullanma ayrıcalığı verirler. Ondan sonra da olanlar olur...
Hele 1982’de Dünya Bankası’nın dayattığı programı hayata geçirme anlaşması yapmalarıyla birlikte gelecek felâketlerin kapısı sonuna kadar açılır. Kapitalist Batı’nın tarım tekelleri Somali’ye dalarlar. Önce ürün çeşitliliğini azaltırlar. Kendi istedikleri üretim tekniklerini, kendi sattıkları tohumları Somalili çiftçilere dayatırlar. Somalili çiftçiler eskiden olduğu gibi özgürce ekip biçemez olurlar.
Tarım tekellerinin Somali’deki etkinliği giderek büyür. Tekelleşmenin sağladığı ucuz ürünleri Somali piyasalarına sürerler. Somalili çiftçiler, kaynakları kullanma ayrıcalığını ele geçiren ve piyasayı ucuz tarım ürünleriyle dolduran tarım tekelleriyle rekabet edemeyerek hızla tarım üretiminden çekilirler. İşsizlik büyümeye başlar.
1983 yılına gelindiğinde Somali’yi bir diğer felâket karşılar. “Sığır vebası” gerekçesiyle Batılılar tarafından Somali’nin canlı hayvan ihracatına ambargo konur. Böylece hayvancılık da hızla biter. Hayvancılıkla geçimini sağlayanlar da işsiz kalırlar. Kaynakları kullanma ayrıcalığına sahip Batılı tekeller ormanlara da müdahalelere başlarlar. Ormanlar tahrip edilir, kuraklığın boyutu artar.
3 – Bütün bu olanlardan sonra Somali artık dış dünyaya muhtaç hale gelmiştir. Yıllarca kaynakları sömürülen, üretim gücü elinden alınan Somali halkı işsizliğe ve fakirliğe mahkûm olmuştur. Üretimi ve ihracatı olmayan Somali’ye Batılı tekeller çok ucuza mal getirmektedirler ama bu çok ucuz malları almak için bile hiç para bulamayan işsiz Somali halkı açlığa teslim olmuştur. Açlık nedeniyle bütün dünyanın gözleri önünde ölmektedirler.
4 –Somali halkı açlıktan ölürken Batılılar ne yapıyor biliyor musunuz? Somali’de EŞŞEBAB adlı İslamcı örgütün var olduğunu öne süren başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke Somali’ye yardım göndermiyor. Düne kadar tepe tepe sömürdükleri Somali halkının açlıktan ölmesini seyrediyorlar.
Büyük olasılıkla orada iç çatışmalarda taraf olan bir İslamcı örgüt vardır. İşsiz ve aç kalmış insanların arasında büyük olasılıkla da faaliyet gösteriyordur. Çünkü her zaman işsiz ve aç insanlar kolayca kandırılabilirler.
Eğer söz konusu bir örgütse, ona imkan tanıyan ve zemin hazırlayan durup durup oralara askeri müdahalelerde bulunan ABD ve BM değil midir? Bir zamanlar Somali halkı çiftçiydi, hayvancılık yapardı. Toprakları kendi halkını doyururdu. Sonra Batılılar geldiler, tohum dediler, tarımda yeni teknikler dediler, hayvancılığınıza ambargo uyguluyoruz, dediler. Sonra Somalililer açlıktan ölmeye başladılar. O zaman da “orada İslamcı örgüt var, biz yardım etmeyiz” diyorlar. Batılıların bu vicdan yoksunu duruşlarına iyi izleyin.

SOMALİ HALKININ AÇLIKTAN ÖLÜYOR OLMASINA HÂLÂ KURAKLIKLA GELEN BİR KADER DİYEBİLİR MİSİNİZ?
-Sonra gözlerinizi dünyanın dört köşesine çevirin, olanları gözlemleyin. Fakirliğin ve açlığın kader olamayacağını, kaynakları sadece kendileri için kullanmak isteyenler eliyle yaratıldığını görün artık.
-Somali’nin başına gelenlere yardım etmeye çalışırken ABD ve AB’nin Türkiye’nin müttefiki olup olamayacağını da düşünüverin.
-Hani yıllardır “sizi AB’ne almak için tarım sektörünüzde şunu bunu yapın, tohumları çiftçiniz kendi kafasına göre kullanamaz, ithal tohum almak zorundalar, tarımda teşvikleri düşürün” vs. vs diyorlar ya..
-Hani bizim çiftçilerimiz de tarım tekelleriyle rekabet edemez hale gelip, işlerini bırakıyor, tarlalarını satar hale geldiler ya…
-Hani Somalililer gibi bizim de Güney de muz bahçelerimiz vardı, sonra muzlar pabuç kadar büyük ithal “çikita muzlara” yerini bırakırken, muz bahçelerimiz beş yıldızlı oteller haline getirildi ya…
-Hani Türkiye eskiden kendi kendini doyurabilen yedi dünya ülkesinden biriydi ama, artık ithal tarım ürünlerine muhtaç oluyor ya… Somali’ye yardıma koşarken bunları da düşünüverin lütfen…
-Yaşanan mali kriz Türkiye’ye asla teğet geçmiyor, ama tam göbekten vuruyor. İthal tarım ürünleri her gün değeri yükselen Dolarlarla, Avrolarla alınıyorsa, kredi kartlarınız bir gün bütün bunları ödeyemez bir noktaya gelecek, bunu da düşünün…
-Bir ülkenin kaynaklarına göz diktiklerinde “Müttefik” filan tanımıyor bunlar; önce sömürüyor, açlıkla gelen karmaşada askeri müdahale gerçekleştiriyor.
-Müdahale ile parçalanan topraklarda ülke içinde ya yeni işbirlikçi sömürücüler oluşuyor ya da sömürüye direnen gruplar meydana geliyor. Bunların hepsi birbirine karışıyor. Batılı kapitalizm açısından o ülkenin kaynakları sonuna kadar sömürülmüşse eğer, ilgilerini kesiyorlar ve halkların açlıktan ölmelerine aldırmıyorlar. Yardım çağrılarına karşı ise,
-Onlar İslamcı terör örgütüdürler ya da pis komünistlerdir, yardım edemeyiz, biçimindeki bahanelere sığınıyorlar…
Öyle değil mi yoksa?

Demek ki, sadece müslüman olmak değil, kâfir olmak da o kadar kolay değilmiş



Rüştü Kam
Ha-ber.com Berlin 13.07.2012

Müslüman oldum demekle müslüman olunmaz. Allah, sadece sözlü olarak  biz de müslüman olduk diyenler  için şu tespiti yapar: “ Onlar inandık dediler ama, iman onların kalplerine yerleşmedi.” (Hucurât 14) Müslüman oldum diyen insanlar aynı zamanda Kur’an buyruklarıyla uygun davranışlar içine girerek amelleriyle imanlarını desteklemelidirler.  Öncelikli olarak insan hakları konusunda duyarlı olmalıdırlar. İnanmak ve inancının gereğini yerine getirmek bu haklardandır. İnsan hakları konusunda gerekirse mallarını ve canlarını ortaya koymalıdırlar. Kur’an insan haklarına müdahale edenlere zalim der.

