29 Ağustos 2025 Cuma

BERLİN BÜYÜKELÇİSİNİ ZİYARET

KANÇILARYA’DAYIM; HAŞGELDİNİZ ZİYARETİ İÇİN TALEPTE BULUNMUŞTUM… Rüştü Kam 27.08.2025 Nereden, ne zaman, nasıl oldu da tarihin karanlık koridorlarında yürümeye başladık onu söylemem oldukça güç; bildiğim şey, o dehlizlerde kendimize ait izler ararken zamanın su gibi sessizce akıp gittiğidir. Tecrübe ile sabittir ki; atılan taşlar aynı kuyuya düşünce zaman mefhumu sıfırlanıyor. O küf kokan koridordan dışarıya çıktığımızda aradan iki saatin geçmiş olduğunu fark ettik. Girdiğimiz yolların bir kısmı çıkmaz sokaktı; ama biz geriye dönüp başka bir kapı aradık ve bulduk da o kapıyı. Bulduğumuz her yeni güzergâhta birbirimize dayanarak bir süre daha ilerledik. Niyet halis olunca… Hoşbeşten sonra, özgeçmişlerimizi anlatarak sohbete yön vermeye çalıştık. Er meydanındaki pehlivanlar gibi el ense çekerek birbirimizi tartıyor ve sohbeti bir yere kanalize etmeye çalışıyorduk. Başardık da. Berlin’den başladık sohbete; önce kentin ritmini tutmaya çalıştık ve güncel dosyaları açtık. Karıştırdıkça kıvam alan bir “aşure” gibi başlıklar çoğaldıkça çoğaldı. Sahadaki pratikleri konuştuk… Derken başlıklar genişledi: Diaspora ve gençler, akademi ve kültür diplomasisi, iş dünyası ve tedarik zincirleri, güvenlik istişareleri ve enerji. Kısa bir Stuttgart parantezinin ardından istikamet tarihe döndü; imparatorluktan cumhuriyete uzanan çizgi, savaşlar, antlaşmalar, göçler ve yeni başlangıçlar. Konu büyüdükçe büyüdü ama üslup serinkanlı kaldı: Hüküm vermek değil, ölçülü bir muhasebe yapmaktı hedeflenen. Gidişattan anlaşılan oydu. Makam odasında, protokolün soğukluğuna düşmeden ciddiyeti koruyan bir hava vardı: Net ama içten, hesaplı ama akıcı. Sorular açık, cevaplar kısa ve yerli yerindeydi. Ziyaretin “hoş geldiniz” mahiyeti, masadaki meselelerin ağırlığını hafifletmedi; tam tersine, konuşulan her başlıkta temsilin dilinin kıymeti belirginleşiyordu. Nasıl olduysa oldu, birden bire yönümüzü Türkiye’ye çevirdik. 23 milyon kilometrekarelik bir imparatorluğun bakiyesinden 783 bin kilometrekarelik bir Cumhuriyet’e uzanan çizgide epeyce yol aldık… Bu daralmanın ardındaki savaşlar, antlaşmalar, göçler ve yeni kuruluşlar; devlet aklının verdiği kararlar ve atlattığı badireler, Türk toplumunun ödediği bedeller tek tek masaya geldi. Konular büyüdü ama üslup serinkanlı kaldı; her eşikte bir kez daha geri çekilip yeniden baktık geldiğimiz yere... Maksat; hüküm vermek değil, ölçülü bir muhasebeydi, dünle bugün arasındaki köprünün taşıyıcılarını görmek, zaafları ve cesurca atılan adımları alkışlamak ve de taşları yerli yerine koymaktı. Üzümcüyü dövmek gibi bir niyetimiz yoktu. Bu çerçevede devam eden sohbetimiz, bir nezaket ziyaretinin sınırlarını aşmadan, tarihin dönemeçlerine yaslanan sükûnetli bir sohbet olarak kayda geçti. Diyeceksiniz ki ne konuştunuz? Neleri konuşmadık ki; Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya; oradan Balkanlar ve Avrupa’ya uzandık-girmediğimiz dehliz, dolaşmadığımız ara sokak kalmadı. Söz, Düyûn-ı Umûmiye’den II. Abdülhamid devrine; Karlofça’dan Ayastefanos’a; tehcir yıllarına oradan Talat, Cemal ve Enver Paşalara; Kut’ül-Amâre’den Libya, Çanakkale ve Yemen cephelerine kadar gittik. Sohbet anlamlıydı, harareti yerindeydi; çoğunlukla konuşan Büyükelçi Sayın Turan olduğu için ben yalnızca ateşi diri tutmak için ocağa arada bir odun attım. Çıralı odun. Gümüşhaneli bir işçi ailesinin çocuğu olan Turan, temsil görevine yakışan sükûnet ve ölçüyle konuşuyor; Berlin’in oldukça ağır dosyalarını -siyaset, ekonomi, güvenlik, kültür ve diaspora-dengeli bir çerçevede ele alıyor. Büyükelçi Gökhan Turan’ın ilk cümlesinden itibaren hissedilen şey, çalışma disiplinine eşlik eden bir mütevazılık; makamın ihtişamını değil, devletin itibarını öne alan bir temsil dilini konuşmasıydı. İki saatin sonunda masada kalan cümle netti: “Türkiye büyük bir devlettir; tökezlediği dönemler olmuştur, ancak bugünün dünyasında saygınlığı olan bir ülkedir.” Bu cümlenin altı, tarihin ağırlığı ve bugünün gerçekleriyle birlikte çizildi. Huzurdan ayrıldığımda hissettiğim, dehlizlerde zaman zaman kaybolmanın verdiği tedirginlik değil; dünün muhasebesini yaparak bugünün imkânlarını aynı masada tartmış olmanın ferahlığıydı. Sayın Büyükelçi; Berlin’e hoş geldiniz…

