12 Ocak 2013 Cumartesi

EBREHE 2012 FİL OLAYI



Ebrehe Ve Fil Olayı'na Yeni Bir Yorum


Bu olay Peygamberimiz'in doğumundan sonraki aylarda cereyan etmiştir. Aslen Hiristiyan olan Ebrehe, Yemen'de bir darbeyle ordu komutanlığını ve Habeşistan'ın Yemen valiliğini ele geçirdi, gönül alıcı mektuplarıyla da Habeş hükümdarını kendine bağladı. Ve hemen, Yemen'in San'a şehrine „el- Kulleys'' adlı bir tapınak yaptırdı, bu tapınak; her tarafını kıymetli taşlarla süslenmiş, eşi görülmemiş güzellikte bir kiliseydi. Ebrehe, Arapları hacı olmak için Kâbe yerine bu tapınağı ziyarete çağırdı. Gayesi insanların Kâbe'ye tavaf için gitmelerini önlemek ve San'a şehrini ziyarat merkezi yapmaktı. Fakat Hacc için ziyarete gitmek şöyle dursun, Kinane'li bir Arap gizlice bu kiliseye girerek hakaret için pisledi. Ebrehe, olayın farkındaydı, ama pisleyen kişiyi birtürlü yakalayamadı.


Bu olay üzerine, intikam almak için büyük bir ordu hazırladı ve Kâ'be'yi yıkmak üzere Mekke'ye yöneldi. Ordusunda büyük de bir fil vardı. Ve çok hızlı bir şekilde Mekke civarına gelerek, Mekkeliler'in hayvan sürülerini topladı; gayesinin Kâbe'yi yıkmak olduğunu ve buna engel olunmazsa kimsenin canına dokunulmayacağını, Mekke reisi bulunan Abdülmuttalib'e söyledi. O ise, Ebrehe'den sadece devesini istiyor ve şöyle diyordu: „Ben develerin sahibiyim, senden onları istiyorum; Kâbe'nin sahibi başkadır, O, onu koruyacaktır.„

Bu sonuç getirmeyecek münakaşadan sonra, Abdülmuttalib, halkına şehir dışına çıkmalarını söyledi, kendisi de dua etmek için Kâbe'ye gitti. Ertesi gün Ebrehe, harb düzenine geçti ve ordusuna hücum emri verdi. Ancak, büyük fil adım bile atmıyordu. Yemen'e doğru çevrilince adeta koşuyordu. Bütün kırbaçlamalara ve usta fil sürücüsünün olanca çabalarına rağmen fil yerinden kıpırdatılamadı. Nihayet yere çöktü ve öylece kaldı.

Hikâye edildiğine göre, bu esnada Yüce Allah'ımız tarafından kırlangıca benzer kuşlar gönderildi. Her biri gagalarında mercimek veya nohut büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıyordu, kuşların attığı çakıl taşının isabet ettiği her asker ölüyordu. Beklemedikleri bu mucize savunma karşısında askerlerin çoğu telef oldu, geri kalanlar da Yemen'e zor kaçtılar. Ebrehe'ye de bir taş isabet etti, Sana'ya varıncaya kadar Ebrehe'nin organları birer birer düştü ve nihayet Sana'ya ayak basarken öldü. Böylece, Yüce Allah, Kâbe'yi yıkmaya teşebbüs eden bir kendini bilmeze haddini bildirmiş oldu ve Abdulmuttalib'in dediği gibi evini korudu. Kur'ân'ın Fil Sûresi'nde işaret ettiği bu olay, İslâm Tarihi'ne „Fil olayı'' olarak geçmiştir.1

„Bunlar leş yiyen kuşlar olmalıdır.„


Klasik siyer kitaplarında, „kırlangıç kuşları, çakıltaşı ve Ebrehe„ üçgeninde yorumlanan olaya, bugün başka bir bakış açısı getirenler de vardır. Şöyle ki: Ebabil kuşu ismiyle anılan bir kuş çeşidinin olmadığı, ebabil kelimesinin sürü anlamına geldiği çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir. Mikail Bayram Ebabil için diyor ki: „Bunlar leş yiyen kuş lar olmalıdır.„
Bu kuşlar ayaklarıyla ve gagalarıyla taşıdıkları nohut büyüklüğündeki taşları, Ebrehe'nin ordusunun üzerine de atmış değillerdir. Ayrıca âyet'de, Ebrehe'nin askerleri yenmiş ekine benzetilmektedir. Kuşların attığı taşların, askerlerin başından girip dübüründen çıktığına göre, bu taşlar askerleri yenmiş ekine çeviremez. „Bazı askerlerin ve Ebrehe'nin yaralı olarak kaçtığını ve kimisinin yolda, Ebrehe'nin de Yemen'de öldüğünü biliyoruz'', durum böyle olunca, bazı kuşların isabetli taş atamadıkları gibi bir düşünce akla gelir ki; mucize olaya ters düşer. Böyle bir düşünce, „hâşa'' Allah isabetli atış yapamadı gibi bir garip düşünceyi de peşinden getirir.

Kaynakların belirttiğine göre; Fil olayı, Taif ile Mekke arasında, Mağammis denilen yerde gerçekleşmiştir. İslâm Tarihçilerinin kaydettiklerine göre, Peygamberimizin doğduğu sıralarda, bu yörede volkanik bir patlama olmuştur.
Mikâil Bayram; „Siccil'' kelimesini; Hud Suresi'nin 82. Âyetiyle, Hicr Sûresi'nin 74. âyetlerini de delil getirerek, `lav` olarak açıklıyor.„ Emrimiz gelince yerin altını üstüne getirdik ve üzerine sert pişmiş taş (siccil) yağdırdık.'' ''Böylece ülkelerinin altını üstüne getirdik. Üzerlerine pişmiş taş (siccil) yağdırdık.„

Bayram bu iki âyetin yorumunda şu ilginç tesbitini yapıyor:
 
Yerin altının üstüne çevrilmesi, yerin altında bulunan lavların yeryüzüne püskürmesi demektir. O halde `siccil` lav demektir. Sanıyorum bunda şüpheye mahal yoktur. Bu iki âyette `siccil` kelimesi 'lav' anlamında kullanılmış ise, Fil Sûresi'nde de 'lav' anlamında kullanılmış olmalı ve böyle değerlendirilmelidir.
Bu açıdan bakarak Fil Sûresini yorumlayan Bayram: „Fil Ashabı'nın Mekke yakınlarında ki Mağammis denilen yörede bulundukları bir sırada o yörede ani bir volkanik patlama olayı meydana geldiğini düşünüyorum. Bu volkanik püskürme olayı ile Ebrehe'nin ordusunun üzerine'lav'; yani, siccil yağdığını ve Habeşli askerlerin bu suretle kızgın lav serpintileri altında helâk olduklarını düşünüyorum.„ diyor.