Dinsiz olmak veya dine karşı düşman olmak da zor zanaattır gibi görünüyor. “Ben din düşmanıyım.” diyen dinsiz insan sayısı oldukça azdır. Böyle bir itiraf yürek ister, böyle bir sözü söylemek için delikanlı olmak gerekir. “Benim de annemin başı örtülüdür, ben baş örtüsüne değil türbana karşıyım, çünkü o simgedir” demek, din düşmanlığının daniskasıdır aslında. Böyle bir söylem samimiyetsiz bir söylemdir. Bence burada  bal gibi takiye vardır.

“Benim kalbim de temiz, para ile imanın kimde olduğu belli olmaz” diyenler de takiyecilerdir bence. Bir insan hem demokrat hem de müslüman olabilir mi? diye sorsak, demokratların kahir ekseriyeti, hemen müslüman olduklarını söylemekte gecikmeyeceklerdir.

Oysa , ezan, namaz, Kur’an, Allah, Peygamber, Ahiret, Cennet ve Cehennem ...Onlar da neymiş diyenlerin ve bu konularda hazımsız olanların demokrat(!) olduklarını görüyoruz.  Genel olarak laiklik şemsiyesi altına sığınanlar  bunlar. Aynı zamanda bunlar Atatürkçü olduklarını da söylüyorlar. Üstelik bunlar, kırmızı görmüş boğa gibi nerede bir İslâmî duyarlılık görürlerse hemen oraya karşı tavır alıyorlar ve sokağa dökülüyorlar, “Laiklik elden gidiyor, Atatürk Türkiyesi’nde bunlara müsade etmeyeceğiz” diye başlıyorlar çığırtkanlığa ve Cumhuriyet yürüyüşleri, 10. Yıl marşı ve postal sesleri falan...Gerçi postalların sesi biraz kesildi gibi görünüyor ama...

Hepsi takiye...Bu insanlar demokrat falan değil, laik de değiller, Atatürkçü hiç değiller. Bu insanlar insanlıktan nasibini almamış din düşmanları. Din düşmanı olduklarını açıkça söyleyemeyecek kadar da zavallılar bunlar. Postalların gölgesine sığınarak yaptılar bugüne kadar düşmanlıklarını. Bunlar  dolambaçlı yolları tercih ediyorlar. Kulaklarını yukardan dolaşarak gösteriyorlar.

Demokratların,  varlıklarından rahatsız oldukları insanlar:  “Biz müslümanız.” diyorlar, namaz kılıyorlar, başörtüsü takıyorlar,  biz müslümanız demekten çekinmiyorlar, hatta bu itiraftan mutlu oluyorlar, “Biz buradayız, varız.” diyorlar. Alkışlanacak bir tavır.

Evet, din düşmanı  olan insanlar da, dinsiz olmayı yaşam biçimi olarak kabul edenler de aynı derecede cesur olmalıdırlar; “Evet biz dinsiziz, dini değerlere düşmanız, Allah kimmiş, Peygamber neymiş, bunlara inanmak safsatadır, hurafedir.”  diye küfürlerini açıkça ilan etmelidirler. İnanın o zaman o din düşmanları toplum tarafından saygı da göreceklerdir. Mert düşman elbette alkışlanır. 

Okullarda Mescid Tartışması


Bugünlerde okullarda mescid açılması gündeme geldi ve  bu demeokratlar(!) yine tutuştu. Başladılar yine sokaklarda çığırtkanlık yapmaya. “Laik bir  ülkede mescid mi olur, ibadet gizlidir, isteyen ibadetini evde de yapabilir.” falan-filan...

Demokrat olduğunu söyleyen bu insanlar zavallıdırlar. Bunlar, toplum mühendisleri dirler. Sosyal demokratlar, aydınlar, çağdaş yazarlar, düşünürler(!)... Aman da aman, ne de büyük büyük ünvanları varmış bunların. Çocuğun okulda kılacağı namazı hazmedemeyen tatlısu demokratları, sözde aydınlar, çağdaş düşünürler bunlar. Demokrat bozuntusu bunlar. Biz de bunlardan çok var, bulmakta güçlük de çekmiyoruz. İsteyenlere verebiliriz.

Üstelik Avrupa görmüş demokratlar da aynı şeyleri söylüyorlar. Almanya’da hangi hastaneye giderseniz gidin muhakkak bir ibadet yeri vardır. Müslümanların yoğun olduğu yerlerde mescidler de vardır,  ibadet odaları vardır. Hastaların baş ucunda İncil vardır, Tevrat vardır. Müslümanlar Kur’an da getirebilirler.

Bizim Avrupalı  demokratlar bunları nedense görmüyorlar. Almanya laik bir ülke değil midir? Biz laikliği Avrupalılardan almadık mı? Halkın ibadeti bunların laikliklerine zarar vermiyor. Sırf bu yüzden onlar marşlar söyleyerek postallar eşliğinde laiklik elden gidiyor diye sokağa dökülmüyorlar.

Ey, din düşmanı olduğu halde demokratmış gibi, laikmiş gibi, Atatürkçüymüş gibi görünen sahtekarlar; gerçek yüzünüzle halkın karşısına çıkmanızın zamanı çoktan geldi de geçti bile! Artık kimse size inanmıyor.  Takiyeyi bırakın ve gerçek kimliğinizle ortaya çıkın!

Müslümanım diyen insanların neleri nasıl  yapacağı Kur’an’da beyan edilmiştir. “Ben müslümanım, ama ben Kur’an’a göre değil de kafama göre ibadet ederim.” demeye kimsenin hakkı yoktur. Böyle diyen müslüman da olamaz zaten. “Ben günahkar bir müslümanım, ibadetlerimi yapmak istiyorum ama yapamıyorum.” diyen insanın  itirafı makul görülebilir.

Ancak “Benim kalbime bak sen, benim kalbim temiz, para ile imanın kimde oduğu belli olmaz, benim annem de başörtüsü takar.” diye takiye yapan utanmazın sözüne itibar edilmez, o sahtekarın ta kendisidir.

Gerçek sosyal demokratlara ve gerçek Atatürkçülere sözüm yoktur, onlar bu çerçevenin dışındadırlar.

Demek ki, sadece müslüman olmak değil, kâfir olmak da o kadar kolay değilmiş...

