29 Mayıs 2014 Perşembe

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (V)


İbret almak lazım. Bilhassa Güneydoğu’da oynanan oyunların farkında olmak lazım. Düşman aynı düşman, o gün işgal edilen ve bugün işgal edilmek istenen topraklar aynı topraklar. Sadece figüranlar değişik. 

Eski Antep

Eski Antep’e gidiyoruz. Rehberimiz Selçuk  anlatıyor Eski Antep’i. Mustafa Kemal Antep nüfusuna kayıtlıymış. Antep’i ziyaret ettiğinde kaldığı ev müze haline getirilmiş. Bugünkü adı Anı Evi. Antep sırf bu yüzden ziyaretçi akınına uğruyormuş.  
O daracık sokaklar restore edilmi, sağlı sollu kahveler, hediyelik eşya satan dükkânlar var. Kapıları açık o evlerin. Bahçelerinde çiçekler var, görüyorsunuz dışarıdan. Besbelli ki, içerisi tarihi motiflere uygun bir şekilde dizayn edilmiş. Bu tip evleri Endülüste de görmüştük. Taş döşemelerin üzerinden yokuşu tırmanırken sanki zaman tünelinde gibi hissediyorsunuz kendinizi. 
Derken Selçuk’un sesi geliyor kulaklarımıza. Eliyle işaret ederek, bu konak “Karagül Dizisi”nin çekildiği konaktır. Diziyi izleyenler yaaa  gerçek mi? Şeklinde hayranlıklarını izhar ederek telaşlanıyorlar ve hemen hemen herkes bir anda deklanşöre basıyor. Sanki konak kaçıyormuş gibi. Karagül ilk baharda ve son baharda Halfeti’de yetişirmiş ve ömrü çok kısa olurmuş. Adı gibi siyah renkli bir gül.



Siyah renkli bir gülü dalında göreniniz var mıdır bilemiyorum. Ben kendi adıma söyleyeyim, görmedim. “Urfa’nın Halfeti ilçesinin Kara Gülü” diye adlandırılan bu gül, Mezopotamya Sümbülü, Güllerin Efendisi, Arap Gelini ve Arap Güzeli diye de adlandırılırmış. Kara Gül’ü görmek isterseniz eğer, sizin ona gitmeniz gerekir. Kara Gül size gelmez, çünkü o güllerin efendisidir.



Biraz ötede hemen sağda “Anı Evi” var. Evi rehberimiz değil, müze görevlisi bir hanım kız tanıttı. Mustafa Kemal Antep nüfusuna kayıtlıymış. Nüfus cüzdanının bilgileri duvara resmedilmiş. İki katlı bir ev burası. Daracık merdiveninden çıkılıyor üst kata. Orada bir karyola var. Mustafa Kemal o karyolada yatmış. Ancak yatılan ev konusunda şüpheler varmış, başka bir ev de olabilirmiş kaldığı ev Mustafa Kemal’in. O karyolayı bir Antepli getirmiş, Mustafa Kemal’in yattığı karyola bu demiş ve anı evine hadiye etmiş.  Ben soruyorum o görevli hanım kıza; ” Mustafa Kemal gerçekten bu karyolada yattıysa,  bunu da bir Antepli getirdiyse, o zaman yattığı ev de bellidir, niçin hangi evde kaldığı belli değil deniliyor? Cevap, “Bilmiyorum’.





Antep Evleri

Gaziantep'in eski evleri kendilerine özgü bir mimariye sahipler. Rehber Selçuk’un anlattığına göre;  yumuşak kalkerli taşlardan inşa edilen bu evler, kentin eski semtlerinde bulunuyorlar. Antep evleri, genelde bir ya da iki katlı, üç katlı olanlara da rastlanırmış. Kalın duvarlı olan bu evlerde zemin katların altında kayaların içine oyulmuş mahzenler bulunuyormuş. Mahzenlerde pekmez ve zeytinyağı gibi yiyecekleri depolamak için özel bölümler bulunurmuş.



Büyük dış kapıdan eve girildiğinde ilk olarak "hayat" denilen geniş bahçeli alan görülüyor. Hayatın değişik yerlerinde farklı amaçlar için kullanılan odalar yer alıyor. Sokak yerine avluya açılan evlerin pencerelerinin üzerinde ''kuş tağası'' denilen küçük pencereler de bulunuyor. Evin havalandırılmasında kullanılan bu pencerelerden odaların aydınlatılmasında da yararlanılıyormuş. Anı Evi de bu evlerden biri. 

Yuvarlama

Karnımız acıktı. ‘Öğle yemeğini  yemeyeceğiz’ diye aldığımız bir karar da var. ‘Bari birer çorba içelim’ denildi. Yuvarlama adı verilen bir çorbası varmış Antep’in. Sadece bayramlarda ikram için pişirilirmiş. Zahmetli bir çorbaymış, tavsiye edildi. Gittik tavsiye edilen o yere. Bilye gibi oldukça küçük küçük yuvarlamışlar hazırlanan harcı. “Makinede mi yoksa elde mi hazırlanıyor yuvarlamalar?”  diye sordum; “Elde hazırlanıyor” dediler ama, ben  inanmadım; çünkü hepsi aynı büyüklükteydi. Malzemesi, pirinç, nohut, yoğurt  ve et. Bol baharatlı bir çorba.  Oldukça lezzetli, tavsiye edilir. 





Gördüğümüz kadarıyla, Gaziantep düzenli bir şehir. Caddeleri geniş,  Türkiye standartlarına göre temiz. İnsanları bakımlı. Sokakta, çarşıda gördüğümüz insanların yüzü gülüyor. İlk bakışta zengin bir şehir olduğunu fark edebiliyorsunuz. 

Gaziantep Kalesi



Kente hâkim bir konumda Antep kalesi. Kale çevresinde, bir hendek bulunmaktaymış ve buradan kaleye geçiş köprü ile sağlanırmış. Bir sene önce bu kale köprüsü yıkılmış, hâlâ tamiri yapılamadığı için kale içine giriş yapamadık. Sadece dışardan görmekle yetindik. Kale içinde 13. yüzyıla ait bir hamam ve mescit mevcutmuş. 
Gaziantep kalesi, M.S. VI. yy' da, Bizans imparatoru Jüstinianus tarafından yapılmış. Kale, Bizanslılardan sonra sırasıyla, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Moğollar, Dulkadiroğulları, Memlukler ve Osmanlılar'a da ev sahipliği yapmış.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında tamir edilmiş. Kale bedenleri üzerinde 12 adet kule yer almakta olup, dördü değişik padişah ve emirler tarafından yaptırılmış. 17. yüzyılda Evliya Çelebi kalede cami, hamam ve Gazali’nin makamı olduğundan bahsetmiş.

Naib Hamamı



Kaç sefer önünden geçtik, fotoğraf bile çekildik önünde. Ancak hamama girip terlemek nasip olmadı bize. Akşam gelmek üzere sözleştik bazı arkadaşlarla. Otele gelip yemekleri yiyince kimsenin hamama gitme keyfi kalmadı. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Naib Hamamı’nın  1640 yılında yapılmış olduğunu kaydetmiş.  Osmanlı hamam geleneğini günümüze kadar taşıyan önemli bir yapı Naib Hamamı.  
Naib Hamamı bir yandan adıyla tarihe tanıklık etmeye devam ederken, diğer yandan Gaziantep hamam kültürünü canlı tutarak, yerli ve yabancı turistlere bu kültürü tanıtmaktadır. Ayrıca hamamın çevresi güzel bir şekilde bahçe düzenlemesi yapılarak açılmış, böylece tarihsel güzelliğin ve inceliğin ortaya çıkması sağlanmış. 

Tarihi eserlere sahip çıkarak geçmişle aramızda samimiyet köprüleri oluşturan belediye yetkililerine minnettarız. Şükranlarımızı sunuyoruz.

Orhun Yazıtları



Orhun Yazıtları, Göktürk İmparatorluğu'nun ünlü hükümdarı Bilge Kağan devrinden kalma altı adet yazılı dikilitaştan ibaret. Antep Kalesi’nin eteklerine dikilmiş bu sembolik anıtlar. Anıtların anayurdu değil Antep. Anayurt Moğolistan. Bunlar oradakilerin birebir kopyalarıymış.  Geçmişin unutulmaması ve canlı tutulması için yapılan anlamlı bir çalışma. 
Yazıtlar Türk dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, töresi hakkında önemli bilgiler vermekteler. Türk ve Türkçe adı, ilk kez Doğu Göktürkler dönemine ait bu yazıtlarda geçmekte.

Bedestenler



Osmanlı'da, kumaş, mücevher ve kıymetli eşyaların alım satımının yapıldığı, eşit büyüklükte kubbelerle örtülü, bir çeşit kapalı çarşı olan bu yapılar, Osmanlı devrinde, günümüzdeki banka ve borsaların görevini görürmüş. Yani bugünkü Alışveriş Merkezleri(AVM).



Bedestenler, her sabah duacı başı denilen bölükbaşlarından biri tarafından açılır, akşamları da gene törenle kapanırmış. Bedestenlerde alış veriş yapan esnafa, tacir anlamında da kullanılan hacegân denilirmiş. 
Gaziantep'te değişik dönemlerde altı bedesten yapılmış. Bunlardan yalnızca Zincirli Bedesten ve Kemikli Bedesten, günümüze kadar ulaşabilmiş.



Zincirli Bedesten, dolaşmaktan çok keyif alacağınız bir çarşı. Esnaf, son derece samimi ve misafirperver. 

Baharatçılardan, tespihçilere rengârenk birçok dükkân var bedestenlerde. Tamamen el işi olarak işlenmiş bakırlar var. Hanımlar hemen başladılar alışveriş yapmaya. Zaman kısıtlı, çarşı oldukça büyük ve çeşidi çok.


Ben Hüseyin’e, “Gel biz çıkalım dışarıya birşeyler içeriz, hanımlar yapsın alışverişlerini” dedim. Hüseyin kaşla göz arasında yanımdan kayboldu. Oysa Hüseyin alışverişi sevmeyen biridir. Sebebini bilemedim bu ani ayrılışın ve alışveriş sevdasının. Bir süre sonra hışımla çıktı dükkandan, arkasından da Zeynep hanım. Zeynep hanım da öfkeli görünüyor ama ses çıkarmıyor. Sonradan öğrendiğime göre, alacağı bakır kahve takımını almamış, bırakmış orada. Gözü kaldığı belli. Sessiz kalmanın bu durumlarda her zaman ortalığın yatışmasında rolü büyüktür. Ben de öyle yaptım.



Menengiç(Menengeç) Kahvesi

Gaziantep‘e gelip de Menengeç kahvesi içmemek olmazdı. “Menengeç kahvesi en iyi nerede yapılıyor?” diye sorduk rehberlerimize, Tahmis’i tavsiye ettiler. Şark köşesi dediğimiz tarzda döşenmiş. Oturduk ve Menengeç kahvemizi zevkle içtik. O kadar yolu gelmemize değdi doğrusu. Değişik bir tad. Hanımlardan da tam not aldı menengeç kahvesi. Tahmis’ten ayrılırken yanımıza birer kutu menengeç kahvesi almayı da ihmal etmedik.
Ali Aksoy elinde iki torba fıstıkla girdi içeriye kahvemizi içerken Tahmis’e. „Bunun birisi pahalı, diğeri ucuz. Kaliteden dolayıymış bu fark. Buyurun yiyin lezzetinden farkı anlayabilecek misiniz?„  dedi. Evet pahalı olanın lezzeti farklıydı. Söylenen doğru. Tahmis’ten sonra gittik o dükkana hepimiz. Satıcı bize de güven verdi. “Kaliteli olanın fiyatı pahalı, kalitesi düşük olanın fiyatı ucuz.” Tercih sizin. Olması gereken de bu. 

Fıstık aldık, pestil aldık, sucuk aldık, nar ekşisi aldık o dükkandan. Hepsini de pahalı olanlardan aldık. Sonunda memnun da kaldık.  “Ucuz etin yahnisi yavan olur” diye boşuna dememiş atalarımız. Tecrübe ile sabit. Böylesine dürüst esnaflarla karşılaşınca Fatih’in İstanbul’u fethe çıkmadan evvel esnaf kontrolü yaptığı geldi aklımıza; „Efendim komşum siftah yapmadı şekeri de lütfen ondan alınız.“ Bunlar, Fatih’in torunları olmalıydı.
Bu kadar alışveriş yaptık. Kendimize göre gerekli olan alışverişlerdi bunlar. Hanımların da gözüne girecektik. Hanıma anlattım yaptığım alışverişleri. Biraz da böbürlenerek anlattım. Hanım, teşekkür etme yerine, ”Ben sana benim haberim olmadan bir şey almayacaksın demedim mi?” diye çıkışmayı tercih etti. Sadece sustum ve dinledim. Yapacak başka bir şey yoktu. 