Lavlardan kaçabilen (yaralı ve yarasız) askerlerin bir kısmı yolda ölmüş bir kısmı da, Yemen'e ulaşabilmişlerdir. Ebrehe de Yemen'e ulaşabilenlerden biridir. Ancak aldığı yaraların tesiriyle daha sonra, o da burada ölmüştür. Kuşların attığı taşların baştan girip dübürden çıkması halinde, yaralı askerlerin olmaması ve hepsinden önemlisi de Ebrehe'nin orada ölmesi gerekirdi diye düşünüyoruz.
Mikâil Bayram cesetlerle ilgili yorumunda da şu tesbitini yapıyor: „Şimdi şöyle bir manzara gözönüne getirelim. Volkanik bir patlama sonucu üstlerine lav (= siccil) yağmış binlerce ceset ortada bulunuyor. Böyle cesetlerin bulunduğu yere kuşlar üşüşecektir. Bunlar leş yiyen kuşlar olmalıdır. Bu kuşlar cesetleri didik didik edip, parçalayıp, lavların üstüne saçacak ve bu cesetleri yenilmiş ekin gibi etrafa dağıtacaklardır.„

Bayram: „Peygamberimizin doğduğu sıralarda o yörede volkanik bir patlamanın olduğundan, Tarihçi Sıbt İbnu'l Cevzî, (H. 652)nin de yazdığını'' ayrıca yorumunda belirtmektedir.2
Biz de , belki birgün gelir, arkeologlar söz konusu volkanik patlamayı yapacakları kazı çalışmalarıyla ispat ederler diye düşünüyoruz.

Mikâil Bayram bu yoruma göre, Fil Sûresi'nin anlamı şu şekilde olmalıdır diyor: „Rabbin Fil ashabına ne yaptı görmedin mi? Onların planlarını saptırmadı mı? Onların üzerine sürüler halinde kuşlar gönderdi. Bu kuşlar, onları lavdan taşların üstüne attı ve yenilmiş ekin gibi yaptı.„

Bu bir yorumdur, öncekilerin yaptığı da bir yorumdur. Öncekilerin yaptığı yorum doğrudur ama Mikail Bayram'ın yaptığı yorum yanlıştır demek doğru değildir. Körü körüne bir şartlanma olur o zaman. Bizim arzumuz M. Bayram gibi çalışkan ilim adamlarının çoğalmasıdır. Şartlanma miskinliği davet eder, miskinlik de köleliği davet eder. İslâm ise ikisini de reddeder.

Değerlendirme:*

Cahiliye Çağı Arapları'nın hayata bakışları, İslâm Dîni'nin son din olarak inmesine sebep olmuştur. Cahiliye Arapları'nın hayata bakışlarına benzer bir durum hangi toplumda söz konusu olursa, o topluma İslâm Dîni ilk günkü tazeliğiyle yeniden müdahale etmelidir. Hakların hak sahiplerine iadesi ve hürriyetlerin herkes tarafından korkusuzca insan onuruna yaraşır biçimde kullanılması için, olmazsa olmaz bir müdahaledir bu. Sünnetullah böyledir.

Fil vakası da, Abdulmuttalib'in teslimiyeti de bize gösteriyor ki; tevekkülü tam olan insanlara, Allah her şartta tahmin edilemeyecek bir biçimde mutlaka yardım edecektir.

Mikâl Bayram'ın yaptığı yorum, günümüz dünyasının ilmi verilererinin ışığında, ayağı yere basan cinsten bir yoruma benzemektedir.
  
Rüştü Kam


..............................
1 Ibn-i Hişam, es-Siretü'n Nebeviyye. I. 43-56; Ibnü'l- Esir. I. 442 vd.: Ebu'l-Velid el-Ezirkî, Ahbar-u mekke, Trc. Y. Vehbi Yavuz, 135 vd.: Mir'at-ı Mekke, 447 vd. Ayrıca bk. Kur'ân-ı Kerîm, Fil Sûresi'nin tefsiri.
2 İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1988, 13/184. Geniş bilgi için bakınız; 1. Kur'an Sempozyumu, Tebliğler-Müzakereler, Bilgi Vakfı Yay. Ankara 1994, s. 171
*Bilinen tercüme: ''Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? Onların'tasarladıkları planlarını'boşa öıkarmadı mı? Üzerlerine ebabil(sürü sürü) kuşlarını gönderdi. Onlara'pişirilip- sertleştirlmişbalçık taşları'atıyorlardı; sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.''(Ali Bulaç)


 
 

2 Ocak 2013 Çarşamba

HZ.İSA ÖLMÜŞTÜR GELECEK DİYE BOŞUNA BEKLEMEYİN

3 Ocak 2013 Perşembe, 00:05 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Çıkar çevreleri Hz.İsa'yı polemik konusu yapmışlardır. Sıradışı hamilelik, sıradışı doğum ve çarmıha gerilerek öldürülmek istenilmesi bu polemiklere zemin hazırlamış olabilir. Ona karşı ilk haksızlığı Bizans kralını manipule eden Yahudiler yapmışlardır. Daha sonra hristiyanlar, onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmiş ve onu Allah'a eş koşmuşlardır. Müslümanlar da Yahudi ve Hristyanların anlattıkları hikayeleri esas kabul ederek, Hz. İsa'yı kıyamet öncesi gelecek olan bir kurtarıcı kabul etme yanlışlığına düşmüşlerdir. Bu kabulde müslümanlar arasındaki çıkar grupları etkili olmuş olmalıdır. Nesilden nesile anlatılan İsa merkezli hikayeler bir şekilde hadis literatürüne de girmeyi başarmıştır. Kur'an'a rağmen başarmıştır.