Çocuk karnını doyurmakla, altını değiştirmekle yetiştirilmez, kültürümüzü onlara aktarmamız gerekiyor




Rüştü Kam
2012-11-06
ha-ber.com

“…Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşıyla giyinmiş, başında küçücük beresiyle, bir rüzgar gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen ve rüzgar mı onu götürüyor; o mu rüzgarı sürüklüyor diye insanı şüpheye düşüren haliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim…” Halit Ziya Uşaklıgil

Babil Kulesi; Tevrat’a göre Nuh’ un soyundan gelenler tarafından Babil’de inşa edilen yapıdır. Tufan’dan sonra Nuh’un soyundan gelenler batıya doğru yol aldılar ve Sinar düzlüğüne yerleştiler. Orada bir ad altında toplanmak ve dünyanın dört bir köşesine dağılmamak için sağlam duvarları ve yüksek kulesi olan bir kent kurmaya başladılar. Tek dil konuşan bu insanları Tanrı ziyaret etti ve birbirini anlamamaları için dillerini karmakarışık hale getirdiği gibi, onları dünyanın dört bir yanına dağıttı.

Babil Kulesi efsanesine göre: İnsanoğlu Tanrı’ya ulaşmak ve yeryüzünde dağılmamak için bir kule yapmaktadır.Tanrı ise insanoğluna sinirlenir ve kulede çalışan işçilerin her birine ayrı bir dil verir. Bundan sonra birbirinin dillerini anlayamayan insanlar anlaşamazlar ve kulenin inşaatını durdurmak zorunda kalırlar.Ve bu olaydan sonra dünyanın değişik yanlarına giden bu insanlar bir daha hiçbir zaman bir araya gelemezler.

Efsaneye göre Tanrı insanoğlunun medeniyet inşa etmemesi için dillerini ayırdı.Yani dil birliklerini bozdu.Efsane bu ya; birileri Türk milletinin medeniyet inşasını durdurmak için dil birliğini bozmaya çalışıyor olabilir mi acaba?

“Medeniyetler ve Kültür”  konulu bir seminere davet edildik. Davetin sahibi Berlin Müsiad.  Zerrin Konyalıoğlu ve İskender Pala konuşmacı olarak katılıyor. Davete icabet ettik. Ben Berlin Müsiad yöneticilerine teşekkür ediyorum. Kültürümüze sahip çıkmaları alkışlanacak bir davranış. Sadece para kazanmak suretiyle yollarına devam etmek arzusunda olmadıklarının ilk adımını böylelikle atmış oldular...

İlk söz Zerrin Konyalıoğlu’na verildi


Konu “kültür ve medeniyet” olunca dil ister istemez konunun omurgasını oluşturdu. Konuşmacılar dilin bu günkü haline Babil’den başlayarak geldiler. Babil Kulesinden bahsettiler:  Konunşmacılar, pek çok efsanede ve kutsal kitaplarda adı geçen Babil Kulesi’nin, yeryüzündeki ulusların ve onların konuşmakta olduğu binlerce dilin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir inanışın adresi olduğunu söylediler. Konuşmacılara göre, “İnsanlar, Tanrıya ulaşmak ve ona daha yakın olabilmek için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişmişlerdir. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlamış ve bunu gören Tanrı, kuleyi inşa eden her bir insana ayrı bir dil vermiş ve onları dünyanın dört bir tarafına savurmuştur.

Tevrat’ta anlatıldığına göre; Rab insanlara kuleyi yaptıkları için sinirlendi ve birbirlerini anlamamaları için diller  ortaya çıkarttı.

Zerrin hanımın tespitleri şöyle: " Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izâh etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır.Babil Kulesi 90 m uzunluğundadır. Tanrı onların dilini ayrıştırdığı için Babil medeniyeti batmıştır.

Anadilin yaşamasını savunmak ırkçılık değildir. Bizim kültürümüzde ırkçılık yoktur. Irkçılık Avrupa kültürünün ürünüdür. Kültür dili taşır, dil de kültürü. M.Ö. dünyada 20.000 ayrı dil konuşuluyordu. Bugün bu sayı 7.000 e geriledi. Gelecekte daha da gerileyecek. Çünkü diller homojenleşti. Şehirleştikçe, küreselleştikçe dillerin sayası azalıyor. 

Çocuklar anarahimlerinde 4 aylık olunca  iki kulağa sahip olurlar. Dil ana rahminde öğrenilir, doğduktan sonra da o dille tanışılır. Bu tanışma kısa sürmemeli, nerede olursak olalım devam etmeli. Anadilinizi  konuşun hem de bol bol konuşun. Çocuklarınızla evde ana dilinizi konuşmayı ihmal etmeyin. Bugün her 14 günde bir kültür kayboluyor. Kaybolan bu kültürler dillerin kaybolmalarıyla doğru orantılıdır.
Türkiye çocuklarımız için sadece tatil ülkesi haline gelmemeli. Orası bizim kültürümüzün beşiğidir.

Almanya’da uyum ödülleri veriliyor. Kendi dillerini ve kültürlerini muhafaza edenlere verilmiyor bu ödüller, kaybedenlere, asimile olanlara veriliyor. Çocuk karnını doyurmakla, altını değiştirmekle yetiştirlmez, kültürümüzü onlara aktarmamız gerekiyor.”

İskender Pala


İskender Pala, Zerrin hanımın bıraktığı yerden başladı konuşmasına ve devam ettirdi konuyu: “Dil kimliktir, insanlar diliyle var olur ve diliyle yok olur. Babillliler dilleri ayrıştırıldığı için yok oldular. Dünyanın en büyük imparatorluğuydu Babil. 19. y.y. dan itibaren okumayı ve yazmayı unuttuk. Kendi diilerinin bilmeyenler, ilaveten başka bir yabancı dili de bilmeyenler ikinci sınıf insan olmaya hazırlansınlar. Dil öğrenmek demek bir dili sadece konuşmak da değildir, o dilde yazılan edebi eserleri, felsefi eserleri okumak ve anlamak demektir. Bulunduğu ülkenin dilini bilmeyen baba ve anaların çocukları 25 sene sonra anneleri için”Benim babam ve annem bir yabancı dil bile bilmiyormuş.” diyeceklerdir.

Bugün bilgi çağında yaşıyoruz. Diğer çağlar nasıl yerini kendisinden sonraki çağa bıraktıysa, bilgi çağı da yerini başka bir çağa bırakacaktır. Twitter ve benzeri iletişim araçları bilgiyi kirletiyor.
Kitap okuyan insanların sayısında azalma var, hem de ciddi bir azalma var. İlim kitaplardan öğrenilir. Dünyada açlıktan ölenlerin sayısı 100 ise, tokluktan obeziteden ölenlerin sayısı 300’dür. İnsanların karınlarını doyurmak için harcanan paraların yarısı bile kitap okunması için, kültürlerin kaybolmaması için  harcanmıyor.