14 Şehit Anıtı



14 Şehit Anıtı, Antep'i işgal eden Fransız askerleri tarafından, Dokurcum Değirmeni'nde şehit edilen küçük yaşlardaki 14 çocuğun anısına yaptırılmış. Antep’e gazi ünvanı verilmesinin nedenlerinden biri de anlatılıyor bu anıtta. Rehberimiz İmran’ın anlattığına göre hikayenin özeti şöyle:

"Kilis yolunda Fransız işgal kuvvetlerine karşı savaşan Kuvayı Milliye Komutanı Şahin Bey ve arkadaşlarına yiyecek getiren Antep’li çocuklar, karanlık bastırınca Dokurcum Değirmeni'nde geceyi geçirmek isterler. Sabah yollarına devam edeceklerdir. 
Ancak aynı gün Şahin Bey, Elmalı Köprüsü'nde kahramanca savaşarak şehit düşmüştür. Çocuklar bu olaydan habersiz sabahı beklerlerken; Fransız askerleri de değirmene girerler. Yaşları 12-14 arasında değişen 14 çocuğu bir çırpıda acımasızca kurşuna dizerler. Hırslarını alamayan vahşi Fransızlar, çocuk şehitlerin vücutlarını süngüleriyle delik deşik ederler."




'Antep Müdafaası', Türk Milleti'nin istiklâl ve hürriyet şuurunun tarihe geçen bir destanıdır. Bu savunma 11 ay devam etmiş ve bu zaman zarfında tam 6317 Antep‘li şehit düşmüştür. O yıllarda Gaziantep'in Türk nüfusunun 25 bin civarında olduğu düşünülürse, şehrin dörtte birinin şehit edildiği anlaşılmaktadır. Antep halkı, 'Fransız’a esir olmaktansa şerefli bir şekilde ölmeyi tercih ederiz' diyerek kanının son damlasına kadar savaşmış; Fransız ve Farnsızlarla iş birliği yapan Antep’li Ermenilerin zulmüne asla baş eğmemiştir.

Dokurcum Değirmeni'nin suları 14 çocuk şehidimize ninniler söyleyerek akmaya devam ediyor bugün. '14 Şehit Anıtı', Türk Milleti'nin istiklâli ve hürriyeti için göze aldığı fedakârlıkların boyutunu gösteriyor. 

İbret almak lazım. Bilhassa Güneydoğu’da oynanan oyunların farkında olmak lazım. Düşman aynı düşman, o gün işgal edilen ve bugün işgal edilmek istenen topraklar aynı topraklar. Sadece figüranlar değişik.

Şahin Bey (Mehmet Sait)



Şahin Bey, Milli Mücadele yıllarında büyük yararlılıklar gösteren ve etrafına adeta ışık olmuş bir kahramandır. Asıl adı Mehmet Sait’tir.
Şahin Bey, Sina Cephesi’nde çarpışmış, gösterdiği başarılardan ötürü terfi ettirilmiş ve döndüğünde memleketi olan Gaziantep’in Nizip ilçesine Askerlik Şube Başkanı olarak atanmıştır. Şahin Bey, Gaziantep’i işgal etmek isteyen Fransızlara engel olabilmek amacıyla, düşmanın şehre geliş istikameti olan Kilis yönünde üç müdafaa hattı kurmuştur. Yanında, sadece 200 kişi vardır. 

25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şahin Bey düşmana ağır kayıplar verdirmiştir. 26 Mart sabahı çatışma tekrar başlamıştır. Şahin Bey ve arkadaşları eşine az rastlanır bir kahramanlık örneği göstermişlerdir. Akşama doğru hem asker sayısı azalmış hem de kurşunu kalmamıştır. Takviye de gelmediği için yapılacak tek bir şey vardır, O da, onu yapmıştır: Tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmana karşı savunmasını devam ettirmiştir. Ta ki, şehit oluncaya kadar. “Müsterih olunuz, düşman, cesedimi çiğnemeden Antep’e asla giremez.” diyen Şahin Bey’in bu sözü gerçek olmuştur.

Böylece Şahin Bey, Antep’te istiklâl meşalesini tutuşturmuş, on binlerce Şahinler, tutuşturulan bu meşaleyi söndürmemek için var güçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır. 11 ay süren bu zorlu mücadelede, düşmana kan kusturmuşlar ve din için, namus için, millet için, vatan için 6.000’den fazla şehit vermişlerdir.

Şahin Bey’in naaşını, yörenin diğer bir kahramanı olan Karayılan orada bırakmamış, Şahin Bey’in verdiği mücadelenin büyüklüğünü önce Fransızlara ve sonra da Antep’lilere anlatmak için, kucağında şehre kadar taşımıştır. Bu hüzünlü olay, yöre halkını çok etkilemiştir. Şahin Bey üzerine ağıtlar yakılmıştır:

“Şahin'i sorarsan otuz yaşında
Süngüyle delindi köprü başında
Çeteler toplanmış ağlar başında
Uyan Şahin uyan gör neler oldu
Sevgili Ayıntab'a Fransızlar doldu”

Karayılan (Kürt Mulla)







Karayılan‘ın babası Ermeniler tarafından şehit edilmiştir. Babasız kalan Karayılan okuyup yazmayı kendi kendine öğrenmiştir. Köyünde imamdır. Gözünü budaktan sakınmayan cesur bir imam. O rızkı Allah’tan bekler. Kitap yüklü merkep olmak istemez. Kur’an ayetlerini para karşılığında satmaz. Makam, mevki ve hatır için fetva da vermez. Çok zekidir. Vatanına aşık bir imamdır o. Din görevlisidir. Sütçü İmamlardan, Müftü Ahmet Hulusilerden biridir o.

Fransız, İngiliz, Yunan, İtalyan Vatan topraklarını işgal etmişken köyde durmak olmazdı. Eli silah tutan herkesi çağırır yanına ve anlatır durumun vahametini. Kuşanırlar silahlarını, yürürler Şehit Kâmil’in ve Şahin Bey’in arkasından şehit olmak aşkıyla düşmanın üzerine. Fransız kuvvetlerine çok büyük ve sayısız darbeler indirirler. Şıhın Dağı’ndaki (Sarımsak Tepe) Fransız Kuvvetlerini geri püskürtmeye çalışırlarken bekledikleri o an gelmiş ve yürümüşlerdir Hakka. Onun da arkasından ağıtlar yakılmıştır:

„Karayılan der ki harbe oturak 
Kilis yollarından kelle getirek 
Nerde düşman varsa orada bitirek 
Vurun ha yiğitler namus günüdür“ 

Şehit Kâmil



Günlerden Cuma. (21 Ocak 1920). 14 yaşındaki Mehmet Kâmil annesiyle birlikte dedesinin evinden geliyorlar. Vakit akşam üstüdür. 
Fransızların fırın olarak kullandığı bir binanın önünden geçerken, birkaç Fransız askeri Mehmet Kâmil'in annesinin önünü kesip peçesini açmak ister. Mehmet Kâmil'in annesi bir yandan yardım çağırıyor, bir yandan da peçesini açmak isteyen Fransız askerlerine karşı kendisini müdafaa etmeye çalışıyordu. Anasının saldırıya uğradığını gören 14 yaşındaki Kâmil, yerden aldığı taşları Fransız askerlerine atıyordu. Tam o sırada ortalığı bir çığlık kapladı. Mehmet Kâmil, Fransız askerlerinin tüfeklerinin süngüsüyle şehit edilmişti. Böylece, Mehmet Kâmil'in katledilmesiyle Antep müdafaasının ilk şehidi verilmişti bile, daha savaş başlamadan.

Gazi ünvanı

Meclis, 6 Şubat 1921 tarihinde aldığı bir kararla, Antep’e ‘Gazilik’ ünvanı vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk Antep’in kurtuluşu ile ilgili olarak şöyle der: ‘Ben Gaziantep‘lilerin nasıl gözlerinden öpmem ki; Onlar Gaziantep'i kurtardıkları gibi, Türkiye'yi de kurtardılar.’ 

İşte bu mücadelede, yani Gaziantep Savunması’nda, bir çok isimsiz kahramanların yanı sıra iki yiğit vatan evladı bilhassa öne çıkmaktadır: Şahinbey ve Karayılan. Bu iki kahraman, yöre insanı başta olmak üzere, Tüm ulusumuzun unutamayacağı kahramanlardır. Bu kahramanlar ne adına olursa olsun, kim adına olursa olsun Antep anlatılırken, asla gölgede bırakılmamalıdır. Ruhları şâd olsun.  

Sordum bazı Antep‘lilere Berlin‘e geldiğimde, Şahin Bey’i, karayılan’ı, Şehit Kâmil’i. Tanımıyorlar Antep’i „Gazi“ yapan o kahramanları. Yazıklar olsun demekten başka çarem yok. Kendi değerlerine yabancılaşan ve yabancılaşmaktan da utanmayan, sıkıntı duymayan nesilden ne hayır gelir ki. 

Ey Antep‘liler, kazandığınız Eurolar size kimlik kazandırmaz. Sizi ölümsüzleştirmez de.  Bir kaç kuşak sonra çocuklarınız sizi unutacaklardır, sizin kahramanlarınızı unuttuğunuz gibi…







Bitiriken sözü Yavuz Bülent Bakiler‘e bırakalım:

„Ben Antepliyim, Şahin'im ağam
Mavzer omzuma yük. Ben yumruklarımla dövüşeceğim
Yumruklarım memleket kadar büyük
Antep Kalesi üstünde bir bayrak dalgalanır
Al'ı kanımdaki al, ak'ı alnımdaki ak
Bayraklar içinde en güzel bayrak! 
Düşüncem senden yanadır.“

Devam edecek

Rüştü Kam

26 Mayıs 2014 Pazartesi

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (III)



 “Hz. İsa, Kıyamet Günü’nde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür.”(Aziz Pavlus)

Hz. İsa’nın Kıyamet öncesinde tekrar yeryüzüne ineceği inancının Müslümanların da inancı olması manidardır. Bu inancın Müslümanlara nereden geldiğini tarihi gerçekleri göz önünde bulundurarak, aklıselim ile biraz düşününce anlamamak mümkün değildir.

Danyal Peygamber

Danyal Peygamber’in, Yahudilerin en sıkıntılı dönemlerinden biri olan, Babil Kralı Nebukadnezar zamanında gönderilmiş bir Peyganber  olduğu bilinirmiş. Zalim bir Kralmış Nebukadnezar. Yahudiler’e zulüm yaparmış. Yahudileri Nebukednezarın zulmünden Danyal Peygamber kurtarmış.
Danyal Peygamber’in hikayesini türbe görevlisi hoca efendi anlattı. Uzunca bir hikayeydi bu: “Nebukadnezar, MÖ 598 yılında Yahudi Kralı Jehoiakim’le tutuştuğu savaşta onu  yenmiş. Savaş esirleri içinde Danyal peygamber de varmış. Esirlerle birlikte zindana atılmış, zindandayken  bir vesile ile Babil kralı Nebukadnezar’ın rüyasını yorumlamış, “bir gün gelecek,  tahtın sarsılacak, hatta tahtını sarsacak olan o kişi de bir peygamber olacak” demiş Kral’a. 
Bu yoruma çok sinirlenen Kral, Danyal Peygamber’i takibe almış ve onun, tahtını sarsacak olan peygamber olduğunu öğrenmiş. Bu bilgiyi doğrulatmak için onunla münakaşalar bile yapmış.  Bir süre sonra da Danyal Peygamber’in idam edilmesine karar vermiş. Ancak bu isteğine ulaşamadan, Kral kendi adamları tarafından öldürülmüş. 

Danyal Peygamber burada Yahudilerle birlikte yaşamını sürdürürken, Kilikya Kralı’nın daveti üzerine Tarsus’a gelmiş. Tarsus o dönemde kıtlık ve yokluk içindeymiş. Danyal Peygamber’in gelişi ile birlikte Tarsus’ta kıtlık son bulmuş, bolluk, bereket başlamış. Danyal Peygamber Kilikya’nın uğuru sayılmış ve bereket peygamberi olarak ilan edilmiş. Ölene kadar Tarsus’ta yaşamış.  Vefat ettiğinde Tarsus’taki Makam Camii civarına defnedilmiş.

Ölümünden sonra birileri gelir de mezarı çalarsa, yeniden kıtlık başlar korkusuyla Kilikyalılar, Danyal Peygamber’in nâşını saklamaya karar verirler ve O’nun nâşını Kythnos denilen Tarsus Çayı sularının altına gömerler. Milattan Sonra 8’nci Yüzyılda Tarsus’a gelen İslâm Kuvvetleri tarafından bu sandukanın yeri tespit edilir ve sanduka açılır. Sandukadaki cenazenin parmağında yüzük vardır.  Yüzük, Hz. Ömer’e getirilir. Yüzükte 2 aslan arasında duran çocuk resmi bulunmaktadır. Hz. Ömer bu yüzükten cenazenin Danyal Peygamber’e ait olduğunu keşfeder. 

