30 Eylül 2015 Çarşamba

BEN BUGÜN BAYRAMINIZI KUTLAMAYACAĞIM 2015



İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan değildir.
İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. Teröre asla prim vermez.



Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini şiddetle lanetliyorum.
Allah Kur’an da şöyle buyurur; “Gerçek şu ki, inkâr edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir. (Nisa Suresi, 168)
"Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin." (İsrâ: 33) 
"Kim cinayet suçu işlememiş veya yeryüzünde fesat çıkarmamış bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Dahası kim de bir hayat kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur. Elçilerimiz onlara hakikatin tüm delilleriyle gelmiştiler; fakat daha sonra onların çoğu yeryüzünde her tür taşkınlığı irtikap ettiler.." (Mâide: 32)
Aslında bugün yas günlerindeyiz. Ve eğer bayramlar barışa, ödeşmeye, kardeş olmaya vesile ise, Müslümanların bugün bayram kutlamaya hakları yoktur: Çünkü bütün İslâm âlemi kan ağlamaktadır.
Suriye’de, dünyanın gözleri önünde öldürülen bebelerin, çıplak ayaklarıyla topa koşarken vurulan Muhammed’in, Esed’in bombardımanında, yıkılan evlerinin enkazı önünde, yere çöküp ağlayan Suriyeli kadınların, oğullarının cansız bedenini kucaklarında taşıyan babaların feryatları kulaklarımızda çınlarken, ölümlerin, acıların, yangınların dünyasında bu nasıl bir bayram olacak ki. Bundan dolayı ben sizlerin bayramını kutlamayacağım.
Hristiyan dünyasının beş yüz yıl önce yaşadığı kanlı mezhep savaşlarını 2000’lerde çok daha vahşi, çok daha ilkel ve bir o kadar da insanlık dışı yöntemlerle, İslam coğrafyasına taşıyanlar kimlerdir? Kimdir Suriye’de işlenen suçların birinci dereceden failleri? 
Öte yandan, El Kaide’den IŞİD’e, Boko Haram’dan el-Nusra’ya oradan Talibana kadar uzanan çizgide, Müslüman adını kullanan terör örgütleri var. Bu örgütler İslam adına kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden, suçsuz ve günahsız insanların boğazını kıtır kıtır kesiyorlar.
“Allahu ekber” diye uluya uluya, kadınlara tecavüz edip elektrik direklerine asıyorlar. “Bize ezan ile Kuran yeter” diyerek müziği, şiiri yasaklıyorlar, saz çalanların ellerini kesiyorlar, şarkı söyleyenleri boğazından hançerliyorlar, camileri, türbeleri yakıp yıkıyorlar, Allah aşkına söyleyin bana, kimdir bu caniler?
Bunlar Müslüman olamazlar, böyle bir Müslümanlık yok, böyle bir İslâm yok.
Kimin uşaklarıdır bunlar, Nasıl bir inançtır bunların inancı? Nasıl bu hale, kanlı katil haline getirildi bu gençler?
Onların mağduriyete ve ezilmişliğe isyanları, hangi güçler tarafından, hangi iğrenç çıkarlar, hangi pis siyasal amaçlar uğruna, çarpıtılmış, hedefini şaşırıp kendi insanına döndürülmüştür?
Bayram günlerinde bile zulme, vahşete, kan dökmeye, can almaya devam eden bu meczuplar kimlerin uşaklığını yapmaktadırlar? 
Suriye alev alev yanarken, 10 milyon Suriyeli evlerini yurtlarını ölüm pahasına terkederken, lastik botlarda ölümlerden ölüm beğenirlerken; bu savaş neden durdurulmaz?
Birleşmiş milletler nerededir? Nerededir dünyanın her bölgesine demokrasi ihraç eden Amerika? İslâm ülkeleri nerededir? Nerededir demokrasi havarisi batılılar? Nerededir Avrupa Birliği?
Ben bugün, umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu yenilgi duygusu kahrediyor beni. 
Bundan dolayı bugün ben sizlerin bayramını kutlamayacağım.
Ancak, tüm bu acı tabloya rağmen, güzel şeyler de oluyor dünyada: Huzurlarınızda 3 milyon mülteciye kucak açan, onların yaralarını sarmaya çalışan, Türkiye’ye ve sonra da 800 bin mülteci alacağını söyleyerek 4 milyon Müslümanın yüreğine su serpen ikinci vatanımız Almanya’ya teşekkür ediyorum.
Ey Türkiye, Ey Almanya, o zulüm altında inleyen insanlara kucak açtınız ya, onlara ekmek verdiniz, aş verdiniz ya sizlere şükranlarımı sunuyorum. 
Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen, bugün sizlerle, aramızda bulunan Suriyeli, Afganistanlı mültecilerle birlikte bu bayramı yaşamak istiyorum, sevgi ve muhabbetlerimle kucaklıyorum hepinizi.
Sözümü 1990’ların başında, Birinci Körfez savaşı günlerinde, arkasında kısacık bir not bırakarak intihar eden yaşlı, saygın bir Alman savaş muhabirinin o notuyla bitiriyorum. “Artık yazacak tek bir satırım kalmamıştı.”
Seneye VIII ci Geleneksel Berlin Kurban Bayramı Şenliği’nde buluşmak ümidiyle, hoşcakalın, sağlıcakla kalın. 
Ben bugün sizlerin bayramını kutlamayacağım.
Rüştü Kam

25 Eylül 2015 Cuma

KARS 2015/VENİ VİDİ SCRİPSİ (X)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

“Mektup yazarum mektup / Üzerini pullama / Ben yazarken ağladum / Sen okurken ağlama”

Ani’den bizi o onurlu çocuklar, geçmiş 22 medeniyetten süzülüp gelen halkın çocukları uğurladı. Hoşcakal Ani. 48 km. ilerde Kars şehri var. Orada konaklayacağız.  Ani üzerinde yapılan yorumların hararetiyle Kars’a geldiğimizi fark etmedik. Şehre girerken Yaşar Cimşit aldı mikrofonu eline, anlattı Kars’ı bize: “İmam Hatip Lisesi’ni Kars’ta okudum. O zamandan bu zamana fazla bir değişiklik olmamış Kars’ta. 
Kars’ın peyniri, hele kaşar peyniri, küflü peyniri ve balı çok meşhurdur. Kars'ın kazı da meşhurdur. Kars ekonomisi bu ürünler üzerinden dönüyor dersek abartmış olmayız. Kars’ın bir tane önemli caddesi vardır, ziyaret dönüşü alışverişimizi oradan yapabiliriz.” 

Rehberimizin planına göre, gün batmadan Hasan Harakani’nin türbesini ziyaret etmemiz gerekiyor. İsteyenler Kars Kalesi’ne de çıkabilecektir. Daha otele yerleşmeden Yasin çekti bayrağı, istikamet Hasan Harakani türbesi. Hasan Harakani’yi anlattı Yasin. ‘Eksik kalmış bir bilgi var mı hocam?’ diye de sordu bana. Dini bir motif olduğu için saygısından sordu mutlaka. Anlattıkları yeterliydi. Teşekkür ettim.



Önceki gezilerimizde de rehberlerin anlattığı konulara ilavelerde bulunmadım. Ben rehberlere müdahil olmam. Eksik anlattın, şurası yanlıştı demek saygısızlık olur. Ancak ikinci bir versiyonu varsa anlatılan konuların, onu anlatırım. Urfa’da Hz. İbrahim ve Eyüp Peygamber ile ilgili kinci versiyonlar vardı, rehberimiz İmran’dan izin isteyerek anlattım. Bu gezimizde de Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Topal Osman’ın hikayesiyle ilgili ikinci versiyon vardı. Ancak zaman bulup da ikinci versiyonları anlatamadım. 

Hasan Harakani

Hasan Harakani, Selçuklu Sultanı Alparslan’dan(1064) 40 yıl önce Kar’sa gelmiş ve Anadolu’nun Müslümanlaşması için gönüllerin fethiyle uğraşmış bir tebliğci, derviş, Allah dostu, akıncı, ne derseniz, hangi sıfatı yakıştırırsanız işte o dur Hasan Harakani. 
İran'ın, Bistâm şehri yakınlarındaki 'Harakân' köyünde 962 yılında doğmuş. Ünlü mutasavvıf Beyazid Bistâmî'nin rahle-i tedrisatından geçmiş. O’nun manevi terbiyesi altında yetişmiş bir mücahittir, gönül dostudur.  Mezarı 1580’de Vezir Mustafa Paşa’nın memur olduğu Acem seferi esnasında Kars yakınlarında bulunmuş. Gazneli Mahmud başta olmak üzere İbn-i Sina gibi ünlü filozoflar tarafından ziyaret edilmiş bir kişiliktir. 

Kars’ta kendi adına bir külliye yapılmış. Bu külliye, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından (‘93 Harbinden) sonraki Rus hâkimiyetinde büyük zarara uğramış. Cumhuriyet’in ilanından sonra tekrar onarılmış. Türbesinin çevresinde 21 adet daha mezar bulunmakta. 

963 ile 1033 yılları arasında yaşayan Ebu’l Hasan Harakani’nin asıl ismi Ali b. Ahmet b. Cafer’dir. 1033 yılında Kars’ta bulunan Yahniler Dağı’nda düşmana karşı savaşırken şehit düşmüş. 
İranlı Şair Ferîdüddin Attâr onun halini şöyle anlatır: “Âlim sabah kalkar, ilmini artırmak için çabalar; zâhit de zühdünü artırma peşine düşer; Ebu'l Hasan da bir kardeşin gönlünü mutlu etme derdindedir…”

Ebu’l Hasan Harakani insanlara hizmeti kendi varlığının gayesi olarak kabul etmiştir, o şöyle der: “Keşke bütün halkın yerine ben ölseydim de, halkın ölümü tatması gerekmeseydi… Keşke Allah bütün halkın hesabını benden sorsaydı da, halkın kıyamette hesap vermesi gerekmeseydi… Keşke Allah bütün halkın cezasını bana çektirseydi de, insanların cehennemi görmeleri gerekmeseydi. Türkistan'dan Şam kapısına kadar birinin parmağına bir diken batarsa, o diken benim parmağıma batmıştır; aynı şekilde Türkis-tan'dan Şam'a kadar birinin ayağı taşa çarpsa, onun acısı benim acımdır; eğer bir kalpte bir hüzün olsa, o kalp benim kalbimdir…” 




Harakani’nin gönül dostlarına vasiyeti de şöyledir: “Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin, adını ve dinini sormayın; zîra Ulu Allah'ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu'l-Hasan'ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır.” (Şeyh Ebu'l Hasan Harakanî, cilt 1, s. 18-21)

Ebu’l Hasan Harakani’nin bir de eseri varmış.  “Nuru’l Ulum’’ . Bu yazma eser tek nüsha halinde maalesef Britanya Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktaymış. Şerafettin Sabuni’nin eserinin aslı da Fransa’daydı. Bergama sunağı da Berlin’de…Yorumsuz.

Kars Kalesi’ne çıkacak halimiz kalmadı. Hopa’dan beri yoldayız. Artvin, Şavşat, Laşet, Ardahan, Ani Harabeleri ve Kars Hasan Harakani... Çok fazla da önemsemedik kaleyi aslında. Kalelerden bir kaledir diye düşündük. 