Bilgi bittiğinde kültür alınıp satılmaya, pazarlanmaya başlar. Bugün gelinen nokta bilginin bittiği noktadır. Bergama Müzesi önümüzde duran bir örnektir. Kendinize ait birşeyiniz varsa odur sizin kimliğiniz.

Kültür: bir milletin maddi ve manevi değerleri toplamı; sanat ve eserlerinin bütünü ortak duyuş şekilleri ve tarih boyunca biriktirile gelmiş değer yargılarıdır.

Amerika Bağdat’a petrol için gitmedi, kültürümüzü yok etmek için gitti. 250 yıllık kültür 2.500 yıllık kültürle baş edemiyordu. Şimdi (Kasım 2012) Halep’te de aynı şeyi yapıyorlar.

Anadolu 13 ayrı kültürün dosyalandığı yerdir. Anadolu kültürü olmasaydı dünya müzelerinin 3/4 ü boş kalırdı.

Almanya da Türkler kendi kültür adamlarını yetiştirmiyorlarsa, bu Almanlar bizi niçin muhatap almıyorlar diye çikayette bulunamazlar. Kendinizi  eserlerinizle tanıtabilirsiniz. Bir çanta dolusu dolarla kültür değeri olan bir kaseyi ancak alabilirsiniz. Kültür işte bo kadar kıymetlidir. Çünkü kültür,  bilginin tortusudur.

Kültürler arasındaki savaştan bahsediyorsanız, sizin de o savaşta atabilecğiniz bir merminiz olmalıdır. Kültür geçmişle alakalıdır, medeniyet ise gelecekle alakalıdır. Geçmişinize sahip çıkmazanız geleceğinizi de oluşturamazsınız, medeniyet kuramazsınız. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Geçmişiyle övünene gerici diyorlar, zavallı insanlardır bunlar. Muhatap alınmamalıdır. 

Mesela Müsiad Almanya’da kaç tane felsefeci yetiştirdi, kaç tane ressam yetiştirdi, kaç tane sanat adamının elinden tuttu?

Gecekonduda oturuyorsunuz, biliyorsunuz ki altınızda hazine var, o hazineyi kazıp çıkarmak size zor geliyor, bu durumda  siz fakirliğe mahkumsunuz demektir.

Viyana’ya gittim. Orada Türkiye’deki baş örtüsü zulmünden kaçan 300 tane kızımız vardı. Onlara konuşma yapmamı istediler. Konferansın arasında sordum onlara, “hangi bölümlerde okuyorsunuz”dedim; mühendislik, siyaset ve tıp ddallarında okuyorlar. İçlerinde bir tane müzik okuyan yok. Oysa Viyana Mozart’ın memleketidir, orada müzik okunur,okunmalıdır.

Bir konu üzerinde on dakika konuşabilyorsanız siz o konuyu biliyorsunuz demektir. Üç dakika ve öz olarak konuşabiyorsanız siz kültürlüsünüz demektir. Kültür bilginin tortusudur.

Bize mezarlıklara servi ağacı dikilir. Ölen insanın günahlarının eksilmesine vesile olduğu düşünülür. Rüzgarlı havalarda sağa sola yatarak Allah’ı zikrettiğine inanılır servinin. Hu hu  diye Allah’ı zihrettiğine inanılır. Ben araştırdım, niçin servi dikilir mezarlıklara diye, araştırmamın geldiği nokta oldukça ilginç: Dezenfektan özelliği var servinin.  Şimdi halkımıza servi dikin mezarlıklara desek kimse servi dikmez. İşte bilgiye verilen değer budur.

Medeniyet kelimesini batı 1757’de kullanmaya başladı. Civilzation/Margius de Mirebeau kullandı ilk defa ve 32 yıl sonra 1789’da Bastil hapishaneleri boşaldı. Biz II.Mahmut döneminden beri medeniyet aramaya başladık, hâla bulamadık. Oysa biz medeniyet kavramıyla 8. asırda tanıştık. Medine medeniyet şehri demektir.

Maverdi VII. y.y. da medeniyetin kurulması için altı şart vardır demiş:

1-      Dinün müttebaun: Vicdanlarda otorite kuran din.
2-      AdlünŞamilün:       Herkesi kucaklayan adalet
3-      Emmün âmmün:    Genel güvenlik
4-      Emelün fesîhun:    Gemiş ufuk, vizyon.
5-      Hısbün dârrun:      Yaygın refah
6-      İmârat-ül arz:       Şehrin imarı

Türkiyede Adalet, büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takıldığı örümcek ağıdır.”

Tavsiyem:

1-Konuşmacılar Almanya’nın şartlarını ve Almanya’da yaşayan Türklerin yaşam şartlarını bilmiyorlarsa konuşmalarında özele inmememlidirler. Komik duruma düşebiliyorlar...

2-Soru soranlar da soru sormak için sormamalıdırlar. Soru muhatabına sorulmalıdır. Hem konuşmacıya, hem de dinleyicilere saygılı olmak gerekir...

3-Konuşmacıları davet edenler de, konuşmacıların uzmanlık alanlarında konular seçmelidirler. Konuşmacıları eserlerinden tanıyanlar, hayal kırıklığına uğrayabiliyorlar...
İskender Pala’nın uzmanlık alanı Divan Edebiyatı’dır. O’na Divan Edebiyatı’nı sevdiren adam derler. Ama biz  Divan Edebiyatı’ndan bir beyit bile dinleyemedik O’ndan...

Hz. Meryem, Annesi ve Hz.İsa



Rüştü Kam
Ha-ber.com 11.11.2012

Hz. Meryem'in kıssası, Kur'an'da geçen en ilginç ve en güzel kıssalardan biridir. Meryem'in dünyaya gelişi, anesinin hayat hikayesi, bakire bir genç kız olduğu halde gebe kalıp "Hz. İsa"yı doğurması gibi olaylar, Kur'an-ı Kerim'de etraflıca anlatılan pek şirin ve ilginç hadiselerdendir. Bu kıssa, özellikle Meryem suresinde tefsilatlı bir şekilde anlatılmıştır, ben burada, Meryem ve Âl-i İmran surelerindeki kıssayı özetle vermeye çalışacağım.