18 Ağustos 2025 Pazartesi

LOZAN VIII

GİDERKEN DE DÖNERKEN DE ÖĞRENCİ KALMAK -Bir İsviçre (CH) Yolculuğunun Ardından- Rüştü KAM 6.8.2025 4 Ağustos sabahı, oğlum Zülfikâr’la duamızı edip yola revan olduk. “Allah’ım! Yolculuğun güçlüklerinden, üzücü manzaralarla karşılaşmaktan, iyiyken kötüye düşmekten, mazlumun bedduasından ve dönüşte malı ve çoluk çocuğu kötü hâlde bulmaktan Sana sığınırım. Yolculuğumuzu kolay eyle, menzilimize sağ salim varmayı nasip eyle.” Arabaya biner binmez, sanki sıla-i rahime gider gibi bir sevinç doldu içime. Memleket hasreti işte böyle bir şey. Ama bu sene yolun ucunda İsviçre vardı. Çocuklar evden kuş misali uçunca büyüklerin tercihi de değişiyor: Müsaitlerse onlar geliyor; değillerse sen onlara gidiyorsun. “Gurbet içinde gurbet” dedikleri tam da bu. Hatıralar depreşmesin diye yolculuk süresince müzik yerine sesli kitap dinlemeyi tercih ettik; seçimi Zülfikâr yaptı. YouTube bu konuda hayli zengin. Yapay zekâ tarafından okunan kitap ve makaleler henüz zevkle dinlenir seviyede değil; Zülfikâr bu yüzden orijinal seslerle okunanları tercih ediyor. İsviçre’ye varıncaya kadar dört kitap bitirdik. Dönüşte ise sessizliği seçtik: Ne müzik, ne de sesli kitap… Yalnızca lastiklerin yola değen uğultusunu dinleyerek ilerledik. Kavuşmanın sevinci çekilip gidince, yerini ayrılığın ince sızısı aldı. Önce Frankfurt’a uğrayıp kızım Dilruba Hayrunnisa’ya selam verdik. Uzakdoğu seyahatinden hediye olarak getirdiği bibloyu ve hediyelerini teslim aldık. Hasbihal ettik. Bali’yi ve Uzakdoğu izlenimlerini dinledik kendisinden. Sonra Stuttgart’a geçtik. Geceyi orada geçirdik. Dünürlerimi ziyaret ettim; hemşerim Necip Er, eski Berlinli dostlar Metin Kuş ve Kaan Avaz’la buluşup çay-kahve içtik, biraz sohbet ettik, bir camiye uğrayıp öğle duamızı kıldık ve duamızı yaptık. Ertesi sabah yeniden direksiyon başına; İsviçre’ye vardığımızda oğlumla gelinimizin sofrası bizi bekliyordu. Kucaklaştık, hasret giderdik. Sonra da “İsviçre kazan, biz kepçe”; haritada küçük, işlevinde büyük olan bu ülkeyi baştan aşağıya dolaştık. İsviçre, 26 kantondan oluşan bir konfederasyonmuş; her kantonun vergi, eğitim ve günlük ritmi kendine göreymiş. Dört resmî dil konuşuluyormuş: Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romansh. Nüfus kabaca dokuz milyonu buluyormuş; yüzölçümü kırk bir bin kilometrekareyi biraz aşıyormuş. Küçük olmasına küçük bir ülke ama yukarıya doğru katlanarak yükselen dağların yayıldığını düşününce ülkenin ne kadar geniş olduğunu anlıyorsunuz. Bu ülke 1815’ten beri tarafsızmış; tarafsız kalmış mı yoksa tarafsız mı bırakılmış? onu düşünmek lazımdır. Savaşa girmemiş mi yoksa sokulmamış mı? Bunlar cevaplanmayı bekleyen soru işaretleri. Savaşa girmemekle masum kalmak ayrı şeyler. İsviçre, savaşla olan mesafesini bilinçli olarak korumuş veya korunmuş. Her ne olmuşsa olmuş; bir yandan bankacılığı ve sanayisiyle güçlenmiş, öte yandan tartışmaların odağından hiçbir zaman tamamen çıkamamış. Ama şunu teslim etmek gerekir: Ülkenin sokağında düzen, devletinde ciddiyet, insanında sükûnet var. Bern’e vardığımızda bunu daha iyi hissettim. Bern ülkenin başkenti. Aare’nin kıvrımına yaslanan arnavut kaldırımlı sokakları büyük ölçüde trafiğe kapalı; tramvaylar neredeyse fısıltıyla geçiyorlar yanınızdan. Haus der Religion’a da uğradık. Aynı çatının altında cami, kilise, Hindu ve Budist tapınakları bir arada bulunuyor. Hoşgörü mü, iyi bir şehircilik projesi mi? Onu bilemem. Ama biz ikisi birden diyelim. Hoşgörünün de mühendisliği oluyorrmuş; onu burada ayne’l-yakin gördük. Eskiden şarap mahzeni olan yerler bugün kitapçıya, kafeye dönüşmüş. Oturup afogatolarımızı afiyetle içtik. Değişik bir tat. Espressonun içine bir top vanilyalı dondurma eklenerek servis ediliyor. Lezzetli. Fribourg’a geçtiğimizde tabelaların bir yüzünün Fransızca, öbür yüzünün Almanca olduğunu fark ettim. Kantonları kışkırtan birileri yok demek ki İsviçre’de. Olsaydı çoktan birbirlerine girmiş olmaları gerekiyordu. Sen Alman’sın ben Fransız’ım kavgası…Üniversite şehriymiş Fribourg. Kışkırtılmaya da müsait aslında. Ama kavga yok. Kavgayı, menfaat birliği önlemiş olmalı. Katedraller ziyarete açık. Sokak başı kilise. İsviçre denizsiz ama gölleriyle bambaşka bir güzelliğe sahip. Leman’ı, Luzern’i, Zürih Gölü’nü gördükçe suya bakmanın bile bir dua olduğunu düşünüyor insan. Mevlâ’m ne güzel yaratmış her şeyi. Dokunmazsanız her yaratılan kendi yolunda akıp gidiyor. İsviçre şehirlerinde adım başı şehir çeşmeleri var. Dağlardan süzüle süzüle gelen o suyu herkes ücretsiz içiyor. Alp dağlarının tertemiz suyu. Kana kana içmek serbest. Su ticareti yapılmıyor İsviçre’de. İkram ediliyor. Otoyolların kenarında inekler, koyunlar, keçiler otluyorlar. Süt ve et bol. Dört yüzü aşkın peynir çeşidi varmış; Emmental, Gruyère, Appenzeller derken liste uzayıp gidiyor. Üzümlerinde ayrı bir lezzet var. Şarabın çoğu içeride tüketilirmiş, ihraç edilmezmiş. O yüzden dışarıda İsviçre şarabı az bulunurmuş. Saat ve çikolata zaten dünyaca meşhur ama asıl şaşırdığım, ilaç ve biyoteknolojinin bu kadar güçlü olmasıydı. Laboratuvarda kurulan o görünmez emek, Alp Dağlarının eteklerinde görünen refahı besliyormuş demek ki. Bir de finans; parası olan parasını burada koruma altına aldırabilirmiş. Dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, İsviçre’de hesap açtırabilirmişsiniz. Nerden buldun diye sorulmazmış. Kimsecikler de bilmezmiş bu hesabı. Bilgi verilmezmiş ki bilinsin. Böyle bir ülkede değişik mahallenin insanlarını kışkırtan olur mu? Olmaz. Olmuyormuş zaten. Bazı yerlerde anarşik bir ortamdan nemalanır menfaat çevreleri, bazı yerlerde de sükûnetten. İkisinden de nemalanan, menfaat devşiren sermaye çevreleri olunca anarşi olmuyor…Filler tepişmiyor. Filler tepişmeyince arada ezilen de olmuyor. Pahalı mı? Evet. Çok pahalı. Ona göre de kazançlar yüksek. Burada para, önce hizmet satın alıyor: Temiz yol, dakik tren, sakin kuyruk. Bu hizmetlerin bedeli de var elbette; yüksek kiralar, katı kurallar, ücretsiz çöp hizmeti, kimseyi beklemeyen bir dakiklik. Trenin kapısı kapandığında kimse itişmiyormuş; çocuk ağlarsa ondan rahatsız olanlar sadece gülümsüyormuş. Yani sessizlik, suskunluk nezaketin başka bir lehçesiymiş. Sokakta Türkçe konuşurlarken duydum, hem de sık duydum. İsviçre’de “üç yüz bin Türk var” diyenler oldu; o kadar değil diyenler de. Zürih’te bir dükkân, Basel’de bir usta, Lozan’da bir öğrenci… Varlıkları sayıdan daha ziyade hikayeleriyle ön plana çıkıyor Türklerin. Benim hikâyem de, o gün oğullarımla ve gelinimle yan yana yürüdüğüm sokaklarda anlamını buldu; çeşmeden su içtik, peynirlerden tattık, akşam olunca göle yansıyan yakamozlara daldık. Bir de dünyaca ünlü Freddie Mercury’nin müzesinde hatıraları andık…Bohemian Rhapsody’nin stüdyo kayıtlarını dinledik. Basel’de yeğenim Pınar gezdirdi bizi. Peynir çeşitlerinin bol olduğu bir kahvaltı sofrası hazırlamış. ÇAYKUR çayını da unutmamış. Önce Theodore Herzl’in dünya Yahudilerini toplayıp 100 sene sonra kuracağı devlet için ilk kongreyi yaptığı (1897) salonu gördük. Sonra Adalet Sarayını gezdik. Dış duvarında yazan iki yazı dikkatimi çekti: -Wo Einigkeit ist da wohnt Gott = Birlik nerede ise Allah oradadır. -Freiheit steht über Silber und Gold = Özgürlük, gümüşten ve altından daha değerlidir. Ren (Rhein) nehrinin ikiye ayırdığı Basel’in sokaklarını arşınlamak oldukça keyifliydi. O kadar yürüyüşten sonra da acıktık. Pınar, dağın eteğinde müşteri bekleyen Afyonlu bir esnafın açık havada kurduğu işletmesine davet etti. İtiraz etmedik. Açık havada mangal keyfi… İsviçre’den dönüşte şöyle bir hatıra kaldı belleğimde. Sorsalar onu, söylerim soranlara: İsviçre, bir kartpostal değil; her gün yeniden kurulan bir düzen. Biz o düzene bir haftalığına misafir olduk. Yola çıkarken cebimize biraz para koymuştuk; dönerken cebimizde bir ritim kaldı: Tik-tak. Saat gibi sakin, yol gibi uzun, dua gibi derin. Sözün özü: Bu ülke, insana yavaşlamayı ve kendini dinlemeyi öğretiyor, bir okul gibi. Sanki insanın içindeki gürültüyü usulca susturan bir sükûnet yurdu. Yavaşlayan duyuyor, duran anlıyor ve sakinleşiyor ve en kıymetli hatıranın, içimize yerleşen sessizlik olduğunun farkına varıyor.