Tabii o zamanlar Tarsus Çayı şehrin içinden geçmekteymiş. Kentin ortasından akan bu nehrin üzerinde büyükçe bir köprü bulunmaktaymış. Bu köprüye 1989 yılı mayıs ayında, bir inşaatın temel kazısında rastlanmış.  Köprünün büyük bölümü Danyal Peygamber’in kabrine çatı olmuş vaziyetteymiş.
1857 yılında türbenin olduğu yere, Makam Camii yapılmış ve Mezar  bu caminin altında kalmış. Ta ki 1956 daki olaya kadar. 1956’da ırmağa bir çocuk düşer ve çocuğun cesedi bulunamaz. Çocuğun cesedinin bulunması için Belediye yetkilileri tarafından Tarsus Çayı’nın suyu kestirilir ve arama sıklaştırılır. Nihayet caminin temellerinin hemen yanında çocuğun cesedine ulaşılır.  Bu vesileyle nehir yatağı temizlenir. Bir de ne görsünler, caminin 10 m. altında bir mezar. Danyal Peygamber’in mezarı.” 

Şahmeran 

Farsça yılanların şahı anlamına gelen "şah-ı meran" dan gelir. Ancak, Şahmeran'a ilişkin tüm efsanevi kayıtlar ve Şahmeran efsanelerine özgü tüm betimlemelerde varlık dişidir. Şahmeran kültürü daha çok Cizre ve Nusaybin civarında yerleşiktir. Bu hikayeyi de 14 dakika civarında rehberimiz İmran anlattı. Tarsus yöresinde de böyle bir yaratığın varlığına inanılırmış. Sıcak bölge hikayelerindenmiş şahmeran hikayeleri. Şahmeran ustaları tarafından yapılan tablolar evlerin duvarlarını süslermiş:

“Binlerce yıl önce yedi kat yerin altında yaşayan yılanlar varmış Tarsus’ta. Meran adı verilen bu yılanlar, gerçekten akıllı ve şefkatli imiş. Onlar barış içinde yaşarlarmış. Meranların kraliçesine Şahmeran denirmiş. O genç ve güzel bir kadınmış. Efsaneye göre, Sahmeran’ı gören ilk insan Cemşab ismindeki delikanlı olmuş. O, geçimi için odun satan fakir bir ailenin oğluymuş. Bir gün Cemşab ve arkadaşları içi bal dolu bir mağara keşfetmişler. Balı çıkarmak için Cemşab'ı aşağıya indiren arkadaşları, balı yukarı çektikten sonra paylarına daha çok bal düşmesi için onu mağarada bırakıp kaçmışlar. Şaşkınlık içinde kalan Cemşab mağarada bir delik görmüş ve buradan ışık sızdığını farketmiş. Cebindeki bıçak ile uzun süren bir uğraş sonucunda deliği genişletmiş ve bu delikten ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye çıkmış. Bu bahçede eşi benzeri olmayan çiçekler ve bir havuz ile pek çok yılan görmüş. Önce korkmuş, kaçmak istemiş ama gözüne havuz başındaki tahtta oturan bembeyaz, güzeller güzeli bir yılan takılmış.  Aman Allah’ım o ne güzellik, eli ayağına dolaşmış Cemşab’ın. Ne yapacağını şaşırmış,  aşık olmuş Cemşab Yılanların Şahı’na.
Kalmış orada, zamanla Şahmeran'ın güvenini de kazanmış. Cemşab uzun yıllar bu bahçede sevgilisi ile birlikte yaşamış. Ondan ayrılmak istememiş. Ancak yıllar sonra, ailesini çok özlemiş, izin istemiş sevgilisinden, yani Şahmeran’dan. 
Şahmeran da izin vermiş, vermiş vermesine de, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz  almış sevgilisi Cemşab’tan. 
Cemşab ailesine kavuşmuş ve uzun yıllar verdiği sözde de durmuş. Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiş. 
Bir zaman sonra ülkenin padişahı hastalanmış. Etrafa haberler salınmış, ne kadar hekim varsa hepsine muayene ettirmişler padişahı. Hekimler ilaç olarak Şahmeran’ın etini önermişler. “Bu hastalığın ilacı Şahmeran’ın etidir” demişler. 
  
Ancak kimse Şahmeran’ın nerede olduğunu bilmiyormuş. Cemşab iki arada bir derede kalmış. Birisi sevgilisi öbürü padişah. Tercih etmiş sevgilisine padişahı, söylemiş çaresiz yerini Şahmeran’ın, Şahmeran bulunmuş ve çıkarılmış huzura.  Şahmeran Cemşab'a; "Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir, etimi de Padişaha yedir" demiş. Denilen yapılmış, vezir ölmüş, Padişah ise iyileşmiş. Cemşab da olmuş vezir. 
Efsaneye göre Şahmeran'ın öldürüldüğünü yılanlar o günden beri bilmezlermiş, öğrenselermiş, Tarsus'u yılanlar işgal edebilirmiş. İnanç böyleymiş…”

Aziz Paulus

Aziz Pavlus’un evinin önündeyiz. Kalabalık bir ziyaretçisi var Pavlus’un. Bize beklememiz söylendi. Bu arada Tarsus’un sokaklarını arşınlamaya başladık. Eski Tarsus’tayız. Eski evlerin bir kısmı restore edilmiş bir kısmı da restore edilecekmiş.  Zamanımız geldi ve içeri girdik. İçeriye girmeyen arkadaşlarımız da vardı. Oldukça sıcak bir hava vardı o gün Tarsus’ta. İmran başladı anlatmaya:
“ Pavlus, Milâdî 5-67 yıllarında yaşamıştır. Yahudi asıllıdır. Hristiyanlığı aslî  çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temelsiz bir  dogmaya mahkum etmiştir. Kiliseler kurmuş ve Hristiyanlığı teşkilâtlandırmıştır. Bugünkü muharref Hristiyanlık onun ürünüdür. Aziz Pavlus Tarsus’lu bir “Roma Yurttaşı” olarak dünyaya gelmiştir. Yahudi ailesiyle birlikte çadırcılık yaparken genç yaşta eğitim için Kudüs’e gitmiş, burada Hristiyanlıkla tanıştıktan sonra ,”Tarsus’lu Pavlus” olarak tanınmaya başlar. Pavlus, İncil’i yaymak için gösterdiği cesaret ve çabalarla Hıristiyanlığa en çok hizmet eden biri olarak bilinir.

Pavlus, Hz. Musa’nın yasalarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış ve İnciller seviyesinde görülmüştür. Tevhid yerine Teslis’i, Hz. İsa’nın peygamber değil; Tanrı’nın oğlu ve Tanrı olduğunu Hristiyanlara kabul ettirmiştir.
Aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem’in işlediği suçla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir.

Pavlus’a göre, Hz. İsa, Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh işte  bu yüzden ölümsüzdür. 

Aziz Pavlus; Hristiyanlığın yayılmasına öncülük eden On İki Havari’ den biridir. Stoacı görüş ve Yahudi felsefesini Hristiyanlığın özüyle uzlaştırmaya çalışmıştır. Şam, Kudüs, Hatay, Kıbrıs, Makedonya, Yunanistan gibi birçok ülke gezmiştir. 66′da Roma’da tutuklanmış ve 67′de Ostia yolunda başı kesilerek öldürülmüştür. 
Hristiyanlığın içeriğini ve amacını açıklamak için yazdığı mektuplardan 14′ü günümüze kadar ulaşmıştır. 

Aziz Pavlus’a ait olduğu belirtilen ve suyunun  şifalı olduğuna inanılan evinin  avlusundaki kuyu, Hristiyanların hac için Kudüs’e giderken uğrayıp su içtikleri yerdir.

Hristiyanların yaşadığı dönemden bu yana bu kuyunun suyu kutsal bilinmiş ve  şifalı olduğu inanışı  yerleşmiş. Pavlus’un evinden geriye, sadece 30 metre derinliğindeki bu su kuyusu kalmıştır. Şu gördüğünüz kalıntılar ise, bir süre önce yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkan mimari yapının kalıntılarıdır. Pavlus’un doğduğu evin bu ev olduğu kabul edilmektedir.
Pavlus’un Hristiyanlık dinindeki yeri önemlidir ve Hristiyanlığın bir Yahudi Mezhebi olmaktan çıkıp bir Roma Dini’ne dönüşmesine belirleyici katkıda bulunan kişi olduğu bilinir.” Bugünkü Hristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.

Hz. İsa’nın Kıyamet öncesinde tekrar yeryüzüne ineceği inancının Müslümanların da inancı olması manidardır. Aslında, bu inancın nereden geldiğini ve Müslümanların inancının içine nasıl girdiğini biraz düşününce anlamamak mümkün değildir.

Antakya

Yönümüzü döndürdük Hatay’a. Amanos Dağları’nın eteklerinden, o güzelim doğa harikası İskenderun’un çarpık yapılaşmasını yadırgayarak, Amanos’un zirvesinde, Amik Ovası hakkında anlatılan hikayelerin serabında kayboldum. Dedemin ve daha sonra da babamın kıyamet alametlerini sayarken anlattıkları hikâyelerdi bunlar: 
“Kıyamet yaklaşırken, isminin başında A olan bir ülke Müslüman olacak,  Antakya dağlarından Mehdi zuhur edecek. Mehdi ordunun başına geçecek, ancak ordu komutanının Mehdi olduğunu az kişi bilecek, Amik Ovası’nda büyük bir savaş olacak. Kan o kadar çok akacak ki bu savaşta, önüne gelen kuzuları bile alıp götürecek. 
Bu harpte Müslümanlar, Yahudileri yenecek, hatta Yahudilerden biri taş ve ağaç arkasında gizli kalsa bile, Allah’ın izniyle o taş ve ağaç dile gelerek: 
“Ey Müslüman! Arkamda saklanan Yahudi’dir, gel onu da öldür,” diyecek. Yalnız Beyt-i Makdis’de ma’ruf, Garkad denilen dikenli ağaç müstesnâ olacak. Çünkü o, Şecere-i Yahud’dur.” 

Bu hadislerin uydurma olabileceğini söylediğimde dedem ve de babam, “Bunlar Buhari hadisleridir, bunlara uydurma diyemezsin.” diye çıkışırlardı her defasında.  -Dedem vefat etti, Allah rahmet eylesin, babam sağdır ve imam emeklisidir, Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin- 

Bu savaşlara  Melhame-i Kübra savaşları  deniyor. Hristiyanlar ve Yahudilerdeki versiyonu ise Armagedon savaşlarıdır.

Amik Ovası’nı gördüğünüzde bu hikayelerin niçin uydurulduğunu hemen anlıyorsunuz. Amik Ovası tarıma son derece elverişli bir ova. Toprağı çok verimli. M.Ö. 4 bin senesinden beri muhtelif milletlerin yerleşme alanı olmuş. Yapılan araştırmalarda tabandan tepeye kadar 14 kültür katına rastlanmış. Buralardaki  höyüklerde altı bin senelik bir tarih hazinesi saklıymış. Ne yazık ki, 80’li yıllarda çok sinek üretiyor diye, ovadaki Amik Gölü kurutulmuş ve binlerce kuş türü ülkemizi terk etmiş. 

Armagedon savaşları, Melhame-i Kübra savaşları ile ilgili hikâyeler boşuna uydurulmamış, Çünkü Amik Ovası her erkeğin hayal edebileceği  gelin kadar güzel, alımlı ve doğurgan.

Hayal dünyamdan, rehberimiz İmran’ın Antakya’nın Türkiye’ye katılması anonsuyla ayrıldım.” 1939 yılında katılmış Hatay Türkiye’ye. Halk oylaması yapılmış ve Hatay halkı, Türkiye’yi vatan olarak benimsemiş. Öncesinde bağımsız bir devletmiş.

Tarsus - Antakya yolculuğu nasıl geçti, farkına bile varamadan Maho’nun yerine gelmişiz bile. Yolculuğumuzun bu kadar rahat geçmesinde kaptanımız Süleyman Parlak’ın emeği oldukça fazla...

Devam edecek


Rüştü Kam

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (II)



Ne mutlu insanlığın mutluluğu ve Allah’ın tarihteki yürüyüşünü gerçekleştirmek için yaşadığı toplumu terk edip mücadele edenlere. Onlar korkak birer kaçak değil, imkânını bulduklarında, tıpkı Peygamber’in Mekke’nin kalbine dönmesi gibi, içinde yaşadıkları topluma dönüp ıslah için mücadele edecek olan  kahramanlardır.

Ashâb-ı Kehf’in kötülükle dolmuş dünyayı, işgal edilen memleket topraklarını terk ederek dağlara, mağaralara çekilen direnişçi grupların sembol ismi olduğu anlaşılıyor. Gençler kötülüklerin ve zulmün egemen olduğu dünyaya ve bu şartların oluşturduğu düzene teslim olmayacaklarını ifade etmektedirler.  

Sure şöyle devam eder

“Biz de bunun üzerine mağarada onların kulaklarını yıllarca dış dünyaya kapalı tuttuk ve sonra onları uyandırdık, ki mağarada geçen sürenin iki bakış açısından hangisiyle daha iyi değerlendirildiğini insanlara gösterelim.