Hz. Meryem'in yaşadığı Toplumun özellikleri
Hz. İsa'yı dünyaya getirme göreviyle Allah'ın şereflendirdiği Hz. Meryem, tarihi kaynaklara göre bundan yaklaşık 2000 yıl önce yaşamış, Allah'ın dünyada ve ahirette seçkin kıldığı kadınlardan biridir.
Hz. Meryem, tarihi kaynaklara göre, o dönemde Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunan Filistin topraklarında doğmuştur. Yahudi bir toplum içerisinde ve o soydan biri olarak dünyaya gelmiştir.
O dönemde Roma İmparatorluğu'nda yaygın olan din "Putperestlik"tir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, bir zamanlar "alemlere üstün kılınmış"1 bir topluluk olan Yahudiler ise, kendi çıkardıkları birtakım hurafelerle şekilciliğe sapmış, Allah'ın kendileri için seçip beğendiği dinlerini tahrif etmişlerdir. Allah'ın emirlerine isyan etmiş ve O'nun kendilerine verdiği nimetlere karşı şükredici olmamışlardır. Bazıları ise, nefislerinin hoşuna gitmeyen emirlerle geldikleri için, Allah'ın kendilerine bir rahmet olarak gönderdiği peygamberleri öldürecek kadar ileri gitmişlerdir. Kuran'da İsrailoğulları'nın bu sapkın tavırları şöyle bildirilmektedir:

Andolsun, Biz İsrailoğulları'ndan kesin söz almış (misak) ve onlara elçiler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümünü yalanladılar, bir bölümünü de öldürdüler.2

"... Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir.
İşte Hz. Meryem, tüm bu karışıklıkların hüküm sürdüğü ve Yahudilerin tüm ümitlerini, bekledikleri Mesih (Kurtarıcı)'in gelişine bağladıkları bir dönemde dünyaya gelmiştir. Allah, İsrailoğulları'nın tüm beklentilerinin odak noktasını oluşturduğundan tamamen habersiz olan Hz. Meryem'i, bu kutlu görev için özel olarak seçmiş ve yetiştirmiştir. Allah'ın "... Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır... Ve o salihlerdendir."3 sözleriyle övdüğü Hz. İsa'yı dünyaya getirme görevini Allah Hz. Meryem'e vermiştir.

Hz. Meryem, Allah'ın seçtiği bir kimse olarak, bu insanların sapkın ve cahilce inanışları arasında güzel ahlakı, hak dini temsil etmiştir.
Allah, Kuran'da ailesinden, doğumuna, Hz. İsa'yı dünyaya getirişinden, yaşadığı toplumun iftiralarına karşı koyuşuna ve gösterdiği üstün ahlak özelliklerine kadar, Hz. Meryem'in hayatına dair pek çok konuyu bizlere bildirmektedir.

Allah'ın Alemlere Üstün Kıldığı İmran Ailesi

Allah Kuran'ın "Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir..."4 ayetleriyle, İmran ailesinin, Hz. Adem, Hz. Nuh ve İbrahim ailesi ile aynı soydan geldiklerini ve alemler üzerine seçilmiş kimseler olduklarını bildirmektedir. İşte Hz. Meryem de bu soydan, seçkin kılınmış İmran ailesinden gelmektedir.
İmran ailesi, Allah'a samimi bir kalple iman eden, her işlerinde O'na yönelip dönen ve Allah'ın sınırlarını koruyan bir aileydi.

Hz. Meryem'in Dünyaya Gelişi

Meryen'in annesi "Henne" (veya "Hena"), Hz. Yakub soyunun büyüklerinden ve saygın bir dinadamı olan "İmran"la yıllardır evli olduğu halde halâ çocukları olmamıştı. Yıllar geçti... Fakat bütün bekleyişi boşa çıkmıştı. Nihayet bir gün Allah Tealâ'nın dergâhına sığınarak bütün kalbiyle ona tazarruda bulunup yakardı:
"İmran'ın karısı dedi ki: "Rabbim! Karnımda olanı... -dünyaya geldiği zaman Senin evinin hizmetkârı olması için -serbest bırakacağıma dair adakta bulunuyorum. O halde sen de bu adağı benden kabul ediver... Şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin!...! 5
Beyt'ul Mukaddese o devirlerde "Heykel" deniliyordu. Bu mabedin yapımına Hz. Davud başlamış, oldu Hz. Süleyman tarafından da tamamlanmıştı. İslâm devrinde, işte bu mabedin yanında "Mescid-i Aksâ "veya" BEYT'UL MUKADDES" inşa edildi.

Temiz tıynetli bir kadın olan "Henâ"nın duası nihayet kabul olundu, Henâ gebe kalmıştı. Vakit tamamlanıp da doğum yapınca bebeğin oğlan değil, kız olduğunu gördü; bunu beklemiyordu! Bu nedenle "Ya Rabbi!" dedi, "Bu bir kız çocuğu!...

“Oysa ben, mabede daha iyi hizmette bulunabilmesi için bana erkek evlat verirsin sanmıştım"

Ancak, Allah Tealâ, bu kız çocuğunun ne kadar pâk ve temiz tıynetli olduğunu biliyordu elbet. Ancak, Meryem'in annesi, kız çocuğunun erkek çocuk kadar Allah'ın evine hizmet edemeyeceğini düşündüğünden "Onun adını Meryem -âbide, ibadet eden kadın- koydum; onu ve soyunu, katından kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığındırırım." dedi. 6

Meryem'in annesi Hena, adağını yerine getirmesi ve ahdine vefa göstermesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle, kız olmasına rağmen Meryem'i "İbadet eden kız" olarak Allah'ın evine adadı.

"Allah da Meryem'i güzel bir şekilde kabul ederek onu gereğince eğitip yetiştirdi."

Babası, Meryem'in dünyaya gelişinden önce öldüğü için annesi Henâ, küçük yaştaki Meryem'i getirip Allah'ın evinin mütevellilerine teslim etti ve onlardan, çocuğunun, Allah'ın evine hizmet etmesi hususundaki adağını kabul etmelerini istedi."
İsrailoğullarının en önde gelen dinadamlarından ibaret bulunan Beyt'ul Mukaddes mütevellileri, Meryem'in sorumluluğunu üstlenme ve onu yetiştirme hususunda ihtilafa düştüler. Sonunda, kur'a çekmek için kalemlerini suya atmaya karar verdiler. Kimin kalemi su yüzüne çıkarsa şehrin muhterem ve tanınmış siması İmran'ın kızını o yetiştirecek, Allah'ın evinde onun velayet ve kefaletini üstlenme şerefi ona ait olacaktı.
Hepsi kalemlerini suya attılar. Bütün kalemler suya gömülmüş, sadece Zekeriya'nın kalemi su yüzüne çıkmıştı! Böylece Meryem'i eğitme ve yetiştirme görevi Meryem'in teyzesinin kocası olan Zekeriya'ya düşmüş oldu.
Beyt'ul Mukaddes'te, yüksekçe bir yerde Meryem'e küçük bir oda yaptılar; eğitim ve terbiyesi Zekeriya'nın uhdesine bırakılmıştı.