8 Ağustos 2025 Cuma

LOZAN VI

LOZAN VI LOZAN’DAN YAZIYORUM -Lozan’da Hilafet Gitti, Patrikhane Kaldı- Rüştü Kam – 09.08.2025 Lozan’dayım. Lozan Antlaşması’nın müzakere edildiği ve imzalandığı mekânları geziyorum. “Beau-Rivage Palace” sarayında düzenlenen uluslararası Beau-Rivage Konferansı -bizde bilinen adıyla Lozan Konferansı- görkemli bir sarayda yapılmış. Şu an beş yıldızlı otel olarak hizmet veriyor. Göl kenarında, manzarası etkileyici bir mekân. O günleri, bahçesinde oğullarımla kahvemizi yudumlarken andık. Müzakere salonunda, o günleri hatırlatacak pek bir şey kalmamış. Sadece koridorlarda o döneme ait bazı fotoğraflar yer alıyor. Müzakere salonu ile imza töreninin yapıldığı salon farklı yerlerde. İmza salonu günümüzde müzeye dönüştürülmüş. Ne var ki kapalı olduğu için içeri girip fotoğraf çekme imkânımız olmadı. Koridorlarda dolaşırken, konferanstan sonra o güzel memleketimde meydana gelen o bildik olaylar aklıma geldi. Mesela Halifeliğin kaldırılması. Halifelik niçin kaldırıldı ki; Düşündüm. Zihnimde, Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının tarihsel sürekliliği ile Halifelik kurumunun kaldırılmasının İslam dünyasına etkileri belirmeye başladı. Bir kıyaslama yapayım dedim ve yaptım: Tarih sahnesinde uzun süre varlığını koruyabilmiş iki büyük imparatorluktan bahsediyorum: Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu (Devlet-i Âliyye-i Osmaniye). Roma İmparatorluğu, parçalı bir yapıya sahiptir. Farklı dönemlerde ve zamanlarda farklı yönetim biçimleri ve uygulamalarıyla varlığını sürdürmüştür. Özellikle Orta Çağ’da Batı Avrupa’da engizisyon süreçleri yaşanmış, dinî ve toplumsal baskı mekanizmaları ön plana çıkmıştır. Batı Roma 476’da yıkılırken, Doğu Roma (Bizans) 1453’te İstanbul’un fethiyle sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise tek parçadır. Merkezi bir yönetim yapısına sahiptir. Yaklaşık altı asır boyunca siyasi ve hukuki istikrarını korumuştur. Osmanlının tarihinde, “engizisyon” dönemi bulunmamaktadır. Yoktur ki bulunsun. Bu durum, birçok tarihçi ve düşünür tarafından devletin dayandığı inanç sistemi ve adalet anlayışıyla ilişkilendirilmiştir. Cumhuriyet’in ilanından önce, Osmanlı’nın sona ermesi sürecinde Lozan Antlaşması (1923) ile şekillenen yeni uluslararası düzenin, yalnızca sınır ve toprak meseleleriyle sınırlı olmadığı; aynı zamanda Osmanlı’nın temsil ettiği İslami kimliğin de dönüştürülmeye çalışıldığı bilinmektedir. 1924 yılında kaldırılan Halifelik, İslam dünyasında siyasi bir otoriteden ziyade, birlik ve temsil sembolü olarak önemli bir konuma sahipti. Bu kurumun ortadan kalkmasıyla birlikte Suriye Fransa’nın, Irak ve Hindistan İngiltere’nin, Kuzey Afrika Fransa’nın egemenliğine girmiş; İslam dünyası hem siyasi hem de inanç birliği anlamında ortak bir liderlikten mahrum kalmıştır. Halifelik, her ne kadar tüm sorunları çözecek bir “kurtarıcı” mekanizma olmasa da Müslüman toplumlar arasında ortak kimlik ve aidiyet duygusunu pekiştiren bir çatı işlevi görmüştür. Bu kurumun kaldırılmasının ardından İslam dünyası parçalanmış, ülkeler kendi iç dinamiklerine hapsolmuşlardır. Son yüzyılda Osmanlı mirası, ulusal tarih yazımlarında olumsuz bir perspektifle aktarılmış; “Hasta Adam”, “despotik rejim” veya “gericiliğin sembolü” gibi nitelemelerle ön plana çıkarılmıştır. Bu yaklaşım yalnızca Osmanlı’nın siyasi mirasını değil, onun temsil ettiği kültürel ve dini değerler sistemini de tarihsel hafızada tartışmalı bir konuma yerleştirmiştir. Bir imparatorluk düşünün: Fasılasız, 600 yıl hüküm sürsün, üç kıtada adalet dağıtsın, dini, dili, ırkı farklı olan onlarca milletten bir araya gelen halkı yönetsin, ama mirasçısı olarak sizin eğitim sisteminizde hâlâ onun sadece çöküş dönemi, sefalet yılları okutuluyor, anlatılıyor olsun... Garip değil mi? Neden garip? Çünkü Osmanlı’nın İslam’la kurduğu ilişki, bugünün dünyasında “millî kimlik” inşasına engel oluyor da ondan. Çünkü Osmanlı, sadece bir devlet değildi, aynı zamanda bir ümmet fikrinin somut haliydi. Onu itibarsızlaştırmak, onun bu fikrini toprağa gömmekti. Gömdüler. Evet, içerideki işbirlikçileriyle bunu da başardılar. Bugün İsrail’in, Gazze’yi yerle bir etmesini konulu film gibi izleyen, Doğu Türkistan’da asimilasyona uğrayan milyonlara el uzatamayan, Yemen, Sudan, Suriye v.b. Coğrafyalarda param parça olmuş halde kurtarıcı bekleyen bir İslam coğrafyası var. O, Osmanlı topraklarındaki devletçikler bunlar. Etleri ne butları ne? Döşüne basılmış ve gırtlağı sıkılmış halde, öylece bekliyor, sesi soluğu çıkmıyor, çıksa da kimse duymuyor. Hilafetin kaldırılmasını yalnızca “reform” olarak görmek, bugünün krizlerini anlamamıza engel olur. Oluyor da zaten. Yanlıştır. Bugünden sonra hilafet geri gelmeyecektir; ancak o makamın temsil ettiği birlik, adalet, rehberlik ve itiraz gücü yeniden inşa edilebilir. Bu mümkündür. Sorarım siz kıymetli okuyucularıma: Osmanlı eğer Müslüman değil de Hristiyan bir imparatorluk olsaydı; Alfabesi değişir miydi? Kiliseleri kapatılır mıydı? Manastırları ve vakıfları lağvedilir miydi? Osmanlı, inancından dolayı değil de yalnızca “geri kalmışlığından” dolayı mı tasfiye edildi, yoksa asıl mesele mensubu olduğu dini miydi? Cevabını ben vereyim: Mensubu olduğu diniydi, İslam’dı hedefe konan. Çünkü Lozan’da alınan ama resmi tutanaklara geçmeyen kritik kararlardan biri de şuydu: “Fener Rum Patrikhanesi İstanbul’da kalacak. Üstelik yalnızca kalmakla yetinmeyecek; resmî olarak “ekümenik” (evrensel) sıfatı olmasa da fiiliyatta uluslararası arenada rol oynamayı sürdürecekti.” (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi c.10. s.1-2) Sürdürdü mü? Evet Sürdürdü. Sürdürüyor da. İngiltere Başbakanı Lloyd George’un danışmanı şöyle diyordu: “Hilafet devam ettikçe İslam dünyası birleşme hayali kuracaktır. Türkiye, bu otoriteden arındırılmalıdır.” Arındırıldı mı? Evet arındırıldı. Artık geldiğimiz yerden baktığımızda, Halifeliğin kaldırılmasının doğrudan sonucunu net olarak görebiliyoruz. İslam dünyası liderlik boşluğuna düşmüştür. O tarihten sonra hiçbir İslam ülkesi, ne siyaseten ne de fikren ümmetin öncüsü olmayı üstlenememiştir. Her biri kendi içine kapanmıştır ve milliyetçilik tuzağına düşmüştür. Ümmet, milletlere bölünmüştür. Kıble birdir, secde birdir ama yönler ayrı ayrıdır. Ümmet hastadır. Bu ümmetin Kur’an hastanesinde tedavi edilmesi gerekir. Bugün İslam dünyasında yaşanan dağınıklığın, birliğe duyulan hasretin ve kimlik krizlerinin kökeninde bu hastalık yatmaktadır. Liderlik makamı yıkıldı ama yerine hiçbir şey konulmadı. Ortadoğu’da kurulmaya çalışılan yeni düzen, bu yıkımın üzerine inşa edilmektedir. Tarihçi-yazar Mustafa Armağan, “Lozan bir zafer değil, bir kapanıştır” derken, hilafetin kaldırılmasını da bu kapanışın son perdesi olarak değerlendirmektedir. Ona göre hilafetin tasfiyesi, Batı’nın uzun vadeli hedeflerinin bir parçasıdır: “Lozan’da masada görünmeyen ama asıl pazarlığı yapılan şey, hilafetin kaldırılmasıdır. Batı, Türkiye’nin laikleştirilmesini sadece kendi güvenliği için değil, İslam dünyasının zihin haritasını da yeniden çizmek için istemiştir.” Düşünür ve yazar Yusuf Kaplan da, hilafetin kaldırılmasını medeniyet perspektifinden ele alır: “Hilafetin kaldırılması, sadece siyasi değil; epistemik bir kırılmadır. İslam düşüncesinin merkezi çökmüş, akıl başka yerlere ipotek edilmiştir. Bu, bir tür ruh kaybıdır.” Kaplan’a göre, hilafetin ilgasıyla İslam coğrafyası parçalanmış, her ülke kendi içine kapanmıştır. Bu da emperyalizmin istediği şeydir: Birlik değil, ayrılık. Bu başarılmıştır. Meclis’ten sürgüne gönderilen ve hilafetin kaldırılmasına en sert muhalefeti yapan isimlerden biri de Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'dir. Mısır’da yazdığı “Hilafetin Yıkılışı” adlı eserde şunları yazar: “Türk milleti hilafeti yıkmakla kendi ayağını kesmiş, ümmetin itimadını ve duasını kaybetmiştir. Aslında zalimler, hilafeti değil, İslam’ı hedef almıştır.” Mustafa Sabri Efendi’ye göre, hilafetin kaldırılması, Batı’nın İslam üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmak içindi. Ona göre bu karar, Türk milletine değil, İngiltere’ye hizmet etmiştir. Etmeye de devam etmektedir. Başörtülü, seçilmiş bir milletvekiline (Merve Kavakçı), Türkiye Büyük Millet Meclisinin çatısı altında; “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildirin” diyerek Milletin Meclisinin Kürsüsünden, Millet’e rağmen avazının çıktığı kadar bağıran, yırtınan, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı, aynı zihniyetin ürünü değil midir? Yorumu sizlere bırakıyorum… Devam edecek