Kars kalesi ile ilgili kısa bilgi

Kars Kalesi’ni Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin’in emri ile veziri Firuz Akay 1153 yılında yaptırmış.
Timur’un Anadolu’yu işgali sırasında yıkılmış, Osmanlı döneminde Sultan III. Murat’ın isteği ile Lala Mustafa Paşa tarafından 1579 yılında yeniden yaptırılmış. 1606 yılında İran Şahı I. Abbas tarafından bir daha yıkılmış,1616 ve 1636 yıllarında iki kez onarılmış. Kale 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ise çok ağır bir tahribata uğramış.

Böylesine önemli bir kale var Kars da. Ancak sahipsiz, bakımsız, mahzun. Gece ışıklandırması bile yapılmamış. Gülümseyemiyor, selamlayamıyor misafirlerini. Belediye mi yapacak, Kültür ve Turizm bakanlığı mı yapacak, kim yapacaksa yapmalı, ama tarihe saygısızlık yapılmamalıdır. Mardin’de kurumlar arası bir çekişmeye şahit olmuştuk, aynı çekişme burada da var galiba. Mardin’de İl Turizm Müdürü’ne; „Bu tarihi Kasımiye Medresesi neden bu kadar bakımsız ve pislik içinde“ diye sormuştum. O da bana „O medrese Vakıflar Müdürlüğü’ne ait bize değil“ demişti.

 

Tarihi eserlerle ilgili bir devlet politikası olur, bütün kurumlar bu politikaya uygun bir şekilde dizayn ederler tarihi eserleri. Her kurum aynı hassasiyeti gösterir: Çünkü tarihi eserler bir anlamda devletlerin, yüzüdür, tarihe açılan, medeniyete açılan penceresidir. Devletin memurları siyasetle iç içe olmamalıdır. Devlet memurları siyasipartilarin memuru olmamalıdır. Sonuç ortada...

Kars

Neyse, dönelim biz Kars’a. Ruslardan kalma evler hâlâ sağlam ve gösterişli. Sonradan yapılanlar o görkemli binaların yanında çok basit kalıyor. Sokaklar bakımsız. Bazı yerlerde çocuk mezarları gibi çöküntüler var, aynı zamanda pis. Belediye’nin çalışmadığı, başka işlerle uğraştığı her halinden belli. Seyfi Bey’le kaz yemeği yemek istedik. Ne olduysa bu isteğimiz arada kaynadı gitti. 
Peynir ve bal derdine düştük galiba. O dükkân senin bu dükkân benim başladık dolaşmaya. Peynirin ve balın kalitelisini arıyoruz. Sanki hangi esnaf daha kaliteli mal satıyor biliyoruz da... Laf olsun torba dolsun hesabı bizimki. 




Peynirciler caddesine girince, Kars’ta peynirden başka bir şey satılmadığını düşünüyoruz. Vitrin düzenlemeleri çok güzel. Keyif alıyoruz seyrederken. Albenisi var. Daldık dükkânın birine. Ramazan Gezer, dükkan sahibiyle, peynirlerin pahalı olduğunu söyleyerek ağız dalaşına girse de biz kaşar çeşitlerinden biraz biraz aldık. Ben küflü peynir almak istedim 1 kg. ancak hanım yarım kilo almam konusunda ısrarcı oldu. Yük hakkımız belli diye söylendi. Haklıydı. Ancak Berlin’e geldikten sonra hayıflandık: Keşke fazla alsaydık. 

Kars, Türkiye'nin Kafkasya'ya açılan kapısı konumunda. Kafkas Üniversitesi'nin açılmasıyla hızla gelişmeye başlamış ve zaman içinde bir öğrenci kenti durumuna gelmiş. Bunun dışında kara ve demiryolu ağlarıyla ülkenin diğer yerleşim birimlerine ulaşımda da önemli bir yeri varmış.

İklimi, tarihi, ekonomisi

Kars’ta kışlar çok sert geçermiş. Zaman zaman -39 °C'ye kadar düşermiş. Karsın tarihi yaklaşık iki milyon yıl öncesinde yaşanan Yontma Taş Devri'ne kadar uzanırmış. Ani şehrinde el baltaları ve büyük yongalar bulunmuş. Özellikle, Yazılıkaya Mağaraları’nda bulunan duvar resimleri insanların yörede avcılık ve toplayıcılıkla uğraştıklarını ortaya koyuyormuş. 

Ekonomisi büyük oranda tarım ve hayvancılığa dayalıymış. İl genelinde buğday ve arpa üretimi olmak üzere yem bitkileri ve endüstri bitkileri yetiştirilmekteymiş. Digor ve Kağızman ilçelerinde meyve ve sebze üretimi de yapılmaktaymış. 
Bunun dışında arıcılık, kümes hayvancılığı, özellikle de kaz il halkının geçimine katkı sağlamaktaymış. Kars kaşarı ve balı ekonomide önemli bir yere sahipmiş. 

Sarıkamış




Sabah saat 8’de haydi Bismillah dedik. Cezalar caydırıcı oldu galiba. Geç kalan olmuyor artık. Karsı boynu bükük bırakarak, Sarıkamış’a doğru yola çıktık. 1876-1877 Osmanlı Rus Savaşı’nda Kars ve Ardahan Rusların eline geçmiş ve Sarıkamış’ta Ruslar güçlü bir garnizon kurmuşlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Hanedanı’nın damadı “Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili” Enver Paşa, Doğu Anadolu’yu Rus işgalinden kurtarıp Kafkaslara uzanmayı hayal ederek Sarıkamış’a taarruz emri vermiş.  
Yemen cephesinden gelen askerlere vermiş bu emri Enver Paşa. +50 dereceden -35 dereceye. Üzerlerindeki yazlık elbiselerle. Aralık ayının son günleri. 2450 rakımlı karlarla kaplı Allahüekber ve Soğanlı Dağları’na. Ve beklenen son gelir. 90 bin Mehmetçik orada donarak şehit olur. Osmanlı İmparatorluğunu bir hayal uğruna savaşa sokan Enver Paşa, bu hezimet İstanbul’da duyulmasın diye bir de sansür uygulatır. 
Sarıkamış Muharebesi’nde şehit olanların cenazeleri kar kalkıncaya kadar 4 ay boyunca defnedilememiş. ‘Karlar eridiğinde ise muharebenin ne kadar vahim ve büyük bir dram olduğu ortaya çıkmış. 

Şehitlik Anıtı

Anıt mezar Erzurum yolu üzerinde. Nisan ayındayız. Kar yağıyor. Rüzgâr esiyor. 2 dakika duramadı arkadaşlarımız şehitlikte. Fatihalarını okur okumaz otobüse bindiler. Nisan ayındaki soğuğa katlanılamıyorsa Aralık ayındaki soğuğa nasıl dayanılacak diye düşündük. Zaten dayanamamışlar ve hepsi donarak ölmüşler. 

Herkesi hüzün kapladı. Sadece hüzünlenmedik ağladık da. Onlar bizim dedelerimiz, bu topraklar bize vatan olsun diye şehit düşmüşler buralarda. Daha hayatlarının baharında, bıyıkları yeni terlemiş gençler onlar. Vatanını, milletini seven hangi insan gözyaşı akıtmaz ki heba edilen 90 bin Can’a. 

Seyfi Bey, daha çok hüzünlendi ve gözyaşı döktü.  Sarıkamış’ta babası süvari olarak askerlik yapmış. Çok sıkıntılar çekmiş. Sarıkamış’ın soğuğundan şikâyet etmiş oğluna. Yöre insanından duyduğu Sarıkamış hikâyelerini de anlatmış. Bizim gezi tarihimizden 3 ay önce de ebedi istiratgâhına çekilmiş. Seyfi Bozdağ’ın acısı taze. Babasının anlattıklarını hatırlayınca Sarıkamış’ta, tabiatıyla babasını hatırlamış, dolayısıyla anlattıklarını. O anlatılan hikayelerin yaşandığı yeri görünce de bırakıverdi kendisini. Biz de kendi haline bıraktık Seyfi beyi. Acısını yaşasın ve acısını kendi acısıyla dindirsin istedik.

Erzurum’a doğru gidiyoruz. Otobüsün içinde bir sessizlik var. Herkes suskun, kimse konuşmuyor. Sarıkamış şehitlerini düşünüyoruz, görür gibiyiz onları. İşte tırmanıyorlar Allahüekber dağına, takatleri kesilmiş, yürümekte güçlük çekiyorlar, kar yüksekliği 2 metreye yaklaşıyor. Ayaklarında kalın çorapları yok, sırtlarında paltoları yok, yırtık pantolonlarıyla, aç  susuz verilen hedefe doğru yürüyorlar, biraz sonra başlıyorlar toprağa birer birer düşmeye,...  Empati yapıyoruz. 

Ne Emin ne de Yasin dağıtamadı bu hüzünlü havayı. Duygu seline kapıldık bir kere. Kurtulmamız zaman alacak. Sarıkamış’tan hemen sonra Çanakkale Savaşı var. 250 bin şehidimizi de orada bıraktık. Bütün bunları düşündük. Düşündükçe bilendik. 
Her karışı şehit kanıyla sulanan bu güzelim vatanın kalbine hançer saplayanları da bu vesileyle bir daha lanetle andık.


Bu hüzünlü havayı dağıtmak gerek. Görev bana düştü; Kur’an’dan bir bölüm okudum ve bir de dua yaptım, bize bu vatanı canlarını feda ederek hediye eden şehitlerimizin ruhuna… 
“Mektup yazarum mektup / Üzerini pullama / Ben yazarken ağladum / Sen okurken ağlama”

Ve Bedirhan Gökçe’nin Sarıkamış Destanı ile veda ediyoruz Sarıkamış’a:
Hele söyle kurban olduğum hele söyle, 
Hetim hetim donarken gecenin ayazında. 
Nefesin buhar olup çıkarken son defa, 
Çıkmamış bıyıklarından buz sarkarken yiğidim, 

Elin mi önce dondu, yoksa ayakların mı? 
Kim düştü önce toprağa sen mi arkadaşın mı? 
Doksan bin can düşerken bir bir yere 
Yükselirken sessiz çığlıklar tekbirlerle birlikte. 

Kim düştü önce aklına anan mı.. 
Hele söyle kurban olduğum.. 
Yoksa yoksa balan mı?
Şimdi ne zaman aklıma düşsen 
Gözümden yüreğime gözyaşlarım buz tutmuş.
Ne zaman seni ansam. 
İçim yanar, dışım donar. 
İçim dışım çığ tutar. 
Sarıkamış yalandır, borandır Sarıkamış, 
Sarıkamış ayazdır, destandır Sarıkamış, 
Sarıkamış evlattır tam doksan bin.
Evladı buz kesmiş, evladı toprak olmuş,
Tam doksan bin anadır Sarıkamış.
Doksan bin anadır Sarıkamış.
Yaradır Sarıkamış,
Borandır Sarıkamış,
Destandır Sarıkamış...