Şimdi onların kıssasını bütün gerçeğiyle sana anlatacağız. Onlar gerçekten de Rablerine yürekten inanan yiğit gençlerdi; ve biz de kendilerini doğru yolda derin bir bilinç ve duyarlıkla güçlendirmiş, kalplerini pekiştirmiştik; öyle ki, doğrulup birbirlerine:

"Rabbimiz göklerin ve yerin Rabb’idir", demişlerdi "Biz asla O'ndan başkasına yalvarıp yakarmayacağız, çünkü böyle bir şey yaparsak çok çirkin bir şey dile getirmiş oluruz! "Şu bizim halkımız var ya, işte onlar tuttular O’ndan başka tanrılar edindiler. Onların tanrı olduklarına dair açık delil getirmeleri gerekmez miydi? 

Uydurduğu yalanı Allah’a mal edenden daha zalim kim olabilir ki?" Bunun içindir ki, şimdi siz onlardan da, onların Allah'tan başka tapındıkları bütün o asılsız şeylerden de uzaklaşıp şu mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetini size ulaştırsın ve sizi durumunuza göre ruhlarınızın ihtiyaç duyabileceği şeylerle donatsın!" 

Ve yıllarca güneşin, doğarken onların mağarasını sağ yandan yalayıp geçtiğini, batarken de onlara dokunmadan sol yandan geçip gittiğini ve onların, mağaranın genişçe bir odasında bulunduğunu görürdün: Rabb’inin alametlerinden biriydi bu; Allah kime yol gösterirse doğru yolu bulan odur ve kimi de sapıklık içinde bıraksa, artık onun için doğru yolu gösteren bir dost, bir koruyucu bulamazsın.

Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Öyle ki, Biz onları bir sağa çeviriyorduk, bir sola; ve köpekleri de eşikte ön ayaklarını uzatıp uyuyakalmıştı. Onlara bu halleriyle rastlamış olsaydın arkanı dönüp kaçardın; onlardan yana için korkuyla dolardı.

İşte, onları nasıl uyuttuysak öylece de uyandırdık. Derken aralarında konuşmaya başladılar. Birisi: "Ne kadar uykuda kaldınız?" diye sorunca bazıları: "Bir gün, belki bir günden de az!" diye cevap verdiler. Diğerleri de: "Uykuda ne kadar kaldığınızı tam tamına ancak Rabb’iniz bilir." dediler. "Siz onu bırakın da, açlığımızı gidermeye bakalım. Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de baksın hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık tedarik etsin." "Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin." "Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyen felah bulamazsınız." 
Çünkü, bakın, sizin varlığınızı öğrenirlerse ya sizi taşlayarak öldürürler ya da zor altında sizi kendi dinlerine döndürürler ki, bu durumda, bir daha asla kurtulamazsınız!"

Fakat bizim takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür kullarımızı da Ashab-ı Kehf’in durumundan haberdar ettik ki, Allah’ın haşir vaadinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında hiçbir şüphe olmayacağını onlar da anlasınlar. Derken onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında ne yapacaklarını tartışmaya girişti.

Bazıları: "Onların anısına bir anıt dikin, biz gerçek durumlarını anlayamadık, onların Rabb’i hallerini pek iyi bilir" derken, görüşleri ağır basan mü’minler ise: "Mutlaka onların yanı başlarına bir mescid yapacağız." dediler.

Fakat bizim takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür kullarımızı da Ashâb-ı Kehf’in durumundan haberdar ettik ki, Allah’ın haşir vaadinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında hiçbir şüphe olmayacağını onlar da anlasınlar. Derken onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında ne yapacaklarını tartışmaya girişti. 
Hiçbir şey için, "Ben bunu yarın kesinlikle yapacağım." deme. Bunu ancak "Eğer Allah dilerse" sözcüğüyle birlikte söyle. Ve bunu unutursan hatırladığın zaman Rabb’ini anarak de ki: "Umarım ki Rabbim beni doğru olana bundan daha yakın olan bir bilgi ve duyarlık düzeyine eriştirir!"

Ve bazıları, onların mağaralarında üç yüz yıl kaldığını ileri sürüyor ve kimileri de bu sayıya dokuz yıl daha ekliyorlar.

De ki: "Onların orada ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gizli gerçekleri yalnızca O'nun elindedir; O ne eşsiz bir görücü, ne eşsiz bir işiticidir! Onların O'ndan başka koruyucusu, kayırıcısı yoktur; çünkü O hükmünde kimseyi kendine ortak tutmaz!"

Evet, Kur’an’da hikaye edildiği gibi, karınları acıktığı için, Yemliha’yı  şehre gönderirler.  Yemliha, şehre geldiğinde çok değişmiş bir şehir bulur. Elindeki para da çok eski bir paradır, tedavülde değildir. Anlattıklarından şüphelenen dükkân sahipleri onu, o zamanın hükümdarına götürürler. İnanca göre bu hükümdar gençlerin dinindendir. Başlarından geçenleri bir de hükümdara anlatır. Sorgulamadan sonra, Yemliha alışverişten döner ve başından geçenleri  arkadaşlarına anlatır. Sonrasında çok geçmeden hepsi Hakkın rahmetine kavuşurlar.  İşte Ashab-ı Kehf denilen mekan bu hikayenin geçtiği mekandır. Tarsus’a yolu düşenler bu mekâna mutlaka uğramalıdırlar.  

Hikayenin bir başka yorumu da şöyledir

Mağara arkadaşları dünyada süre gelen haksızlıklara boyun eğmeyeceklerini açık bir söylemle dile getirmişler, tepki görünce de içinde yaşadıkları çağın zulmüne karşı açık bir şekilde başkaldırmışlardır.  Böylece yılarca herhangi bir haber almadan dış dünyada olup bitenlerden habersiz dağlarda yaşamışlardır. Bir süre sonra dış dünyaya dönerek bir direniş hareketi başlatmaya karar verirler. Buradaki kritik soru şudur: Yılarca dış dünyadan habersiz yaşatılmalarında Allah’ın muradı ne olabilir? “İstiyorduk ki, zaman zaman böyle dünyadan dışlanıldığında, üzerinden zaman geçtiğinde, tarihin ve çağın gerisinde kalma durumuyla karşılaşıldığında yeniden nasıl başlanacak, tekrar hayata, tarihe, topluma, zamana, mekana ve çağa dönüş hangi yöntemlerle gerçekleşecek görsünler. Dünyadan kopmanın nelere mal olduğunu anlasınlar. Hayatın ve olayların içinde olmakla, dışında kalmak nasıl bir fark yaratıyor iyi hesaplasınlar. Zulüm ve kötülük dolmuş bir dünyaya teslim olmayı reddedip kopmak ile bilfiil hayatın içinde bulunmak sorumluluğu arasındaki denge nasıl kurulacak bunu görsünler”(Direniş Teolojisi, İlhami Güler, s:84)



Sure mağarada kaç yıl kalındığı üzerinde durmuyor. Zira bunun anlatılmak istenen konu ve verilmek istenen mesaj açısından hiçbir önemi yoktur. Amaç tarihin, hayatın dışında kendi mağarasında yaşayanlara dış dünya  ile aralarında olan mesafeyi göstermektir. 

Mağara arkadaşları adeta şöyle demektedirler: İçinde bulunduğumuz toplum gerçekleri bırakıp sahte ilahlara tapınmaya başladı veya ülkemiz işgal edildi. İçeride kalarak bu işgalle mücadele etmenin imkanları tükendi. Bu durumda yapacağımız tek seçenek, yeniden güç kuvvet toplayıncaya kadar buraları terk etmektir. Yapılan, toplumdaki ahlaksızlıklara isyan eden gençlerin dağlara çıkmasından ibarettir. 

Aslına bakılırsa mağara arkadaşları, toplumlarının içine düştüğü küfür ve şirk söyleminden dolayı, içinde yaşadıkları toplumu terk edip dağlara yerleşen bütün hanif insanları sembolize etmektedir. Diğer bir deyişle Mağara arkadaşları yıllarca dağlarda sadece Allah’la baş başa kalan muvahhitleri temsil etmektedir.



Sözü edilen kişiler mağarada sürekli  uyumamışlardır. Burada uyumaktan kastedilen dünyada olup bitenlerden yıllarca habersiz oluşlarıdır. Mağara arkadaşları eve dönmeye karar verdiklerinde gerçek dünya ile yaşadıkları dünya arasındaki farkla hemen yüzleşirler (alışveriş olayı) ve yıllarca gerçek hayattan çekilmiş olmanın yarattığı yabancılaşma duygusunu yaşarlar. 
Mağara arkadaşları mağarada sadece uyumamışlardır. “Lebi su” ifadesi analiz edildiğinde,  bu ifadenin sadece uyudular değil, içinde uyumanın da olduğu bir süre geçirdiler anlamına geldiği görülür. 
Sonuç olarak Ashab-ı Kehf’in kötülükle dolmuş dünyayı, işgal edilen memleket topraklarını terk ederek dağlara, mağaralara çekilen direnişçi grupların sembol ismi olduğu anlaşılıyor. Kıssada sonraki çağların insanlarına esaslı mesajlar verilmektedir.

Öyle görünüyor ki bu mesajları üç maddede toplamamız mümkündür:

1-Zulüm ve kötülüklerle dolmuş bir dünyaya teslim olmamak, işgallere direnmek, bunun için gerekirse dağlara çekilmek gerekir.

2- Zulmün ve kötülüğün inşa ettiği bir dünyaya yıllar sonra tekrar dönüldüğünde, yeni hayatın atardamarlarına girerek içten içe bir uyanış hareketi başlatmak gerekir. Dünya kötülere zalimlere bırakılamaz. Şehirler sonsuza kadar da terk edilemez.

3- Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir halkın, çağın, uygarlığın veya devrin uyanması, dirilmesi, işgale uğramış bir toprağın tekrar kurtarılması mümkündür. Bunun gibi dünyada kim olursa olsun, kötüler ne kadar azarsa azsın dünya hayatı ne kadar sürerse sürsün nihayet bir gün yaratılışında yenilenmesi, mezardaki ölülerin bile hesaba çekilmek için diriltilmesi de aynı şekilde mümkündür. Çünkü yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah tarihin tüm yelpazesindedir. Allah hesaba katılmaksızın tarih yapılamaz. Bu dünyanın bir sahibi vardır. Size düşen her ne şartla olursa olsun kötülüğe ve zulme direnmek, hak ve adaleti yükseltmek ve ister şehirde, ister dağda daima ’O’nun ile olmak’ tır.” (İhsan Eliaçık)




Bu yorumlarda katılmadığımız yerler olabilir. Ancak bu farklı ve özgün yorumları boğarak ölüme mahkum etmemek gerekir.

Sonuç olarak;

1-İnsan zaman zaman içinde yaşadığı toplumun içine düştüğü derin krizlerle savaşma imkânını yitirebilir.

2- Bunun için Kur’an o toplumdan uzaklaşıp dağlara çekilmeyi bir imkân olarak önümüze koyuyor.

3- Ancak bu ilânihaye verilmiş bir ruhsat değildir. Nitekim mağara arkadaşlarının yeniden topluma dönmeleri bunu göstermektedir. 

4- O halde toplumsal sorunlardan kendini sıyırarak dağlarda zahit hayatı yaşamak bir mücadele biçimi değil, kaçıştır. 

5- Modern devrimcilerin önemli bir kısmı, belirli bir süreçte toplumlarını terk ederek sürgün hayatı yaşamışlardır.

6- Dağ metaforunun yozlaşmış bir toplumu değiştirmek için sığınılacak, arınılacak bir sembol olarak düşünülmesi ilginçtir.

7- Peygamberimizin de içinde yaşadığı toplumun anlayışından içi sıkıldığı anlarda dağa çıkması, kendini toplumun kirli ilişkilerinden korumak için mağaraya sığınması, dağın özgürlük arayışlarında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber’in vahyi bir mağarada alması ne kadar da anlamlıdır.

8- Unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber gerekli donanımı sağladığı anda  Mekke’nin kalbine inerek devrimci faaliyetine hemen başlamıştır.

9- “Bu kıssa varoluşun iki kutbu olan hayat ve ölümün mahiyetine dikkat çeker. ‘Bozulmuş bir toplum içinde direnerek mi yaşamalı, yoksa toplumu terk mi etmeli?’ sorusuna cevap teşkil eder . Zımnen der ki: İmanı yaşayacak bir mağaralık yeriniz varsa korkmayın!”(Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, Kehf Suresi bölümü)



Ne mutlu insanlığın mutluluğu ve Allah’ın tarihteki yürüyüşünü gerçekleştirmek için yaşadığı toplumu terk edip mücadele edenlere. Onlar korkak birer kaçak değil, imkânını bulduklarında, tıpkı Peygamber’in Mekke’nin kalbine dönmesi gibi, içinde yaşadıkları topluma dönüp ıslah için mücadele edecek olan  kahramanlardır.
Ashâb-ı Kehf’in kötülükle dolmuş dünyayı, işgal edilen memleket topraklarını terk ederek dağlara, mağaralara çekilen direnişçi grupların sembol ismi olduğu anlaşılıyor. Gençler kötülüklerin ve zulmün egemen olduğu dünyaya ve bu şartların oluşturduğu düzene teslim olmayacaklarını ifade etmektedirler.  