7 Ağustos 2025 Perşembe

LOZAN IV

LOZAN IV Güneş-Dil Teorisi: Akıllara Ziyan Bir Uydurma mı, Ulusal Kimlik Kurgusu mu? Rüştü Kam – 5.08.2025 “Bütün Diller Türkçe ’den mi Türedi?” 1930’ların Türkiye’sinde resmi olarak savunulan bir teoriydi bu: Güneş-Dil Teorisi. Mustafa Kemal Atatürk’ün teorisi. İddiaya göre, insanlık tarihindeki ilk dil Türkçe’ydi. İnsanlar güneşe bakarak birtakım sesler çıkarmış; bu sesler Türkçe kökenliymiş. Sümerce, Latince, Sanskritçe, Arapça, Yunanca... Hepsi Türkçe’den türemiş. Yani bütün diller bizim dilden çıkmış! Bu teoriyi ilk duyduğunuzda gülümsüyor olabilirsiniz. Ama mesele yalnızca absürt bir iddia değil, bir rejimin zorla sıfırdan bir kimlik inşa etme çabasıdır. Lozan ile Güneş-Dil Arasındaki Görünmez Hat Lozan, Osmanlı'nın tasfiyesini hukuken tescilleyen bir metindir. Güneş-Dil Teorisi ise bu tasfiyeye psikolojik meşruiyet kazandırmanın aracıdır. Biri tarihle hesaplaşır, öteki dille. İkisinin de ortak gayesi, Osmanlı’yı silmek; yerine yeni bir millet, yeni bir hafıza, yeni bir bilinç yerleştirmektir. O da başarılmıştır. Açık açık yazalım artık bütün olup bitenleri. Körü körüne, el yordamıyla yol almaya çalışmanın anlamı yoktur. İşte geldik ve tosladık duvara, 102 yıl sonra. Bundan ötesi yok. Burası çıkmaz sokak. Güneş balçıkla sıvanmıyormuş demek ki: Güneş-Dil Teorisi bilimsel değil, akıllara ziyan bir iddiaydı zaten. Bu akıllara ziyan iddiayı ne dilbilim destekledi ne tarih ne de antropoloji. Uluslararası akademik camia da bu iddialara oturduğu yerden bıyık altından güldü. Onlar gülüyordu gülmesine de Türkiye’de bu teoriye itiraz etmek suç sayıldı. Fikir babası ve destekçisi Mustafa Kemal Atatürk idi çünkü… Çünkü mesele bilim değil, rejimin psikolojik altyapısını tahkim etmekti. Milletin ecdadı itibarsızlaştırılmış, alfabe değişmiş, hafıza silinmiş kimin umurunda. Yeni bir masal gerekiyordu: Hem laik, hem köklü, hem Batı’dan üstün bir millet tahayyülü… İşte bu teori, o boşluğu doldurdu. Gerçeğin yerine rahatlatıcı bir efsane üretildi. Mustafa Kemal Atatürk, bu teoriyi savundu. Kurultaylar topladı, kitaplar okudu, araştırmalar yaptırdı. Çünkü mesele basitti: Yeni bir devlet kuruluyordu. Bu devletin yalnızca sınırları değil, zihniyeti de yeniden inşa edilmeliydi. Çünkü, Atatürk pragmatikti. Fikirlere değil, sonuca bakıyordu. Güneş-Dil Teorisi, o günün şartlarında işe yarıyordu. Batı karşısında ezikliği azaltıyor, yıllarca süren savaşlardan boynu bükük çıkmış olan halka biz en büyüğüz duygusunu aşılıyordu. 1940’a gelindiğinde teori sessizce gündemden düşürüldü. Ders kitaplarından çıkarıldı, akademik çevrelerde konuşulmaz oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye Batı’ya entegre oldukça bu biz her şeyin başıyız söylemi gülünç taraftar bulmaz oldu ve gülünç kalmaya başladı. Ne bir özeleştiri yapıldı ne de resmî bir açıklama...Günü geldiğinde ıskartaya çıkarılan laboratuvar fareleri gibi. Bu teoriyle birlikte yalnızca alfabe değil, zihin haritası da değiştirildi. Ecdat küçümsendi, dil köksüzleştirildi. Sonra yerine “biz her şeyin başıyız” masalı kondu. Yani bir uçtan diğer uca savrulduk. Ve hâlâ dengeyi bulabilmiş değiliz. Yapılan hamle doğru muydu? Kısa vadede evet: Topluma özgüven verdi, rejime meşruiyet sağladı. Yeni Türk kimliği için eski ve büyük bir tarih inşa edildi. Ama uzun vadede hayır: Çünkü, bilim dışıydı. Eğitim sistemini çarpıttı. Toplumu gerçekle değil, ideolojik efsanelerle besledi. Ve halk ne eskiyi tanıyabildi ne de yeniyi içselleştirebildi. Sonuç: Güneş-Dil Teorisi bir masaldı. Halkı aldatan bir masal. Bu masal, bir milletin geçmişini sıfırlayıp efsanelerle yönetmenin somut örneğidir. Oysa geleceği, efsanelerle değil, hakikatle yürüyen milletler inşa eder. Devam edecek