Ve Erzurum. Tabyalardayız… Nene Hatunların, Kara Fatmaların önünde saygı ile eğildik. Selam durduk…

Devam edecek


Rüştü Kam

19 Eylül 2015 Cumartesi

ANİ HARABELERİ / VENİ VİDİ SCRİPSİ (IX)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Anıt mezar

Ardahan ve köylerinden, I. Dünya Savaşı sırasında Ermeni ve Rus işbirliği ile oralardaki Müslüman nüfus temizlenmek istenmiş. Müslümanlar ahırlara ve camilere doldurularak hunharca yakılmış. Daha sonra yapılan kazılarda toplu mezarlar bulunmuş. Kazılar yapılırken, Ermeniler sevinmişler bile. Belki bu toplu mezarlardan bir tane de olsa Ermeni kafatası ve kemikleri çıkar diye. Ama bekledikleri olmamış, toplu mezarlardan Müslümanların kafatasları ve kemikleri çıkmış. Yol üzerine anıt mezar yapmışlar. Sizi selamlıyor karşıdan. Burada toplu mezar var, Ermenilerin katlettikleri savunmasız insanların mezarları, bu anıt tarihinizi unutmayasınız diye dikilmiştir buraya, sakın Fatiha okumadan geçmeyin der gibi. Anadolu’nun vatan toprağı olması için yapılan mücadelede katledilmiş bu insanlar. Durmadan onlarla dertleşmeden, selamlaşmadan geçilir mi?



Durduk, selamımızı verdik şehitlerimize, düşündük, acılarını hissetmeye çalıştık, gözlerimiz doldu. Önce Fatiha okuduk, sonra da fotoğraf makinalarımızın deklanşörüne bastık.  
Üzerinden yüzyıl geçmiş bu olayların, ama acılar hâlâ taze. Bu işi yapanlar pişman olmamışlar. Aksine bu işin sorumluluğunu Osmanlı’ya atmak için değişik vesilelerle işbirlikçileriyle birlikte her yıl 24 Nisan’da programlar yapıyorlar. Çeşitli ülkelerin parlamentolarından ‘Soykırım yapılmıştır’ şeklinde düzmece kararlar çıkartıyorlar. Türkiye,  evlatlarına sahip çıkmak için birkaç adım daha atmalıdır. Kararlılıkla atılan adımlar olmalı bu adımlar. “Biz hainlerin halka daha fazla zarar vermemesi için tedbir aldık, soykırım yapmadık. Hiçbir zaman da yapmayız. Haydi, varsa cesaretiniz açın arşivlerinizi…”

Elveda Ardahan, elveda Ardahanlılar, elveda Ermeniler tarafından şehit edilen vatan evlatları. Hüznümüzü yanımıza aldık, sırtlandık şehitlerimizden aldığımız mesajın sorumluluğunu sırtımıza, ayrıldık Anıt Mezardan ve Ardahan’dan, o güzel insanlardan. İstikamet Ani harabeleri. 
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” demiş ya Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy. İşte tam da öyle. İbret alınmıyor tarihten ve tekerrür etmeye devam ediyor.

Tarihi değerlere sahip çıkmak

Bizler tecrübelerimizi belli bedeller karşılığında elde etmişiz etmesine de, ibret almak için her defasında ille de bedel mi vermek zorundayız? Ecdadımızın tecrübelerinden yararlanmayı hiç mi akıl etmiyoruz? Madem ki bu kadar çileler çektik, bari bunları geleceki nesillere aktaralım. Onların aynı makûs talihe muhatap olmalarına izin vermeyelim. Çocuklarımıza güzel vatanımızı tanıtalım. Adım adım, karış karış tanıtalım. İlkokuldan itibaren yapalım bu işi.  Eski bakan Vehbi Dinçerler anlatıyor: “Bakanlığım sırasında, Japonya’dan gelen bir grup resmi konuğu ağırladım. Sohbet sırasında Japon Heyet Başkanı’na sordum; çocuklarınıza, gençlerinize millî kişiliklerinizi, değerlerinizi nasıl aktarıyorsunuz, onları nasıl eğitiyorsunuz?” 

Japon heyeti başkanı: „Çocuklarımız okula başlamadan önce onları gruplar halinde çok hızlı trenlere bindirerek, 200 km hızla ülkeyi şöyle bir dolaştırırız. Amerikalıların attığı atom bombasıyla harabeye dönen Hiroşima’ya götürürüz onları. Burada onlara deriz ki ‘Çalışırsanız, bizimkilerden daha hızlı teknolojiler geliştirirsiniz. Geriye değil, ileriye gidersiniz. Çalışmazsanız, düşman gelir sadece bir kentinizi değil, bütün ülkeyi bu hâle getirir. Takdir sizin.’ Hepsi bu… Özel bir şey yapmıyoruz...” der.
Ve anlatmaya devam eder: „Sizde de çok önemli yerler var. Meselâ Çanakkale... Gençler ilk mektebe gitmeden bu bölgeyi görmeli. Sizin İtilaf devletlerine karşı gösterdiğiniz kahramanlık bir destan gibi... Gençler bunu iyi bellemeli. Yedi düvele karşı çarpıştınız. Teslim olmadınız. Bunu izah etmek öyle pek kolay olmuyor, Çanakkale Boğazı’nı görmeden, bilmeden, tanımadan…”

Dün Ermeni meselesi bugün Kürt meselesi. Türkiye’nin aslında yok böyle bir meselesi. 1.000 yıllık tarih içinde olmamış da. Yok demekle olmuyor ki, koyuveriyorlar önünüze gayri meşru bir çocuk. Bağlayıveriyorlar elinizi kolunuzu, haydi bakalım ispat edin bu çocuğun sizin çocuğunuz olamadığını… Delinin biri atarmış kuyuya bir taş, kırk akıllı çıkaramazmış o taşı. Onun gibi…

Uçsuz bucaksız ovalardan süzüle süzüle ilerliyoruz, Doğu Anadolu topraklarından. Üzerimizdeki hüzün elbisesini çıkarmak için zaman zaman fıkralar anlatıyoruz, Kur’an okuyoruz, ilahiler okuyoruz ve dualar ediyoruz, türküler okuyarak Anadolu’yu içselleştirmeye çalışıyoruz.   Zaman zaman da kaptanımız Sezgin radyodan dinletiyor Anadolu türkülerini bize. Telefonlardan dinletilen türküler de var:
“Baş koymuşum Türkiye’min yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Emine’m
Mavi boncuk takışına ölürüm

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkârım,
Heybelerin nakışına ölürüm, Türkiye’m”

Ani’deyiz




Sevgi hanım da müsait olduğu zaman, aldığı izlenimlerini, fotoğraflarıyla birlikte paylaşıyor anında sosyal medya üzerinden.  Arkadaşlar birbirlerine indiğimiz yerlerden aldıkları meyvelerden ekmeklerden, çerezlerden ne varsa ikramlarda bulunuyorlar. Bazen hüzünleniyoruz bazen de gülüyoruz işte. Yollar bomboş. Ara sıra kamyon, tır ve birer ikişer küçük araçlar da geçiyor. Şehirler arasında sefer yapan yolcu otobüsü görmedik desek yalan olmaz. 
Derken, ‘İşte şurası Ani harabeleri’ dedi rehberimiz Yasin. Yaklaşıyoruz Ani’ye. Damları toprak evlerin yanından geçiyoruz. Bazı evlerin yapımında kerpiç yerine taş da kullanılmış. Ani’deki tarihi eserlerden sökülen taşlarmış bunlar. Tarihe sahip çıkılmayınca ve tarih bilinci olmayınca böyle oluyor. Belki de çaresizlikten kullanılmıştır. 

Gördüğümüz kadarıyla bu köylere devlet eli değmemiş, o elin sıcaklığının buralarda hissedilmediği belli. Biz o elin sıcaklığını Ardahan’da da hissetmemiştik. Ardahan bir il değil de sanki bir kasaba gibi geldi bize,  bakımsız bir köy demek daha doğru olacaktır. İnsanları kavruk. Yorgun düşmüşler, gülüyorlar ama, sıkıntıları yüzlerinden okunuyor, sanki yaşama sevinçleri kalmamış, yaşamaktan çok ölmeyi düşünüyorlar gibi. 
Ancak samimiyetleri yapmacık değil. Buyurun sizlere ikramlarda bulunalım, misafirimiz olun demelerindeki o samimiyeti görebiliyor, anlayabiliyorsunuz. Karadeniz insanındaki sertlik, kabalık doğu insanında yok. Haksızlık etmeyelim Karadeniz insanına. Aslında onların o sertliğinde de samimiyet var, gizli bir samimiyet. Onları coğrafi şartlar o hale getirmiş olmalı. Gezimiz Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz gezisi olunca, kıyaslama yapmak o kadar zor olmuyor.  

22 ayrı medeniyet kurulmuş Ani’de



Rehberimiz Yasin rica etti ve Ani’yi bize oradaki görevli anlattı. Tebrikler Yasin. Gurur yapmadın ve daha güzel anlatacağına inandığın bir kişiye devrettin görevini. Alkışlıyoruz Türk Eğitim Derneği olarak seni bu erdemli davranışından ötürü. 

Görevli Ani Harabelerini gezmek için en az iki saat gerekir diye söze başladı. Bizim de mesaimizin bitmesine yaklaşık iki saat var. Biraz hızlı yürüyeceğiz. Kendi başınıza gezme yerine bana tabi olursanız iki saatlik süre yeterli olur. Süre başladı. Ani’nin tarihinden başladı anlatmaya görevli. Ayrıca her tarihi eserin veya kalıntısının başında durarak o eserle ilgili bilgilendirme yaptı. Uzun boylu ve hızlı yürüyen birisi. Kendisine ulaşmakta sıkıntı çekenlerimiz oldu: 
“Ani Şehri Kars'a 48 kilometre uzaklıktadır. 961-1045 yılları arasında Aras Nehri'nin Arpa Çay kolu kıyısında vadiye hâkim yüksek bir kayalık üzerinde kurulmuştur. Bitişiğinde Ocaklı köyü, kuzeydoğusunda Tatarcık, batısında Bostanlar deresi vardır. Arpa Çay, Türkiye ile Ermenistan'ı bir birinde ayırır. Ani’nin nüfusunun zamanla 100 bini aştığı ve bazı dönemlerde 200 bine ulaştığı rivayet edilir. 

Sokakları, çarşıları ve bitişik evleriyle, kiliseleri ve camileriyle mükemmel bir şehirdir Ani. Görünür de kederli bir ölüm sessizliğindeki Ani,  22 ayrı medeniyete beşiklik etmiştir.  Ani şimdi, o uygarlıklardan kalan bin bir çeşit ses ve dokuyla yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. 

Kale kapıları




Çok sayıda burçla güçlendirilmiş Ani surlarının uzunluğu 4 bin 500 metre, yüksekliği ise 8 metre kadardır. Üzerinde kükreyen bir aslan kabartması ve Manuçehr tarafından koydurulan kitabenin bulunduğu gördüğünüz şu orta Kapı (Aslanlı Kapı) yedi girişi bulunan kentin görkemli kapılarından biridir. Kuzeyde çifte beden Kapısı (Kars Kapısı), solunda ise taştan satranç tahtası bezemeli Hıdırellez Kapısı yer alır. Acemoğlu, Divin ve Mığmığ deresi (Tatarcık) Kapıları doğuya, Arpaçay’a açılır. Suyolu kapısı, kentin batıya açılan tek kapısıdır. Arpaçay aynı zamanda Türkiye Ermenistan sınırını oluşturur. 
Ani, 10. yüzyılda Bagratoğulları sülalesinden Ermeni hükümdarlara başkentlik yapmıştır. Bunlara Pakraduniler de denir. 1064 yılına kadar Bizans’ın yönetiminde kalan şehir, bu tarihte Selçukluların eline geçmiştir. Ani’nin, İpek Yolu üzerinde olması ticari ve askeri bakımdan önemini bir kat daha artırmıştır.