Kehf Suresi’nin 9. ve 10. ayeti tekrar okunduğunda gerçek anlaşılacaktır: “Yoksa sen mağara arkadaşlarını ve yazma nüshalarını ayetlerimizden şaşılacak bir olay mı sandın? “Hani o gençler mağaraya çekilmişler ve şöyle demişlerdi: “Ey Rabbimiz, üzerimizden sevgi ve merhametimizi eksik etme ve içinde bulunduğumuz şartlarda bizi doğruluktan ayırma.”



Devam edecek

Rüştü Kam

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (I)


Benim alımlı, çalımlı, cilveli, nazlı gelinim, ne kadar da albenili, ne kadar da güzelmişsin sen. Ovalarınla, dağlarınla, ırmaklarınla, bağrında taşıdığın insanlara can veren kan veren o kıymetli hazinelerinle ne kadar da çekiciymişsin, samimiymişsin, candanmışsın, içtenmişsin sen. Ana diye bellediğim, bağrına yaslandığımda huzur bulduğum güzeller güzeli Cennet Vatan’ım benim.   Minnettarım sana. 

Şair, boşuna dememiş senin için; “Bastığın yerleri ''toprak!'' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” 

Bizi ağırladın, kahrımızı çektin, birikimlerini, değerli hazinelerini, o güzelim nimetlerini serdim önümüze, ne kadar da özene bezene hazırlamışsın ikram sofranı, o çeyiz sandığını, gözlerimiz kamaştı, keşke dedik keşke… 

Kıskanmasına kıskanmadık da, içimiz burkuldu. Kendimizi suçlu hissettik. Çeyiz sandığına göz diken canilerle, zalimlerle, onların yerli işbirlikçileriyle, teröristlerle mücadelende yalnız bıraktık seni, omuz omuza veremedik, destek olamadık sana, keşkemiz ezikliğimizdendir. Utancımızdandır. 

Bütün bu olup bitenlere, vefasızlığımıza rağmen yine de bastın ya bağrına bizi, yine de emzirdin ya kucağında sallayarak, ninni söyleyerek bizi. Mutlu ettin, sevindirdin. Allah da seni mutlu etsin, çocuklarından, akrabalarından, sevdiklerinden ayırmasın seni.  Acıdan, tufandan, boradan, fırtınadan uzak kılsın, namus düşmanlarından, ırz düşmanlarından, korsanların zulmünden, kıymet bilmezlerin şerrinden, karanlık güçlerin şerrinden uzak kılsın seni ana dediğim güzel vatanım benim.

Anavatan’a gidiyoruz

26 kişi ile çıktık yola, 50 seneden beri resmi ziyaretler ve davetlerin dışında birlikte olamadığımız Anavatan’a gidiyorduk, Anadolu’ya gidiyorduk. 1071’de yurt edinmiştik oraları.  Hepimiz sevinçliydik. On line çek in yapıldığı için,  kendilerini uyanık sanan, söz dinlemeyen iki kafadar verilen saatten 1,5 saat sonra geldiler Tegel Havaalanı’na. Havalarından da geçilmiyordu.’Bakın biz sizden bir buçuk saat fazla uyuduk.’ diye. Yanaştılar bavullarını vermek için şaltere. Hemen sonra başladılar sağa sola telefon etmeye “Uçak kalkıyor ne olur hemen getirin pasaportu.” Meğer çocuklarının pasaportunu evde bırakmış Oğuz ailesi. Ünal Oğuz ve eşinden bahsediyorum. Recai Şentürk’e kızıyor Ünal, o söyledi bana ‘Geç gitsek bir şey olmaz’ dedi… Akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş,  boşuna söylememişler bu sözü. Havaalanında kaldı Oğuz ailesi. Sonraki uçaktan yeni bir bilet alarak arkamızdan geldiler Adana’ya. 

Adana 01

Plaka numarası bir olan şehirden başladık Güneydoğu Adadolu turuna. Otelimiz eski Adana’daydı,  hemen çarşıyı pazarı turlamak için eşimle attık kendimizi dışarıya. Gördüklerimiz, hissettiklerimiz bizi hayal kırıklığına uğrattı. Çarşı perişan, pislik almış başını gidiyor. Yiyecekler açıkta satılıyor, kabuklu ve kabuksuz, hepsi. Daracık ve bakımsız sokaklar. İnsanlar kavruk, sanki hayatlarından bezmişler gibi, kadınların çok azının başı açık, hedefsiz idealsiz gibi yürüyorlar sokakta. 

Dalından taze koparılmış erik çarptı gözümüze, 1 kilo aldık arkadaşlarımıza dağıtmak için. Adana kebap tütüyordu burnumuzda, tur sorumlusu kardeşim Emin, akşam yemeğinde Adana kebap olacağını önceden söylediği için iştahımızı akşama sakladık.  Ancak hayal kırıklığına uğradık. Salata çeşitlerine sözümüz yoktu ama,  kebap kebap değildi. Berlin’de bile biz o kebaptan daha lezzetlisini yiyoruz.  Karnımız aç olduğu için sesimizi çıkarmadık. Hatta kebabın nasıl olduğunu sorduğunda, müessese sahibine ‘İyidir, severek yedik’ bile dedik.
 
Sakıp Sabancı Camii

Yemekten sonra yatsı namazını kılmak için, Sakıp Sabancı Camii’ne gittik. Muhteşem bir cami. 28.000 kişi namaz kılabiliyormuş camide, hocanın dediğine göre. Ancak hocanın cemaatı yatsı namazında sadece 5 kişiydi. ‘Neden caminizde cemaat yok?’ şeklindeki sorumuza karşı hoca; cep telefonunu çıkardı ve kutlu doğum haftasında yapılan programdaki kalabalığın resmini göstermekle yetindi  ve hızlıca bizden uzaklaşıp gitti. Hoca Trabzonlu.

Sabancı Merkez Camii 65.000 metrekare arsa üzerine yapılmış ve 1998 yılında hizmete açılmış. Caminin proje mimarı Necip Dinç.

28 bin kişinin namaz kılabileceği Cami, son cemaat mahalliyle birlikte 6600 metrekareye yayılmış; 9 fil ayağı üzerine oturuyor. Klasik Osmanlı mimarisi tarzında yapılmış. Genel görünüm olarak Sultan Ahmet Camii’ne,  iç mekân olarak Selimiye Camii’ne benziyor.

4 yarım-kubbesi, 5 tam kubbesi, 32 metre çaplı ana kubbesi var. 6 da minaresi; bunlar 4 halife ve 4 mezhebe, İslam’ın 5 şartına, imanın 6 şartına karşılık gelmekteymiş. 32 metre çaplı ana kubbe 32 farza, avludaki 28 kubbe Kur'an’da adı geçen 28 peygambere, ana kubbedeki 40 pencere Hz. Muhammed bin Abdullah'ın peygamber olduğu yaşa ve günlük kılınan 40 rekat namaza, 99 metrelik 4 minare Allah’ın 99 güzel ismine karşılık geliyormuş. Rehberimiz İmran Ektiren böyle anlattı. 

Taş Köprü

Daha sonra Taş Köprü’yü gördük.  Taşköprü Seyhan Nehri üzerinde, Adana şehir merkezinde, Batı (Seyhan) ve Doğu (Yüreğir) yakalarını birleştiren, tarihi bir köprü.  Roma dönemi eseri. M.S. 384'de Mimar Auxentus tarafından yaptırılmış. Batı ucunda Sabancı Merkez Camii, doğu ucunda ise HiltonSA oteli bulunmakta. Yani, Sabancı nehre damgasını vurmuş. Aslı 21 gözlü olan köprü, Seyhan Nehri'nin ıslahı sırasında 7 gözünün toprak altında kalmasıyla 14 gözlü olarak hizmet veriyor. Köprü araç trafiğine kapatılmış ve sadece yayaların hizmetine sunulmuş. 

Köprüden baktığımızda manzara o kadar etkileyiciydi ki, oradan ayrılmak istemedik. Bu etkileyici manzaranın oluşmasında Sabancı Camii’nin etkisi büyük. Mızrak gibi gökyüzüne doğru süzülen minareleri pırıl pırıl. 15 dakikalık zaman verildi fotoğraf çekmek için, biz o zamanı 40 dakikaya çıkardık. Seyhan nehri üzerindeydik ve ilk defa deklanşörlere basıyorduk. Bizimki fotoğraf çekmek değil biraz da özlem gidermekti sanki.



Seyhan Irmağı

Seyhan Irmağı Akdeniz’e dökülen en büyük ırmak. Seyhan adı, Orta Asya’daki Seyhun Irmağı’nın anısını yaşatmak amacıyla Anadolu’ya göçlerle gelen Türkler tarafından verilmiş. Seyhan Irmağı‘nın uzunluğu 560 km. 

Elektrik üretiminin yanı sıra tarımsal sulamada da kullanılan Seyhan Irmağı büyük ekonomik öneme sahip.  Seyhan Irmağı, Çukurova’da üretilen pamuk tarımı için yaşamsal önem taşıyor. Yetiştirilme sürecinde çok su isteyen pamuk üretiminde, Seyhan Irmağı’nın suları kullanılmakta.  Pamuğun yanında Çukurova’da üretilen diğer tarım ürünlerinin sulamasında da Seyhan Irmağı’ndan yararlanılıyor. Yaz aylarında suları çekilen Seyhan Irmağı, ilkbahar aylarında en yüksek debisine ulaşırmış.

Kısa bir şehir turunun ardından otelimize gittik. Sabah 06.00 da kalkılacak, kahvaltıdan hemen sonra  07.00 de yola çıkılacaktı. Tur sorumlusu Emin kardeşimiz öyle söyledi. Emin Oruç tur sorumlusudur. İmran Ektiren’le sınıf arkadaşıymış üniversitede.

Tarsus/Mersin

Ashab-ı Kehf, Danyal Peygamber’in türbesi, Şahmeran ve Aziz Paul’un kilisesi ve kuyusu ziyaret edilecek önemli yerlerden bazılarıdır diye bilgi verdi rehberimiz. Rehberimiz Mardin’lidir. Turizm ve rehberlik okumuş üniversitede. Adı İmran Ektiren. Tarihi mekanları, yorum katmadan anlatmaya çalşıyordu. İnsanları yönlendirmek için bir gayretin içine girmeye çalışmadı. Tarafsızlığını korumaya çalıştı gezi süresince. Birkaç kez ‘Allah razı olsun Avrupa Birliği’nden.’ dese de yapılan yapıcı ikazı haklı buldu ve bir daha tarafsızlıktan ayrılmadı. 

Ashab-ı Kehf’in yattığı yer yamacın bağrında. Çok güzel korunmuş, pırıl pırıl bir mekan beklentimiz vardı. Beklentimizi tamamen karşılamasa bile benzer yerlerle kıyasladığımız zaman idare eder diyebileceğimiz bir ziyaret merkezi Ashab-ı Kehf. Mağarada bidat ve hurafeler eksik değil. Bilhassa bayanlar ellerini, yüzlerini taşlara sürüyorlar, gruplar halinde Yasin okuyanlar ve amin diyerek okuyuculara katılanlar var.  

Yokuşun dibinde satıcılar vardı. Bağ yaprağından, zahterinden, dut ve eriğe kadar turfanda satıyorlar. Yine elimiz eriğe gitti.

Ashab-ı Kehf

Mağara arkadaşları manasına gelen Ashab-ı Kehf efsanesinden Kur'an’da Kehf Suresi'nin 9 ila 26. ayetlerinde bahsedilir. Zalime karşı direnen, adaletsizliğe isyan eden 7 gencin hikayesidir Ashab-ı Kehf’in Hikayesi şöyle:  
Hikâyeye göre  Ashab-ı Kehf, bugün yeri konusunda çeşitli rivayetler bulunan Romalılar döneminde  Efsûs şehrinde yaşıyorlar. Bunlardan altısı sarayda görevli, hükümdara yakın kimseler ve hükümdarın müşavere heyetinde. Onun sağında ve solunda bulunuyorlar. Sağındakiler Yemliha, Mekselina ve Mislina. Bunlara “Ashab-ı Yemin” denmiş. Hükümdarın solunda bulunanlar ise, Mernuş, Debernuş ve Şazenuş. Bunlara da “Ashab-ı Yesar” denmiş.

Roma imparatoru Dokyanus (249-251). Putperesttir ve zalim biridir. Putperestliği kabul etmeyip tevhid inancını seçenleri öldürür. Tevhid inancına sahip insanlardan kendi sarayında da vardır, hem de en yakınlarıdır bunlar. Bir ihbar üzerine saraydaki putperest olmayan gençleri öğrenir. Önce onları çağırıp tehdit eder, onlar bu tehdide boyun eğmezler, aksine İmparator Dokyanus’u da inançlarına davet ederler. İmparator şaşkınlık içindedir, beklemediği bir tepki ile karşılaşır. Onlara inançlarından vazgeçerek yeniden putperestliğe dönmeleri için zaman tanır. 
Gençler başlarına gelecekleri tahmin ettiklerinden dolayı bu süreyi fırsata çevirirler ve bir süre sonra güçlenip, fırsatları kollayarak, planlı bir şekilde inançlarını yaymak ve zalim İmparatordan halkı kurtarmak düşüncesiyle tekrar dönmek üzere şehri terk ederler.  
Yolda onlara kendileriyle aynı inancı paylaşan Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban da katılır ve sayıları yediye ulaşır. Ayrıca çobanın köpeği (Kıtmir) de onlarla gelir. 
Takip edildiklerinden emin oldukları için olabildiğince kısa zaman içinde kendilerini güvende hissedebilecekleri bir yere saklanmak isterler.  Ortalık yatıştıktan sonra yollarına devam etmek için, yöreyi iyi tanıyan çobanın teklifine uyarak, gösterdiği bir mağaraya sığınırlar. Bu mağara Efsus’tadır. Bugünkü adı Tarsus’tur o şehrin.