LOZAN V

LOZAN V Ekonomik Bağımsızlık mı, Gizli Teslimiyet mi? Rüştü Kam – 8.08.2025 Millet olarak yıllardır bize öğretilen bir ezber vardır: “Kapitülasyonlar kaldırıldı… Tam bağımsız Türkiye kuruldu… Lozan bir zaferdir…” Öyledir de… ama bunlar sadece kâğıt üzerinde yazılıdır. Uygulama ise öyle değildir. Sadece isim değiştirilerek uygulama devam ettirilmiştir. Lozan Antlaşması'nın en çok tartışılan başlıklarından biridir kapitülasyonlar. Resmî tarih kitaplarında, okul derslerinde ve pek çok gazete haberinde, köşe yazılarında şu ifadeye sıkça rastlanır: “Kapitülasyonlar kaldırıldı, Türkiye tam bağımsız oldu.” Peki gerçekten öyle mi oldu? Önce Kapitülasyon Ne Demek Ona Bakalım Kapitülasyonlar, Osmanlı Devleti tarafından 16. yüzyıldan itibaren başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa devletlerinin vatandaşlarına tanınan ticari ve hukuki ayrıcalıklardır. İlki 1535’te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransa’ya verilen bu imtiyazlardır. Başlangıçta siyasi ittifak arayışları ve dış ticaretin teşviki amacıyla, sınırlı ve karşılıklılık esasına dayalı olarak tasarlanmıştır. Ancak tarihçi, Halil İnalcık’ın da belirttiği gibi, bu ayrıcalıklar zamanla Osmanlı’nın ekonomik egemenliğini zedeleyen kalıcı bir yapıya dönüşmüştür. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren yerli esnaf ve zanaatkârların aleyhine işleyen bir sisteme evrilmiştir. Avrupalı tüccarların Osmanlı topraklarında vergi muafiyetinden yararlanması, kendi konsolosluk mahkemelerinde yargılanmaları ve serbest ticaret hakkına sahip olmaları, başta geçici bir diplomatik araç olarak görülse de, zamanla Osmanlı pazarının denetimsiz biçimde dışa açılmasına neden olmuştur. Orta Doğu uzmanı, tarihçi Bernard Lewis'in de vurguladığı gibi, imparatorluğun zayıflamaya başladığı dönemlerde bu imtiyazlar, yerli üretimi baltalayan ve dış ticaret dengesini bozan bir dış baskı mekanizmasına dönüşmüştür. Nitekim 19. yüzyılda Avrupa sermayesi, bu sistem üzerinden Osmanlı iç pazarına neredeyse sınırsız erişim elde etmiş; devletin ekonomik bağımsızlığı büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Lozan'da kapitülasyonların kaldırıldığı yazıldı çizildi. Ancak hakikat öyle değildi. Bu ayrıcalıkların yalnızca “adı” kaldırılmıştı; esası, farklı biçimlerde ve yeni isimlerle sürdürüldü. Ekonomist Prof. Dr. Ömer Turan’ın ifadesiyle: “Kapitülasyonlar kalktı ama borçların dış denetimi ve ticari imtiyazlar, yeni sistemde sürdürüldü. Osmanlı’ya verilen ayrıcalıklar bu kez Türkiye Cumhuriyeti’nin eliyle modernleştirildi.” Gerçekten de, dış borçların ödenmesi, yabancı şirketlere maden, işletme ve demiryolu inşa etme haklarının verilmesi aynen devam etti. Bu tablo açıkça şunu göstermektedir: Adı “bağımsızlık” olan bir sistemin içinde Türkiye, hâlâ dış güçlerin ekonomik etkisi altındaydı. Kapitülasyonlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllarca süren ekonomik ve siyasi bağımlılığının sembolüydü. Ancak 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, bu zincirleri koparmadı; sadece görünmez bir iplikle daha zarif bir kılıfa büründürdü. Yani, Lozan, kapitülasyonları kaldırmadı; onları daha zarif bir kılıfla yeniden tanıttı: Ekonomik entegrasyon! Bu anlaşmanın bedeli ağır oldu. Hem de çok ağır oldu. Milli savunma sanayii, uçak sanayii ve araba(devrim arabaları) sanayii gibi bağımsızlık hedefleri, devlet politikalarından tamamen silindi; yerini dışa bağımlılık ve yabancı kontrol aldı. Türkiye’nin özgürlük mücadelesi, askeri ve teknolojik alanda kalıcı müzmin bir esarete dönüştü. 1925 yılında kurulan Türk Hava Kurumu, Türkiye’nin havacılıkta kendi yolunu çizme çabasının öncüsüydü. Ancak 1930’ların sonlarında, bu çaba hızla geri plana itildi. Yabancı ülkelerden satın alınan uçaklar ve teknoloji, yerli üretim projelerinin önüne geçti. 1941’de başlayan Türk Uçak Sanayii projeleri, ilk yerli savaş uçakları için umut verdiyse de, siyasi irade eksikliği nedeniyle bu umut sürdürülemedi, uçaklar Kayseri’de toprağa gömüldü. Bu süreçte Türkiye, kendi savaş uçaklarını üretmekten çok, yabancı teknolojilere bağımlı kalmaya mahkûm edildi. Özellikle Lozan sonrası ekonomik bağımlılık politikaları bu tür yerli girişimlerin önünü tamamen kapattı. Burada Vecihi Hürkuş ve Nuri Demirağ’ı rahmetle anıyoruz. Ruhunuz şadolsun… Bir başka önemli girişim ise 1961’de hayata geçirilen “Devrim” otomobil projesiydi. Türk mühendislerinin büyük emekleriyle tamamlanmöıştı. Ancak daha seri üretime geçmeden siyasi engellere takıldı ve proje rafa kaldırıldı. Bu, sadece bir otomobilin değil, aynı zamanda Türkiye’nin sanayileşme ve bağımsızlık ideallerinin de ertelenmesi anlamına geliyordu. Bugün, ASELSAN (Askerî Elektronik Sanayi;1975) ve TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş.;1984) gibi kurumlar milli savunma sanayiinde önemli başarılar elde ediyor olsalar da, Lozan’ın gölgesinde atılan bu ilk adımların eksikliği hâlâ hissediliyor. Egemenlik, sadece toprak ve bayraktan ibaret değildir; ekonomik ve teknolojik bağımsızlıkla gerçek anlamını kazanır. Maalesef Lozan, bugün hâlâ, Türkiye’nin tam bağımsızlık yolundaki en büyük engel olmaya devam etmektedir. Düyûn-u Umûmiye Devam Etti Osmanlı’dan devralınan dış borçlar da, Lozan’da aynen kabul edildi. Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan bankalarının temsilcileri, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni adeta bir “borç devleti”ne dönüştürdü. 1928’de yapılan yeni anlaşmalarla Türkiye, 1954 yılına kadar Batı’ya borç ödemeye devam etti. Evet bir devlet kuruldu kurulmasına da bu devlet Batı’nın denetiminde kurulan bir devletti. Görüldüğü gibi öyle tam bağımsız falan değildi. Gümrük Politikası Dayatması Lozan’ın en can alıcı maddelerinden biri de, Türkiye’nin beş yıl boyunca gümrük vergilerini artıramayacak olmasıydı. Yani sanayileşme, yerli üretimi teşvik gibi adımlar, Batılı sermayeyi rahatsız etmesin diye bilinçli biçimde ertelenmiştir. Savunma sanayii, Uçak sanayii ve Devrim arabası bu uygulamaya örnek olarak gösterilebilir. Prof. Dr. Mahir Kaynak’ın bu konudaki tespiti çok nettir: “Lozan, Türkiye’yi sanayileşme sürecinde sınırlayan bir ekonomik dizayndı. Gümrük duvarlarını kaldırmak demek, Batı ürünlerine pazar açmak demekti.” Madenler ve Yabancı Sermaye Lozan sonrasında Türkiye’de maden işletmeleri, limanlar ve altyapı yatırımları büyük oranda Batılı şirketlere devredildi. İngiliz, Fransız ve İtalyan sermayesi; demiryollarından tuzlalara, limanlardan telefon işletmeciliğine kadar pek çok alanda fiilî kontrol sahibiydi. Bu durum, “ekonomik bağımsızlık” değil; beyaz kâğıda yazılmış, mavi gözlü bir “Sevr”in başka biçimde sahaya sürülmesiydi. Yeni tip bir ekonomik mandacılıktı bu. Sonuç? Lozan’da sadece hukuk, kültür ve toprak değil; ekonomi de tasfiye edildi. “Kapitülasyon kalktı” denilirken borçlar ödenmeye devam etti; gümrükler Batı’ya açıldı; yerli üretim, zincire vuruldu. Devam edecek