Şeddadiler

Ani, Anadolu'da Türklerin ilk ele geçirdiği şehir unvanını alır. Fetihten sonra, Sultan Alparslan şehrin yönetimini bir Türk boyu olan Şeddadilere verir ve yoluna devam eder. Şehir tepeden tırnağa onarılır ve ikinci bir yükseliş devri başlar adeta. Şehir Malazgirt Savaşı'ndan yedi yıl önce ele geçirildiği için, hazırlık safhası ve geri karakol olma özelliği ile Malazgirt Zaferi'ne büyük katkıda bulunur. Şehirde, Selçuklu eserleri ile kiliseler yan yana hatta kol koladır. 

Moğol istilası

1190 yılında Ani Gürcülerin eline geçer. Ani'deki Hıristiyan eserlerinin birçoğu bu devirde yapılmış veya onarılmıştır. Daha sonra kent Celayir’i ve Karakoyunlu devletlerinin egemenliğine girmiş ise de, her devirde nüfusu ağırlıklı olarak Ermenilerden oluşmuştur.

Moğollar tarafından 1239 yılında istila edilen ve yakılıp yıkılarak talan edilen Ani'ye, son darbeyi 1319 yılında deprem vurur. Şehir yaşanmaz hale gelir. Depremden sonra her ne kadar ufak bir yerleşim yeri olarak kullanılmaya devam edilse de, terk edilmiş bir şehir görünümünden bir daha kurtulamaz Ani. Ani’yi, harabeye çeviren bir başka, belki de en önemli neden; İpek Yolu'nun önemini kaybetmiş olmasıdır. 
Şimdi bir mezarlık sessizliğine hakim olan, öncesinde ise bir din şehri olan Ani; Kordoba, Bagrat, Byzantion gibi krallılara asırlarca beşiklik etmiş kozmopolit bir metropol aslında. Bunu şehrin göbeğinde kurulan büyük pazar yerlerinden, kervansaraylardan anlamakta mümkün. Ortaçağın en büyük ticaret merkezi olduğu düşünüldüğünde metropol tanımlamasının yerinde olduğu yadsınamaz bir gerçektir. 

Kiliseler




Şehir zaman zaman, defalarca görmüş olduğu saldırılar ve depremlerden dolayı harabe haline gelmiştir. Kentin merkezindeki Ani Katedrali en büyük eserlerden birisidir. 1001 yılında yapılmış olan katedral 1064’de Alparslan tarafından geçici olarak camiye çevrilmiştir. Cami yapılınca da tekrar kiliseye döndürülmüştür.

Arpaçay’a inen kayalıkların eteğinde yapılan bu kilise, Prens Dikran Honents’in yaptırdığı Surp Kirkor Kilisesidir. Gördüğünüz gibi, içi fresklerle süslü kilise oldukça iyi durumdadır. 1036 yılında yapılmış Surp Pirgiç (Halaskar) Kilisesi ise yörede Keçeli Kilise diye bilinir.

1038’de yapılan Surp Hovannes (Apostol) Kilisesi’nden günümüze pek bir şey ulaşamamış. Kuzeybatı tarafında aynı adı taşıyan üç kilise daha bulunuyor. Bunlardan Surp Kirkor Abugamrents Kilisesi 994’de yapılmış ve Aziz Kirkor Lusaroviç’e adanmış. 

Manuşehr camii

Şeddadoğullarından Ebul Şüca Manuçehr tarafından 1072 yılında yaptırılan bu üç neftli cami, Anadolu’da yapılan ilk camidir. Özellikle tavanı zengin Selçuklu motifleri ile süslenmiştir. Caminin gözcü kulesi olarak da kullanılan 99 basamaklı minaresi Ani’nin çağlar boyu süren önemli konumuna işaret eder. Bir zamanlar uzun kervanların çan sesleri arasında aylarca gece gündüz ilerlediği İpek Yolu üzerindeki 100 bin nüfuslu Krallar Diyarı Ani’de şimdi maalesef hüzün hâkim. Manuçehr Camii’ni o halde görünce içimiz cız etti. Bir tek minaresi ayakta kalmış neredeyse. Anadolu’da yapılan ilk cami bu şekilde mi olur? Vakıflar, Diyanet Vakfı, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, TİKA ne işler yaparlar? Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamını gezdim, gördüm; bu kadar tarihine düşman, tarihine yabancı başka bir millet görmedim ben. 

Tarihi eserler Rusya’ya taşınmış

93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşları’nda 40 yıl Rusların hâkimiyetinde kalan bölge; St. Petersburg Çarlık Üniversitesi'nden Prof. Marr tarafından 250 kişilik bir grup ile şehirde kazı yapılmış ve ne yazık ki, taşınabilir bütün eserler ve birçok fresk Rusya'ya götürülmüştür. 
Ani'nin öyküsü bununla da bitmiyor. Ani bütün bu zengin tarihinin altında bir de yer altı şehri saklıyor. Halk buraya "Gider-Gelmez" diyor. Giriş Resimli Kilise'nin hemen güneydoğusundaki ana kayanın altında bulunuyor. 100 metrekarelik birçok odadan meydana gelen bu "yer altı şehri" hem saklanma yeri hem de devasa bir kiler olarak kullanılmış vaktinde. Şimdi tekrar eski günlerine dönmeyi bekliyor Ani."

Ani ile ilgili bir efsane 

Bir de efsane anlatılır Ani hakkında: “Bir ırmağın ayırdığı iki ülke varmış. Birinin tüccarları diğer ülkeye gelir giderlermiş. Onlar iyi tüccarlarmış, dürüst tüccarlarmış. Ülkenin başında da iyi ve dürüst yöneticiler varmış. İyi anlaşırlar, kimsenin hakkı kimsede kalmazmış. Ama bir gün bu dürüst hükümdar ölmüş, yerine başkası geçmiş. Tüccarlar gelip de hükümdarı değişmiş görünce, bakmışlar ki adet usul de değişmiş. Yetimin hakkı yeniyor, masumun malı gasp ediliyormuş. Yargıçların vicdanları alınıp satılıyormuş pazarlarda. Adalet de kalmamış mülk de, kısacası. Kaybettikleri mala akçeye değil de, taşlaşmış bu yüreklere vahlanan tüccarlar “Taş kesilesiniz” diye beddua etmişler. Aniden koca kent taş kesilmiş ve o günden sonra bu isimle anılır olmuş: Ani.”O gün bugündür mabetleri taş, kervansarayları taş, yürekleri taş, saklı bir kenttir Ani. Ve o gün bugündür yerlisi değilse de mutlaka yolcusu vardır Ani’nin.” 

Değerlendirme

Şehirden dışarıya çıktığımızda, hediyelik eşya satan çocuklar çevirdi etrafımızı. Gözleri pırıl pırıl, hediyelik eşyalarımızdan alır mısınız, sadece teşhir ediyorlar, benimkini al, benimkini al diye birbirleriyle yarış içinde değiller. Giyim kuşamları da gayet temiz. Eğitimli oldukları her hallerinden belli. Saygılılar. İşte dedik,  22 ayrı medeniyetin geride bıraktığı asıl eser bunlar… hediyelik eşyalardan aldık. Ben bir atkı aldım. Arkadaşlar renkleri konusunda bana takılsalar da, uzun sürede taşıdım boynumda.



„Ani bir dünya ama dünya bir Ani değil" denilmiş vakti zamanında. Ani'nin böylesine onurlandırılmasının nedeni ise yüzyıllar boyunca değişik ulus ve dinleri bünyesinde toplamasından gelen çok kültürlülüğü olsa gerektir. Türkler, Gürcüler ve Ermeniler bir orkestranın enstrümanları gibi uyum içinde yaşamayı başarabilmiş olmalarındandır. Günümüzün tahammülsüz dünyası düşünüldüğünde, binlerce yıldan beri yan yana duran cami, kilise ve Zerdüşt tapınağı insanı fazlasıyla şaşırtıyor. Bu yanıyla Ani saygıyı fazlasıyla hak ediyor. "Bin bir kiliseli şehir" adıyla anılan Ani'nin, Venedik Avrupa'sını andırdığını söyleyenler hiç de haksız değildirler. 

Devam edecek


Rüştü Kam

16 Eylül 2015 Çarşamba

BAK 07

Gülmeyi unutmuş, sevgiye muhtaç, evinden yurdundan edilmiş insanların elinden tutmak, onların acılarına ortak olmak ve yaralarını sarmak anlamlı bir davranış. Berliner Athletik Klub (BAK) 07 sığınmacılar için kolları sıvamış. Sığınmacıları bulundukları yerlerden otobüslerle taşıyarak kendi sahası Poststadion'da RB Leipzig 2' takımı ile yapacağı karşılaşmaya getirmiş. Almanlar, Türkler ve Araplar tribünlerde yerlerini almışlar. Tezahürat yapıyorlar. Tempo tutuyorlar, hep birlikte alkışlıyorlar takımlarını. Elde edilen gelir Berliner Stadtmission ve Moabit Hilft adlı kurumlara bağışlanacakmış.

Maça gelerek mültecilerle yapılan dayanışmaya destek olan tüm futbolseverlere teşekkür eden BAK 07 Yönetimi, “BAK 07 Kulübü olarak kentimize gelen mültecilerle dayanışmayı sorumluluk ve görev bildik. Futbolun birleştirici fonksiyonu gereği savaşlardan ve baskılardan kaçarak ülkemize sığınan insanların bir gün de olsa iyi dakikalar geçirmelerini amaçladık. Ülkemizde mültecilere karşı saldırılarda bulunanlar Almanya’nın karanlık yüzü. Pazar günü dayanışma gösteren Berlinliler ise bu ülkenin aydınlık yüzüdür” açıklamasını yaptı.

Ne güzel bir organizasyon, ne güzel bir davranış. Mehmet Ali Han ve ekibini tebrik ediyorum. Öncülük yapmış, özveride bulunmuş, yüreğini ortaya koymuş, güzel bir dayanışma.

Bu vesileyle bir daha vurgulamak isterim. Fazla ilgi göstermediğimiz alanlardan biri de spor kulüpleridir. Gençlere hizmet eden, onlara kapılarını açan, onları kötü alışkanlıklardan uzaklaşmaları için tedbirler alan spor kulüpleri mutlaka desteklenmelidir. Sadece mültecilere yardım yapılacağı zaman değil, bu gibi etkinliklerin dışında kalan zamanlarda da sporseverler Türk kulüplerini desteklemelidirler.