Müslümanların çoğunluğu, Hz. İsa henüz ölmemiştir ve tekrar yeryüzüne dönecektir diye inanırlar, o uydurma hadisleri esas alarak böyle inanırlar. Bu inançlarını da imanın şartlarından birisi gibi şiddetle savunurlar.

 Bazı müslüman ilim adamları(!) tarafından da, Hz. İsa ile ilgili Kur'an ayetlerindeki ifadelerin anlamları kaydırılarak, konu çarpıtılmakta ve yanlış yorumlarla, Hz. İsa'nın geleceği sanki Kur'an'da varmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu bir tahriftir. Bu tahrif, Kur'an'ın açık beyanları gözardı edilerek yapılmaktadır:


''Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten herşey üzerinde bir Şehid'sin, bir tanıksın.'' (1)


''Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtaracağım ve sana uyanları Diriliş Günü'ne kadar inkar edenlerin üzerinde tutacağım. Sonra, dönüşünüz banadır ve anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim.'' (2)


Ayrıca, Enbiya suresi 34'üncü ayete bakarsak İsa'nın ölmemiş olması imkansızdır, hitap Peygamberimiz'edir:


''Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar? ''
 
Ayetlerde geçen ''Teveffa'' kelimesi ''canın alınması'' anlamına gelir. Kuran'da bu kelime 25 yerde geçer:
* ''Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler.... (3)
* Sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını hiç vakit geçirmeden alırlar. (4)
* Melekler canlarını alırken nasıl da (pişmanlık içinde) yüzlerine ve sırtlarına vururlar? (5)
* Aralarında bulunduğum sürece onlara tanıktım. Canımı aldıktan sonra ise sen onların üzerine (6) gözetleyici oldun. Sen her şeye tanıksın.
* Onlar ki, nefislerine zulmedip dururlarken melekler canlarını alır. (7)
* İyi durumdayken melekler canlarını almaya geldiklerin:(8) de,
* Onlara söz verdiklerimizin bir kısmını sana göstersek de veya canını alsak da, (9)
* Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak da (10)
* Ondan önce hayatına son versek de, onlar bize döndürüleceklerdir. 40:77
* İnkar edenlerin canlarını melekler alırken bir görseydin!..... 8:50, 10:104
* Ve sizi Allah yarattı, sonra da yaşamınıza son verir. 16:70
* De ki, üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. 32:11
* Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin. Tanıklık ederlerse, onları, ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. 4:15
* Elçilerimiz kendilerine gelip canlarını alırken....7:37
* Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve inandık. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve iyi kişiler olarak canımızı al. 3:193
* Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve rüyaların yorumunu öğrettin. Yeri ve göğü ayırarak yaratansın. Dünya ve ahirette sensin benim Velim (sahibim). Canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat. 12:101
* Kiminizin hayatına son verilir, 22:5
* Sizden bazılarının canı daha erken alınır. 40:67
* İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri 2:234
* Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz,... 2:240
* Allah İsa'ya şöyle demişti: Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim.''3:55


Eğer İsa ölmemiş olsaydı; Allah iman ile ilgili olan bu kadar önemli bir meseleyi muallakta bırakmazdı. Mutlaka konuyla ilgili açık bir ayet gönderirdi.

 Ayetlerdeki bu açık bilgilerden sonra bir de Peygamberimiz'e fatura edilen hadislere göz atalım:
 
Hadislerde, İsa'nın yeryüzüne tekrar geleceği konusu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Buhârî ve Müslim'in sahihi başta olmak üzere Hz. İsa'nın yeryüzüne iniş hadisesi ağırlıklı olarak Deccâl'in çıkışı ile ilgili hadislerde açıkça tasvir edilmektedir.
-Hz. İsa, kıyametin kopuşuna dair on alâmetten biridir. (11)
-İsa b. Meryem'in ineceği yer, indikten sonra yapacağı işler, Deccâl ile savaşması, Hz. Muhammed'in ümmeti olarak Mehdi'nin arkasında namaz kılması, dünyada ne kadar süre kalacağı, eceli ile ölüp Hz. Peygamber'in yanına gömülmesi en küçük ayrıntılarına kadar anlatılmıştır. (12)


Bu hadislerin anlattığına göre;
-''İsa b. Meryem, Şam Camii'nin doğu tarafındaki beyaz minareye inecek ve elinde bir kargı ile Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak,
-Deccâl'i öldürecek ve sabah namazında Kudüs'e gelecektir.
-Müslümanların imamı olan Mehdi yerini ona vermek isteyecek fakat o kabul etmeyerek Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır.
-Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır.
-Cizyeyi kaldıracak,
-kendisine inanmayan Yahudi ve Hıristiyanları öldürecek,
-ve bütün insanlık Müslüman olacaktır.
-Yeryüzünde kırk yıl kalacak sonra ölecek,
-namazı Müslümanlar tarafından kılınarak Medine'ye Hz. peygamber'in yanına Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'in arasındaki yere gömülecektir.''

 İsa'nın kıyamet kopmadan önce yeryüzüne ineceği ağırlıklı olarak Mehdi fikrinin aksine kabul görmüş ve kelam kitaplarında yer almıştır. (13)
 
Kadiyanilere göre de Hz. İsa ölmüştür, ancak...
 