Meryem, Hz. Zekeriya'nın özel bakım ve nezareti altında

Meryem'in yiyecek ihtiyaçlarını karşılamakla da görevli olan Zekeriya, ne zaman Meryem'in yanına gittiyse onun önünde cennet yiyecekleri buldu; Meryem cennet yiyecekleriyle besleniyordu! Kur’an bu olayı şu şekilde ifadeye koyuyor:

"... Zekeriya ne zaman mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem, bu yiyecekler nereden geldi sana?" diye sorunca, Meryem, "Bu, Allah katındandır" dedi, "Şüphesiz Allah dilediğine rızık verendir." 7

Zekeriya, Meryem'in, Allah Tealâ'nın özel ihsan ve lütfuna mazhar olduğunu anlamıştı. Böylece Meryem, Hz. Zekeriya'nın özel bakım ve nezareti altında, mabedde yıllarca kaldı.
Artık Meryem büyümüş, uzun boyu, ahlâkî ve fiziki güzelliği itibarıyle yaşadığı devrin en güzel kızı olmuştu. Halâ mabeddeki yüksek odasında yaşıyor; ancak bütün erkekler dışarıya çıktıktan sonra aşağıya inerek yerleri süpürüyor, mabedin temizliğiyle meşgul oluyordu.
Bir gün yine küçücük odasında oturmuşken Allah'ın melekleri gelip "Ey Meryem! Allah'a gönülden itaat et!" dediler, "Secde et O'na, ve O'nun huzurunda tevazu gösterenlerle birlikte sen de tevazuda bulun!" 8
Başka bir gün yine melekler inerek "Ey Meryem" dediler, "Allah Tealâ seni Meryemoğlu İsa Mesih adlı bir bebekle müjdelemektedir. O, dünyada da ahirette de seçkin, onurlu, saygın ve Allah'a yakın kılınanlardandır."9
- Hemedan'da yaşayan Amerikalı rahip Haks, "Mukaddes Kâmus" adlı kitabının 806. sayfasında "Efendimiz İsa, belli bir hizmet ve fedakarlıkla görevlendirilmiş olduğu için "Mesih" lâkabıyla adlandırılmıştır." der-
"O, beşikte de, tıpkı büyüdüğünde olduğu gibi insanlarla konuşacaktır. Ve o, salihlerdendir, Allah'ın has kullarından biridir." 10
Meryem "Allah'ım! dedi, "Şimdiye değin beşer eli bana değmemiş olduğu halde nasıl olur da bir oğlan çocuğu doğururum ben?" Bunun üzerine melek: "Bu böyle olacak, Allah dilediğini yaratır" dedi, "Allah Tealâ bir şeyin olmasını istediği ve onu irade ettiği zaman yalnızca" ol!" der, o da hemen oluverir! 11
Ruh'ul Kudüs, yakışıklı ve çekici bir erkek kılığında ona göründü

Bu kıssanın devamı Meryem suresinde geçer. Allah Tealâ mezkur surede yaşadığı devrin en iffetli ve en temiz genç kızı olarak ün salmış bulunan çağın örnek kızı Meryem'in nasıl hamile kaldığını şöyle anlatır:
"Ey Peygamber! Meryem'i de hatırla! Hani o ailesinden uzaklaşıp, yaşadığı kentin doğu tarafından bir yere çekilmişti."
"Sonra onlara karşı- kendisini gizleyen -bir perde çekmiş ve suda yıkanmaya koyulmuştu. İşte tam bu sırada ona Ruh'ul Kudüs'ü Hz. Cebrâili - gönderdik. Ruh'ul Kudüs, yakışıklı ve çekici bir erkek kılığında ona göründü. Ansızın karşısına dikilen güzel vücutlu ve çekici erkeği gören Meryem "Allah'a sığınırım!" dedi, "O'ndan, senin kendisinden korkup çekinmeni, takva sahibi bir insan olmanı ve hakkımda kötü şeyler düşünmemeni sağlamasını dilerim!"
Allah'ın görevlendirmiş olduğu Ruh'uh Kudüs "hayır! dedi. "İnsanoğlu değilim ben" Rabbinin elçisiyim, sana O'nun tarafından tertemiz bir erkek çocuğu armağan etmek için gönderildim."
Meryem "Ben nasıl çocuk doğururum?" dedi, "Bana erkek eli değmemişken ve zinada da bulunmamışken?!"
İlâhi melek "İşte böyle" dedi, "Rabbin bu işin olmasını dilemiştir. Rabbin, bu iş benim için pek kolaydır, diyor, biz onu, insanlara gücümüzü göstermek üzere bir alâmet kılıyor ve tarafımızdan bir rahmet biliyoruz. Velhasıl, bu işin artık olup bittiğini bilmen lazım!" 12

Genç, bakire iffetli ve vâkur bir kız olan ve o sırada çıplak bir halde yıkanmakla meşgul bulunan Meryem'in karşısında Ruh'ul Kudüs'ün maddeleşerek insan kılığına bürünmesi ve onunla konuşması; çıplak olduğu bir sırada kendisinden bir adımlık mesafede güzel bir erkekle ansızın karşı karşıya kalan Meryem'in aniden sarsılarak kanama geçirir gibi olmasıyla sonuçlandı.

İşte bu olayla birlikte, bütün bilim kurallarına ve tabiat kanunlarına aykırı olmak üzere tamamen esrarengiz bir şekilde ve mutlak anlamda yalnızca Allah Tealâ'nın iradesi sonucu Meryem gebe kalmış oldu!.. Yeryüzü yaratılalıberi ilk kez gerçekleşen ve daha sonra da benzeri vuku bulmamış olan bir hadiseydi bu!..
Evet, bu apaçık bir mucizeden, Allah Tealâ'nın iradesinden başka birşey değildi. Zaten O'nun iradesi tabiat kanunlarının ötesinde, bütün bilim kurallarının üzerinde ve bizim hesaplarımızın fevkinde değil midir daima?
Böylece Meryem, Allah'ın ruhu ve O'nun iradesiyle hamile kalmış oldu ve bu hamilelik duygusu onu, gözlerden uzak bir yere çekilmeye itti. Burada doğum sancısı başlamıştı.