Mağarada dua ederek Allah’tan yardım dilerler. Kehf Suresi’nde Allah onların dualarını şu şekilde ifadeye koyar: “Yoksa sen mağara arkadaşlarını ve yazma nüshalarını ayetlerimizden şaşılacak bir olay  mı sandın?  Hani, o gençler mağaraya sığındıkları zaman, "Ey Rabbimiz!" demişlerdi, "Bize katından bir rahmet bahşet; ve içinde bulunduğumuz (harici) şartlar ne olursa olsun bizi doğruluk bilinciyle donat!"

Tahmin ettikleri gibi, İmparator, onların peşini bırakmaz. Arkalarından Efsûs’a gelir ve  onların sığındıkları mağarayı öğrenir. Adamlarıyla mağaraya kadar gider ve mağaranın ağzını duvarla kapattırır. Maksadı onları orada aç susuz bırakıp canlı canlı öldürmektir…   

Devam edecek

Rüştü Kam

5.BERLİN KURBAN BAYRAMI ŞENLİĞİ

22 Mayıs 2014 Perşembe

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (IV)



-Tefeci bezirgânlar her zaman iş başındadır-
Habib-i Neccar, koşarak şehre gider ve Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye seslenir. Bu sese kimse kulak vermez. Acımasızca saldırır halk bunlara. Elçiler de, Habib-i Neccar da vahşice  şehit edilirler. Suçları “Allah birdir, O’nun eşi ve benzeri yoktur, putlarınızı terkedin ve bir olan Allah’a gelin” demeleridir.


Maho’nun yerindeyiz. Antakya’nın girişinde bir restoranın adı Maho’nun yeri. Gezimizin ikinci günü. Güneydoğu gezisinde ilk defa öğle yemeği yiyeceğiz. Bahçe dolu olduğu için kapalı alana hazırlamışlar bizim sofrayı. Bir ilgi bir telaş, garsonun biri geliyor biri gidiyor. Etrafımızda dört dönüyorlar. Şöyle bir kıpırdasan veya yüzlerine bir baksan koşup geliyorlar hemen, “Bir şey mi arzu etmiştiniz” efendim. O kadar ilgi bizi rahatsız etti, alışık da değiliz o kadar ilgiye bizler Berlin’de. Masada neler yok ki; ortasına nar ekşisi dökülerek servise konmuş patlıcan salatası, yine ortasına zeytinyağı doldurulmuş humus, süzme yoğurt, zahter salatası nar ekşili ve baharatlı, normal salata, domates ve biber ezmesi, közde biber, soğan ve domates, ciğer kavurma...


Bize sadece yemek kaldı. Sofrada ne varsa sildik süpürdük. Hele domates salatası o kadar lezzetliydi ki demeyin gitsin.  Söylediklerine göre, kendi bahçelerinde yetiştirmişler bütün o turfanda sebzeleri. Biraz sonra  ana yemek geldi: Adana kebap. O kadar lezzetliydi ki sorduk “bunun hikmeti nedir” diye. “Hayvanı kendi çiftliğimizde yetiştiriyoruz” dediler. “Hepsi bu kadar mı? Sadece et farkı mıdır bu lezzetin sırrı?” Israrımız boşuna. Cevap güzel, “Meslek sırrıdır efendim.” 26 kişi yemek yedik ve hepsine  sadece 120 € ödedik. 
Namaz için yer sorduk, gösterdiler. O restoranla mütenasip düşmeyen küçük bir odayı  mescid yapmışlar. 5 veya 6 kişi zor sığıyor. Her tarafını örümcek bağlamış, çapraz bir yapısı var. Secde ettiğimizde pislikten burnumuzun direği sızladı.
Restoran sahibini sordum, şehir dışında dediler. Sorumlu genci çağırdılar. Oldukça saygılı bir genç. Dedim ki ona:”Restorana,  servise, yemeklere diyeceğimiz yok. Dünyanız için yaptığınız yatırım ve temizliğe de sözüm yok. Bizi memnun ettiniz. Ancak ahiret için bir yatırım düşünmemişsiniz. Bu şatafatlı restorana bu mescid yakışmamış.  Burası Allah’ın evidir. Biraz da olsa itina gösterirseniz Allah’ı da memnun etmiş olursunuz.” Takip görevini Emin ve İmran kardeşlerime bıraktım ve ayrıldık Maho’nun yerinden. 


Antakya’nın içine girer girmez Arkeoloji Müzesi”ne girdik hemen. Hatay Arkeoloji Müzesi (Antakya Mozaik Müzesi): Mozaik koleksiyonu zenginliği yönünden Fas’tan sonra dünyada ikinci, para koleksiyonu yönünden ise üçüncü sırada yer alıyormuş. Bakımsız bir müze. Tarihi eserlerin altlarındaki bilgilendirici yazılar silik. Tam olarak okuyamıyorsunuz. Bazı mozaiklerin de, çoğu bölümlerinin orijinali yok, yer yer dökülmüşler.
O resimlerin yanına, orijinaline sadık kalınarak tamamlanmış resimler konabilir. Böylelikle ziyaretçiler de resimlerin tamamını görme imkânına sahip olurlar. Bu fikrimi müzedeki görevlilere söyledim, yasak savar gibi, “Olur olur, söylenilmesi gereken yere söyleriz” diye tebessüm ederek cevap verdiler bana. 
Günlerden Pazar. Müze başka yere taşınacağı için her tarafı ziyarete açık değil. Sadece bir kısım mozaiklerin olduğu bölüm açık. Müzede sergilenen eserlerin çoğunluğu Antakya'nın Roma dönemine ait mozaiklerden oluşmaktaymış. Çok tanrılı dönem ile, tek tanrı inancına geçildikten sonraki döneme ait mozaikler farklı. Çok tanrılı dönemde mozaiklerle insan resimleri yapılırken, tek tanrılı dönemde mozaiklerle ağaç, çiçek  ve kilim desenleri yapılmış. Bu şu demekmiş; çok tanrılı dönemde resim yasağı yokmuş, tek tanrılı dönemlerde ise resim yasağı varmış. Dinin adı ne olursa olsun bu böyleymiş. İmran öyle anlattı.
Saint Pierre Kilisesi 
Saint Pierre Kilisesi, Hristiyanlık âleminin önemli merkezlerinden biriymiş. Yine rehberimizden öğreniyoruz kilisenin tarihini, 1860. Doğu Ortodoks kiliselerinin en eskisiymiş.


Saint Pierre Kilisesi Hatay’da Habib-ün Neccar Dağı’nın eteklerinde yer almakta. Kilisenin yarısı dağ etekleri oyularak yapılmış. Hz. İsa’nın dinine mensup olanlara Hristiyan adı bu kilisede verilmiş. Aynı zamanda, Hristiyanlık dininin ilk Katolik ve ilk mağara kilisesiymiş. En önemlisi buranın, Hristiyan alemi için, Kudüs ve Roma gibi kutsal bir yer olmasıymış. Vatikan tarafından 1963 yılında hac yeri olarak kabul edilmiş. Havarilerden Petrus Antakya Kilisesisi'nin kurucusu ve ilk papazıymış. 
Kilisenin bu dağın eteğine yapılmasının sebebi ise: Tek Allah’a inananların toplum tarafından sıkıntıya sokulmalarıymış. O insanlar sohbetlerini ve ibadetlerini burada, halkın gözünden uzak yerde yaparlarmış. Baskın korkusundan dolayı, kilisenin arkasında dağa doğru bir kaçış kapısı bile varmış.
Biz kiliseyi uzaktan gördük. Tamir dolayısıyla kapalıymış. Ali Aksoy bu kapı kapalıysa biz de öbür kapıdan gireriz, orası açıktır belki diye teklifte bulundu.  Bu teklifi saat 12’den sonra söylediği için, arkadaşlar tarafından kabul görmedi. Hatta gülüşmeler bile oldu. Ali Aksoy Karadeniz’lidir. 
Uzaktan da olsa fotoğraflar çektik ve çekildik. Sonra da ayrıldık oradan. Hedefte Harbiye var. Emin yolu şaşırmış olacak ki; bizi epeyce dolaştırdı dar Antakya sokaklarında. Sonunda bulduk Harbiye yolunu.


Harbiye (Defne) 
Yeşili ve şelalesi bol olan güzel bir yer Harbiye. Antik çağın ünlü bir kentiymiş burası. Eski günlerdeki kadar olmasa da gözlerinizi dinlendirebileceğiniz, kuş sesleri arasında rahat bir uykuya dalabileceğiniz, asma restoranlarında çay içebileceğiniz manzarası büyüleyici bir yer Harbiye. İki yamacın arasında bir vadi. 
Ancak, daha ilk adımınızı atar atmaz, bu güzelim yerin siyasi amaçlı olarak kullanıldığını anlıyor ve üzülüyorsunuz. Satıcıların tezgâhlarında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından, son zamanların ünlü paralel yapısını oluşturan zata kadar siyasi bir anlamı olan resimler hep orada. Belediye bu güzelim yerde siyaset yapanlara müsaade etmemelidir diye düşündük, ama sadece düşündük. Orası herkese açık bir dinlenme tesisi olmalıdır, diye de düşüncemizi açığa vurduk.  Kısa sayılabilecek bir süre içinde terk ettik o güzelim manzarayı.  Asma restoranlarda bir çay bile içemedik. Yine eriğe talim ettik. 
Böylesine güzel bir manzara bahşetmiş Allah Antakya’ya, onlar bu güzelliğin kıymetini maalesef bilmiyorlar. Harbiye’ye pislik yuvası dersek abartmış olmayız. 
Apollon ve Dafni’nin hikayesi şöyle 
İmran anlattı:  “Antik Yunan mitolojisinde anlatılan bir efsane varmış. Bu efsaneye göre Apollon, Yunan Deniz Tanrısı Peneus'un kızı Dafni'ye (Defne) aşık olmuş. Bu umutsuz bir aşkmış. Çünkü, Apollon aşk tanrısı Eros'un oklarından birine hedef olmuş.
Apollon aslında çok iyi bir okçudur ve övünmeyi çok sever. Bir gün kendisi gibi iyi bir okçu olan Afrodit'in oğlu Aşk Tanrısı genç Eros ile karşılaşır ve ona, okçuluğu konusunda alaycı sözler söyler. Buna karşılık, Eros öç almak ister ve iki ok hazırlar. Biri altın suyuna batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk duygusu verecektir. Diğeri ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracaktır. 
Bırakır okları yayından Eros. Altın ok, Apollon'un kalbine saplanır ve Apollon Defne'ye tek taraflı aşık olur. Diğer ok da Defne'nin kalbine saplanmıştır ve böylece  Defne, Apollon'dan sürekli kaçar ve onun aşkını her defasında reddeder.

Bir gün Defne yine Apollon'a yakalanır. Defne,  Yunan Deniz Tanrısı olan babası Peneus'dan yardım ister. Peneus da, bakar kızı zor durumda, fazla vakit geçirmeden hemen onu defne ağacına dönüştürüverir. Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini dinler ve şöyle seslenir Defne’ye göz yaşları içinde: “Defne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yanyana yazılacak.” 
Bu tatlı sözler karşısında Defne pişman olur Apollon’un aşkına karşılık vermediğine.Pişman olmuştur olmasına da, iş işten geçmiştir, geriye dönüşü yoktur.  Dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar. Apollon, kendisine doğru eğilen bu dalların yapraklarından başına bir taç yapar. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir.  Apollon’un göz yaşları ise bugün hala Harbiye’de şelale olarak akmaktadır. O günden beri de Apollon  o tacı hâlâ heykellerinin başında taşımaktaymış.“ Aşkın böylesine can kurban.
Bu efsanenin kanıtlarından en önemlilerinden biri Antakya Arkeoloji Müzesini'nde bulunan Apollon ve Dafni mozaiğiymiş. Ayrıca burada yaşayan halk, Harbiye’deki bu şelalelerin, Apollon’un  gözyaşlarından oluştuğuna inanırmış. Bundan dolayı, Harbiye'nin şelalelerine "Apollon’un Gözyaşları" adını vermişler. Şelaleler bugün, defne ağaçları arasından hüzünlü hüzünlü süzülmektedir. 
Civarda evlenen gençler bu aşka şahit olmak için, mutlaka buraya gelir fotoğraf çektirirlermiş. Biz de gördük orada yeni evlenen bir çifti. Onlarla fotoğraf çektirerek mutluluklar diledik. 
Habib-i Neccar Camii

M.S. 40’lı yıllarda Hz. İsa, havarilerinden Yahya (Yuhanna) ve Yunus’u (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken koyunlarını otlatan marangoz (Habib-i Neccar) ile karşılaşırlar. Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa'nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakya’lılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine inanmazlar ve onları öldürmeyi planlarlar. Bunu öğrenen Neccar, koşarak şehre gider ve Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye seslenir. Bu sese kimse kulak vermez. Acımasızca saldırır halk bunlara. Elçiler de, Neccar da vahşice  şehit edilirler. Suçları “Allah birdir, O’nun eşi ve benzeri yoktur, putlarınızı terkedin ve bir olan Allah’a gelin” demeleridir. Tefeci bezirgânlar her zaman iş başındadır. Bu bezirgânların korkulu rüyaları peygamberler ve o peygamberlerin yolunda gidenlerdir.