Kadiyânîler'e göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmemiş, yaralanmıştır. Yaralarını "Merhem-i İsa" denilen bir ilaçla iyileştirmiş ve İncil'i öğretmek için Keşmir'e gelmiştir. Burada yüz yirmi yaşında vefat eden Hz. İsa, Srinagar'da gömülmüştür. Bu nedenle, Kıyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz. İsa değil, Hz. Muhammed'in ümmetinden yaratılış bakımından ona çok benzeyen birisi olacaktır. Müslümanların beklediği Mehdî de ayrı bir kişi olmayacak, Mesih'le aynı kişi olacaktır. Bu kişi de Mirza Gulam Ahmed'den başkası değildir. Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz. İsa'nın, hem de Hz. Muhammed'in ruhsal gücünü taşımaktadır. Bu nedenle barışçıdır, cihadını kılıçla değil propaganda ile yapacak ve böylece İslâm'ı yayacaktır. Kılıçla cihad döneminin kapandığını İslam'ın dünyaya yayılması için kalem ve dua dışında bir metodun olmadığını savunmaktadırlar. (14)
 
Değerlendirme:
 
1-Kur'an'ın beyanına göre, Hz.Muhammed son Peygamberdir. Ondan sonra başka peygamber gelmeyecektir:
 
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın rasûlu ve peygamberlerin de sonuncusudur." (Ahzab 40)
 
2-Hz. İsa gelip de ne yapacak, Hz.Muhammed'in eksik bıraktığı veya beceremediği, yetersiz kaldığı hangi işi tamamlayacaktır? Ayetlerde Hz. İsa'nın öldüğü belirtildiği halde, Hz. Muhammed niçin Hz. İsa'nın geleceğiyle ilgili hadisler söylemiştir. Peygamber'in Allah'a rağmen birşey söylemesi mümkün müdür?

 ''Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış veya eksiltmiş olsaydı, Biz onu perçeminden kuvvetle yakalardık ve sonra onun şah damarını koparıverirdik.'' (Hakka 44-46)
 
4-Bu kadar önemli olan bir konu -ki, inancımızla ilgilidir- Kur'an'da niçin yer almamıştır ?

 5-Hz. İsa'nın geleceği konusunda israrcı olanlar, Mehdi'nin geleceği kousunda israrcı olanlar, dini stismar ederek, çıkar elde edenlerdir, etmek isteyenlerdir. İtibar edilmemlidir.
Bir başka ifadeyle, dini kullanarak nemalananlar Hz. İsa'nın ve Mehdi'nin geleceği konusunda israrcı olanlardır. Kendilerine itibar edilmemelidir.
 
6-Allah, bilmeden işlene günahlara yapılan tevbeleri kabul eder, bilerek işlenen günahları, günahta israr edenlerin günahlarını ise affetmeyecektir:


''Doğrusu, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek kötülük işleyen ve sonra, zaman geçirmeden tevbe edenlere mahsustur. Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.'' (Nisa 17)
 
7-Allah kafasını çalıştırmayan insanları pislik içinde bırakacaktır:

 ''... Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır.'' (Yunus 100)

 8- Allah'ın çizdiği yolda yürüyen insanların zaten Hz. İsa'ya ihtiyaçları yoktur. Onun yolunda yürümeyen inanların ise son ondaki yapacakları tevbe zaten kabul edilmeyecektir:
 
''Oysa ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında "Şimdi tevbe ediyorum!" diyenlerin tevbesi kabul edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.'' (Nisa 18)
 
Öyleyse İsa'nın gelmesi din istismarcılarının dışında kimin işine yarıyor veya yarayacaktır düşünmek gerekmez mi?
 
Bitirirken sözü, sözün Sahib'ine bırakalım: ''İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım? (Araf 155)

Rüştü Kam


1) Maide Suresi - 117
2) Al-i İmran Suresi - 55
3) 4:97
4) 6:61
5) 47:27
6) 5:117
7) 16:28
8) 16:32
9) 10:46
10) 13:40
11) Ebu Davud, Sünen, II, 429-430.
12) Buhârî, Sahih, ''Tabirür'r-rüya'', s. 33, ''Enbiya'', s. 48, ''Fiten'', s. 26; Müslim, Sahih, ''İman'', s. 273, 275, 277, ''Fiten'' , s. 110; Ebu Davud, Sünen, ''Melahim'', 14; Ebu Abdillah Muhammed el-Hakim en-Nisâburi, el-Müstedrek ale's-Sahihayn, Beyrut ts, IV, 492. Kadiyânîlik Bağlamında Mehdilik | 187 / Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 24 (2011/2), s. 175-191
13) İbn Kayyim el-Cevziyye, Menakıbu Ahmed b. Hanbel, Kahire 1972, s. 169; Tahavi, Akidetü't-Tahaviyye, Beyrut 1978, s. 59; Ebu'l Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslamiyyin va'htilâful-Musallin, Wiesbaden 1963, I, 323; Bağdadi, age., s. 270; Ebu Cafer Muhammed b. Ali ibn Babeveyh el- Kummi, Şii İmamiyye'nin İnanç Esasları, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: AÜİF Yay., 1978, s. 69.
14) Fığlalı, Kadiyanilik, s.52-53. 182 |Ahmet YÖNEM/Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII,Sayı: 24 (2011/2), s.175-191


Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

31 Aralık 2012 Pazartesi

SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'


   
Almanya'nın Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din dersi düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve Ahmediyye Cemaati derneği verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.

 
Türkçe yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece DİTİB'in vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz edilmiyor.

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes tanır. ''Ahmediyye Cemaati''ni kimse tanımaz. Ahmediler, diğer ismiyle Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.

Bu soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.

Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor. Okuyalım ve sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri olabilirler mi? Karar verelim:

''Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.

Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da görülmektedir.

İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani'nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.

Kadıyanilik

Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.

Gulam Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.

Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.

Kendisi bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''

Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.

Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.''

1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre ''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin 'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.

Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet'i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.

Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.

Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.

Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan 'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.

1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.

Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.

Müceddidliğini ilan ediyor

Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.

Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin'de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.

1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de, seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.

Hak ile kandırıyor...

Bi'at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi'at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O'na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:

''Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.''
Mesih ve Mehdiliğini ilan ediyor

1857′de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.

Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: ''Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.

Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur.''

Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği 'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.

O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle idi:

''Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp ''On İsrail Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür. Bu bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için barışçıdır.''

''Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''

Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:

''Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''

Peygamber olduğunu iddia ediyor

1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.

Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu söyledi.

Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.

1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir. O, ''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma'' tâbirini şöyle yorumlar:

'Hatem' kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:

Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor

''O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir.''

Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.''

Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp, onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım. Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir.''

Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?

O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun ''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:

''İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?''

Gulam 'Ek Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:

''Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim. Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.''

Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:

''23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.''

''Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.

Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?'' (1)

Gulam Ahmed'in vahiy iddiası

Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.

Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır.
O, kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:

''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)

Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de yardımcıyım.'' (4)

''Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)

''Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)

''Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)

''Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)

''Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)

''De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku.'' (12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim.'' (13) ''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14) ''Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım.'' (15)

''Seni Mesîh İbni Meryem kılan Allah'a hamdolsun.'' (16)

Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. (!)

''Allah'ın, 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi'' dedi. (18)
Harekete 'Ahmediyye' ismi veriliyor
Fırka önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile 'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır:

''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''

Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için 'Ahmediyye' ismini kullanmışlardır.
Buna karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi ismi sebebiyle olduğunu söylerler.

Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''

*Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?

Ethem Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın ilk çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör oldu ve aynı yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına atandı. Bu görevini 1991 yılına kadar sürdürdü. Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevi de üstlendi. 1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesi'nde görevlendirildi.

Fığlalı, öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap yazdığı gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.

Muğla Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm Türkiyede açılan alanının ilk bölümüdür.
  
Rüştü Kam


Eserleri :

Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi) (1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası (1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik (1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)

Dipnotlar:

1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânlik, s.41-60, 148-150.
2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.
3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.
4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16;
Hakîkatu'l-Vahy, s.72.
5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.
6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.
8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.
9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.
11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.
14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.
15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.
16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.
17.Fetih Sûresi, 29.
18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.


 
 







  Yorumlar (3)

 1 Zarfa değil Mazrufa bakmak gerekir
Yazan Rüştü Kam, 30-12-2012 21:03
Abdulkadir,
Şamdaki en büyük cami Ümeyye Camiidir. Muaviye fikriyatını devam ettiren Velid bin Abdülmelik yaptırmıştır. Fazla Namaz kılmaktan dolayı alnı nasırlı olan Hariciler Sıffin'de Ali'ye ihanet etmişlerdir. Sonrasında da Ali'yi kafir ilan etmişlerdir. Amr ib. As'ın kandırdığı Ebû Musa el-Eşari'de Kufelilerin itibar ettikleri, secdeden alnını kaldırmayan büyük bir alimdi. Aptallığından dolayı Amr'ın oyununa gelen ve Ali'yi Halifelikten azleden kişi. Bu yapılanlar hep Allah için(!) yapılmıştır. Kimin ne yaptığına bakmaktan ziyade, o yapılanı kim yaptırıyor o na bakmak lazım. Bu yapılan/yaptrılan, cami de olsa. Derler ki, Cehennem'e giden yol iyi niyet taşları ile döşenirmiş.
Rüştü Kam
 2 Endişelenmekte haklı olmakla birlikte...
Yazan abdulKADİR, 30-12-2012 20:00
Selamlar hocam,

Acizane kanaatim odur ki; bu tür bilgilendirme yazıları üçüncü ağza dayandırılarak yazılınca objektiflikten uzak oluyorlar. Bir kişi veya kurumun aleyhinde sapkınlık dahilinde iddialar varsa, bu iddiaların kaynağını bizzat o kişi veya kurumun ağzından duymak elzemdir. Aksi halde kuşanmakla yükümlü olduğumuz adalet zırhımız zedelenir. Ahmedî müslümanların, geleneksel islam anlayışına aykırı birtakım inanç ve eylem sahibi oldukları doğrudur. Ama bu konuda hangimiz damga yemekten kurtulabiliyoruz ki? Ölçü Kur'an'sa Ahmedîlerin sapkınlığı su götürür. Onları tanımanın en iyi yolu koparılan onca kavga gürültüye rağmen yapmayı başardıkları Pankow'daki merkezlerine gidip ziyaret etmek ve konuşmaktır. Ya da kendi web sayfalarından araştırıp öğrenmektir.
 
 3 İNŞALLAH - MAŞALLAH
Yazan Gonca Çelik, 27-12-2012 21:02
Sayın Hocam,

inanamıyorum!?! Nasıl olur bu, nasıl kabul edilir?!? Cemaatler uyuyorlar mı? Herhangi bir protesto olmadı mı? Kimsenin inancına karışmam, sahte peygamberler olsun, ateşe, suya, havaya tapsınlar, herkes kendisi bilir, hele hele buralarda, fakat kabul edemeyeceğim önce Almanya nın bu yaptıkları, kendi aklı sıra İslam dinini Almanya da böyle güye sulandıracaklar, sonra ise Müminlerin halkarını korumak için var olduklarını öne sürenlerin bu gelişmelere seyirci kalmaları.

Bir zamanlar İslamische Föderation yıllarca idari mahkemelerde savaştıktan sonra ders verme izni almıştı ve bu son mahkeme kararından birkaç ay sonra, müfredat ve öğretmenleri olmadığı halde AAKM Alevi derneğine ders verme yetkisi tanınmıştı. Sırası gelmişken, bu dersler ne oldu? AAKM devam ediyormu ders vermeye, İslamische Föderation devam ediyormu? Berlin Eyalet Parlamentosunda bir milletvekil bunu sorsa?

İnşallah, Maşallah başlığımdan da hemen anlamışsınızdır, Harun Yahya takma adı ile yola çıkmış Adnan Oktar dan bahsetmeden geçemem, Almanya da yaşayan bizlere fazla dokunmayan bir konu olsa da.