Çaresiz, bir hurma dalına sığındı

El değmemiş genç ve iffetli bir kızken hamile kalmıştı ve şimdi de doğurmak üzereydi! Bunu düşünmek bile zihnini alt-üst ediyor, tüylerini ürpertiyordu. Bu nedenle, dayanamayıp "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" dedi. İşte tam bu sırada kupkuru bir halde bulunan hurma ağacının altından bir ses yükseliverdi: "Ey Meryem, üzülme, hüzne kapılma! Rabbin, ayaklarının altından bir pınar akıtmakta ve bunu, sana olan lütuf ve kereminin bir belirtisi olarak göstermektedir".
"Ey Meryem! -Demin kupkuru olduğu halde şimdi ansızın yeşermiş ve meyve vermiş bulunan- hurma dalını salla, taptaze hurmalar dökülüversin sana! Sonra da o taze hurmaları ye. Gözün aydın olsun! Sen bebeğini doğurduktan sonra ve kötü yürekli yahudiler seni eleştirir ve bu çocuğu nereden getirdiğini sorarlarsa onlara "Ben Allah Tealâ için oruç adağında bulundum, bugün kimseyle konuşmayacağım" de. 13
Derken, Meryem doğum yaptı. Pek şirin ve güzel bir bebek olan minik İsa'yı tertemiz bir şekilde ve kundaklanmış olarak alıp kavmine getirdi. Bu hadisenin vuku bulduğu şehir, Filistin'de bugün Hz. İsa'nın doğum yeri olarak tanınan "Nâsıre" dir. Hz. İsa Nasıre'de dünyaya geldiği için ona "Nâsıreli İsa" derlerdi; nitekim bugün izleyicilerine "Nesârâ" ya da "Nasrânî" denilmesinin nedeni de budur.

Sen bakire bir genç kızdın, bu çocuğu nereden getirdin?!"

Yakuboğullarından, yani İsrailoğulları soyundan olan ve yahudi kavmine mensup bulunan Meryem, o hal ve vaziyette, kucağında bir bebekle kavmine gelince, ona "Ey Harun'un kızkardeşi!" dediler, "Ne baban kötü biriydi, ne de annen... Sen bakire bir genç kızdın, bu çocuğu nereden getirdin?!"
Bu sırada Meryem, gaybî bir ilhamla, eliyle çocuğuna işaret ederek bunu ondan sormalarını istedi. Bunun üzerine onlar "Kundaktaki bir bebekle nasıl konuşalım biz?!" dediler. 14

"Kundaktaki bir bebekle nasıl konuşalım biz?!"

İşte bu sırada, kundaktaki bir bebek olan İsa "Ben" dedi, "Allah'ın kuluyum!.. Semâvî kitabın -anlamı- verilmiştir bana; Rabbim peygamber kılmıştır beni!.. Nerede olursam olayım, Rabbim orasını bereketlendirmiş ve bana, hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı, zekat vermemi, anneme karşı iyi olmamı, zalim ve taşyürekli olmamamı tenbihlemiştir!.. Selam bana; doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün!.."

Allah Tealâ, Tahrim suresinin son âyetinde Hz. Meryem'in kişiliğinden şöyle sözeder:

"İmran'ın kızı Meryem, imanlı bir insan hususunda verilecek en mükemmel örnekti. Rahmi tertemizdi -ırzını korumuştu- ve biz de ona kendi ruhumuzu üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdiklerdi; şahsen, Allah Tealâ'ya gönülden bağlı olan ve O'na itaat eden kullardandı."

Prof.dr.Ali Akpınar’ın konu ile ilgili yorumu:

Kadının ezildiği, sömürü aracı olarak kullanıldığı bir topluma Yüce Allah Hz. Meryem'i anlatıyor. Hz. Meryem, kadını insan yerine koymayan, onun mabedin yanından bile geçmesine izin vermeyen Yahudi din baronlarının bu bakış açısını yıkıyor. Hem de onu mabedin içerisinde yetiştirerek. Hz. Meryem sergilediği hayatıyla, kirli toplumlarda kadın başına temiz kalmanın en güzel örnekliğini bize sunmuştur.

Kur'ân'da Hz. Meryem'in Adının Geçmesi


Kur'ân'da kadın adı olarak yalnızca Hz. Meryem'in ismi geçer, hem de otuz dört ayette. Arap kültüründe önde gelen kişiler hanımlarının ve kızlarının adlarını açıkça söylemezler ve onlardan bahsetmek söz konusu olunca 'eşimiz, ailemiz, ehlimiz' gibi kinaye lafızlarıyla onları anarlardı. Kur'ân da bu geleneğe uyarak yalnızca Hz. Meryem ismine yer vermiştir. Çünkü Meryem, sıradan bir kadın değildi. O, kadınların en seçkini, küfürden, günah ve fuhuştan uzak kalmış temiz, iffetli, Allah'ın ikramlarına daha dünyada iken nail olmuş bir örnek hanımdı.1 Onun hayatı, kadınlar başta olmak üzere tüm insanlar için sayısız örneklerle doludur. Şöyleki:

1. İsrailoğulları Hz. Meryem ve onun babasız dünyaya gelen çocuğu Hz. İsa hakkında ileri geri konuştukları için Yüce Allah onun ismini açıkça zikretmiş, hem de onların iddialarını tamamen geçersiz kılmak ve Hz. Meryem'in dedikodulardan tamamen uzak olduğunu tekidli bir biçimde anlatmak için tekrar tekrar onun ismini açıkça anmıştır.2

2. Meryem, İbranice'de 'Rabbin hizmetçisi kadın, kul' anlamında bir kelimedir. Arapça'ya Mariye olarak geçmiştir.3 Arapçada kadın özelliklerinden uzaklaşmış kadın için 4 'meryem' kelimesi kullanılır. Çünkü Hz. Meryem, Beyt-i Makdisin hizmetinde bulunmakla alışılmışın dışında erkeklerin yapageldiği bir görevi üstlenmiştir.5

3. Hz. Meryem'in adının geçtiği ayetlerin on yedisinde Meryem ismi, Îsâ b. Meryem (Meryem oğlu Îsâ) şeklinde6, dördünde Mesîh b. Meryem (Meryem oğlu Mesîh) şeklinde 7, ikisinde 'İbn Meryem' (Meryem oğlu) şeklinde 8 geçer. Kalan on bir ayette ise Hz. Meryem'den bahsedilir ve onun adı geçer. Bu ayetlerin onunda 9 sadece 'Meryem' adı geçerken, bir ayette10 de 'Meryem bint Imran' (Imran kızı Meryem) şeklinde geçmiştir.

4. Hz.Meryem'in açıkça isminin anılmasının ise pek çok hikmeti vardır. Bu hikmetleri şöyle sıralayabiliriz:
a. Her şeyden önce Hz.Meryem sıradan bir kadın değildir. O, hiçbir erkekle beraber olmadığı/ evlenmediği halde (betül) hamile kalıp çocuk doğurmuş ve Hz.İsa'ya anne olmuştur.
b. Hz.Meryem, doğar doğmaz mabedde ibadete adanmış; Allah'ın hizmetçisi anlamına gelen "Meryem" ismine uygun bir kulluk sergilemiş; bir başına, kirli bir toplumda temiz kalmasını bilmiş, iffet âbidesi bir hanım olmayı başarmış; bu özellik ve güzellikleriyle Kur'an'da anılmaya ve bir Kur'an suresine isim olmaya layık olmuştur.
c. Öte yandan, bu temiz kadına yahudi ve hıristiyanlar olmadık sözler söyleyince, onu iffetsizlikle suçlayarak yahut ona ilahlık payesi vererek haddi aşınca, Cenab-ı Hak hem onlara susturucu bir cevap vermek, hem de onu aklamak, onun temiz, iffetli bir anne/kul olduğunu açıklamak için ismini ayetlerinde anmıştır.
d. Yine Allah'ın erişilmez kudreti gereği babasız olarak Hz.Meryem'den dünyaya gelen Hz.İsa'nın, babasız ama nesebi sahih bir evlat olduğunu belgelemek için "Meryem oğlu İsa" diye takdim edilmiştir.