Bu olay Kur'an’ın Yasin suresinde şu şekilde anlatılmaktadır:
“ Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti. 
Hani onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini yalanlamışlardı. Biz de iki elçiyi bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki: "Şüphesiz biz, size, gönderilmiş elçileriz."
Dediler ki: "Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahman olan Allah da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz."
Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir."
"Bizim üzerimizde de sorumluluk ve görev olarak apaçık bir tebliğden başkası yoktur."
Dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer bu söylediklerinize bir son vermeyecek olursanız, and olsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acı bir azap dokunacaktır."
Dediler ki: "Uğursuzluğunuz, sizinledir. Size öğüt verildi diye mi uğursuzluğa uğradınız? Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz."
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun" dedi.
"Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir."
"Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O'na döndürüleceksiniz."
"Ben, O'ndan başka İlahlar edinir miyim ki, Rahman olan Allah, bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler."
"O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum."
"Şüphesiz ben, sizin Rabb’inize iman ettim; işte beni işitin."
Ona: "Cennete gir" denildi. O da: "Keşke benim kavmim de bir bilseydi" dedi.
"Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını.
Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik.
Ancak onlara, yalnızca bir tek çığlık yetti; anında sönüverdiler.
Yazıklar olsun kullara ki onlara bir elçi gelmeyegörsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.”(Yasin 13-32)
İşte uzaktan koşarak gelen ve kavmini uyarmaya çalışan bu Allah Dostu insan, Habib-i Neccar'dır. Hatay'a yolu düşenler mutlaka bu şehidi ziyaret etmelidirler. Medfun bulunduğu bugünkü Cami kendi ismi ile anılmakta. Etrafı medrese odaları ile çevrili olan cami avlusundaki şadırvan 19. Yüzyıl eseriymiş. 
Otelimize geldik. Hemen yemeğe geçtik. Tepsi kebabı var, künefe var. Özlemini çektiğimiz künefenin anayurdundaydık. Ama kendisine kavuşmak için büyük bir sabırla beklediğimiz künefe, o künefe değildi. İştahımız kursağımızda kaldı. Çaresiz yedik. 
Yemek yerken bir gürültü patırtı çıktı ki demeyin gitsin. Pencerelere koştuk. Bir de ne görelim. Sarı kanaryalar sokakta. Şampiyon olmuşlar da onu kutluyorlarmış. Nusret hanımıyla birlikte attı kendisini sokağa ve karıştı kanaryaların arasına. Kocaman bir bayrak satın almış sokak başındaki bayrak satıcısından…

Yemekten sonra, birkaç arkadaşla birlikte biz de çıktık sokağa. Asi Nehri’nin kenarında yürüyecek ve uygun bir yerde zevkine kahve içecektik. O güzelim Asi Nehri burnumuzun direğini sızlattı. Şehrin lağımı oraya akıyor olmalı. Hemen uzaklaştık Asi Nehri’nden ve daldık şehrin içine doğru. Biraz içeride nargileci kahvesi var. Oturduk kahveye. O ağır nargile kokusu içinde kahvelerimizi zar zor içebildik ve oradan da uzaklaştık. Sadece kahve içip sohbet edebileceğimiz bir mekân maalesef bulamadık. Belki Pazar günü olmasından kaynaklanan bir şanssızlık olabilir diye düşündük. 
Bir günde o kadar çok çeşitli yemek yedik; bizleri rahatsız etti.  Midelerimiz ekşidi. Ünal daha çok rahatsız olmuş olmalı ki, Mardin’de hastaneye yattı, Urfa’daki çiğ köfteyi suçlu olarak ilan etti. İki litre kolayı bir oturuşta içtiğini, hatta arada bir atıştırdığı çikolataları çoktan unutmuştu herhalde.
Bizler de, Ünal’ın durumuna düşmemek için Antakya’dan sonra öğle yemeğini iptal ettik. Öğle yemeğini çorba gibi hafif yemeklerle geçiştirme kararını aldık ve bu kararımıza sadık kaldık. 
Sabah 07 ‘de düştük yine yollara. Hedefte Gaziantep var. Fıstık ve zeytin bahçelerinin arasından süzülerek, uzayıp giden Amik Ovası’nın bağrında dinlenerek, hayal gücümüzün fantezileriyle uyuduğumuz uykudan uyanıverdik Antep’in girişindeki polis kontrol noktasında. Yüreklerimiz hoplamadı desek yalan olur.  Neyse ki, Suriye’den gelen kaçakları arıyorlarmış.

Eski İpek Yolu’nu sembolize eden deve kervanlarının heykelleri var Antep’in girişinde. Aracımızdan indik,  Zeugma Mozaik Müzesi’nin önünde. Şanssızlık bu ya o da kapalı. Pazartesi günleri müzeler kapalıymış Antep’te.
Eski Antep evlerinden başladık şehri turlamaya. İmran ve Emin’in üniversiteden arkadaşları olan Selçuk anlatıyordu Antep’i bize. O da turist rehberiymiş.  Atatürk’e, Karayılan’dan, Şahin Bey’den, Şehit Kamil’den daha fazla yer verince anlatımlarında, söz aldım ve düzeltme ihtiyacı hissettim:: “Antep’i  gazi yapanlar, Karayılan, Şehit Kamil ve Şahin Bey’dir. Bizler daha çok onların kahramanlıklarının hikâyelerini dinlemek isterdik”.
Saygılı bir şekilde haklısınız efendim diyerek gönlümüzü almak istedi Selçuk. Biraz sonra da otobüsten indi. Benim sorumdan mı rahatsız oldu, yoksa işi mi vardı bilmiyorum. Biz Antep’i turlamaya devam ettik. Hedef Antep Kalesi…
Devam edecek
Rüştü Kam

20 Mayıs 2014 Salı

Ergenekon’dan Almanya’ya Türk İzleri


Ergenekon’dan Almanya’ya Türk İzleri

Dr. Latif Çelik TED’in davetlisi olarak geldiği Groß Köris’te Ermenilerin1915 olaylarının 100. yıldönümü öncesinde tam bir algı operasyonu yürüttükleri uyarısında bulundu.
Ergenekon’dan Almanya’ya Türk İzleri

Ergenekon’dan Almanya’ya Türk İzleri

Dr. Latif Çelik TED’in davetlisi olarak geldiği Groß Köris’te Ermenilerin1915 olaylarının 100. yıldönümü öncesinde tam bir algı operasyonu yürüttükleri uyarısında bulundu.

Türk Eğitim Derneği’nin (TED) 4. kez düzenlediği eğitim kampına katılan tarihçi Dr. Latif Çelik, Türklerin Almanya’daki tarihlerinin sanılanının aksine 60’lı yıllarda işçi göçüyle başlayan bir hikâye olmadığını söyledi.

Çelik, Berlin yakınlarındaki Klein Köris Gölü civarında düzenlenen 3 günlük eğitim seminerinde “1071’de Anadolu’ya girmeye başlayan Türk boyları bu göçlerini 4 yüzyıldan fazla sürdürdüler. 1529 yılında Viyana kapılarına kadar geldiler. “ şeklinde konuştu. Bu yüzyıllarda Türklerle Almanların Haçlı Seferleri dolayısı ile karşılaştıklarını belirten Çelik, Viyana Kuşatması’nın ardından birçok insanın Avrupa’da esir kaldığını ve vaftiz edilerek isminin değiştirildiğinin belgelendiğini kaydetti. Esir tutulan Türklerin saraylarda çalıştırıldığını belirten Çelik , “Bunlardan en meşhuru olarak Carl Osman’ı gösterebilirim” dedi ve Carl Osman’ın Hristiyan olmasına rağmen Osman ismini taşımaya devam eden bir Türk olduğunu söyledi.



Çelik devamla şöyle konuştu: ”Mezar taşında şunlar yazılıymış: “1655’te İstanbul’da doğdu, 1688’de Belgrad’da esir düştü, 1727’de vaftiz edildi ve 1735 senesinde 80 yaşındayken öldü.”

Çelik, kadınların da isimlerinin değiştirildiğini; Meryemlere, Maria, Fatma’lara Katharina isimlerinin verildiğini de ifade etti.

Çelik, Almanlara kahveyi tanıtan kişinin Sadullah Paşa olduğunu söyledi. Esir olarak Viyana’dan getirilen Sadullah Paşa, vaftiz edilerek Johann Ernst Nicholaus Strauss adını almıştır. Sadullah Paşa'nın yaptığı kahve o kadar fazla içilmeye başlandı ki, Almanların günlük hayatlarının bir parçası oldu. Adı da halk arasında “” kaldı.
Zamanla kahve adlı bu alkolsüz Türk içeceği (Türkentrank), şarapla rekabet edecek kadar çok tüketilmeye başlandı. Artık yemekten sonra kahve içmek Würzburg’lu Almanlar için vazgeçilmez bir ritüel haline geldi.

Yıllar yılları kovaladı. Bu zaman zarfında Sadullah Paşa evlendi ve çoluk çocuğa karıştı. Günümüzde Sadullah Paşa ve diğer esir Müslüman Türklerin neslinden gelen binlerce kişi Würzburg, Schweinfurt ve Kitzingen civarında yaşıyor.



Latif Çelik, Almanya aristokrasisi içinde önemli bir yeri olan Soldan ailesinden de söz etti ve “Goethe’nin annesi Türk’tür” dedi. Soldan Holding’in patronu Felix Soldan (ölmeden önce) ile görüşen Çelik, ailenin soyunun Selçuklular’a dayandığı bilgisine ulaşmış. Soldan ailesi kendi soyunu 1279 yılına kadar araştırmış. Buna göre, Soldanlar’ın atası tıp yüzbaşısı Mehmet Sadık Selim, Halep yakınlarında Haçlılar ile Selçuklular arasında yaşanan savaşta esir düşer. 40 arkadaşıyla birlikte Beyrut, Kıbrıs, Cenova’dan sonra Almanya’ya getirilir. Selim, burada esaretin bedelini Alman ordusuna hizmet vererek öder. Zamanla din değiştirir ve ‘Selim’ ismi ‘Soldan’ olur. Ailenin Almanya’da büyüyen kolları bu ülkede giderek etkin bir güç hâline gelmeye başlar. Hatta din reformcusu Martin Luther’i destekleyenlerin başında bu ailenin bir kolu gelmektedir. Ailenin diğer bağı ise ünlü şair-yazar Goethe’ye kadar uzanır. Latif Çelik’e göre Goethe’nin annesinin kökeni Selim’in soyundan geliyor.

Seminerin son gününü ‘Sözde Ermeni Soykırımı ve Ermeni Tehciri’ başlığına ayıran Çelik, Ermeni Diasporası’nın çok iyi bir algı yönetimi oluşturduğunu ve bütün dünyayı olmayan bir olayı varmış gibi göstererek inandırmaya çalışmaktadır.” dedi. “Sorun diaspora Ermenilerine: 24 Nisan’da ne oldu? diye, size diyecekler ki ‘1,5 milyon Ermeni katledildi’ Hâlbuki bu tarih İstanbul ve başka büyük şehirlerdeki Ermeni çetecilerinin metropolitlerinin tutuklandığı gündür. Bu günden sonra, devletin başını belaya sokan, arkadan vuran çetecilere destek sağlayanlara verilen destek kesilmiştir. Ortada bir katliam falan yoktur. İdam yoktur. Mesele tamamen algı yönetimidir.”

Ayrıca Çelik, “Ermenilerin öldürüldüğünden bahsedenler, nedense Ermenilerin katlettiği Müslümanlardan bahsedilmezler dedi.”

Dr. Çelik, seminerini gençlere seslenerek sonlandırdı. Genç katılımcıların başarılı olmalarının yolunun hem ana dillerini hem de Almanca’yı çok iyi bilmekten geçtiğinin altını çizdi. Dilinizi tarihinizi öğrenmezseniz Goethe’yi, Mevlana’yı Hoca Ahmed Yesevî’yi Yunus Emre’yi öğrenemezsiniz. Kendi kimliğinizle ve kişiliğinizle Alman toplumu içinde saygın bir birey olarak var olmanın ön şartı budur.” şeklinde konuştu.



ha-ber.com/Zülfikar Kam/ Groß Köris

6 Mayıs 2014 Salı

MARDİN KASIMİYE MEDRESESİ VE ÜÇ BÜYÜK İSLAM ALİM'İN ESERLERİNİN İÇLER ACISI HALİ. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI'NA ŞİKAYETİMDİR



Abbasî halîfesi Me’mûn devrinde yetişen üç büyük matematik ve fen âlimi.

Mardin Kasımiye Medresesi’nde buluşlarından bir kısmı sergileniyor bu alimlerin. Ne yazık ki, medrese çok bakımsız. O güzelim eserler avluda sergileniyor. Güneşten ve yağmurdan kağıtlar, sararmış, buruşmuş. Pislik içinde bir müze. Sunta dolaplar var müzede, bazı eşyalar o müzeyle uyum sağlamayan o dolaplarda sergileniyor. Bakanı çekeni de yok. Mardin kültür ve Turizm Müdürüne sordum, bu hal nedir? Dedim. Cevaben, o müze Vakıflar’a aidtir dedi…
Kendi değerlerine sahip çıkmayan bir milletiz. Okuyalım bu âlimlerin buluşlarını.

İsimleri, Ahmed, Hasen ve Muhammed’dir. Halîfe Me’mûn’un sarayında astronomi ilmiyle uğraşan Mûsâ bin Şâkir’in oğullarıdır. Bağdâd’da doğup yetiştiler. Doğum târihleri bilinmemektedir. Sâdece Muhammed bin Mûsâ’nın, 873 (H.260) senesi Rebîul-evvel ayında vefât ettiği kaynaklarda zikredilmektedir. Mûsâ bin Şâkir genç yaşta vefât edince, Halîfe Me’mûn, oğullarının terbiye ve yetişmesini sağladı ve bütün imkânları te’min etmek fedâkârlığında bulundu. İshak bin İbrâhim adlı âlimi bu üç kardeşin yetiştirilmesine me’mûr etti. Çocuklarından sonra bu üç genci Bağdâd’daki Beyt-ül-Hikme’ye yâni ilim akademisine gönderdi. Burada, Yahyâ bin Mansûr’un yanında ilim öğrendiler ve matematik, mekanik, geometri, tıb, fizik ve diğer ilimlerde yüksek dereceye eriştiler.
Kardeşler arasında en büyükleri olan Muhammed, vaktinin çoğunu astronomi ve fen bilgilerine dâir araştırmalara verdi. Ayrıca kardeşi Ahmed’in çalıştığı saha olan vesâil-i mekânikiyye (mekanik aletler) ile de meşgul oluyordu. Muhammed bin Mûsâ, ilim dallarının çoğunda meşhûr olduğu için ona, Hâkim-i Benî Mûsâ lakabı verildi.

Alman araştırmacı Sigrid Hunke; Avrupa’ın Üzerine Doğan İslâm Güneşi isimli eserinde, Muhammed bin Mûsâ hakkında; “Muhammed, astronomi ve matematik sahasında büyük bir âlim olduğu gibi, hikmet ve mantık alanına da girmiş ve bu sahalar da eserler vermiştir. Metalurjiye önem vermiş ve kardeşi Ahmed’in faaliyet sahası olan mekanik mevzuunda da çalışmıştır” demektedir.
Ahmed bin Mûsâ; mekanik olarak; çeşitli tartı âletleri yanında, yükleri çekmek ve kaldırmakta kullanılan bâzı âletler yaptı. Mekanik konuları üzerinde titizlikle durdu; bu hususta kardeşlerini ve bu sahada uğraşanları geçti. Ağabeyi Muhammed ile birlikte büyük bir bakır saat yaparak, muasırlarına örnek oldu.

Alman araştırmacı Sigrid Hunke, Ahmed bin Mûsâ hakkında da şöyle demektedir: “Ahmed bin Mûsâ; mekanik ve geometri dalında otorite idi. Meselâ üzerine ateş yaklaştırıldığında fitili otomatik olarak ortaya çıkan kandiller yapmıştı. Kandilin fitili ortaya çıkınca, yağ da hemen fitilin üzerine yanacak mikdarda fışkırıyordu. Rüzgâr esse bile, kandil sönmüyordu. Ayrıca, geliştirdiği zirâat ve sulama âleti, tarlada sulama yaparken, tâyin edilen sulama mikdârını aşınca hemen sinyal veriyordu...”

Ma’rûf Naci adlı Arab bilim târihçisi, El-Merâsıd-ül-Felekiyye bi Bağdad adlı eserinde; “Samarra rasadhânesinde, Muhammed ve Ahmed kardeşlerin yaptığı; az bir su ile dönen dâire biçiminde bir âlet görmüştüm. Yüzeyinde, yıldızların şekilleriyle, hayvanların resimleri görünüyordu. Gökteki yıldızlardan birisi kaybolunca, âlet üzerindeki görüntüsü de kayboluyordu. Görünmeyen bir yıldız doğunca da, âletin üzerindeki yatay çizgi üzerinde görüntüsü beliriyordu...” demektedir.
En küçük kardeş Hasen bin Mûsâ ise, bütün çalışmalarını geometri alanına çevirdi ve bu alanda çok başarılı oldu. Bu yüzden Halîfe Me’mûn’un yakın alâkasını kazandı. Hasen bin Mûsâ, aynı asırda olan âlimlerin çözemediği geometri problemlerini kolaylıkla çözebiliyordu. Eliptik eğriler üzerine yazdığı ünlü Kitâb-üş-Şekl-il-müdevver vel-müstatîl adlı eseri, eliptik geometri konusunda batı bilim dünyâsında asırlarca temel müracaat kaynağı oldu.

Ürdünlü ünlü bilim târihçisi Abdülhamîd Sabra, İslâm medeniyetinin üstünlüğü ve Rönesans’ın kaynakları hususunda müsteşriklerden biri tarafından yazılan bir eserde, bu üç ünlü kardeş ilim adamı hakkında şu ifâdeyi kullanıyor: “Açıkça görülüyor ki, bu bilgin kardeşler, ilmî anlayışta Allahü teâlânın lütfuna kavuşmuşlardı. Büyükleri Muhammed, geometri ve astronomide, ortancası Ahmed mekanikte, küçüğü Hasen de geometride derinleşip üstâd olmuştu. Hasen, Euclid’in geometri ile ilgili temel altı eserini okuduktan sonra, geriye kalan yedi kitabı okumadan ondaki geometrik hesapları halletmeye gücü yeter hâle gelmişti.”

Benî Mûsâ kardeşler, Halîfe Me’mûn’un emri ile, boylam üzerindeki bir dereceye tekabül eden mesafeyi ölçmek için, bir hey’et ile, Sincar mıntıkasına gittiler. Araştırmalarına başlayarak, bir kazığa uzun bir ip bağladılar ve kuzeye doğru çektiler. İpin bittiği yerde yükseklik aldılar. Güneye doğru da aynı işi yaptılar; ipin bittiği yerde yine yükseklik aldılar. İpin boyu ile yükseklik derecelerinin farkını hesapladılar. Dünyânın çevresini eşit parçalara bölerek, tül hattı (boylam) uzaklığını ölçerek, dünyânın çevresini yaklaşık 39.000 km. olarak buldular. Bu günkü modern âletlerle yapılan hesaplamalarda dünyânın çevresi 40.000 km. bulundu. Bu rakamlar arasındaki çok az fark, onların ilimlerinin büyüklüğünü göstermektedir.

Benî Mûsâ kardeşler, Bağdâd köprüsü civarında büyük bir rasathane yaptırdılar. Burada yaptıkları astronomik gözlem ve araştırmaları; sonra gelen İslâm âlimleri ve batı bilginleri için temel müracaat kaynağı oldu. Ayrıca evlerinde de rasathane vardı.

Benî Mûsâ kardeşlerin yazdığı eserler şunlardır: Kitâb-ül-Hiyel: Bu eser, makine konstruksiyon mühendisliğinin öncülüğünü yapan eser, sahasında ilktir. Eserde, üç kardeşin yaptığı mekanik âletlerin şekilleri ve nasıl çalıştıkları îzâh edilmektedir Sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, ayrıca, körük ve kaldırma düzenlerinden yüz mevzu anlatılmaktadır. Eserde anlatılan otomatik kontrol sistemleri, teknik yönden mükemmel olup, bugün bile pratikte kullanılmaktadır. Bahsedilen onsekiz otomatik kontrol sistemini, genel olarak üç ana konu etrafında toplamak mümkündür:

1- Su kaplarında seviye kontrolü, 2- Kandillerde yağ seviyesi kontrolü, 3- Yön kontrolü. Kullanılan metodlar yönünden düzenleri; hava kontrollü, valf kontrollü, vana kontrollü ve kanatçık kontrollü olarak sınıflandırılır. Benî Mûsâ kardeşlerin kullandığı valflar, teknik yönden çok gelişmişti.Modern sistem göz önüne alınarak eser incelendiğinde sistemlerin blok diyagramları ile ifâde edilebilen sifon, çift sifon, debi ile kontrol, şamandıralı valf, hazneli şamandıra ile kontrol edilen valf, valflı terâzi, hava kontrolü, iki konumlu terazi, kontrol vanası gibi motiflerden meydana geldiği görülmektedir. Ayrıca basınç kontrollü türbin, sifonlu valf, akıtmalı ve kademeli terazi gibi orijinal motifler de bulunmaktadır.Eserin bugün; Vatikan, Berlin ve Topkapı kütüphanelerinde olmak üzere, üç nüshası vardır. En eski nüsha, Topkapı Kütüphânesi’nde olup, 3474 numarada kayıtlıdır.

2- Kitâbü Benî Mûsâ fil-karastur: Terazi tekniği ile ilgilidir. 3- İlm-ul-eskal: Yüklerin büyüklük, bileşke ve tatbik noktalarını tesbit etme keyfiyetinden bahseden bir eserdir. 4- Kitâbu Mesâhat-il-Ekr, 5- Kitâbün-Yahtevî âlâ Tenkîhi mahrûtatı Apdarius, 6- Kitabün fîl-Âlât-il-Harbiyye, 7- Kitâbü şekl-il-müdevver vel-mustatîl: Eliptiklerle ilgili bir eserdir. 8-Kitâbü kıyâs-il-mesâhat-il-musattahati vel-müstedireti: Bu eser Avrupa’da, “Hendesede Üç Kardeş” diye bilinir. Latince’ye tercüme edilmiştir. 9- Kitâbü Hareket-il-Felek-il-ulâ, 10-Kitâbuş-şekl-il-Hendese, 11- Kitâb-ül-cüzî, 12- Kitâbün Âlâ mâiyyet-il-kelâm, 13- Kitâb-ul-Mahrûtat, 14- Kitâb-ül-müselles, 15- Kitâb-üt-tekâvim-il-menâzil-is-Seyyârât: Gezegenlerin uzaydaki faaliyetleri ile ilgili bir eserdir.

Bu âlim kardeşler, ömürlerini ilmî araştırmalara vakfetmişlerdi. Benî Mûsâ’nın yaptığı ilmî hesaplamalar dakik ve hassas bir yaklaşım arz ettiğinden, Batlemyus’u ve o asra kadar yapılan hesaplama usûllerini çok geride bırakmıştı.Onlardan yüzelli sene sonra Bîrûnî, şöyle demektedir: “Mûsâ oğullarının yaptıkları ilmî ve hassas hesaplamalar, son derece güvenilir durumdadır. Bu âlimler, ilmî araştırma metodunu te’sis ettiler. Zamanlarında yüksek seviyede bir ilme sahip bulunuyorlardı. Kendilerinden sonra gelen ilim adamlarına kalan şey, onların verdikleri rakamların doğruluğunu araştırmaktan başka bir şey değildi.”

Benî Mûsâ, gerçek anlamda ilmî bir atmosfer içinde yaşamışlar ve bu atmosferi güçlendirmişlerdir. Geometri dalında, Yunanlıların hiç sözünü etmediği yeni ve orijinal mes’eleleri ele almış ve çözmüşlerdir. Otomatik saatler, mekanik âletler, otomatik oyuncaklar, ev âlet ve edavâtı onların başta gelen buluşlarındandır. Batılılar, bu ve benzeri ilmî gerçekleri görmemezlikten gelmekte ve müslümanlara karşı; “Sâdece beşerî ilimler üzerinde durdular, nazarî ve tatbîkî ilimleri ihmâl ettiler” iftirâsında bulunmaktadırlar. Benî Mûsâ kardeşlerin başarıları ve diğer müslüman ilim adamlarının nazarî ve pratik ilimlerdeki buluşları, ilmî eserleri günden güne ortaya çıkmakta ve iftirâcıların sözlerini çürütmektedir.

Kaynakça: http://www.hakdin.net/.../beni-musa-ahmed-muhammed-ve... 1) A’lâm-ül-fizyâ’ fil-İslâm; sh. 95
2) Ulûm-ul-Bahte; sh. 305
3) The Observatory in İslâm; sh. 92
4) Aufsatze der Arabischen Wissenshaftgeshichte
5) Die Söhne des Musa ben Schakir.
6) Über die Geometrie der Söhne des Musa ben Schakir.
7) Die Mathematiker und Astronomen der Araber; sh. 160 8) Geschichte der Arabischen Literatur; Sup-I, sh. 382
Mardin/ Kasimiye Medresesi (9 fotoğraf)
Rüştü Kam'ın fotoğrafı.