Kurgu olduğunu senaryo yazarının üstüne basa basa söylemiş olduğu halde, nasıl bir yol buluruz da Muhteşem Yüzyılı yasaklarız, cezalandırırız diye uğraşanlar, halen Adnan Oktar ın A9 tv kanalında hergün dinimizle alay ettiğine göz yumabiliyorlar? Danimarka da, İsveç te biri çıksa ve böyle alay etse, dinimizle oynasa, kıyamet kopardı. Adam resmen kendini Mehdi ilan ediyor. Mehdi misiniz diye sorulduğunda, ağzında geveleyip, Mehdiyim diyemem ama Mehdinin tüm sıfatlarını taşıdığımı inkar edemem diyor, güya kendini hukuken sağlama alıyor. Biz Türkiye de böyle şarlatanlara karşı gelemezken, tabiiki Almanya da böyle küçük oyunlarla İslam-Light yerleştirmeye çalışır, İslamische Föderation yanına AAKM koyar, DİTİB yanına da Ahmediya. Yanlış anlaşılmasın: Aleviler de çocuklarına ders vermek istiyorlarsa versinler, isterlerse okullarda da. Fakat böyle hazıra konarak, alet olarak değil. Bir müfredat yokken değil. İslam dini eğitimlerinde tüm dört Sünni mezhebin ve cemaatlerinin, Şiilerin, Caferilerin kabul edebileceği bir temel vardır, bir yere kadar Müslümanların yüzde 99 unun kabul edebileceği bir müfredat vardır. Burada bulaşabilirler, sonrası zaten aile geleneğinden veya daha da ileride her birinin kendi ekolları, okulları vardır. Fakat Alevilikte tüm Alevi velilerin kabul edebileceği temei bir müfredat varmıdır? Yoksa geliştirilmesi mi gerekmektedir? Tabiiki bundan sonraki yorumları da merak etmiyor değilim.

Evet Hocam, yeri geldiğinde biz Müslümanların yüzde bilmem kaçını temsil ediyoruz diyenler ya cemaatlerinin finansmanları ile uğraşıyorlar, onu çözünce cami almakü yapmakla meşguller. Bunları yaparlarken de atı alan Üsküdar a, Spandau ya geçmiş oluyor.

Bu konuya girdiğiniz için elinize sağlık.

Saygılarımla

Gonca Çelik

İsi:

27 Aralık 2012 Perşembe

SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ' 2012 BERLIN

27 Aralık 2012 Perşembe, 13:38 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Almanya'nın Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din dersi düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve Ahmediyye Cemaati derneği verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.

Türkçe yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece DİTİB'in vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz edilmiyor.

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes tanır. ''Ahmediyye Cemaati''ni  çok az insan tanır. Ahmediler, diğer ismiyle Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.

Bu soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.

Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor. Okuyalım ve sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri olabilirler mi? Karar verelim:

''Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.

Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da görülmektedir.

İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani'nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.

Kadıyanilik

Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.

Gulam Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.

Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.

Kendisi bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''

Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.

Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.''

1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre ''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin 'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.

Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet'i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.

Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.

Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.

Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan 'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.

1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.

Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.

Müceddidliğini ilan ediyor

Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.

Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin'de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.

1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de, seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.

Hak ile kandırıyor...

Bi'at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi'at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O'na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:

''Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.''

Mesih ve Mehdiliğini ilan ediyor

1857′de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.

Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: ''Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.

Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur.''

Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği 'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.

O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle idi:

''Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp ''On İsrail Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür. Bu bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için barışçıdır.''

''Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''

Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:

''Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''

Peygamber olduğunu iddia ediyor

1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.

Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu söyledi.

Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.

1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir. O, ''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma'' tâbirini şöyle yorumlar:

'Hatem' kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:

Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor

''O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir.''

Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.''

Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp, onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım. Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir.''

Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?

O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun ''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:

''İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?''

Gulam 'Ek Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:

''Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim.
Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.''
Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:

''23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.''

''Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.

Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?'' (1)

Gulam Ahmed'in vahiy iddiası

Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.

Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır. O, kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:

''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)

Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de yardımcıyım.'' (4)

''Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)

''Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)

''Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)

''Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)

''Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)

''De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku.'' (12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim.'' (13) ''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14) ''Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım.'' (15)

''Seni Mesîh İbni Meryem kılan Allah'a hamdolsun.'' (16)

Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. (!)

''Allah'ın, 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi'' dedi. (18)

Harekete 'Ahmediyye' ismi veriliyor

Fırka önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile 'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır:

''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''

Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için 'Ahmediyye' ismini kullanmışlardır.
Buna karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi ismi sebebiyle olduğunu söylerler.

Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''

*Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?

Ethem Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın ilk çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör oldu ve aynı yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına atandı. Bu görevini 1991 yılına kadar sürdürdü. Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevi de üstlendi. 1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesi'nde görevlendirildi.

Fığlalı, öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap yazdığı gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.

Muğla Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm Türkiyede açılan alanının ilk bölümüdür.

Rüştü Kam

Eserleri :


Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi) (1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası (1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik (1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)




Dipnotlar:

1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânlik, s.41-60, 148-150.
2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.
3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.
4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16; Hakîkatu'l-Vahy, s.72.
5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.
6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.
8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.
9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.
11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.
14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.
15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.
16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.
17.Fetih Sûresi, 29.
18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.


Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

22 Aralık 2012 Cumartesi

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

21 Aralık 2012 Cuma, 14:17 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Berlin Türk Eğitim Derneği'nde İsmet Özel*** bir sohbet yaptı (04.12.2012)
Konu: Türkiye ve Arap Baharı.

Kapıdan adımını içeri atar atmaz, "Siz beni istemeseniz de ben yine geldim. Ben burada en az 50 konuşma yaptım. Rüştü Kam bu konuşmalarımın özetini yaptı her seferinde. Ama hep yanlış yazdı."

Böyle bir açıklamayla giriş yapan İsmet Özel'e, bu kadar insanın içinde ne denir; herhalde susulur. Ben de öyle yaptım. 50 kişi dinledi o gün İsmet özel'i dernekte. Dinleyicilerin çoğu İsmet Özel'i tanıyan insanlardı. Kimisi kitaplarından, kimisi de sohbetlerinden.
İsmet Özel, insanların kendisini anlamasını İstemeyen bir "Şair". Eğer O'nu anladığınızı söylerseniz, hemen ben öyle demedim diye cevap verecektir size. Anlaşılmak istemez O. Anlaşılırsa siz O'nu anlamış olursunuz, oysa anlamamanız gerekir. Mütefekkirler anlaşılmak için konuştuğu halde, İsmet Özel anlaşılmamak için konuşuyormuş, bu sefer en azından bunu anladık.

Ben o gün anladıklarımı yazdım yine. O'nu anladım demiyorum, O'nun kanuşmasından anladıklarımı yazdım. Her seferinde kendisine tuttuğum notları okuduğum halde, bu sefer yaptığım özeti kendisine okumayı uygun görmedim. Nasıl olsa yanlış yazıyorum, yanlış yazmaya devam edeyim dedim.