Şimdi de Hz. Meryem ile ilgili ayetlerden bir kaçını okuyalım:
O, daha doğmadan Allah'a adanmış bir çocuktu:
"Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti."11

Annesinin bu duasıyla Hz. Meryem, kadının mabede sokulmadığı bir dönemde Mabede/ibadete adanmış ve Allah'a kullukta, O'nun dinine hizmette kadınların da olduğunu hayatıyla ortaya koymuştu. Çocukların Allah'a adanması, anne babalar için çok önemli bir örnektir.

O ve soyu Allah'ın koruması altındaydı:

"Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.”12

Elbette Yüce Allah, kendi korumasını hak eden kullarına lutfeder ve onları her türlü tehlikeden korur. Yeter ki buna layık olunsun. Hz. Meryem, O'nun korumasına müstehak olanlardandı.

O, kabul olunmuş bir dua ve Rabbin gözetiminde yetişen bir çocuktu:

“Rabbi ona hüsnü kabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi.”13
Bu cümle, Imran’ın karısının karnında taşıdığı çocuğunu Allah uğruna hizmete adayıp Rabbine bunu kabul etmesi için yakarmasının ardından gelmekte ve Hz. Meryem’in annesinin yaptığı bu dua ve adağının Yüce Allah tarafından en güzel bir biçimde kabul edildiğini anlatmaktadır. Bir hanımın yaptığı böyle güzel bir davranışın ve güzel bir duanın, tüm insanlara bir örnek olmak üzere Kur’ân’da yer alması oldukça dikkat çekicidir.

O, melekle konuşan bir hanımdı:

"Hani melekler, 'Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (onun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et' demişlerdi."14 "Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.." diye başlayan Meryem suresi 17-21. ayetlerinde Hz. Meryem'in Vahiy meleği ile görüşüp konuştuğu anlatılır. Buradan hareketle Hz. Meryem'in peygamber olduğu söylenmiştir. Kurtubî, Onun peygamber olduğunu ve tıpkı diğer peygamberler gibi ona da Yüce Allah'ın melek vasıtasıyla vahyettiğini söyler.15 Allah'a kulluk yarışında kadın erkek tüm insanlar eşittir. Kadın da isterse bu yarışta mesafe kat edebilir ve erkekleri geçebilir. Tıpkı Hz. Meryem gibi.

O, dünya hanımlarına üstün kılınmış bir kadındı:

"Allah seni dünya kadınlarına üstün kıldı."16 Peygamberimiz de cennet hanımlarının en hayırlı dört kadınından birisi olarak Hz. Meryem'i saymıştır.17

O, dosdoğru bir hanımdı:

"Onun (İsa'nın) annesi de dosdoğru bir kadındır."18


O, Allah'ın ayetlerindendi:

"Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir ayet/mucize kıldık.."19 Yüce Allah, ondan babasız olarak Hz. İsa'yı dünyaya getirmiştir. Hz. Meryem bu yönüyle okunup ibret alınması gereken bir ayettir. Yüce Allah onu mucizevî bir şekilde rızıklandırarak 20 da seçkinlerden kılmıştır.

O, en güzel örnekti:

"Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi."21

Öyleyse Kur'ân'ın bir suresine de isim olan Hz. Meryem'i başta kızlarımız olmak üzere çocuklarımıza ve gençlerimize tanıtalım. Bugün gençlerimizin yaşadıkları problemlerin temelinde iyi ve güzel modelleri örnek almayışları yatmaktadır. Onlar, kendilerine bile hayrı olmayan insanları, model/star olarak görüp onlara özenmeye ve onlara benzemeye çalışmaktadırlar.

İşte onlara sunacağımız en güzel örnek bir Kur'ân Kadın Kahramanı Hz. Meryem'dir. O, bir iman, iffet ve dürüstlük abidesi, O Allah'a adanmış örnek bir kul ve bir peygamber annesi olarak karşımızda durmaktadır.
...........................
Kaynaklar:

1.      1-Bakara Suresi, 47
2.      Maide Suresi, 70
3.      Al-i İmran Suresi, 45-46
4.      Al-i İmran Suresi, 33-34
5.      Âl-i İmran, 35
6.      Âl-i İmran, 36
7.      Âl-i İmran, 37
8.      Al-i İmran, 43
9.      Âl-i İmran, 45
10.  Âl-i İmran, 46
11.  Al-i İmran, 47
12.  Meryem, 16-21
13.  Meryem, 22,26
14.  Meryem, 27-29
15.  Bkz. Beyyûmî, Dirâsât, III, 280-281
16.  Zerkeşî, el-Burhân, I, 163.
17.  Kurtubî, el-Câmi',  IV, 68; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 501; III, 219-220; Fîruzabâdî, Besâir, VI, 109. Batı dillerinde Mary, Maria şeklinde kullanılmaktadır.
18.  Dilimizdeki 'erkek fatma' ifadesinin kullanılması da tıpkı bunun gibidir.
19.  İbn Âşûr, Tefsîru't-Tahrîr, I, 594.
20.  Bkz. 2 Bakara 87, 253; 3 Alu Imran 45; 4 Nisâ 157, 171; 5 Maide 46, 78, 110, 112, 114, 116; 19 Meryem 34; 33 Ahzab 7; 57 Hadid 27; 61 Saf 6, 14.
21.  Bkz. 5 Maide 17 (İki kere), 72, 75; 9 Tevbe 31;
22.  Bkz. 23 Müminûn 50; 43 Zuhruf 57.
23.  Bkz. 3 Alu Imran 36, 37, 42, 43, 44, 45; 4 Nisa 156, 171; 19 Meryem 16, 27.
24.  Bkz. 66 Tahrim 12.
25.  3 Alu Imran 35.
26.  3 Alu Imran 36.
27.  3 Alu Imran 37.
28.  3 Alu Imran 42-43.
29.  Kurtubî, Tefsîr, IV, 83-84, XI, 95.
30.  3 Alu Imran 42.
31.  "Cennet hanımlarının en hayırlısı, Meryem, Âsiye, Hadice ve Fatıma'dır."
32.  5 Maide 75.
33.  23 Müminûn 50.
34.  Bkz. 3 Alu Imran 37, İbn Kesîr, Tefsîr, I, 360.
35.  66 Tahrim 12.