5 Ağustos 2025 Salı

LOZAN III

LOZAN III LOZAN’IN GAYESİ KÜLTÜREL TEMİZLİK MİYDİ? Rüştü Kam – 5.08.2025 Lozan’da verilen bir başka büyük taviz ise Boğazlar meselesidir. Montrö Antlaşması’ndan önceki dönemde, Türk ordusu Boğazlar’dan çekilmiş, yerine yabancıların söz sahibi olduğu bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştur. Düşünün ki savaşta zafer kazanmış bir ülke, İstanbul ve Çanakkale gibi stratejik noktalarda kendi boğazlarını koruyamaz hâle gelmiştir. Boğazlar, uluslararası denetime açılmıştır. Bu durum bile tek başına Lozan’ın gerçek bir “bağımsızlık belgesi” değil, bir dayatma olduğunu açıkça gösteriyor. Tarihî belgeler ve hatıratlar, Lozan’ın zafer değil bir uzlaşma ve dayatma antlaşması olduğunu kanıtlayan ifadelerle doludur. Rıza Nur, o günlerde yaşananları kendi hatıratında açık açık yazmış; İsmet Paşa’nın imza öncesi yaşadığı tereddütlerden, İngilizlerin dikte ettiği hükümlere kadar birçok ayrıntıyı kayıt altına almıştır. İstiklal Marşımızın şairi yani Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da Lozan’a tepkisi şöyle olmuştur: Mehmet Akif’in Lozan’a Sessiz Feryadı Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Marşı’nı yazdıktan sonra kendisine sunulan tüm unvanları ve siyasî teklifleri geri çevirmiş, kısa süre sonra da Mısır’a gitmiştir. Onu bu hicrete zorlayan şey yalnızca hastalığı, yorgunluğu ve polisin onu suçluymuş gibi sürekli takip etmesi değil, ya da yorgunluğu değil; Türkiye’nin Lozan sonrası yönelişinden duyduğu derin bir hayal kırıklığı idi. Akif, Lozan’ı yalnızca bir sınırlar antlaşması olarak görmüyor, “milletin ruh köküyle bağlantısının koparıldığı bir eşik olarak görüyordu. Yakın dostu ve Safahat’ın yayıncısı Eşref Edip, yıllar sonra kaleme aldığı hatıratında onun şu sözlerini aktarmıştır: “Vallahi bu vatan göz göre göre batırılıyor. Lozan’da masaya yatırılan sadece topraklar değil, milletin ebedî haklarıdır!” Ayrıca, Büyük Doğu fikrinin şairi Necip Fazıl Kısakürek de Lozan Antlaşması’nı sık sık eleştirmiş ve Lozan’ı “Türk milletine zorla giydirilmiş dar bir cekete benzetmiştir. Ona göre bu ceket milletin tarihine, ruhuna ve hedeflerine uygun değildir; Türkiye’nin hareket kabiliyetini sınırlandıran, dayatılmış bir hukukî ve siyasi kalıptır. Necip Fazıl, Lozan’ı bir “zafer” olarak gören resmi söyleme karşı çıkarak, Büyük Doğu ideolojisi çerçevesinde bu antlaşmayı “tarihî bir pranga”, “Türklüğün manevî hamlesini boğan batıcı vesika” olarak niteler. Alfabe Değişikliği: Hafızayı Kazımak Lozan Antlaşması’nın henüz mürekkebi kurumadan, beş yıl gibi kısa bir sürede (1928) harf devrimi yapıldı. Harf İnkılabı adı verilen bu operasyon, “çağdaşlaşma” söylemleriyle süslendi; bürokrasiye, basına ve okullara “Batı’ya kapı açılıyor” denildi. Fakat içeride olan biten, Falih Rıfkı Atay’ın deyimiyle bir “suskunluk devrimi”ydi: Devlet kendi arşivlerini okutamaz hâle geliyor, millete kendi geçmişi “yabancı dilmiş” gibi gösteriliyordu. Atay’a göre, harf devrimi: Topluma dayatılan bir devlet projesiydi. Eğitim altyapısı ve hazırlık süreci yeterince planlanmadan hızlıca hayata geçirildi. Eski Osmanlı alfabesini bilen kuşakla yeni Latin harflerini öğrenen kuşak arasında keskin bir kültürel ve entelektüel kopukluk yarattı. “Harf devrimi, bir anda milletin tarih ve kültürle bağını kesen büyük bir kırılma oldu.” (Falih Rıfkı Atay (Yorum, 1930’lar) İsmet İnönü’nün Paris’te bir gazeteciye söylediği ve Şevket Süreyya Aydemir’in de aktardığı şu cümle aslında tüm zihniyeti ortaya koyar: “Lozan sadece siyasi sınırları değil, medeniyet sınırlarını da belirlemiştir. Biz artık Doğulu değiliz.” Bu, sadece “Arap harflerini bırakıyoruz” demek değildi. Medreselerin kapanmasıyla birlikte kadim ilmî damar kesildi; kütüphaneler sessizliğe gömüldü; dede torununa mektup okuyamaz oldu. Hafıza zinciri Bernard Lewis’in sözünü ettiği “geçmişle araya duvar örme” stratejisiyle koparıldı. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Maziden kopmak, hafızayı kaybetmektir; hafızasını kaybeden millet artık başkasının kurgusuna mahkûmdur.” Dünyada bu ölçekte bir alfabe kopuşu neredeyse yoktur. Japonlar üç farklı yazı sistemini koruyarak modernleşti. Çin, karakterlerini sadeleştirdi ama kökünü bırakmadı. Yunan dünyası hâlâ binlerce yıllık alfabesini kullanır. Pek çok ülke, modernleşmeyi hafızasını silmeden yaşadı. Peki Türkiye neden “tamamen yeni bir alfabeye” mecbur bırakıldı? Şerif Mardin, bu soruya “milli kimliği yeniden inşa etme” cevabını verir. Ona göre alfabe değişimi, eski ile yeni arasında geçiş değil, tam anlamıyla bir “kültürel kopuş” projesidir. Şerif Mardin, özellikle merkez-çevre, kültürel kopuş ve modernleşme tartışmalarında Latin harflerine geçişi sadece teknik bir reform değil, “ulus-devletin milli kimliği yeniden inşa etme stratejisinin kilit adımı” olarak yorumlar. Mardin’e göre: Harf devrimi, Osmanlı'nın hafıza dünyasına açılan kapıyı kapatmış, yeni rejimle eski rejim arasındaki süreklilik fikrini tasfiye etmiş, toplumu kendi tarihsel ve entelektüel birikiminden kopararak radikal bir kültürel kırılma yaratmıştır. Bu yönüyle Mardin, alfabe değişikliğini bir “geçiş” değil, bilinçli bir “kültürel kopuş projesi” olarak görür. Stanford Shaw ise bunu daha ileri götürür: “Harf devrimi, Lozan’ın kültürel maddesi olarak okunmalıdır.” Çünkü dil giderse hafıza gider; hafıza giderse kimlik tartışılmaz hale gelir. Sonuç açıktır: Alfabe değişikliği, Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin sembolü değil, geçmişle bağları kökten kazımanın cerrahî operasyonudur. Bu operasyon başarıyla yürütülmüş; eski alfabeyi bilen nesil ölünce geriye, kendi mezar taşlarını bile okuyamayan bir toplum bırakılmıştır. Osmanlı’dan Kaçış Lozan’dan sonra masaya sadece haritalar değil, tarihin kendisi de yatırıldı. “Millî tarih yazımı” adı altında Osmanlı, resmî söylemde “gerici, çağdışı, çürümüş” bir imparatorluk olarak takdim edildi. Devlet, deyim yerindeyse kendi köklerini kesmek suretiyle yeni bir kimlik inşa etmeye koyuldu. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle, “tarihe ideolojik müdahale” dönemi başlamıştı. Selçuklu neredeyse yok sayıldı, Osmanlı küçümsenerek “çöküş hikâyesi”ne indirildi; onun yerine “Orta Asya’dan gelen üstün ırksal soyluluk” iddiasına dayanan tarih modelleri (Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi vb.) sahneye sürüldü. Doç. Dr. Alev Alatlı’nın uyarısı bu bağlamda manidardır: “Bir millet, kendi geçmişini inkâr ederek geleceğe yürüyemez. Lozan’ın ardından yazılan tarih, geçmişi değil, projeyi anlatır.” Erich Jan Zürcher, bu durumu “geçmişi itibarsızlaştırarak yeniyi meşrulaştırma” tekniği olarak okur. Gerçekten de Lozan’la kurulan yeni düzen yalnızca ülkenin sınırlarını değil, hafızasını da baştan şekillendirdi. Osmanlı anayasal yapısı ortadan kaldırıldı, yerine Fransız ekollü kanunlar getirildi; eğitim Maarif teşkilatının kontrolüne geçti; hilafet lağvedildi; saray geleneğiyle birlikte klasik musikî ve kültür hayatı tasfiye edildi. Şevket Süreyya Aydemir bu süreci, “bir uygarlığın yerini başka bir uygarlıkla değiştirme” teşebbüsü olarak niteler. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, yalnızca rejim değişikliği değil, kültürel bir kopuş projesiydi. Bu süreçte: Osmanlı’yı 600 sene ayakta tutan adaleti emreden şeriata dayalı hukuk sistemi kaldırıldı, yerine Batı kaynaklı ceza ve medeni kanunlar getirildi. Geleneksel medrese eğitimi kaldırıldı, Maarif Bakanlığı’na bağlı modern okullar kuruldu. Hilafet kurumu lağvedildi, devletin dinî meşruiyet dayanağı ortadan kaldırıldı. Saray gelenekleri, Türk musikisi ve estetik anlayışı devlet eliyle geri plana itildi. Türk musikisinin öğretimi 1926’dan 1976’ya kadar devlet okullarında yasaklandı. Şevket Süreyya Aydemir bu köklü dönüşümü şöyle özetler: “Bu, bir uygarlığın yerine başka bir uygarlığı geçirme teşebbüsünden ibaretti.” Sonuçta, tarih “olanı anlatma sanatı” olmaktan çıktı, “olması isteneni yazma aracına” dönüştü. Bu nedenle millî tarih kitapları, Osmanlı’yı değil; Lozan’ın ruhuna uygun düşen cumhuriyet projesini anlattı. Geçmişle bağlar kesildikçe, hafızası zayıf, sorgulamayan, yönlendirilebilir bir toplum modeli ortaya çıkacaktı- tıpkı istenildiği gibi. O da oldu. Cemil Meriç yıllar sonra bu “resmî tarih”e karşı çıkarak “geçmişini dışlayan bir millet, geleceğini başkalarından dilenir”diye haykırıyordu. Halil İnalcık ise Osmanlı’nın “terakki fikrini öldüren değil, aksine Batı’nın önüne geçen” bir imparatorluk olduğunu vurguluyordu. İsmail Kara’ya göre gerçek sorun “Osmanlı’da gerilik değil, modern cumhuriyetin kurucu kadrolarının geçmişi şuurlu bir şekilde reddetmesidir.” Tarık Zafer Tunaya da “tarih, ideolojik amaçla yazıldığında hatırlatmak için değil unutturmak içindir” diyerek asıl yaraya parmak basar. Kültürel Temizlik: Kılık Kıyafet ve İsimler Lozan’ın ardından, hızla kılık kıyafet yasaları, şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, soyadı kanunu gibi bir dizi toplumsal dönüşüm dayatıldı. Bunların çoğu bir milletin görünümünü ve kimliğini değiştirmeyi amaçlıyordu. Sosyolog Prof. Dr. Erol Güngör konu ile ilgili olarak şöyle der: “Bir milleti dönüştürmek istiyorsanız, önce onun günlük hayatına ve sembollerine müdahale edersiniz. Lozan'dan sonra olan tam da budur.” Lozan sonrasında haritalar kadar tarihin kendisi de masaya yatırıldı. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, yeni bir ulus-devlet kurabilmek için Osmanlı geçmişinin gölgesinden çıkılması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle “millî tarih yazımı” projesi devreye girdi. Altı asırlık imparatorluk, resmî söylemde “çağdışı, geri kalmış, çöküş hâlindeki bir düzen” olarak sunulmaya başlandı. Böylece yeni rejim, kendini “bu mirası tasfiye ederek modernleşmenin önünü açan ilerici güç” olarak tanımlayabildi. İlber Ortaylı’nın “tarihe ideolojik müdahale” dediği bu dönemde, tarih artık ne yaşandıysa onu anlatan bir alan olmaktan çıktı; yaşanması arzu edilen kimliğin bir inşa aracına dönüştü. Önce Selçuklu Devleti, ders kitaplarından neredeyse yok edildi. Ardından Osmanlı da yalnızca “son dönemde çöken ve tarihten silinen bir imparatorluk” olarak öğretilir hâle geldi. Bunun yerine, “Türkler Orta Asya’dan dünyaya medeniyet taşıyan üstün bir ırktır” fikrine dayalı Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi yeni tarih kuramları benimsendi. Böylece toplumun geçmişle kurduğu bağ kesildi; yerine yepyeni, devlet eliyle tasarlanmış bir tarih bilinci yerleştirildi. Sonuç? Lozan, sadece bir diplomatik metin değil, bir zihinsel tasfiye planıydı. Devletin adı değişti, yazısı değişti, tarihi yeniden yazıldı, dili budandı, dini susturuldu. Kimlik yeniden biçimlendirildi. Ve bütün bunlar ‘zafer’ adı altında sunuldu. Devam edecek