Anlattıklarından anladığım kadarıyla yazdığım tespitleri sizlerle paylaşıyorum. Bu tespitlerin ne kadarına katılırsınız, ne kadarına katılmazsınız, karar siz kıymetli okurlarımındır. Okuyalım:

"İnsan olmak demek bir mirası devralmak demektir.. İnsanlar manaya ulaştıkları kadar mana ifade ederler. Kendileri manaya ulaşamamış olanlar zaten manasızdırlar. Türkiye'ye adını gayri müslimler vermişlerdir. Mesela(Friedrich Barbarossa)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1960' ta lağvedildi. Türkiye diye bir devlet yok aslında, biz uzatmaları oynuyoruz. Kapadokya hristiyanlığın merkezidir. Japonlar neden Kapadokya'ya gidiyorlar? Japonların üst düzey yöneticileri Katoliktir. Nagazaki'de hristiyan nüfus budistlerden çoktur. Amerika'nın attığı atom bombasından sonra "Batı kendi çocuklarını yiyor" diye yazdı gazeteler.

Anadolu topraklarını İslâmlaştıranlar Türkiye'ye "Rum diyarı" derlerdi. Türkiye adının resmileşmesi Cumhuriyet'ten sonradır.

Prag Baharı'nı anlamadan Arap Baharı'nı anlamak mümkün değildir. Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu. 1989 da da Kapitalizmi tehdit eden Komünizm ortadan kalkınca, Kapitalizm düşman olarak İslâm'ı seçti.

Arap Baharı ile de İslâm tehlikesi yok oldu. Arap Baharı müslümanların esaretine hizmet eden birşeydir.
Türkiye'de yaşayanların çoğu Türkiye tarihten silinince kâr edecek olanlardır. Türkiye'de vatan hainlerinin sayısı vatan için mücadele edenlerin, savaşanların sayısından daha fazladır.

Demokrasi neymiş, insan hakları neymiş, serbest pazar ekonomisi neymiş söylesinler de anlayalım, neymiş bunlar?

1953'e kadar Stalin Sovyetlerin başında kaldı. Sovyetler özel mülkiyeti yok edeceklerdi. Daha sonra barış içinde yaşayacaklardı, olmadı. Sonra da kapitelistlerle bir arada yaşayabiliriz dediler. Kuruşçev "Biz Kapitalizmi tereyağı gibi yok edeceğiz." diyordu oysa. Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu.
 
1977 yılında Amerika'da bir Siyonist toplantısıyapıldı ve bu toplantıda alınan karara göre, Ortadağu'da ve Kuzey Afrika'da küçük küçük devletçikler kurulacaktı. Şu anda BOP çerçevesinde yapılmak istenen alınan bu kararın uygulanmasıdır.
 
14. Asırdan beri işleyen bir sistem yürürlüktedir, sermayenin iş yaptırdığı bir mekanizmadır bu. Avrupa'nın hayat kaynaklarının Avrupalıların etkisinden uzaklaştırıldığı bir zamanda doğdu.

Kapitalizmin merkezi İtalya'daydı, 17.y.y. da Hollanda'ya taşındı, daha sonra merkezi Londra'ya taşındı, daha sonra da Amerika'ya. Şimdi merkez Wall Street'tir. 1944 yılında ticaretin dolar üzerinden yapılması esas alındı. ... Altın değil. Bretton Woods sistemi çerçevesinde.

1945 ‘ten sonra para karın doyurma ölçüsü oldu. Sermaye galip geldi ve 1989 da, komünizm bitti. Kızıl tehlike ortadan kalktı. Kapitalizm yeni bir düşman arayışına girdi, Çünkü: Finas siteminin sonunun gelmemesi gerekiyordu. Ve düşmanını da buldu. O düşman İslâm'dı. Kızıl'ın yerine yeşil geldi. Kapitalizmi tehdit edebilecek tek güç vardı, O'da İslâm.

Bu korkuyu manipule etmek gerekiyordu. 1979 yılında İran Devrimi bu amaçla yapıldı. Müslümanların nelere sahip olduklarını anlamamalarıydı esas olan. Eğer kendilerinde var olanların farkına varırlarsa, onu anlarlarsa Kapitalizm'in sonu gelebilirdi. Dolayısıyla, İslâm tehlikesi İran Devrimiyle birlikte yok edildi, Arap Baharı ile de tamamen ortadan kaldırıldı. Türkiye'de Arap Baharı'nın çığırtkanlığını yapan bir iktidar var bugün.

Taşmayan sabır, sabır değildir, tahammüldür. Dünya'da Türkiye'den daha önemli bir ülke yoktur. Dünyada halkı müslüman olduğu için, onlara vatan olan başka bir ülke de yoktur. Türkiye gayri müslimlerin imkanlarını daraltarak vatan olmuştur. Ne yazık ki bugün, Türkiye'de akıl almaz bir şekilde hızla ilerleyen hristiyanlaştırma çalışması var. Toplu taşıma araçlarında gördüğünüz boynunda Haç'la dolaşan gençlerin kim olduğunu hemen anlarsınız. Ben bunu size ne diye söylüyorum ki, siz zaten onların içinde yaşıyorsunuz. Sizin için bu önem arzetmez. Siz vatan tehlikede deyince de o kadar duyarlı hale gelmezsiniz. Yani size ne bütün bunlar...
Trabzon'da aktif olarak çalışan üç tane kilise var. Trabzon'lular halen kendi şiveleriyle konuşuyorlar ve bu şiveden de kurtulmak niyetleri hiç yok. Trabzon'da Rum-Pontus'un alt yapısı oluşturuluyor. Bu konu da sizin için önemli değildir...