Çocuklar aileleri tarafından cinsiyet ayırımı yapılmaksızın spora yönlendirilmelidirler. Onların temel becerilerinin geliştirilmesi, yeteneklerinin tespit edilerek, başarılı sporcuların tespit edilmesi ve yetiştirilmesi gerekmektedir. Yetenekli gençlerimiz tespit edilmeli ve desteklenmelidirler. Bunun için de ailelerin spor kulüplerini sahiplenmeleri ve desteklemeleri, spor kültürüne sahip olmaları açısından önemlidir.

Dolayısıyla ailece aynı heyecanı duyabilecek, başarıyı, yenilgiyi paylaşmayı birlikte hissedeceklerdir.
Böylece spor, kuşaklar arası çatışmayı azaltarak, kaynaşmayı sağlayacaktır. Amacımız iyi ilişkiler sağlamak, iyi insan yetiştirmek olmalıdır. Bir Çin Atasözü vardır: „Her yıl mahsul alacaksan buğday yetiştir, on yılda bir mahsul alacaksan ağaç yetiştir, devamlı mahsul almak istiyorsan insanı yetiştir.“

Her konuda olduğu gibi, çocuğun spora yönelmesinde de ailenin rolü büyüktür. Toplumumuzda kız çocukları ve kadınlar için spor, bir lüks olarak görülmüş ve erkeklere yönelik bir etkinlik olarak yorumlanmıştır. Erkeklerin sportif etkinliklere katılmalarına bayanlara kıyasla daha sıcak bakılmıştır. Kız çocukları sportif faaliyetlerde, fiziki özellikleri ve geleneksel sebeplerden dolayı hep ikinci planda kalmışlardır.

90'lı yıllarda eğitim uzmanı olarak çalıştığım bir kurumda, “kız çocukları için sigara içme salonları açalım” diye tekliflerde bulunmuştum. Tepki ile karşılandım. Amaç sigara salonu açmak değildi elbet. Bilhassa cami cemaatinin kız çocuklarının içinde bulunduğu acıklı durumu önceden gördüğüm için bu teklifi yapmıştım. Teklifim kabul görmedi. Deve kuşu gibi başlarını toprağa gömen aileler bazı gerçekleri ya görmüyor ya da görmek istemiyordu veya kabullenmek istemiyorlardı. Teklifim aynen şöyleydi: “Sizler bu salonları açmazsanız, çocuklarınız gidecek bir salon bulur, oraya gider. Senin açtığın salonda çay kahve içer, sohbet eder, müzik dinler, oyununu oynar, sigarasını içer sonra da eve gelir. Kendi bulduğu salona giderse, sigarasını içer, birasını içer, arkasından başka şeyler içer, sonra da evden gider, tercih sizin” demiştim.  Aradan yıllar geçti. Sorunlarda fazla iyileşme olmadı.

Aynı teklifi bugün yeniden yapıyorum. Mehmet Ali Han’ın yaptığı bu güzel organizasyon beni gururlandırdı ve aynı zamanda umutlandırdı. Bu teklifim Sayın Han’adır. Sayın Han, profesyonellik iyidir, güzeldir, ama bizlerin profesyonellikten ziyade, kendi insanımıza sahip çıkmak gibi bir de görevimiz vardır.  Kız çocuklarımız için de spor yapma imkânları sağlanmalıdır. Onların da spor yapmaları, stres atmaları, sağlıklı kalmaları ve özgüven sahibi olmaları gerekir. Bunun için onlara imkânlar sunulmalıdır. Gençlerimizin, genç kızlarımızın rahatça gidip gelebilecekleri, eğitim amaçlı spor kulüpleri açılmalıdır. Berlin’in her ilçesinde açılmalıdır. Böyle bir çalışmanın altına imza atmak, gelecekte sizlerin hayırla yâd edilmenize vesile olacaktır.
Rüştü Kam

14 Eylül 2015 Pazartesi

ALMANYA’DA DÎNÎ CEMAATLER NE İŞ YAPARLAR? MOCCA 14 SAYI 2012


50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını hâlâ yetiştiremiyorlar.
İmam yetiştiren bir yüksek okul açamamışlar. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya güçleri yetmez mi?
Elbette yeter.
Ancak bu yetişen imam hangi meşrebe göre din anlatacaktır, Kur’an’ı hangi meşrebe göre yorumlayacaktır? Sorun burada yatmaktadır.
Yazıktır, günahtır...!

İslâm’ı din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların rehber edinmeleri gereken kitabın adı Kur’an’dır. Kur’an’ la müslümanları tanıştıran kişiye peygamber denir. O’nu Allah seçmiştir. Seçilen bu kişiler güvenilir kişilerdir. Son elçi olduğu, Seçen tarafından son peygamberdir diye ilan edilen kişinin adı Muhammed’dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi’den 6 asır önce İncil’de ilan edilmiştir. Bunlar Elçi’dirler, kendilerine emanet edilen ‘’Emanet’e’’ birşey ilave edemezler ve O’ndan birşey eksiltemezler.
Dinler insanların dünya hayatını dizayn etmek için gönderilirler. Arzulanan, ahiret haya- tının mutlu bir hayat olarak devam edebilmesidir. Bu gaye için bir dizi ön şart sıralar Allah, Elçi’ye emanet ettiği  Kitap’ta.
İbadetler, emir ve yasaklar bu ön şartları oluştururlar. Cemaat olarak yaşamak bu ön şartlardandır.
Cemaat topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler daha ziyade insanların dünyada mut-lu bir hayat sürebilmeleri için konulmuştur:
-Barış içinde yaşanacaktır.
-Zulüm yapılmayacaktır, Zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime ağırlık verilecektir.
-Komşuların hakkı korunacaktır.
-Adaletle muamele edilecektir.
-Doğa korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza edilecektir.
-Fakirler gözetilecektir.
-Kurumlaşılacaktır v.b.
Cemaatleşmenin amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarda zikredilenler. Dinî kaynaklı olan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme Allah’ın emridir. Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi çalışmalar güçlerin birleşmesiyle yapılır. ‘’Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.’’ (Âl-i İmrân 103)

Fırka-i Naciye
Günümüzde cemaatler güçbirliği yapmak için değil, sanki güçbirliği yapanları zayıflatmak için oluşturuluyorlar. Dinî cemaatler bu amaca uygun olarak kurduruluyor. Almanya’da hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bir bakarsak; onların Allah’a kul değil kendilerine üye yetiştirmekle meşgul olduklarını görürüz. İstisnalar her zaman vardır elbette.
Cemaat başkanı veya hocası, kendisinin dışındaki dinî cemaatlerin yanlışlarını anlatır cemaatine. Kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatidir. Yani fırka-i naciye kendi cemaatidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren topluluk demektir. Güya son Elçi: ‘’Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, içinden bir tanesi kurtuluşa ere- cektir, 72 si dalâlettedir.’’ buyurmuştur.
Almanya’daki dini cemaatler ne iş yaparlar diye bakarsak; ‘’Kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız’’ın hesabını yaptıklarını görürürüz. Camide çocukların okutulması da aynı amaca yöneliktir.
Samimiyetle, canını dişine takarak hizmet eden, sadece Allah rızasını gözeten gerçek mü’minler bu dairenin tabii ki dışındadırlar. Allah onlardan razı olsun, onların yâr ve yardımcısı olsun. Ne mutlu o Allah dostlarına...

Bazı cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır, kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek anlatılır. Sinevizyon gösterileriyle inananların duyguları harakete geçirilir. Hedef duygu sömürüsü yaparak daha çok para elde etmektir. Bu cemaatlerın hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak hizmet yoktur desek yeridir.

Çocukları, pedagojik formas yonu olmayan hocalar okutur genel olarak
Bazı camilerde bir hoca 50-60 çocuğu bir iki saat içinde okutmak zorundadır. Bir çocuğa düşen zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki üç çocuğu aynı anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek istenmez. Çünkü, toplanan paralar camilerde kalmaz, genel merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar yaptıkları hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner. Çarkın yanlış döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı dillendirenler hemen görevden alınırlar. Hem de çeşitli iftiralar atılarak görevden alınırlar.

Dinî cemaatlerin :
-Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur’an öğretmeni, dindersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Hukuk büroları yoktur.
-Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur.
-Yani gelecekleri yoktur...

Topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler onlar. Bazen bu paralar, Somali’ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan’a yardım diye çıkar, bazen Filistin’e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Özel olarak kurulmuşlardır. Yıllardan beri ne Afganistan’ın problemi çöçözülmüştür, ne Filistin’in, ne Çeçenistan’ın... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz.

Sorumsuz sorumluların bu tutumu yüzünden; dinî cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek ortak çalışma içi-ne girememektedirler. Meşrep çalışmaları dinî hizmetlerin devamlı önünde tutulmaktadır. Olmazsa olmaz olan, din değil de sanki meşrepmiş gibi hareket edilmektedir.
Örneğin, 50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri yetiştirememektedirler. İmam yetiştiren bir yüksek okul açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi meşrebe göre din anlatacaktır, Kur’an’ı hangi meşrebe göre yorumlayacaktır? Sorun buradadır. Yazıktır, günahtır.

Dinî cematler birbirlerinin ayağına basmayı bırakarak, en kısa zamanda bir araya gelmeli ve bu gidişe dur demelidirler.

Türkiye’den getirilen geçici hocaların çoğu, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz para kazanarak, ceplerini doldurarak geriye gitmeyi düşünüyorlar. Etliye sütlüye karışmadan zamanlarını doldurmak istiyorlar. Bu yüzden ciddi çalışmaların altına imza atamıyorlar. Cami derneklerinin de işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap. Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor. Tekerin önüne taş koymak isteyen olursa, ona da haddini bildirmek o kadar zor olmuyor.
20 yıl öncesinde camiler Ramazanlarda, Cumalarda dolup taşardı. 20 yıl sonrasında ilave cami yapılmamasına rağmen camilerdeki tutulan saflarda boşluklar olabiliyor. 20 yıl önce doğan çocuk bugün 20 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin olduğunu düşünürsek, bugün cami- lerin cemaati almaması grekir.

Bu duyarsızlık böyle devam ederse 20 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır. Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra gelen nesil çekecektir.

Kendi çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, Afrika’ya el uzatmak ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa, birgün et yese ne olur yemese ne olur... Allah buyurur ki: ‘’Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde bırakırım.’’ (Yunus 100)

Kiliselerin:
-Papaz yetiştiren yüksek okulları vardır.
-Vakıfları vardır.
-Sosyal konutları vardır.
-Danışma merkezleri vardır.
-Meslek okulları ardır.
-Televizyonları, dergileri vardır.
-Yayınevleri vardır.
-Araştırma merkezleri vardır.
-Meslek okulları vardır.
-Hastaneleri vardır.
-Üniversiteleri vardır.v.b.

Müslüman cemaatlerin ise:
-Tarihe mal olmuş şanlı şerefli ataları vardır (!)
-Dedeleri müftüdür (!)
-Kalpleri temizdir (!)
-Somali’leri vardır (!)
-Filistin’leri vardır (!)
-Afganistan’ları vardır (!)

Ancak, kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir, meyhanelerdedir, hapishanelerdedir. İş ve işçi bulma kurumlarının kapılarında kuyruk- tadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta.
Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
 
 Rüştü KAM

AMAN DİKKAT, YARDIM KURULUŞU ÇIKABİLİR(!)

İnsanların sıkıntılarını, zaaflarını, fırsata çevirmeyi bekleyen profesyoneller var. Yardım kuruluşu adıyla örgütlenmişler bunlar. Dikkatli olmak lazım. Almanya'ya gelen Suriyeli Mültecileri fırsat olarak görüp yardım toplamaya başladılar. Duygu sömürüsü yaparak bu işi yapıyorlar. Reklamlara başladılar. Televizyonlarda, gazetelerde yarış halindeler. İnsanları ajite edecek resimler yayınlıyorlar. Ben bu işi senden daha iyi yapıyorum diye çığırtkanlık yapmaya başladılar. Aman dikkat, kanmayın bu yol kesicilere.

Düşünmek lazım:
1-Bu insanları evlerinden yurtlarından ülkelerinden eden Avrupa, Amerika, Rusya ve 5 büyükler.
2-Bunların eline silah vererek birbirleriyle çatıştıranlar da bunlar.
3-Yardım kuruluşlarını teşvik ederek onlara müsaade vererek Müslümanların cebine el uzatanlar yine bunlar.

Müslümanların ülkelerini işgal ediyorlar, demokrasi adına işgal ediyorlar, vuruyorlar, kırıp döküyorlar, öldürüyorlar, katlediyorlar, gaz bombası atılmasına bile müsaade ediyorlar; sonra da Müslümanlar birbiriyle çatışsınlar diye ellerine silah tutuşturuyorlar. Bu arada ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların karınlarını doyurtmak için de Müslümanların yardım kuruluşu adı altında örgütlenmelerine müsaade ediyorlar. Böylece, açları doyurmak yine Müslümanlara kalıyor. Ne güzel bir oyun değil mi?

Bu senaryoyu görmek lazım. Figüran olmamak lazım. Rol alınacaksa oyunda, başrol oyuncusu olmak lazım. Bırakalım Almanya neyi ne kadar yapacaksa yapsın bakalım, görelim, şahit olalım. Bu konuda Birleşmiş Milletler var, onlar ne yapacak onlara bakalım. Beş büyükler ne yapacak onlara bakalım. Sazan gibi atlamaya gerek yok.

Mülteciler de biraz sıkıntı çeksinler. Acı çeksinler. Kafalarını önlerine koysunlar da biz niçin bu hale geldik? diye düşünsünler. Birbirlerinin acılarıyla acılarını sarsınlar. Sonra da asıl suçlulara sığınma yerine onlara isyan etsinler, baş kaldırsınlar, diklensinler. 12 yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğun sesine kulak verelim: "Ülkemizdeki savaşı durdurun da ben ülkeme döneyim. Avrupa’nız sizin olsun."

Bu ve benzer seslerin yükselmesi ve Avrupa semalarında çınlaması lazım. Bu seslerin kesilmemesi lazım. Çoğalması-artması lazım. Yoksa onlar da üç beş sene sonra acılarını unutacaklar, ülkelerini de unutacaklar ve sonra iyiki bizim ülkemizi işgal etmişsiniz diye Avrupalının önünde selam durmaya başlayacaklardır. Yaklaşık 20 milyon nüfüsa sahip Suriyelinin 10 milyonu mülteci durumda. Onlardean boşalan yerlere kimlerin doldurulacağını merak ettiniz mi? Bakıp göreceğiz.

Bu mesele için sizlerden yardım talebinde bulunan yardım kuruluşlarına sakın itibar etmeyin. Onlara para vermeyin. Camilerde de para toplanacaktır muhtemelen önümüzdeki günlerde, sakın onlara da itibar etmeyin. Böyle olumsuzlukları fırsata çevirenlerin içinde maalesef camilerimiz de var.

'İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım? ' (A’râf 155)

ARTVİN / VENİ VİDİ SCRİPSİ (VIII)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Batum dönüşü Hopa’da konakladık. Otel 5 yıldızlı değil, ama temiz. Sabah balkondan denizi seyretmek çok keyifli. Ancak dalgaların hışırtısına arabaların sesi karışınca işin keyfi kaçıyor. 1978‘de Hopa ile ilgili hatıralarım vardı, Karadeniz fıkrası bir fıkra gibi. Anlattım otobüste arkadaşlarıma:

„Turizm şirketim vardı o zaman, İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencilerini geziye götürmüştüm. Haziran ayı. Sarp Kapısı‘na kadar vardık, otobüsün önünde Yüksek İslâm Enstitüsü yazıyordu. Kahvenin önüne park ettik. Sınırda incelemelerimizi yaptıktan sonra kahvede çay içmek istedik. Kahveci bize çay vermedi, çabuk burayı terkedin“ dedi, kovdu bizi oradan. Kahvedekiler öyle bön bön bakıyorlardı. Kimse sesini çıkarmadı, bakışlarıyla söyleyeceklerini söylüyorlardı zaten. Yapacak birşey yok. Köy onların, kahve onların. Çaresiz terkettik Sarp’ı, döndük Hopa’ya. Şehrin merkezine park ettik otobüsleri. Deniz kenarına doğru ilerlemeye başladık, 5 dakika sonra bizim otobüslerin camlarını indiriverdiler. Taş yağmuru. Rahat 50 genç vardı. Kavga etmek olmaz, işi büyütmemek lazım. Bindik otobüslerimize, doğru Rize‘ye. Rize’de otobüs camı yok. İstanbul‘dan gelmesi lazım. Sipariş ettik. 2 gün bu vesileyle Rize’de kaldık.“

O zamanlar Hopa kurtarılmış bölgeydi. Dev-Genç, Dev-Sol, DHKP-C, Şeriatçılar, Ülkücüler, Maocular, Leninciler… Üniversitelerde, liselerde, hatta orta okullarda  bile bu ayrışmanın var olduğunu biliyorduk ama, halka kadar indiğini bilmiyorduk. Yıl 2015. Hopa’da solculuk hâlâ devam ediyor gibi, ancak bu sefer otobüsümüzün camı kırılmadı. Önünde Yüksek İslâm Enstitüsü yazmadığı için midir yoksa solculuk devam etse de Hopa’da kayda değer değişimler mi olmuştur onu bilemiyorum.

İsmail Yılmaz ayrıldı Hopa’da ekipten. Amcasını hastaneye kaldırmışlar, „O hastanedeyken ben gezip eğlenemem, Adana’ya gitmem lazım.“ dedi. Gelenekle ilgili bir durum. Bazı bölgelerde gelenekleri fazla abartıyoruz gibi. Düşüncesine saygı duyduk. Uğurladık İsmail‘i Adana‘ya…

Tam otelden ayrılırken yanımızda bir binada yangın çıktı. Yurt binası dediler, ölüm haberi gelmedi. Biz yolumuza devam ettik. Allah’a ısmarladık Hopa. Bembeyaz ormanların içinden ilerliyoruz. Akşamdan kar yağmış. Dağlar gelinlik giymiş gibi. Herkes otobüsün camında. Fotograflar çekiyoruz. Mustafa Yücel muavin koltuğundan çekiyor manzarayı. Çok güzel fotograflar çekmiş. Ekibin fotoğraflarını çekmek için görevlendirmiştik onları. Ekipte başka fotoğraf çekmekle görevlendirilenler de var. Gülseren Şentürk, Sebahattin Bozkurt ve Yunus İnci. Ankara’dan Artvin’e kadar üç mevsim yaşadık. Hergün ayrı bir olağandışılık yaşıyoruz. Buna rağmen  herkes memnun geziden.
Rehberimiz Yasin Artvinli. Borçka‘lı. Borçka’ya gelince heyacanlandı, „İşte sağdaki görünen şu ev bizim, ben şuralarda oynardım arkadaşlarımla…şu köprüyü Ruslar yapmış.“ Borçka‘yı ikiye ayıran derenin üstünde devasa bir demir köprü. Sevincine eşlik ettik Yasin’in. Borçka üzerine sorular sorduk. Tur listesinde yoktu ama yine de orada durup bir çay içebilirdik.

Artvin

Artvin‘i Çoruh nehri ikiye bölüyor. Dik yamaçlı uzun vadileri, 3900 metreye kadar yükselen birbiri ardına sıralanmış yüksek dağları, balta girmemiş doğal ormanları, yüksek dağların doruklarında krater gölleri, yeşil yaylaları ile çeşitli turizm değerlerini içinde barındıran otantik bir turizm beldesiymiş Artvin. Bunları Yasin söyledi ve devam etti anlatmatya:
„Artvin eski bir yerleşim yeridir. Artvin'in ismi üç bin senelik tarihi boyunca çok defa değişmiş. 1956'da Artvin olmuş. M.Ö. 3000 yıllarında Orta Asya'dan göç ile gelen Türk kavimlerinden Hurriler, Artvin'e yerleşmişler. Alparslan'ın 1071 Malazgirt Zaferine kadar Türklerin Anadolu'ya göçleri devam etmiş.

İskitler ve Arsaklılar da gelmiş Artvin‘e, sonra Yunan kültürü ile Yunanlılaşmış Artvin. Daha sonra Pontus Krallığı gelmiş. Bizans ile Sasaniler arasında el değiştirmiş. Hazret-i Osman zamanında Emir Habib bin Mesleme emrindeki İslam ordusu, Erzurum Yaylası‘nda Bizans ordusunu yenerek, Çoruh Vadisi ve Artvin'i İslam devletine katmış. Daha sonraları Abbasi halifeliğine bağlı Oğuz Beyliği kurulmuş burada. Selçuklulardan sonra buraya sırasıyla; Moğollar, İlhanlılar, Celayirliler, Karakoyunlular, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakim olmuşlar.

Artvin, Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı Devleti sınırları içine alınmış. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı‘nda Rusya tarafından işgal edilmiş. İstiklal Savaşı‘nda Kazım Karabekir Paşa, Ermeni ordusunu yenince, Artvin 7 Mart 1921'de yeniden Anavatan‘a katılmış. Tarihi Batum-Kars yolu üzerinde yer alan ve Osmanlı dönemindeki adı Livane olan Artvin bir Ortaçağ kentiymiş.
Artvin boğalarıyla meşhur bir ildir. Bundan dolayı simgesi boğadır. Murgul ilçesinde bakır madeni vardır. Tarihte genellikle Livane ve Çoruh adıyla bilinir Artvin. Artvin’de Gürcüler, Hemşinliler, Kıpçak Türkleri, Ahıska Türkleri ve Lazlar birlikte yaşar.

Artvin'in ekonomisini çay, fındık ve son dönemlerde kivi tarımına dayanır. Ayrıca Yusufeli ilçesinde zeytin ve pirinç tarımı yapılmaktadır. Az da olsa narenciye üretimi mevcuttur. Aynı zamanda Karadeniz mısırı, Şavşat ve Murgul gibi ilçelerde ön plana çıkar.

Yöresel çalgılar, kemençe tulum akordiyon, davul ve zurnadır. Artvin yöresinde Bar oyunları ve adı Artvin Barı olan sonradan Atabarı olarak değiştirilen halk oyunu, Artvin ile özdeşleşmiştir.“

Artvin’in içine girmedik. Kültür ve tarih açısından görebileceğimiz fazla birşeyin olmadığını söyledi Yasin. Artvinli olan o. Yapacak birşey yok. Biz de Artvin‘i karşı tepeden seyrettik, fotoğrafını çektik.  İçimize bolbol oksijen çekmeyi de ihmal etmedik. Tepeden Çoruh’u ve Artvin’i seyretmek o kadar güzel ki, ayrılmak ne mümkün. Yasin burada da taviz vermedi prensibinden, “Geç kalıyoruz beyler, haydi otobüse”.

Borçka‘da durup bize çay içirmeyen Yasin Artvin de mi içirecekti. Bu kadarı da yetti bize. Vedalaştık Artvin’le. Biraz sonra Şavşat‘tayız. Şirin bir ilçe. Bir tek caddesi var. Yamacın böğründe kurulmuş şavşat, yokuş aşağı Çoruh’a doğru yol alıyor gibi. İlhami‘yi burada bıraktık. Kardeşi kaymakammış Şavşat’ta. İşinin çokluğundan dolayı olacak ki, önceden haber ettiğimiz halde otobüsü karşılamaya gelemedi. Benzinlikte bıraktık İlhami’yi ve yolumuza devam ettik.

Küçük küçük köylerden geçiyoruz. Damları bembeyaz. Hayvancılıkle geçiniyormuş halk. Arazi yok ki, ekip diksinler. Okuma oranının  Karadeniz’de yüksek olduğunu söyledi rehberimiz. Başka türlüsü olamazdı zaten. Zülfü Livaneli ve Cengiz Kurtoğlu Artvinliymiş.  Ancak, Zülfü Livaneli ben Artvinliyim demezmiş, Konyalıyım dermis. Onun tercihi.

Laşet

Büyük şehrin bireyi kuşatan bütün gerginlik ve gürültüsünden uzakta huzur ve sessizlik içinde çam kokusunu solumak istiyorsanız Laşet’e gitmeniz lazım. Biz köye girmedik. Laşet Motel’de sadece çay içmek için durduk. Muhlamasını da övdü Yasin Laşet‘in. Dağın eteğinde bir Motel, Laşet Motel. Tırmanıyoruz otele ulaşmak için. Bazı arkadaşlar kar topu oynadılar. “Çocuklar gibi şendik” diyorlar ya, işte tam da öyle.  Dışarda kartopu oynamak varken içeri girilir de çay mı içilir?
Doğa bembeyaz. Gökyüzünün mavisi ile doğanın beyazı birleşince çok güzel bir manzara çıkmış ortaya. Tabiata uygun bir şekilde yapılmış, eşsiz güzellikte bir moteldeyiz. Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa olmadan nasıl yaşar. Eğer birgün yolunuz Artvin’e düşerse ve de Laşet’i görürseniz bana hak vereceksiniz.

Biraz sonra kartopu oynayanlar yoruldu. Çok mutluydular. Oturduk masalara. Çaylar geldi. Köfte ekmek yiyenler de var, ama biz muhlamayı tercih ettik. Burada muhlama peynir çeşitlerinden yapılıyormuş, tava önümüze geldi. Muhlama fokur fokur kaynıyor. İçinde mısır unu yok. Farklı bir lezzet.  Hesap istedik, muhlama ve bir çay kişi başı 100 TL. O ha sesleri yükseldi arkadaşlardan. Önceden fiyat sormadığımız için, çaresiz attık elleri cebe. Ama homurtular hâlâ devam ediyor. Bu ne ya… Neye geldik ki buraya, bir muhlama 100 TL mı olurmuş…. derken, Emin çıktı sahneye, “intikam böyle alınır yaaa.” İş anlaşıldı.
Emin işletme sahibiyle anlaşmış ve böyle bir şaka yapmışlar. Çünkü; Zilkale’ye çıkarken, arkadaşlar birden ciddileşmiş, Kemal, Davut ve İsmail, turun çok kötü geçtiğini, organizenin bozuk olduğunu söylemişlerdi. Emin kıpkırmızı kesilmiş söyleyecek söz bulamamıştı. Birşeyler açıklamaya çalışmıştı, beklemediği bir tepki olduğu için toparlayamamıştı. İşin şaka olduğunu anlayınca rahatlamıştı ama, uzun bir süre kendine gelememişti. Böylece intikamını almış oldu. Laşet seni unutamayacağız. Ayla Alpman’ın okuduğu şarkısıyla veda ediyoruz Artvin‘e:

“Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim

Anadolu’m bir yanda yiğit yaşar koynunda
Aşıklar destan yazar dağlarda
Kuzusuna kurduna Yunus'una Emrah'a
Bütün alem kurban benim yurduma

Mecnun'a Leyla'sına erişilmez sırrına
Sen dost ararsan koş Mevlana'ya
Yeniden doğdum dersin derya olur gidersin
Bir başkadır benim memleketim

Gözü pek yanık bağrı türkü söyler çobanı
Zengin fakir hepsi de sevdalı
Ben gönlümü eylerim gerisi Allah kerim
Bir başkadır benim memleketim“

Ardahan

Birdenbire bıçak gibi kesildi o güzelim doğa manzarası. Karşıda bir şehir görünüyor. „Ardahan“ dedi Yasin. Cuma namazına yetişmemiz için kaptanımız Sezgin’e rica ettik „biraz pedela dokunabilir misin?“  kırmadı bizi. Ardahan’ın girişinde bir cami var, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı kalenin hemen dibinde. Eski ve Yeni Ardahan’ı birbirinden Ayıran Kür Irmağı’nın solunda ovaya hakim bir tepede kurulmuş kale, Ardahan kalesi. Kalenin aslında tam olarak ne zaman yapıldığı belli değilmiş. Bir rivayete göre de Selçuklular zamanında XII.yüzyılda yapılmış ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1556’da yenilenmiş. Yasin kale ilgili bilgilendirme yaptı:“ Kalenin duvar örgüsü ve uygulanan tekniği Rumelihisarı’nı andırmaktadır. Kalenin içerisinde mescit ve hamam kalıntıları bulunmaktadır.“
Namaza yetiştik. Cami dolu, imam hutbe veriyor. Bayanların camiye girmesi imkansız.
Bayanlar caminin karşısındaki evin kapısını çalmışlar. Namaz kılacağız müsait yeriniz var mı? demişler. Ev sahipleri çok memnun olmuşlar bu Tanrı nisafirlerinden, el ayak olmuşlar. Hepsi seferber olmuş. Namazlarını orada kılmışlar. Namazdan sonra yemek davetinde bulunmuş ev sahipleri. İşte Anadolu insanı bu. Çok duygulandık bu misafir perverlikten. Kürt Türk’ten, Türk Kürt’ten ayrılır mıymış hiç? Etle tırnak gibi. Müslümanlık gibi  ortak bir dine inanan insanları kim ayırabilir ki birbirinden.

Namazdan sonra cemat de bizleri sahiplendi, sohbet etmek istediler, ikramlarda bulunmak istediler. Sohbet ettik ayaküstü. Cami hakkında soru sorduk. Tarihi bir cami, İzzet Ağa Camii.
Genel kurmay başkanlığı tarafından tamir edilmiş. Sonra da ismi değiştirilmiş. Bu durum cemaatı pek üzmüş. Tamir ettiler diye sevinmişler ama, ismini değiştirdikleri için üzülmüşler. Eski ismi görünmez bir yerde yazılı. Herkesin gördüğü yerde Ordu Camii(1921) yazılmakta. Bu durum bizim de garibimize gitti. Cemaatle vedalaştık ve ayrıldık Ardahan’dan. Ardahanlılar kadınıyla erkeğiyle geldiler otobüsümüzün yanına ve bizi uğurladılar, duygulandık.

Kamuoyunda çokça bahsi geçmiş veya geçmekte olan Ardahanlı ünlüler bazıları şunlar:
Nihat Erim (Eski Başbakan)
Sırrı Atalay (Eski Cumhurbaşkanı Vekili, Adalet Bakanı)
Abdulkerim Doğru (Eski Bakan)
Nevzat Pakdil (TBMM Başkanvekili)
Gürsel Tekin (CHP Genel Başkan Yardımcısı)
Gürbüz Çapan (Eski Esenyurt Belediye Başkanı)
Hülya Avşar (Sanatçı)
Nuray Hafiftaş (Sanatçı)

Coğrafya

İlin kuzeydoğu kesiminde Keldağ, doğu kesiminde Akbaba Dağı, Güney de Allahuekber Dağları ve Kısır Dağları varmış.
Ardahan ilinde çayır-mera alanlarının fazla olması, sanayi merkezlerinin ilden uzak olması ve diğer nedenlerle Ardahan ilinde tarım ve hayvancılık faaliyetleri öne çıkmış.
Elma, armut, mısır, vişne gibi tarım ürünlerinin tamamına yakını Posof ilçesinde yetiştirilmekteymiş.
Ancak endüstriyel tarım yapılmamaktaymış. Tarım ürünlerinin tamamına yakını organikmiş.
Ardahan’da çok sayıda kümes hayvanı beslenmekteymiş, en çok beslenen kümes hayvanı da kazmış. İl genelinde sanayi neredeyse yok denecek kadar azmış.

Kaz

Rehberimiz Yasin’in verdiği bilgiye göre, Kars ve Ardahan kazına tat veren 6 temel özellik varmış. Bunlar; yöredeki suların soğukluğu,  minerallerin zenginliği, binbir çeşit bitki örtüsü, tuzlamada kullanılan kaya tuzuymuş.
Yaz bastırınca kazlar yaylaya çıkarılıyor, havalar soğuyup, yağmurlar düştüğünde yeniden köye indiriliyormuş. Bu dönem genellikle harman sonu olduğundan, kazlar başaklardan toprağa düşmüş tahıl taneleriyle iyice semizleşiyormuş. İlk kar yağdığında ise kesilip tüyleri ve içi temizleniyor, bütün olarak tuzlanıp 10 gün salamuraya yatırılıyormuş. Ardından açık havada, ayazda, güneş ve rüzgâr görecek biçimde asılıp, 30 ile 60 gün süreyle kurutuluyormuş. Tuzlanıp bu yörenin ayazında kalan kaz pastırma halini alıyormuş. Bu yöreye özgü nefis bir tat, Kars-Ardahan kazı. Seyfi bey ile Kars’ta kaz eti yemek istedik,  ama bu isteğimize bir türlü nail olamadık.

Devam edecek


ARTVİNARTVİN
KAPTAN SEZGİNKAPTAN SEZGİN
LAŞET /MUHLAMALAŞET /MUHLAMA
MUHLAMAMUHLAMA
LAŞETLAŞET
ARTVİN/LAŞEDARTVİN/LAŞED
ARDAHAN CUMA NAMAZIARDAHAN CUMA NAMAZI
İZZET AĞA CAMİİ/SONRADAN İSMİ ORDU CAMİİ OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞİZZET AĞA CAMİİ/SONRADAN İSMİ ORDU CAMİİ OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞ
KANUNİ SULTAN SÜLEYMEN KALESİ7ARDAHANKANUNİ SULTAN SÜLEYMEN KALESİ7ARDAHAN
ARDAHAN/CUMA CEMAATIARDAHAN/CUMA CEMAATI
ARDAHANARDAHAN

ÇORUH NEHRİ KENARIÇORUH NEHRİ KENARI
ARTVİNARTVİN
ARTVİN'DE KARTOPU UYUNUARTVİN'DE KARTOPU UYUNU
LAŞED MOTELLAŞED MOTEL
ARDAHAN CUMA CEMAATI İLEARDAHAN CUMA CEMAATI İLE
ARTVİN'İN BİR KÖYÜARTVİN'İN BİR KÖYÜ

5 Eylül 2015 Cumartesi

Muhacirden MÜlteciye



Vahye ilk muhatap olanlardan Müslüman olanlar sıkıntılı günler yaşadılar Mekke’de. Mekkelileri vahiyle tanıştıran Hz. Muhammed başta olmak üzere ona tabi olanlar en acımasız işkencelere tabi tutuldular. Bu işkence 13 sene devam etti. Sonunda mallarını, mülklerini, sevgililerini, analarını babalarını Mekke’de bırakarak Medine’ye iltica ettiler. Tevhid bayrağı’nın altına giren insanlar için o işkence hiçbir devirde bitmedi.  En acımasız şekilde çağımızda da devam ediyor. Afganistan’da, Irak’da, Somali’de, Filistin’de, Mısır’da, Arakan’da Suriye’de … devam ediyor. Hangi sebepten dolayı öldürüldüğünü bilmeyen küçücük çocuklar, yaşlılar, savunmasız insanlar acımasızca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı seyrediyor, hem de konulu filim gibi seyrediyor televizyon ekranlarından, internet sayfalarından.  Dün haberlerde Suriyeli bir genç feryat ediyordu, “Ülkemizdeki savaşı durdurun, biz vatanımıza dönelim, Avrupa’nız sizin olsun” diye. Bütün olan bitenleri özetleyen manidar bir feryad. Yrd.Doç.Dr. Necmettin Kızılkaya konu ile ilgili anlamlı bir makale kaleme almış. Sizlerle paylaşmak istedim. Okuyalım:

“Tarihin akışına yön veren önemli olaylar vardır. Bu olaylar sadece muhataplarını değil bir bütün olarak insanlığı etkilemektedir. Hicret de tarihin gidişatına yön vermiş bu tür hadiselerden biridir. Bu nedenle İslam Tarihi’nde Hz. Peygamber’in (a.s) risâlet ile gönderilmesinden sonraki en önemli hadisenin hicret olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Zira hicret ile beraber sadece Müslümanların değil insanlığın gidişatı değişmiş, yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin sadece Arap Yarımadası’na değil yeryüzünde mevcut olan tüm medeniyetlerin gidişatına önemli tesirlerde bulunduğuna tarih tanıklık etmektedir. 

Hicretin sahip olduğu bu genel etki Müslümanlar söz konusu olduğunda daha da somutlaşır. Bu nedenle Kur’ân ayetleri Mekkî-Medenî şeklinde bir ayırıma tâbi tutulur; Hz. Peygamber’in (a.s) başka din ve kültürlere mensup olan toplumlar ile olan münasebetlerinde iki döneme dair farklı tutumlar sergilediği kabul edilir; şer‘î ahkâmın karakterinin hicret ile beraber farklı bir şekil aldığı görülür. Müslümanların hicreti bu kadar önemsemelerinde birçok etkenden söz etmek mümkündür. Bunlardan biri, Mekke’den hicret eden ve Muhacir olarak isimlendirilen ilk Müslümanlar ile onları bağrına basan Medine mukimleri olan ve Ensar olarak isimlendirilen Müslümanlar arasındaki ilişkidir. 

Muhacir ile Ensar arasındaki ilişkiyi tarihte benzeri olmayan bir yere yükselten en temel husus hiç şüphesiz Medine yerlilerinin, vatanlarını, yuvalarını, ailelerini, akrabalarını, sahip oldukları mal ve mülkü bırakarak kendilerine yönelen Mekkeli Müslümanlara karşı takındıkları tavırdır. Zira Ensar, Mekke’de zor şartlar altındayken ilahî emirle Medine’ye gelen Muhacirleri insanlığın kıyamete kadar gıpta ile anacağı ve benzerini bir daha göremeyeceği bir fedakârlıkla karşıladı. Burada Mekkelilerin yardan ve serden geçerek arkalarına hiç bakmadan ellerinin tersiyle bütün dünyalıkları bir kenara itmeleri kadar, Medinelilerin karşılıksız ve büyük bir fedakârlıkla ortaya koydukları kardeşliğin de altını çizmek gerekir.
Ensar’ın tavrında kardeşliğin baskın gelmesi, Mekke’den Medine’ye gidişi bir göç ve iltica olmaktan çıkarmış, hicrete dönüştürmüştür. Bunda Ensar’ın, Mekke’den gelen kardeşlerine sığınmacı olarak bakmayıp onları Muhacir olarak görmelerinin büyük rolü olmuştur. Bu tutumun bir sonucu olacak ki hicret edenlerden biri olan Hz. Peygamber’i (a.s) kendilerine lider olarak görmüşlerdir. Ne Hz. Peygamber’i (a.s) ne de onunla beraber kutlu yolculuğa çıkan hemşerilerini incitecek bir tutum içerisine girmemiş; aksine onlara birçok kez iltifatta bulunarak bağırlarına basmışlardır. Zira Medineliler Mekke’den gelenlerin bulundukları yerlerde kendileri gibi bir hayat sürdürdüklerinin farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük ticari faaliyetler yaptıklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin asil insanlar olduklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük acılar sonucu kendilerine geldiklerinin farkındaydılar ve her şeyden önemlisi Medineliler Mekke’den gelenlerin ilahî takdir ile kendilerine yöneldiklerinin farkındaydılar. İşte bu farkındalık, hicret edenlerin geride bıraktıkları acıları unutmalarını sağlamıştır. 

Tarihte birçok defa evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalan nice toplumlar olmuştur. Ancak hiçbir ayrılık veya göç, hicret olarak isimlendirilmemiştir. Bunda göç edenler kadar onları karşılayan, onları yanlarına alanların tavrının belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Her göçün arkasında büyük acılar ve onulmaz yaralar bulunmaktadır. Bunları azaltan ve etkisini unutturan tek bir şey vardır: Kucak açanların tutumu. Göç edenlere sığınmacı, mülteci, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanlar gibi muamele edilmesi halinde acıların unutulamayacağı, belki de daha da artacağı aşikârdır. İslam Tarihi’ndeki hicreti iltica ve sığınmadan ayıran en temel husus, daha önce ifade edildiği üzere Ensar’ın tutumudur. Ensar, Muhacir’i çadır kentlere, mülteci kamplarına yerleştirmedi; evlerine yerleştirdi, ocaklarını paylaştı. Ensar, Muhacir’e insanî olmayan bir ücret vererek onları zor işlerde çalıştırmadı; kendi işlerine ortak etti. Ensar, Muhacir’e geri döneceklerini, geçici bir süre kendilerine sığınmacı olarak geldiklerini ima etmedi; onlara Medine’nin aslî unsurları gibi davrandı. Ensar, Muhacir’e yapılan haksızlıklara göz yummadı; hukuku onlara da teşmil ederek adaleti ayakta tutmaya çalıştı. Ensar, Muhacir’i kendi öz nefislerine tercih etti.

İşte bu tutum ve davranışlardır ki üzerinden onlarca asır geçmesine rağmen Müslümanların övündükleri bir kardeşlik destanı tesis edildi. Müslümanlar hicreti ve bunun sonunda ortaya çıkan Ensar-Muhacir kardeşliğini büyük bir övünç vesilesi olarak görseler de bugün onların aynı tutumu sergilediklerini söylemek oldukça güçtür. Hicret edenlere karşı ortaya konan tutum ve davranışlar bir yana, kavramsal düzeyde dahi yuvalarını terk edip kendilerine yönelen insanları mülteci ve sığınmacı olarak isimlendirip ötekileştirmekteler ne yazık ki. Hâlbuki kavramlar zihin dünyasının dile yansıyan somut göstergeleridir. İnsanlar içlerinde ve belleklerinde olanı dillerine dökerler. Dolayısıyla kimi zaman gelişigüzel kullanılan bir kelime aslında belki de bir tutumun bilinçli olmayan bir yansımasıdır. Bu bağlamda her bir kavram bir tavır ve duruşu ifade eder. Muhacir yerine sığınmacı ve mülteci kavramlarının günümüzde kullanılması bunun somut bir göstergesidir. Zira mülteci ve sığınmacı kavramları; bize ait olmayan, ötekileştiren, yüreğe basmayıp minnet ile bazı haklar tanıyan bir içeriğe sahiptir. 

Bu kavramların günümüzde hâkim hale gelmesinde, hicret ruhunun Müslüman toplumlarda unutulmaya yüz tutmasının rolü büyüktür. Zira Müslümanlar, artık muhacirleri mülteci ve sığınmacı olarak görmekte, Allah’ın arzının geniş olduğunu unutmakta ve dışlayıcı bir tutum benimsemektedirler. Oysaki hicret bazı zamanlarda kaçınılmaz hale geldiğinde, her Müslüman’ın başka hiçbir hesap yapmadan yüreğini ve kapısını kardeşlerine açması beklenir. Ancak bu ruhtan uzaklaşıldığı için tarihte örneklik teşkil eden Ensar-Muhacir kardeşliğini bırakın, mültecilerin temel haklarını koruyacak düzenlemeler dahi yapılamamaktadır.

 Müslümanlar bu konuda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (The United Nations Higy Commissioner for Refugees/UNHCR) gibi kurumların programlarını takip etmenin ötesine geçememektedir ne yazık ki! Nazi Almanya’sından kaçarak Amerika’ya sığınan mültecileri korumak için kurulan Hükümetlerarası Mülteci Komisyonu’nun (Intergovernmental Committee on Refugees/IGCR) bir devamı olarak faaliyetlerini sürdüren Uluslararası Mülteci Örgütü (International Refugee Organization/IRO) gibi kurumların yerini alan UNHCR’in, Ensar-Muhacir kardeşliği ruhunu tesis edemeyeceği de ortadadır. Bu kuruluşların tamamı, mülteci kamplarında zor yaşam şartları altında hayatlarını sürdüren insanlara yardım etmeyi ve onlara destek olmayı amaçlamaktadır. Hâlbuki problemin kaynağı, yerini-yurdunu terk edenlerin muhacir olarak görülmeyip mülteci/sığınmacı olarak algılanmasıdır. Müslümanlar için hicret eden insanların dışlanarak kötü muamele görmesi gibi bir durum söz konusu olmayıp aksine muhacirler, geldikleri toplumun asli unsurları olarak görülmelidirler. Ancak günümüzde Müslümanlar ne yazık ki bu üst düzey ahlakî tutumu yansıtmak bir yana, bahsi geçen mülteci kuruluşlarının sahip olduğu bakış açısını dahi yakalayabilmiş değiller. 

Medine’yi medeniyet beşiği ve selamet yurdu kılan, yeni sakinlerine kucak açan ve onlarla bir medeniyeti beraber inşa eden ruhtur. Müslümanlar günümüzde bu ruhtan uzaklaştıkları için artık muhacirden değil mülteciden, kardeşlikten değil sığınmacıdan söz edilmektedir. Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden tesis edilmedikçe hicretin, göçün, ilticanın neden olduğu sorunların çözüme kavuşması mümkün gözükmemektedir.”