1 Ağustos 2025 Cuma

LOZAN II

LOZAN: KAZANAN OSMANLI, İMZALAYAN BAŞKASI (II) Rüştü Kam – 31.07.2025 Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Düşman Anadolu’dan atılmış, cephelerde zafer elde edilmişti. Ancak barış masasına oturulduğunda karşımızda yine aynı devletler vardı: İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan… Savaşta mağlup ettiğimiz bu güçlerle, sanki eşitmişiz gibi masaya oturduk. Ve o masa, zaferin değil, teslimiyetin masasıydı. Sanki zaferin sahibi biz değilmişiz gibi, mağlup ettiğimiz devletlerle eşit şartlarda müzakere masasına oturduk. O masa, bir galibiyetin taçlandığı yer değil; kazanılmış bir savaşın siyaseten geri verildiği bir teslimiyet masasıydı. Evet bu masa iyi kamufle edilmiş bir hezimet masasıydı. Çünkü o antlaşmayla biz sadece toprak kaybetmedik; hukukî devamlılık da kesintiye uğradı. Osmanlı Devleti Kurtuluş Savaşı'nı veren taraftı, Başkomutan hâlâ Padişahtı. Kutü’l-Amâre’de 12 bin İngiliz esir alınmış, Anadolu’da Yunan ordusu denize dökülmüştü. Ancak masaya oturan heyet, bu zaferi sahiplenmek yerine, yeni bir devlet adına imza attı. Osmanlı'nın mührü yoktu o anlaşmada, Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı, Padişah devre dışı bırakılmıştı. Hukuken Osmanlı devleti hâlâ varlığını sürdürürken, Lozan'da konuşan Osmanlı değil başka bir yapıydı. Lozan, işte tam da bu kırılmanın adıdır. Padişah’a ihanet…! 600 sene dünyaya adaletle hükmeden Osmanlı’ya ihanet…! Lozan, Sevr’in alternatifi değildir. Sevr’in makyajlanmış versiyonudur. Musul Masada Kaybedildi, Yanında Kerkük'ü de Götürdü Lozan’daki en büyük kırılmalardan biri de Musul’dur. Musul’dan vazgeçtik, çünkü masada bizi temsil edenler vazgeçmek üzere görevlendirilmişti. İngiltere, savaşacak durumda değildi. Kutü’l-Amâre’de ağır bir hezimet yaşamış, Anadolu’daki direnişe boyun eğmişti. Ancak masa başında zaferini geri aldı. Lozan’da Musul görüşmeleri ertelendi. Daha sonra mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Sonuç: İngiltere kazandı. Neden? Çünkü o günkü heyet, kendi milletinin haklarına değil, Batı’nın çizdiği sınırlara sadakat gösterdi. Musul’la birlikte Kerkük’teki Türkmen coğrafyası da gözden çıkarıldı. Böylece sadece petrol değil, bin yıllık kültürel hafıza da kaybedildi. Lozan sadece bir haritadan ibaret değildir. Lozan, bir milletin ve bir imparatorluğun jeopolitik olarak daraltılmasıdır. Bu antlaşmayla yalnızca Musul, Kerkük, 12 Ada kaybedilmedi; Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan stratejik etki alanı da tasfiye edildi. Kurtuluş Savaşı'nı cephede kazandık, düşmanı Anadolu'dan kovduk. Ama mesele sadece savaş meydanında bitmemiş. Asıl oyun, diplomasi masasında kurulmuştu. Sahada hezimete uğrayan İngiltere, masada bütün kartlarını yeniden dağıttı. Ve biz, maalesef o masada zaferin değil, teslimiyetin temsilcisi olduk. Lozan’da Musul meselesi doğrudan çözülmedi. Görüşmeler ertelendi, İngiltere’nin talebiyle konu Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. O cemiyet ki, dönemin emperyal güçlerinin oyun sahasıydı. İngiltere’nin kendi eliyle kurduğu, kendi eliyle yönettiği bir masa… O masada Türkiye'nin temsilcileri Musul için ne ağırlık koyabildi ne de direnç gösterebildi. Netice mi? 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul resmen kaybedildi. Musul’un ertelenmesi, zaman kazanmak ve Türkiye’yi yalnız bırakmak için uygulanan bir taktikti. Başarılı da oldu. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, bu süreci şu cümleyle özetler: “Savaşı kaybettik, ama masada istediklerimizi aldık.” Ama mesele sadece Musul değildi. Çünkü Musul giderse, Kerkük de giderdi. Gitti de… Bu iki şehir, Osmanlı döneminde aynı vilayetin parçalarıydı. Birbirinden koparılamazdı. Ama koparıldı. Kerkük, o gün İngiliz oyununa gelen heyet tarafından Türkiye haritasından çıkarıldı. Bugün orada hâlâ Türkmen kanı akıyor. Sormak gerekiyor: Niçin vazgeçtik? Neden direnmedik? Çünkü Musul’dan vazgeçmek üzere masaya oturtulmuştuk. Çünkü diplomasi heyetimizin omzunda Misak-ı Millî değil, Batı’nın çizdiği sınırlar vardı. Çünkü İngiltere sahada yenildiği Türk milletine masada galip gelmişti. Musul sadece bir toprak değil, bir akıldır. Musul, stratejik derinliğin, coğrafi iradenin ve tarihî sadakatin adıdır. Musul gidince ne kaybettik, sorusu hâlâ yeterince ciddi bir şekilde sorulmuş değildir. Soranlar oldu elbet ama cevabını alamadılar, hâlâ da alamıyorlar. Lozan’ı zafer diye anlatanlar, Musul’un kaybını küçük bir ayrıntı gibi gösterir. Oysa bu ayrıntı, yüz yıl sürecek bir travmanın kapısını aralamıştır. Çünkü Musul kaybedilince Kerkük de gitti. Kerkük gidince Türk'ün gözyaşı hiç dinmedi. Masada susanlar, sahada konuşanlara ihanet etti Lozan’da Musul’un kaybı bir coğrafya parçasının el değiştirmesinden ibaret değildi. Bu, Anadolu’nun kaderini belirleyen stratejik bir kopuştu. Çünkü Musul ve Kerkük, hem tarihî hem demografik hem de stratejik olarak Türk toprağıydı. Musul ve Kerkük, 1517’den itibaren Osmanlı vilayetiydi. Neredeyse dört asır boyunca, Osmanlı sancağı orada dalgalandı. Türkmenler, Araplar ve Kürtler birlikte yaşadı ama idare merkezi hep İstanbul’du. Lozan görüşmeleri sırasında da bu tarihî aidiyet çok ama çok netti. İlginçtir: İngiltere, bölgeyi işgal ettiğinde daha Mondros imzalanmamıştı. 30 Ekim 1918’de ateşkes yürürlüğe girdi, ama İngiliz ordusu Musul’a 3 Kasım’da girdi. Bu açıkça savaş hukukuna aykırı bir işgaldir. Buna rağmen bu ihlal Lozan’da gündeme getirilmedi. İşgale göz yumuldu. ,Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu bu konuda şunları söylüyor: “Musul, Mondros’tan sonra işgal edilmiştir. Bu, İngiltere’nin haksız fiilidir. Türkiye’nin Musul üzerinde tarihî ve hukuki hakları devam etmektedir.” Nüfusun Ekseriyeti Türk’tü Musul ve Kerkük vilayetlerinde Türkmenler ve Müslüman Araplar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. İngiliz arşivleri bile bunu inkâr etmiyor. Lozan heyeti bu fiili durumu bildiği için dilinin ucuyla halkoyuna gidilmesini istedi, istedi istemesine de bu isteğinin üzerine ısrarla gitmedi. İngilizler de bu isteği duymazdan geldi. Kulak arkası etti. Çünkü o da biliyordu halka gidilseydi istenen sonuç çıkmayacaktı. Rıza Nur, itirazını yaptı ama heyet bu itiraza kulak vermedi. Rıza Nur bu gerçeği hatıratında şu ifadelerle dile getirir: “Orada Türkmen çocukları bizim marşımızı okuyarak büyüyordu. Onları İngiliz’e nasıl terk ederiz?” Musul Petrolü, Türkiye’nin Geleceğiydi Musul yalnızca tarihî ve etnik bir mesele değildi. Orada yaklaşık 2 milyar varil petrol rezervi vardı. O dönemde Osmanlı borçlarının ödenmesi, sanayileşme, eğitim reformu gibi tüm projeler bu kaynaklarla mümkün olabilirdi. Ancak Türkiye, bu imkânı da elinin tersiyle itti, masada bıraktı. Meşruiyeti olmayan heyetin bu ferasetsizliğini fırsat bilen İngiltere ne yaptı? Musul’u Irak’a bağlayıverdi, Irak’ı da mandası hâline getirince fiilen petrolün üzerine oturuverdi. Sonra 1926 Ankara Antlaşması'yla ayıp olmasın diye Türkiye'ye “sus payı” verildi: Bu antlaşmanın 3. maddesi uyarınca, Irak petrol gelirlerinin %10’u, 25 yıl süreyle Türkiye’ye aktarılacaktı. Ne Oldu? Antlaşma imzalandıktan sonra, Türkiye bu %10’luk payı 1926’dan itibaren sadece üç yıl (1926, 1927, 1928) boyunca aldı. Ardından, 1928 yılında yapılan anlaşma ile İngiltere, Türkiye’ye tek seferlik £ 500.000 (500 bin sterlin) ödeme yaptı. Bunun karşılığında Türkiye, Musul petrolleri üzerindeki tüm gelecekteki haklarından vazgeçti. Prof. Dr. Mehmet Akif Kireçci bu kon uda şöyle der: “Türkiye, Musul’dan sadece toprağını değil, ekonomik kalkınmasının temellerini kaybetmiştir. Bu, uzun vadeli bir teslimiyettir.” Kurtuluşu Osmanlı Sağladı, Ama Masaya O Oturmadı Kurtuluş Savaşı boyunca, hâlâ resmî devlet yapısı olarak Osmanlı Devleti vardı. Başkomutanlık Padişahtaydı. Anadolu’daki direniş, Osmanlı ordusunun mirası üzerine bina edilmişti. Kutü’l-Amâre'de alınan zafer, Saray’ın iradesiyle, imkanlarıyla ve ordusuyla gerçekleşmişti. Peki, bu ordu kimin adına savaştı? Lozan’da hangi tüzel kişilik temsil edildi? Ankara delegasyonu, millet adına değil, İngilizler tarafından tespit edilen bazı kişiler adına hareket etti. Heyet galip Devletin mührüyle oturmadı masaya, fiilî durumu hukukileştirme telaşıyla oturdu. Prof. Dr. Mustafa Budak bu konuda şöyle der: “Lozan heyeti uluslararası hukuk bakımından tartışmalı bir temsil gücüne sahipti. Osmanlı henüz resmen feshedilmemişti. Bu, anlaşmanın temel zaafıdır.” Ankara’nın Meşruiyeti İnşa Sürecindeydi 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmemişti. Henüz rejim tartışmaları sürüyordu. Dahası, Lozan’a giden heyet Meclis onayıyla değil, dar bir çerçevede belirlendi. İsmet Paşa'nın heyet için uygun isim olmadığı tartışmaları devam ediyordu. Ayrıca Lozan’da nelerden taviz verilmeyeceğinin tartışmaları da devam ediyordu. Rıza Nur bu konuda şunları söyler: “İsmet, Meclis’in kararlarını hiçe saydı. Kendi iradesiyle müzakere etti. Lozan heyeti millî iradenin değil, küçük bir zümrenin temsilcisiydi.” Milletin Onayı Alınmadı, Halktan Gizlendi Lozan Anlaşması, Padişah’a rağmen, millete rağmen imzalanmadı. Müzakere süreci şeffaf değildi. Gazetelerde sansür vardı. Musul’un kaybedildiği, kapitülasyonların geri döndüğü ya da azınlıklara verilen hakların boyutu halktan gizlendi. Halkın bilgisi yoktu, rızası alınmadı. Tarihçi Dr. Mehmet Çelik bu konuda şöyle der: “Lozan’da yapılan, bir devletin halkına rağmen yeniden tasarlanmasıdır. Bu bir halk sözleşmesi değil, elitlerin mutabakatıdır.” Sonuç? Lozan, bir hukuk ihlalidir. Bir imparatorluğun tasfiyesidir. Halkın, Meclis-i Mebûsan’ın ve Padişah’ın onayı alınmadan, hukuki meşruiyetten yoksun biçimde gerçekleştirilmiştir. Lozan milletin zihninde haritaların yeniden çizildiği, hafızaların törpülendiği bir travmadır. Bugün Kıbrıs’ta, Ege’de, Kerkük’te yaşadığımız her gerilim; aslında o masada dile getirilmemiş bir cümlenin yankısıdır. Eğer bir millet, zaferi cephede kazanır ve de masada kaybederse; o milletin kaderini silahlar değil, kalemler belirler. Lozan’da öyle olmuştur. İşte bu yüzden Lozan, yalnızca tarihin değil; siyasetin, stratejinin ve millet aklının da bir sınavıdır. Bugün hâlâ bazı çevreler Lozan’a övgüyle yaklaşır: “Bağımsızlığımızın belgesi”, “Yeni Türkiye’nin tapusu” gibi... Oysa gerçek şu: Lozan, yeni rejimin meşruiyet belgesi değildir; tam tersine, o rejimi kuran kadronun Osmanlı’dan bağımsız olduğunu ispat etme çabasıdır. Çünkü bu kadrolar bilir ki, Osmanlı’dan gelen bir hukukî meşruiyetleri yoktur. Saltanatı devredışı bırakmışlar ama anayasal bir geçiş sağlamamışlardır. Lozan, bu boşluğu kapatmak için Batı’ya verilmiş bir sadakat belgesidir. Yani bir “tapu” değil, bir “tavizname”dir. O gün sustuklarımız, bugün çözemediklerimizdir. Tarih, sadece geçmişi anlatmaz; geleceği de şekillendirir. Bekleyip göreceğiz… Devam edecek