Hristiyan alemi 1918 den sonra İslâm'ı güç ve siyasi organizasyon olarak ortadan kaldıracağına inanıyordu. İstedikleri olmadı. Bir İstiklal savaşı verdik ve ordumuz da oldu, siyasi organizasyonumuz da. Devletimiz de oldu. (Refik Halit Karay)

Maraş direnişi, Sakarya'nın provasıdır. Maraş'ta bizimle savaşanlar Fransız Üniforması giymiş Ermenilerdir. Sonra sıra Urfa'ya geldi, Antep'e geldi ve sonunda 1920 de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu Cumhuriyet ilk İslâm cumhuriyetidir. Anayasasının ikinci maddesinde Devletin dini „dini İslamdır" yazıyordu o zaman.

Biz en büyük darbeyi Tanzimat'la birlikte yedik. Osmanlı İslâm'a düşman olanlarla savaşan bir devletti. Osmanlı klasik düzenine Tanzimat'la son verildi. Türkiye'ye laiklik bir komplo olarak girdi. Çünkü o zaman Türkiye'de müslüman yoktu. Müslüman olsaydı direnirlerdi, kabul etmezlerdi. Direnilmedi, karşı çıkılmadı, bir matahmış gibi alındı ve kabul edildi.

Milletin başında üç tane bela var, bu belalardan kurtulursak nefes alabiliriz:
1.Anayasa
2.Dokunulmazlık
3.Başkanlık sistemi

Bu belalar şu anda tartışılıyor, nasıl şekillenecek bekliyoruz.

İnsanlar hayatlarını devam ettirmek için araçlara ihtiyaç duymazlar. İnsan helal ve haram ayırımını yapabilen bir varlıktır. Haram ve helal ayırımını yapamayan bir insan, insan değildir. Ancak Darwin'e göre insandır."

 Evet, İsmet Özel bunları söyledi ve gitti. Zaman zaman sinirlense de, eskisi kadar hırpalamadı dinleyenlerini. Bu konuşmasında Türklük ve Müslümanlık konusunun da üzerine fazla gitmedi. Sorular oldukça fazlaydı, buna rağmen cevaplanmayan soru kalmadı.
 
En ilginç soru Mustafa Kemal Özdemir'den geldi: "Geçtiğimiz günlerde Ulusalcılar buradaydı, ben de oradaydım. Sizin de kendilerinden olduğunuzu söylediler, ben şaşırdım. Buradaki söylemlerinizde de paralellikler var. Onlara ne diyeceksiniz, gerçekten onlardan mısınız?"

"Ne yapalım yani..., benden istifade ediyorlarsa...Yani..."

Ama bu cevabı sorunun sahibini tatmin etmediği gibi, dinleyenlerini de tatmin etmedi.

...................................
*** İsmet Özel 1944'de, Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri'de dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini Kastamonu, Çankırı ve Ankara'da tamamlar. Öncelikle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde okuduysa da mezun olacağı okul Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı olacaktır. On sekiz yıl Devlet Konservatuarı'nda Fransızca okutmanlığı yapar, ilk şiiri 1963'de Yelken Dergisi'nde yayınlanır. Bu tarihle birlikte; edebiyat, düşünce ve sanat dünyasındaki serüvenine başlamıştır.

 İlk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu 1966 yılında, büyük yankılar uyandıran ikinci kitabı Evet, İsyan'ı ise 1969 yılında yayımlar. 1970'de yakın arkadaşı Ataol Behramoğlu ile birlikte Halkın Dostları dergisini çıkarır. 1974 yılına gelindiğinde ise, o zamana dek içerisinde bulunduğu ve savunduğu sosyalist düşünce çizgisini geride bırakarak fikri ve ruhi bir değişim yaşayacaktır. Bu tarihten sonra yazı ve sanat hayatına, İslami düşünce çerçevesinde devam eder. Bu düşünce yapısı aynı zamanda ona yeni sorumluluklar da yüklemiştir. Bu sorumluluk bilinci ile 1977'de Yeni Devir gazetesinde günlük fıkralar yazar, yine aynı gazetede Abdullah Çıdamlı müstear ismi ile çeviriler yapar, Pazar günlerine özel kültür sayfaları hazırlar.

 1985 yılında Milli Gazete'de Cuma Mektupları'na, 1997 yılında Yeni Şafak Gazetesi'ndeki günlük fıkralarına başlar. Yazdığı deneme kitabı Taşları Yemek Yasak ile Türkiye Yazarlar Birliği Deneme ve 2005'de üstün hizmet ödülünü kazanır. 1995'de Şilili Ozan Gabriela Mistral nişanı alır. Siyasi yazıları 2003 yılına dek kısmi aralıklarla çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Halen İstiklal Marşı Derneği'nin genel başkanlık görevini yerine getirmektedir.
Evli ve dört çocuk babası, iki çocuk dedesi İsmet Özel, Çengelköy'deki evinde düşünce ve sanat hayatına devam etmektedir.

Rüştü Kam


ESERLERİ

Şiir:

Geceleyin Bir Koşu (1966),
Evet İsyan (1969),
Cinayetler Kitabı (1975),
Şiirler (1980),
Şiir Kitabı (1982),
Cellâdıma Gülümserken (1984),
Erbain (1987),
Bir Yusuf Masalı (2000).
Of Not Being A Jew (2005)


Deneme, Söyleşi, Mektup:

Üç Mesele (1978),
Şiir Okuma Kılavuzu (1980),
Zor Zamanda Konuşmak(1984),
Taşları Yemek Yasak (1985),
Bakanlar ve Görenler (1985),
Faydasız Yazılar (1986),
İrtica Elden Gidiyor (1986),

Surat Asmak Hakkımız (1987),
Tehdit Değil Teklif (1987),
Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988),
Sorulunca Söylenen
Cuma Mektupları (1-10)(1995-2004),
Tahrir Vazifeleri
Neyi Kaybettiğini Hatırla(1994)
Ve'l-Asr,
Bilinç Bile İlginç,
Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995),
Tavşanın Randevusu(1996)
Kırk Hadis(2004)
Henry Sen Neden Buradasın? (2004)
Kalın Türk (2006)
Çenebazlık (2006)


Çeviri:


Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri - William Ebenstein
Gariplerin Kitabı - Ian Dallas
Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek - Norman Itzkowitz
Bilim Kutsal Bir İnektir - Anthony Standen
Cihad- Bir Temel Tasarım - Abdülkadir Es-Sufi


TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN